Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Huzursuz Adam», sayfa 4

Yazı tipi:

Von Enke elindeki kadehi masaya bırakıp öne, Wallander’e doğru eğildi.

“Ama olanları unutmadım, tabii. Hâlâ neler olduğunu anlamaya çalışıyorum. Sadece denizaltının elimizden kayıp gitmesine izin verdiğimiz o gün de değil; o yıllarda olup biten her şeyi yeniden gözden geçiriyorum ve sanırım artık sonunda, o sıralarda gerçekte neler olup bittiğine dair bir şeyler anlamaya başladım.”

“Denizaltıyı neden su yüzüne çıkarmanıza izin vermediklerini mi?”

Von Enke ağır ağır başını sallayarak onayladı, piposunu yeniden yaktı ama bir şey söylemedi. Wallander dinlediği olayın sonuçsuz kalmaya mahkûm bir hikâye olup olmadığını merak etti.

“İyice meraklandım. Açıklaması neymiş?”

Von Enke boş ver gibilerinden bir el hareketi yaptı.

“Bu konuda bir şeyler söylemek için henüz çok erken. Daha yolun sonuna gelmedim. O yüzden daha fazla bir şey söyleyemem. Aslında artık gidip diğer misafirlere katılsak iyi olur.”

Birlikte ayağa kalktılar ve odadan çıktılar. Wallander kış bahçesine geri döndü, dönerken bulundukları odaya yanlışlıkla giren kadına rastladı; o içeri girerken, von Enke’nin sağ elini kaldırdığını şimdi hatırlıyordu: Elini önce kararlı bir hareketle kaldırmış ama sonra durup, tekrar dizinin üstüne koymuştu.

Her ne kadar akıl almaz gelse de Wallander buna tek bir açıklama düşünüyordu: Von Enke üstünde silah taşıyordu. Pencereden dışarı bakıp ıssız bahçeyi süzerken, Bu gerçekten mümkün mü? diye düşündü. Emekli bir deniz komutanı yetmiş beşinci doğum günü partisinde silah taşıyor?

Wallander’in inanası gelmiyordu. Düşünceyi aklından savuşturdu. Kendi kendine kuruyordu yine. Gördüğü şaşırtıcı bir olay aklına başka şeyleri getirmiş olmalıydı. Önce von Enke’nin bir şeyden korktuğu fikri, sonra da silah taşıdığı düşüncesi. Sezgilerini mi yitiriyordu yoksa, tıpkı giderek daha unutkan olmaya başlaması gibi?

Linda kış bahçesine yanına geldi.

“Gittiğini sanmıştım.”

“Henüz gitmedim. Ama az sonra gideceğim.”

“Eminim Håkan da Louise de gelmene çok sevinmişlerdir.”

“Bana denizaltılardan bahsetti.”

Linda ilgiyle tek kaşını kaldırdı.

“Öyle mi? Bu beni şaşırttı.”

“Niçin?”

“Bana da anlatması için kaç kere uğraşmıştım ama hep reddediyor, anlatmak istemediğini söylüyor. Bu konu canını sıkıyor gibi.”

Hans seslenince Linda gitti. Wallander kızının söylediklerini düşündü. Håkan von Enke hikâyeyi anlatmak için niye kendisini seçmişti?

* * *

Sonradan Wallander Skåne’ye geri dönüp o akşamı şöyle bir düşündüğünde, kendisini meraklandıran bir şey daha olduğunu fark etti. Aslında von Enke’nin anlattıklarında açık olmayan, belirsiz, Wallander’in anlaması zor olan pek çok şey vardı. Ama Wallander, hikâyenin sunuluş şeklinde de anlayamadığı bir şeyler olduğunu düşünüyordu. Von Enke bütün bunları kendisine, gelininin babasının partiye geleceğini bildiği o kısacık sürede mi anlatmayı planlamıştı? Yoksa her şey çok daha kısa bir zamanda, çitin diğer tarafında sokak lambası direğinin altında bekleyen adam yüzünden mi gelişmişti? Ve kimdi o adam?

