Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Kuzin Bette», sayfa 3

Yazı tipi:

Altın ve gümüş sırmakeşçiliği denilen bu zanaat; apolet, kılıç püskülleri, kordon, kısaca Fransız ordusunun zengin üniformalarıyla, sivil elbiseler üzerinde parıldayan göz alıcı şeyleri kapsıyordu. Elbiseye düşkün bir İtalyan olduğundan İmparator, hizmetinde bulunanların bütün esvaplarını altın ve gümüşle pervazlatmıştı, imparatorluğu da yüz otuz üç mülki idareyi ihtiva ediyordu. Çoğu zaman zengin ve sağlam kimseler olan terzilere veya doğrudan doğruya makam mevki sahiplerine yapılan bu satışlar emin bir ticaret teşkil ediyordu.

İmalatını idare ettiği Pons Müessesesinin en usta işçisi Kuzin Bette, tam kendi başına bir müessese kuracağı sırada, imparatorluğun hezimeti baş gösterdi. Bourbonların ellerinde tuttukları sulhun zeytin dalı Lisbeth’i ürküttü. Ordu mevcudunun azalmasından başka, elinde istismar edilecek mülki idare sayısı da yüz otuz üçten seksen altıya düşecek bu ticarette bir gerilemeden korktu. Nihayet sanayinin oynak talihinden ürkmüş olduğundan, Baron’un tekliflerini reddetti, Baron onu çıldırmış sandı. O, Pons Müessesesini satın alan ve Baron’un kendisiyle ortak etmek istediği Mösyö Rivet ile bozuşmak suretiyle eniştesinin bu kanaatinde isabet ettiğini ispat etti, yeniden basit bir işçi oldu.

O zamanlar Fischer ailesi, Baron Hulot’nun çekip kurtardığı düşkün vaziyete yine düşmüştü.

Fontainebleau felaketi neticesi beş parasız kalan üç Fischer kardeş, 1815’te gönüllü taburlarında yürek ezginliğiyle hizmet ettiler. Lisbeth’in babası olan büyükleri öldürüldü. Bir divanıharp tarafından idama mahkûm edilen Adeline’in babası Almanya’ya kaçtı, 1820’de Trèves’de öldü. En küçükleri Johann, söylediğine göre, altın ve gümüş tabaklar içinde yemekler yiyen ve toplantılarda hemen her zaman başı üstünde ve boynunda fındık büyüklüğünde ve İmparator tarafından hediye edilmiş elmaslarla görünen ailenin Kraliçesi’ne yalvarmak için Paris’e geldi. O zamanlar kırk üç yaşında olan Johann Fischer, eski levazım generalinin Harbiye Nazırlığındaki dostları vasıtasıyla el altından ve iltimasla koparılan Versailles’daki ehemmiyetsiz bir ot ve saman taahhüdü işine girişmek üzere Baron Hulot’dan on bin frank aldı.

Bu aile felaketleri; Paris’i bir cehennem ve bir cennet yapan o engin insanın, Baron Hulot’nun gözden düşmesi; menfaat ve iş hareketi ortasında pek az bir şey olmak kanaati Bette’i yola getirdi. O zaman bu kız, kuziniyle her türlü mücadele, boy ölçüşme fikrinden vazgeçti lakin haset kalbinin derinliklerinde, içine tepildiği meşum yünden balya açılınca şehre yayılarak onu yalayıp yutan bir veba rüşeymi gibi saklı kaldı. Zaman zaman kendi kendine “Adeline ile ben aynı kandanız.” diye söylenirdi. “Babalarımız kardeşti; o bir konaktadır, bense bir çatı arasında…” Lakin her yıl, isim gününde, yılbaşında Lisbeth’e Barones ile Baron’dan hediyeler gelirdi; kendisine karşı çok iyi olan Baron, kışlık odununun parasını verirdi; ihtiyar General Hulot bir gün onu evine kabul ederdi; sofrasında daima kuzinin yeri vardı. Onunla çok eğlenirlerdi lakin onun varlığından yüzleri kızarmazdı. Nihayet kendisine, dilediği gibi yaşadığı Paris’te istiklali de temin edilmişti.

Bu kız, gerçekten, her türlü boyunduruktan korkardı. Kuzini ona evinde yatıp kalmayı teklif etti miydi Bette’in gözünün önüne hizmetçilik yuları geliverirdi; nice defalar Baron onu evlendirmek çetin meselesini halletmiş lakin Kuzin Bette ilk ağızda kandığı hâlde, sonradan görgü eksikliği, cahilliği yüzüne vurulacağından korkarak teklifleri reddetmişti; nihayet Barones ona amcalarıyla beraber yaşamasını ve evi, pahalıya mal olacak bir başhizmetçi yerine çekip çevirmesini söyleyecek olsa ihtiyar kız bunu yapmaktansa evlenmeye razı oluvermenin daha iyi olacağı karşılığını verirdi.

Kuzin Bette, fikirlerinde, çok geç inkişaf etmiş insanlarda ve çok düşünüp az söz söyleyen vahşilerdekine benzer bir gariplik gösterirdi. Köylü zekâsı, esasen, atölye dedikodularında, işçi erkek ve kadınlarla düşüp kalktığı sıralarda bir Parisli ısırıcılığı kazanmıştı. Karakteri Korsikalılarınkine pek fazla benzeyen, kuvvetli naturaların içgüdüleriyle boşu boşuna yoğrulan bu kız, zayıf bir adamı himaye etmeyi pek isterdi lakin başşehirde yaşaya yaşaya, başşehir onu sathi olarak değiştirmişti. Paris’in onu bu tarzda cilalaması, bu pek fazla tavlanmış ruha bir pas manzarası vermişti. Kendini gerçek bir bekârlığa koyvermiş bütün insanlarda olduğu gibi derinleşmiş bir ferasete sahip bu kız, fikirlerine verdiği iğneleyici çeşni ile başka bir vaziyette olsa korkunç görünebilirdi. Fesattı, en birleşik aileyi bile birbirine katardı.

İlk zamanlar, sırrını kimseye vermediği, bazı ümitler beslediği vakit korse giymeye, modaya uymaya karar vermişti; o zamanlar Baron’un kendisini evlenebilir gibi bulduğu debdebeli günler yaşadı. O sıralar, Lisbeth eski Fransız romanlarının gönül çekici esmeri olmuştu. Delici bir bakışı, yeşilimsi esmer renkli teni, kamış gibi kıvrak endamı, mütekait bir binbaşıyı baştan çıkarabilirdi lakin kendisinin de gülerek söylediği gibi kendi kendine hayran olmakla yetindi. Esasen, maddi sıkıntıları bertaraf ettikten sonra hayatını mesut bulmakta karar kıldı çünkü sabahtan akşama kadar çalıştıktan sonra, her gün şehirde akşam yemeğine giderdi. Ona, ancak öğle yemeğiyle ev kirasını kayırmak kalırdı. Sonra, giydirip kuşatıyorlar; şeker, kahve, şarap vesaire gibi kabul edilebilir yiyecek ve içeceklerden de bol bol veriyorlardı.