5

Üç ay sonra (tam olarak 11 Nisan’da) olan bir şey Wallander’i yeniden ocak ayının o akşamını düşünmeye zorladı. Durup dururken meydana gelen bir olaydı ve hiç kimsenin beklemediği bir şeydi. Håkan von Enke, Stockholm’ün Östermalm bölgesindeki evinden ardında hiç iz bırakmadan kaybolmuştu. Von Enke havanın nasıl olduğuna aldırmadan her sabah uzun yürüyüşlere çıkardı. O gün bütün Stockholm’de inceden inceye çiseleyen bir yağmur vardı. Her zamanki gibi erken kalkmış, saat altıyı biraz geçe sabah kahvaltısına oturmuştu. Saat yedi olunca karısını uyandırmak için yatak odasının kapısını tıklatmış ve dışarıya, günlük yürüyüşüne çıkacağını söylemişti. Genellikle bu yürüyüşler soğuk havalar hariç iki saat kadar sürerdi; öyle günlerde ise yürüyüşünü bir saatle sınırlandırırdı, eskiden çok sigara içtiği için ciğerleri hâlâ düzelmemişti. Her zaman aynı güzergâhı kullanırdı. Grev Caddesi’ndeki evinden Valhallavägen’e yürür, oradan Lill-Jansskogen koruluğuna saparak bir sürü karışık orman yolundan geçip sonunda yine Valhallavägen’e çıkar, ardından Sture Caddesi boyunca güneye ve oradan sola kıvrılıp Karlavägen’e ve yine eve dönerdi. Babasından kalma çeşit çeşit yürüyüş bastonlarını kullanır ama hızlı yürürdü; eve geldiğinde hep ter içinde olur ve hemen sıcak bir banyo alırdı.

O sabah da tıpkı diğerleri gibi başlamıştı, tek bir şey hariç: Håkan von Enke eve bir daha dönmemişti. Louise onun yürüyüş rotasını iyi biliyordu, bazen o da kocasına katılırdı ama hızına yetişemediğinden beri onunla gitmeyi bırakmıştı. Eve geri dönmeyince kadın merak etmeye başlamıştı. Von Enke sağlıklıydı, buna şüphe yoktu ama yine de yaşını başını almış bir adamdı ve başına bir şey gelmiş olabilirdi. Kalp krizi geçirmiş olabilirdi, beyin kanaması belki de? Adamın cep telefonu masada duruyordu. Her zaman yanına alacağı konusunda anlaşmış olmalarına rağmen almadığını görünce Louise onu aramaya çıktı. Ayak izlerini sürerek aradıktan sonra saat bire doğru eve döndü. Ararken onu bir yol kenarında ölü hâlde bulacağını sanmıştı hep ama kocasından iz yoktu. Yer yarılıp içine girmişti sanki. Gitmiş olabileceği bir iki arkadaşını telefonla aradı ama gören olmamıştı. Louise ona bir şey olduğuna artık emindi. Saat ikide Kopenhag’daki ofisinden Hans’ı aradı. Çok endişeli olmasına ve polise Håkan’ın kaybolduğunu bildirmek istemesine rağmen Hans onu yatıştırdı ve Louise istemeye istemeye birkaç saat daha beklemeye razı oldu.

Bu arada Hans hemen Linda’yı arayıp haber vermiş, böylelikle Wallander de olanları öğrenmişti. Wallander de o sırada, bir yandan Jussi’nin patilerini temizlerken bir yandan da uslu uslu oturmayı öğretmeye çalışıyordu; bunu Sturup’ta tanıdığı bir köpek eğiticisinden öğrenmişti. Telefon çaldığı sırada Jussi’nin yeni hiçbir şey öğrenmeye niyeti olmadığını görüp neredeyse pes etmek üzereydi. Linda kendisine Louise’in çok endişeli olduğunu söylemiş, ne tavsiye edebileceğini soruyordu.

“Sen de polissin,” dedi Wallander. “Ne yapılacağını biliyorsun. Bekleyip göreceğiz. Kaybolanlar çoğunlukla bir süre sonra geri gelirler.”

“Öyle ama, uzun yıllardan beri ilk defa böyle sıra dışı davranıyormuş. Louise’in neden meraklandığını anlayabiliyorum. Histerik bir kadın değildir.”

“Bu geceye kadar bekleyin,” dedi Wallander. “Geri gelecektir, göreceksin.”

Wallander, Håkan von Enke’nin bir süre sonra meydana çıkacağına ve yokluğunun da çok geçerli bir açıklaması olacağına emindi. Kendisi endişeli olmaktan çok merak ediyordu, acaba kayboluşunun ne gibi bir açıklaması vardı? Fakat von Enke geri dönmemişti, ne o akşam ne de ertesi akşam. 11 Nisan gecesi geç saatlerde Louise kocasının kaybolduğunu ihbar etti. Sonrasında bir polis aracı içinde Lill-Jansskogen koruluğunun daracık labirent gibi yollarında gezdirdiler onu ama von Enke’yi yine de bulamadılar. Ertesi gün Kopenhag’dan oğlu Hans da geldi. Durumun ciddi olduğunu Wallander o zaman fark etti.