1887’de masrafları yarı yarıya Hulot ailesiyle amcası Fischer tarafından ödenmiş yirmi yedi yıllık bir hayattan sonra, bir baltaya sap olmaktan umudunu kesen Kuzin Bette, kendini işin oluruna bıraktı; kıymetine sahip olmasına ve izzetinefis ızdıraplarını bertaraf etmesine imkân veren teklifsizliği tercih ederek büyük ziyafetlere gitmekten vazgeçmişti. Her yerde, General Hulot’nun evinde, Crevel’in evinde, genç Hulot’nun evinde, tekrar barıştığı ve bu barışmayı kutladığı Ponsların halefi Rivet’nin evinde, Adeline’in evinde ailedenmiş gibi idi. Nihayet, her yerde hizmetçilere ara sıra küçük bahşişler vererek, salona girmeden önce hemen daima onlarla bir müddet konuşarak gönüllerini almasını bilirdi. Onu avamla doğrudan doğruya bir seviyede bulundurmaya yarayan bu laubalilik, ihtiyar kıza asalaklar için pek gerekli olan madun hayranlığını kazandırmıştı. “İyi ve cesur bir kız!” sözleri herkesin onun hakkında söylediği şeylerdi. Üstüne düşülmediği zaman hudutsuz olan hatırşinaslığı, esasen yapmacık safdilliği gibi vaziyetin bir icabı idi. Nihayet, yaşayışının başkalarına tabi olduğunu görerek hayatı anlamıştı. Herkesin hoşuna gitmek istediğinden dolayı da aldatıcı bin türlü hilekârlıkla sempatik göründüğü delikanlılarla birlikte güler, arzularını keşif ve cezbeder, onların hislerine tercüman olur, onlara bir sırdaş gibi görünürdü. Çünkü bunları azarlamak hakkına malik değildi. Sır saklayıcılığı ona aklı başında kimselerin de sırdaşlığını kazandırmıştı çünkü o da Ninon gibi birtakım erkek vasıflarına sahipti. Umumiyetle sırlar yükseklerden ziyade aşağılarda dolaşır; insan gizli işlerde kendinden yüksek olanlardan çok, aşağı olanları kullanır; onlar gizli düşüncelerimizin suç ortağı olurlar, bunların müzakeresine şahitlik ederler. Richelieu Bakanlar Meclisine girdiği zaman, artık gayesine ulaştığına kanaat getirirmiş. Herkes bu kızı o kadar kendisine tabi sanırdı ki bu yüzden o mutlak bir ağzı sıkılığa mahkûm olmuş gibiydi. Kuzin kendine “ailenin günah çıkartma kürsüsü” adını vermişti. Kendisinden küçük olmasına rağmen, daha güçlü kuvvetli olan Bette’in çocukluğunda kötü muamelelerine uğramış olan Barones, yalnız ona karşı bir nevi emniyetsizlik besliyordu. Hem sonra o, hayâ saikasıyla eve ait kederlerini ancak Tanrı’ya emanet ederdi.

Barones’in evindeki kemirilmiş koltuklar, kararmış kumaşlar, delik deşik ipekliler üzerinde yazılı sefaleti, sonradan görme ıtriyat taciri gibi fark edemeyen Kuzin Bette’in gözünde bu evin bütün şaşaasını hâlâ muhafaza ettiğini burada kaydetmeye lüzum vardır. Etrafımızı saran mobilyalar da bizimle birlikte mukadderatımızı yaşarlar. Kendini Baron misali her gün baştan ayağa süzenler başkaları başımızda kırçıla dönmüş saçlar, alnımızda çatal çatal çizgiler, karnımızda koskocaman bir kabak gördükleri hâlde, kendilerini az değişmiş ve hâlâ genç sanırlar. Kuzin Bette’e göre, imparatorluk zaferlerinin donanma ışığı ile aydınlanan bu odalar her zaman nur saçardı.

Zamanla Kuzin Bette, oldukça acayip ihtiyar kız huysuzlukları kazanmıştı. Kendisi modaya uyacak yerde moda onun alışkanlıklarına uysun isterdi, onun için de daima modası geçmiş fantezilerine boyun eğdi. Barones ona yeni bir şapka, günün zevkine göre biçilmiş herhangi bir elbise verdi mi Kuzin Bette hemen evinde her şeyi kendi biçimine uydurur, bunları imparatorluk modalarından, eski Lorenli elbiselerinden birine uydurarak berbat ediverirdi. Otuz franklık şapka yırtık pırtık bir şeye, elbise de bir paçavraya dönüverirdi. Bette’in bu hususta dişi bir katır inadı vardı; yalnız kendi hoşuna gitmek ister, hem böyle kendisini dilber sanırdı. Oysaki onu baştan ayağa kadar ihtiyar kız yapan şeyle ahenkli olan bu kendine uydurma, onu o derece gülünç ederdi ki iyi niyetine rağmen hiç kimse kuzini ziyafet akşamlarında salonuna kabul edemezdi.