* * *

Bu arada iç soruşturma uzamış da uzamış ve hâlâ işbaşı yapmamıştı. Daha da kötüsü şubat başında evinin önünde buz tutan yolda kötü biçimde düşmüş ve sol bileğini kırmıştı. Jussi’nin tasma kayışına basıp düşmüştü çünkü hayvan hâlâ çekiştirip sürüklemekten vazgeçmeyi veya yolun kenarından yürümeyi öğrenememişti. Bileğini alçıya almışlar ve Wallander hastalık iznine çıkmıştı. Kendisine, Jussi’ye ve hatta Linda’ya karşı sık sık parladığı, öfke krizleri yaşadığı bir dönem olmuştu. Sonunda Linda çok gerekmedikçe onu aramayı kesmişti. Babasının büyükbabasına benzediğini düşünüyordu: ters, huysuz ve sabırsız. İstemeyerek de olsa Wallander içinden kızının haklı olduğunu kabul ediyordu ama babasına benzemeyi istemiyordu; her şeyle başa çıkabilirdi ama bununla değil. Hem yağlı boyalarında hem giderek kendisine yabancılaşan dünya hakkındaki görüşlerinde hep aynı şeyleri yapan, aksi bir ihtiyar olmak istemiyordu. Wallander’in evde kalıp kafese tıkılı bir ayı gibi volta attığı bir dönemdi. Altmış yaşında olduğunu, böylece acı bir gerçek olarak hayatının yaşlılık dönemine girdiğini görmezden gelemiyordu. Belki on veya yirmi yıl daha yaşardı ama günbegün daha da yaşlanmaktan başka bir şey tatmayacaktı. Gençlik uzak bir hatıraydı ve orta yaşı da artık ardında bırakmıştı. Kuliste duruyor, her şeyin açıklığa kavuşacağı, kötüler cezasını bulurken iyilerin kazanacağı üçüncü ve son sahneyi oynamak için sırasının gelmesini bekliyordu. En trajik rolü oynamak zorunda kalmamak için elinden geldiğince çaba gösteriyordu. Sahneyi kahkahalar içinde gülerek terk etmeyi tercih ederdi.

Kendisini asıl endişelendiren unutkanlığıydı. Arabayla Simrishamn veya Ystad’a alışverişe giderken bir liste yapardı ama dükkâna girince bu kez de listeyi unuttuğunu fark ediyordu. Acaba gerçekten bir liste yapmış mıydı? Hatırlayamıyordu. Bir gün unutkanlığı ile ilgili bu endişesi ayyuka çıkınca Malmö’de kendini “yaşlılık problemleri” uzmanı olarak lanse eden bir doktordan randevu aldı. Margareta Bengtsson adındaki doktor hanım onu Malmö merkezindeki eski bir yapıda kabul etti. Wallander ön yargılı davranıp kadının, yaşlılığın ızdıraplarından anlayamayacak kadar genç olduğunu düşünmüştü. Bırakıp gitmek istemiş ama sonra kendini tutup, deri koltuğa oturarak, giderek ciddileşmeye başlayan kötü hafızasından bahsetmeye başlamıştı.

Görüşmelerinin sonuna doğru, “Alzheimer hastalığı mı var bende?” diye sordu Wallander.

Margareta Bengtsson gülümsemişti; küçümseyici değil, dürüst ve dostça bir tebessümdü.

“Hayır,” dedi. “Sanmıyorum; ama tabii bir sonraki dönemecin ardında bizi neler bekliyor bilemeyiz.”

Ayaz soğuğunda arabasına geri dönerken, bir sonraki dönemeç, diye düşündü Wallander. Aracın yanına geldiğinde sileceklerin altına bir park cezası sıkıştırılmış olduğunu gördü. Ne kadar ceza yediğine bile bakmadan onu arabanın içine fırlattı ve eve doğru yola koyuldu.

Kapının önünde tanımadığı bir araba duruyordu. Wallander arabasından inerken Martinson’un köpek kulübesinin yanında durmuş, parmaklıkların arasından Jusssi’yi okşadığını gördü.

“Ben de neredeyse gidiyordum,” dedi Martinson. “Sana kapıya not bıraktım.”

“Mesaj iletmek için mi gönderdiler seni?”

“Kesinlikle hayır; nasıl olduğuna bakmak için gelmeyi ben istedim.”

Birlikte eve girdiler. Martinson yıllar içinde iyice genişlemiş olan Wallander’in kütüphanesini süzdü. Sonra mutfaktaki masaya geçip kahve içtiler. Wallander Malmö’ye gidişinden ve doktor ziyaretinden ona bahsetmedi. Martinson alçıdaki bileğini sorar gibi başıyla işaret etti.

Wallander, “Haftaya alçıyı çıkaracaklar,” dedi. “Dedikodulardan ne haber?”

“Elinle ilgili mi?”

“Benimle ilgili. Restorandaki silah meselesi.”

“Lennart Mattson inanılmaz derecede ketum biri. Neler olup bittiğini hiç bilmiyorum. Ama sana destek olacağımızı bil.”

“Bu doğru değil. Senin destek olacağına şüphem yok ama sızıntının bir kaynağı olmalı. Emniyette benden hoşlanmayan çok insan var.”

Martinson omuz silkti.

“Hayatın kendisi bu, elden ne gelir? Beni kim seviyor?”

Güneşin altında her şeyden konuştular. Wallander, Ystad’a ilk geldiği zamanlar emniyetteki meslektaşları arasından bugün geriye bir tek Martinson’un kaldığını düşünüp sarsıldı.

Martinson masada oturduğu yerde oldukça sıkıntılı görünüyordu. Wallander onun hasta olup olmadığını merak etti.

“Hayır, hasta değilim,” dedi Martinson. “Ama her şeyin bittiğini fark ediyorum. Polis memuru olarak kariyerimden bahsediyorum.”

“Sen de mi silahını restoranda unuttun?”

“Artık daha fazla dayanamıyorum,” dedi ve Wallander’i şaşırtan bir davranışla ağlamaya başladı. Orada çaresiz bir çocuk gibi otururken elleriyle kahve bardağını kavramış, yanaklarından aşağı yaşlar süzülüyordu. Wallander ne yapacağını şaşırmıştı. Son yıllarda Martinson’daki bu depresyon hâlini birkaç kez fark etmişti ama hiç kendini böyle koyuverdiğini görmemişti. Sessizce ağlamasının bitmesini beklemeye karar verdi. Telefon çaldığında kalkıp fişini çekti.

Martinson bir süre sonra kendini toparladı, yüzünü kuruladı.

“Ne yaptım böyle!” dedi. “Kusura bakma.”

“Neyin kusuruna bakayım? Bana göre, bir başka erkeğin önünde ağlayan bir erkek büyük cesaret sergilemektedir. Benim sahip olamadığım bir cesaret, ne yazık ki.”

Martinson yönünü kaybettiğini hissettiğinden bahsediyordu. Bir polis memuru olarak yaptığı işin değeriyle ilgili her geçen gün kendini daha fazla sorgulamaya başlamıştı. Çıkardığı işten değildi tatminsizliği, sıkıntısı İsveç’te bugün polislerin oynadığı rol yüzündendi. Halkın polisten beklentileriyle, polisin verdiği hizmet arasındaki uçurum giderek açılıyor gibiydi. İşkence gibi geçeceğini bildiği bir sonraki günün beklentisiyle her gecesinin uykusuz geçtiği bir noktaya ulaşmıştı.

“Bu yaz bu işi bitiriyorum,” dedi. “Malmö’de bağlantı hâlinde olduğum bir şirket var. Küçük işletmeler ve özel mülkler için güvenlik danışmanları ayarlıyorlar. Bana da bir iş verecekler. Üstelik kazancı şu an aldığımdan daha fazla.”

Wallander yıllar önce Martinson’un yine böyle istifa etmeye karar verdiği bir anı hatırladı. O zamanlar onu dayanması için ikna eden kendisi olmuştu. Nereden bakılsa on beş yıl olmuştu herhâlde. Bu kez meslektaşı kararını değiştirecek gibi görünmüyordu. Hem içinde bulunduğu durum polis teşkilatındaki kendi geleceğinin de parlak geçeceğini göstermiyordu.

“Sanırım ne demek istediğini biliyorum,” dedi ona. “Bence doğru olanı yapıyorsun. Daha henüz gençken yolunu değiştir.”