Baron kendisine dört defa koca bulmuştu (dairesinde bir memur, bir binbaşı, bir erzak müteahhidi, mütekait bir yüzbaşı); kendisini bir sırmakeşe teslim etmeyen -ki bu sırmakeş sonra zengin olmuştur- bu serkeş, kaprisli, başıboş ruh, bu kızın anlaşılmaz vahşiliği, Baron’un ona gülerek taktığı “Keçi” lakabını hak etmişti. Lakin bu lakap, sathi acayiplikleri, cemiyet hâlinde iken hepimizin yekdiğerimize nazaran gösterdiğimiz tenevvülere karşılık veriyordu. Köylü sınıfının yırtıcı tarafını temsil eden bu kıza yakından bakılınca onun, kuzininin burnunu koparmak isteyen, aklı başında olmamış olsa belki de onu gittikçe şiddeti artan bir kıskançlık feveranı anında öldürecek aynı çocuk olduğu görülürdü. Dünya ve kanun bilgisiyledir ki köylüleri, tıpkı vahşiler gibi, kuvveden fiile geçiren o tabii sürate ancak cemiyeti ve kanunları öğrenmiş olması sayesinde gem vurabiliyordu. Tabiat insanını medeni insandan ayıran bütün fark belki buna inhisar ediyordur. Vahşinin yalnız birtakım hisleri vardır, medeni insanın da birtakım fikirleri ve hisleri… Bu sebeple vahşilerin dimağı biraz müteessir oldu mu o zaman tamamen yüreğini saran hisse kendini bırakır; oysaki medeni insanda fikirler kalbe inerek şeklini değiştirir. Beriki binlerce menfaate, binlerce fikre bağlıdır; oysaki vahşi, ancak bir tek ve aynı fikri kabul eder. Bu, çocuğun ebeveynine bir lahzalık üstün gelme sebebidir, tatmin edilmiş arzu ile sona erer; oysaki tabiatın komşusu insanda bu sebep devamlıdır. Kuzin Bette, biraz hain olan vahşi Lorenli halkta sanıldığından daha fazla müşterek, halkın ihtilaller esnasındaki gidişatını izah edebilen o alt tabaka karakterine dâhildir.

Bu roman başladığı sıralarda, şayet Kuzin Bette’in modaya göre giyinmeye gönlü razı, Parisli kadınlar gibi her yeni modaya uymuş olsaydı ele güne karşı çıkarılabilirdi ama baston dikliğini yine de muhafaza etmişti. Zarafetsiz kadının Paris’te katiyen yeri yoktur. Kuzin Bette’i Giotto’nun tek bir figürü kılan kara saçlar, güzel kaskatı gözler, yüz çizgilerinin sertliği, tenin Kalabriyalı kuruluğu ki gerçekten Parisli bir kadın bunlardan istifade ederdi. Bilhassa acayip kılık kıyafeti ona öylesine garip bir manzara verirdi ki bazen küçük Savoyardlar tarafından kadın giyim kuşamında gezdirilen maymunlara benzerdi. Yaşadığı aile bağlarıyla bağlı olduğu evlerde pek tanındığından, içtimai tekâmüllerini bu muhite hasrettiğinden, kendi mahrumiyetini sevdiğinden ötürü garabetleri artık kimseyi şaşırtmıyor, dışarıda, herkesin ancak güzel kadınlara baktığı sokağın engin Parisli kaynaşması içinde kaybolup gidiyordu.

Hortense’ın gülüşleri şu anda Kuzin Bette’in inadına galebe çalan bir zaferden doğmuştu, biraz önce onun ağzından üç yıldır rica edilen bir itirafı koparmıştı. Bir ihtiyar kız