“Birkaç yıl sonra elli olacağım,” dedi. “Buna genç mi diyorsun?”

“Ben altmışım,” dedi Wallander. “Benim yaşımda isen, kesinlikle yaşlılığa giden o tek yönlü yola girmişsin demektir.”

Martinson bir süre daha kalıp Malmö’de yapacağı işin niteliğinden söz etti. Wallander adamın her şeye rağmen bütün heyecanını kaybetmediğini ispatlamaya, hâlâ dört gözle beklediği bir şeyler olduğunu göstermeye çalıştığını anladı.

Onu arabasına kadar geçirdi.

“Mattson’dan haber aldın mı?” diye sordu Martinson dikkatle.

“Dört olasılık var,” diye karşılık verdi Wallander. “Örneğin, yapıcı bağlamda bir ikaz, ki bunu bana yapamazlar. Böyle bir şey bütün polis teşkilatını maskara eder. Altmış yaşında bir polis, emniyet müdürünün karşısına yaramaz bir okul çocuğu gibi oturtulmuş, kendisine davranışlarını düzeltmesi söyleniyor.”

“Herhâlde böyle bir şey yapmayı düşünmezler? Akıllarını kaçırmış olmalılar!”

“Bana resmî bir ihtar verebilirler,” diye devam etti Wallander. “Ya da para cezasına çarptırabilirler. Son bir yol da, kıçıma tekmeyi vurabilirler. Benim tahminim para cezası olacağı.”

Arabanın yanına gelince tokalaştılar. Martinson karlı manzara içinde gözden kayboldu. Wallander tekrar eve girdi; takvimini karıştırdı. Beylik silahını restoranda unuttuğu o talihsiz akşamın üstünden üç ay geçmişti.

Alçısı çıkarıldıktan sonra da hastalık izni kullanmaya devam etti. 10 Nisan’da Ystad Hastanesi’nden bir uzman, Wallander’in el kemiklerinden birinin gerektiği gibi iyileşmediğini tespit etmişti. Wallander bir an panikle, elini yeniden kıracaklarını sandı ama doktorlar kendisine uygulanan başka yolların da olduğunu söyleyip rahatlattılar ama elini kullanmaması gerekiyordu, o yüzden işe geri dönememişti.

Hastaneden ayrıldıktan sonra Wallander şehir merkezinde kaldı. Amerikan modern drama ustalarından birinin Ystad Tiyatrosu’nda oyunu vardı. Linda soğuk algınlığına yakalanıp kendisi gidemeyince biletini ona vermişti. Linda genç kızlığında bir ara tiyatrocu olmaya heveslenmiş ama bu hevesi çabuk geçmişti. Bugün, sahneye çıkmak için gereken yeteneğe sahip olmadığını yeterince erken fark ettiği için mutluydu.

Daha onuncu dakikada Wallander saatine bakmaya başlamıştı bile. Oyun sıkmıştı. Vasat kapasiteli oyuncular, bir mekânın içinde oradan oraya dolanıp duruyor, farklı farklı yerlerden (bir sandalyeden, masadan, pencere kenarından) repliklerini söylüyorlardı. Oyunun konusu, bir evde yaşanan baskılar, çözümlenmemiş zıtlaşmalar, yalanlar, engellenmiş hayaller nedeniyle yıkılmak üzere olan bir aileydi ve ilgisini hiç ama hiç çekmiyordu. İlk perde nihayet bitttiğinde Wallander ceketini alıp tiyatrodan ayrıldı. Bu oyunu seyretmeyi çok arzu ettiğinden hayal kırıklığına uğradığı için canı sıkılmıştı. Sorun kendisinde miydi, yoksa oyun gerçekten onun düşündüğü gibi sıkıcı mıydı?

Arabasını tren istasyonuna park etmişti. Rayların üstünden atlayıp sık kullanılan bir patikadan geçerek gar binasının arkasına dolandı ve aniden sırtının alt tarafında bir darbe hissederek yere düştü. On sekiz on dokuz yaşlarında iki genç tepesine dikilmişti. Birinin üstünde kapüşonlu bir süveter vardı, diğeri deri ceketliydi. Kapüşonlu, elinde bir bıçak tutuyordu. Wallander deri ceketlisi tarafından yüzüne indirilen yumruğu yemeden önce, diğerinin elindekinin mutfak bıçağı olduğunu fark etti. Üst dudağı yarılıp kanamaya başlamıştı. Bir yumruk daha; bu kez alnına isabet etmişti. Çocuk güçlüydü ve sert vuruyordu, sanki hınç dolu gibiydi. Ardından Wallander’in üstünü başını çekiştirmeye, tıslar gibi cüzdanını, telefonunu sormaya başladı. Wallander kendisini korumak için kolunu kaldırdı. Gözünü bıçaktan hiç ayırmıyordu. Çocukların kendisinden daha fazla korktuğunu, silahı tutan titreyen elden çekinmesine aslında gerek olmadığını sonradan fark etti. Wallander bütün cesaretini toplayıp bıçağı tutan çocuğa bir tekme savurdu. Iskalamıştı ama bu arada çocuğun kolunu yakalayıp kötü biçimde kıvırdı. Bıçak uzağa savruldu. Tam o sırada ensesine sert bir darbe aldı ve yine yere yuvarlandı. Bu kez aldığı darbe öyle güçlüydü ki düştüğü yerden kalkmayıp sadece dizlerinin üstünde doğrulmayı başarabildi. Islak zeminden yayılan soğukluğun pantolonundan geçtiğini hissediyordu. Bıçaklanması an meselesiydi. Ama bir şey olmadı. Başını kaldırıp baktığında çocukların gitmiş olduğunu gördü. Ensesini ovaladı, yapış yapıştı. Ağır ağır ayağa kalktı, bayılmak üzereydi, rayları çevreleyen parmaklıklara tutundu. Birkaç kez derin derin nefes aldı ve hızla arabasına yöneldi. Başının arkası kanıyordu ama yarasıyla eve dönünce ilgilenebilirdi. Bir beyin sarsıntısı geçirdiğini gösteren belirtiler yoktu.

Kontağı çalıştırmadan direksiyonun önünde bir müddet öyle oturdu. Biraz önce ne hâldeydim, şimdi ne hâle geldim, diye düşündü: Bir tiyatroda oturup oyun izliyorum, adapte olamadığımdan bırakıp çıkıyorum ve kendimi sık sık karşılaştığım bir durumun içinde buluyorum ama bu kez yere serilen, yaralı ve tehlike içinde olan benim.

Bıçak geliyor aklına. Bir zamanlar, işe ilk başladığı yıllarda Malmö’de genç bir polisken, Pildamm Parkı’nda cinnet geçiren zıvanadan çıkmış bir adam tarafından bıçaklanışını hatırlıyor. Eğer bıçak vücuduna iki santim daha yandan saplanmış olsa kalbine gelecekti ve böylece bunca yılını Ystad’da geçirmiş olmayacak, Linda’nın büyüdüğünü göremeyecek ve hayatı daha doğru dürüst başlamadan sona ermiş olacaktı.

O zamanlar şöyle düşündüğünü hatırlıyordu: Yaşamın da ölümün de zamanı var.

Arabanın içi soğuktu. Motoru çalıştırıp kaloriferi açtı. Başına gelenleri tekrar tekrar yaşıyordu. Hâlâ şoktaydı ve içinde öfkenin kabardığını hissediyordu.

Biri camına tıklatınca olduğu yerde sıçradı; saldırgan gencin geri döndüğünü sanmıştı. Oysa camdan içeri gözlerini diken, beyaz saçlı, bere takmış yaşlı bir kadındı. Kapısını azıcık açtı.

“Bunca zamandır motoru çalışır hâlde bırakmanın yasak olduğunu bilmiyor musunuz?” dedi kadın. “Köpeğimi gezdirmeye dışarı çıktım ama saati kontrol ediyorum ve sizin kaç dakikadır burada motor çalışır vaziyette oturduğunuzu biliyorum.”

Wallander karşılık vermedi; başını salladı, arabasını sürüp uzaklaştı. O gece yatakta uyuyamadan dönüp durdu. Saate en son baktığında sabahın beşiydi. Håkan von Enke’nin kayboluşunun ertesi günüydü. Wallander başına gelen saldırıyı ihbar etmedi. Hiç kimseye de bahsetmedi, hatta Linda’ya bile.

* * *

Håkan von Enke iki gün sonra hâlâ ortaya çıkmayınca Wallander’in müstakbel damadı telefon edip kendisinden Stockholm’e gelmesini rica etti. Wallander hâlâ hastalık iznindeydi, ricayı kabul etti. Bunu isteyenin aslında Louise olduğunu anlamıştı. Polisin işine karışmak istemediğini baştan açık açık belirtti, bu konuyla Stockholm’deki meslektaşları ilgileniyordu ve bir başka polis gücünün işine burnunu sokan polis memurları sevilmezlerdi.

Wallander Stockholm’e doğru yola çıkmadan önceki akşam Linda’ya uğradı; havaların hissedilir biçimde daha geç kararmaya başladığı ilkbaharın ilk günlerinde, o güzel akşamlardan biriydi. Her zamanki gibi Hans henüz eve gelmemişti, geç saatlere kadar çalışıyordu. Wallander ‘finansal spekülasyonlar’ diyerek takılmış, bu da gelecekteki damadı ile arasındaki ilk ve tek tartışmaya neden olmuştu. Hans iş arkadaşlarıyla uğraştıkları işin bu kadar basit bir şey olmadığını söyleyip karşı çıkmıştı. Wallander ona ne yaptıklarını sorduğu zaman, aldığı cevaptan edindiği izlenim, döviz ve hisse senetlerindeki spekülatif hareketler, depozit yardımcı mevduatlar ve yüksek riskli yatırım fonları gibi Wallander’in pek gizlemeye gerek duymadan anlamadığını itiraf ettiği konulardı. Linda araya girmiş, babasının bu işleri fazla bilmediğini ve bu yüzden de günümüzün ekonomik işleyişlerini korkutucu bulduğunu söylemişti. Eskiden olsa Wallander kızının bu açıklamasına bozulabilirdi ama Linda’nın ses tonundaki sıcaklığı fark etmişti. Ona hak verdiğini kollarını iki yana kocaman açarak gösterdi.

Kızıyla partnerinin paylaştıkları eve gelmiş, oturuyordu. Hâlâ bir isim verilmemiş bebekleri Linda’nın ayakları dibinde serili bir örtünün üstündeydi. Wallander Linda’yı bir süre inceledi ve sonra birden kızının bir daha asla kendi kucağına oturmayacağı gerçeğini fark etti. İnsanın kendi çocuğunun bir çocuğu olduğunda bazı şeyler bir daha geri gelmemek üzere geçmişte kalıyordu.

“Håkan’a ne oldu dersin?” diye sordu Wallander. “Hem bir polis memuru hem de Hans’ın partneri olarak senin görüşün nedir?”

Linda hemen cevaplandırdı. Böyle bir soru beklediği belliydi.

“Ciddi bir şeyler olduğuna eminim. Hatta ölmüş olmasından korkuyorum. Håkan pek öyle durup dururken ortadan kaybolacak tiplerden değil. Bir not bırakmadan da asla intihar etmezdi. Tabii intihar falan da asla etmezdi ama bu başka bir konu. Yanlış bir şey yapmış olsa cezasını çekmeden kaçmazdı. Ben onun kendi inisiyatifiyle ortadan kaybolduğuna hiç inanmıyorum.”

“Açıklasana.”

“Gerek var mı? Ne demek istediğimi pekâlâ biliyorsun.”

“Evet ama bir de senin ağzından duymak istiyorum.”

Wallander kızının yine verdiği cevabı öncesinde düşünmüş olduğunu fark etti. Linda, sadece bir yakını hakkında konuşan biri değil, aynı zamanda olaya karşı kendi bakış açısına sahip cin gibi bir genç polisti.

“Kurbanın kendi istemi dışında gelişen durumlardan bahsettiğin zaman iki olasılık vardır: Biri kaza. İncelip kırılan buzlu suya düşmek veya bir arabanın altında kalmak gibi. Diğeri de planlanmış bir şiddete maruz kalmasıdır, kaçırılma veya öldürülme gibi. Kaza olasılığı artık pek mümkün görünmüyor. Hastanelerde onunla ilgili bir kayıt yok, o yüzden bu ihtimalin üstünü çizebiliriz. Dolayısıyla geriye sadece diğer olasılık kalıyor.”

Wallander elini kaldırıp onun sözünü kesti.

“Hadi bir tahmin yürütelim,” dedi. “Sen de ben de biliyoruz ki böyle şeyler tahmin edilenden çok daha sıkça meydana gelmekte. Hele de yaşını başını almaya başlayan erkekler söz konusu olduğunda.”

“Yani bir kadınla kaçmış olabileceğini mi söylemeye çalışıyorsun?”

“Bunun gibi bir şey, evet.”

Linda kesin bir tavırla başını iki yana salladı.

“Hans’la bu konuyu konuştuk. Bana geçmişinde utanılacak bir sırrı olmadığını söyledi. Håkan evlilikleri boyunca Louise’e hep sadık olmuş.”

Wallander kızının sözünü yine kesti.

“Peki ya Louise? O da sadık mıymış?”

Linda’nın aklına bunun gelmediğini görebiliyordu Wallander.

Bir sorgulama sırasında düşünülmesi gereken bütün olasılıkları henüz bilmiyordu.

“Bunun söz konusu olduğunu sanmıyorum. Öyle bir tip değil.”

“İyi bir cevap değil. Asla ‘öyle bir tip değil’ diye düşünmemelisin. Bu senin durumu hafife almana neden olabilir.”

“O zaman şöyle diyeyim: Bir ilişkisi olduğunu sanmıyorum ama tabii emin olamayacağım da aşikâr. Ona sorsana!”

“Böyle bir şey yapmaya hiç niyetim yok! Şu anki şartlar altında böyle bir şey yapmak büyük kabalık olur.”

Wallander aklına gelen diğer soruyu sormadan önce tereddüt etti.

“Hans ile bu olayı son birkaç gündür konuşuyor olsanız gerek. Sürekli bilgisayarına yapışıp kalıyor olamaz. O bu işe ne diyor? Håkan’ın kaybolmasına şaşırdı mı?”

“Neden şaşırmasın ki?”

“Bilemiyorum. Ama ben Stockholm’deyken bana sanki Håkan’ın bir sıkıntısı var gibi gelmişti.”

“Neden söylemedin öyleyse?”

“Çünkü bu düşünceyi aklımdan savuşturmaya çalıştım. Kuruntudur, dedim kendi kendime.”

“İçgüdülerin seni genellikle yanıltmaz ama.”

“Sağ ol. Her geçen gün bu söylediğine olan inancım azalıyor, birçok başka şeye olan inancımın azalması gibi.”

Linda karşılık vermedi. Wallander kızının yüzünü inceledi. Hamileliği sırasında biraz kilo almış, yanakları dolgunlaşmıştı. Gözlerinden yorgun olduğu anlaşılıyordu. Düşünceleri Mona’ya kaydı. Linda gece uyanıp ağladığı zamanlar kendisinin kalkıp yardım etmemesine nasıl kızardı! Linda acaba neler hissediyor, diye merak etti. İnsan çocuk sahibi olunca sanki insanın bütün duyguları sonuna kadar geriliyor, bir ikisi koptu kopacak hâle geliyordu.

“İçimden bir ses bana haklı olduğunu söylüyor,” dedi Linda sonunda. “Şimdi düşününce bazı olaylar hatırlıyorum, Håkan’ın endişeli olduğu zamanlar ama çok fark edilir şeyler değildi. Sürekli geriye bakardı.”

“Mecazi anlamda mı söylüyorsun, gerçek manada mı?”

“Gerçek anlamda. Arkasına bakardı sürekli. Bunu daha önce düşünmemiştim.”

“Başka şeyler de hatırlayabiliyor musun?”

“Kapıların kilitli olmasına çok dikkat ederdi. Ayrıca bazı ışıkların sürekli olarak yanık kalmasını isterdi.”

“Neden?”

“Bilmiyorum. Fakat çalışma masasındaki gece lambası her zaman açık olmalıydı, örneğin; bir de kapı önündeki antrenin ışığı.”

Emekli bir deniz subayı, diye düşündü Wallander, belli başlı deniz fenerlerinin yanık olmasını sağlayarak güzergâh kanallarının aydınlatılmasını istiyor.

Tam o sırada bebek uyandı. Wallander torunu ağlamayı kesene dek onu kollarında salladı.

Stockholm’e doğru trende giderken, yanık bırakılan ışıkları düşündü. Bu araştırması gereken bir konuydu. Belki basit bir açıklaması vardı. Aynı şey Håkan von Enke’nin kayboluşu için de geçerli olabilirdi. Şu ana dek bunu nasıl bulacağını bilemiyordu. Ama ne olursa olsun bunun, mantıklı ve neticesi kötü olmayan bir açıklaması olmasını ümit etti.

₺65,92

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
12+
Litres'teki yayın tarihi:
30 haziran 2023
ISBN:
978-625-99813-1-4
Tercüman:
Editör:
Telif hakkı:
Ayrıksı Kitap
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre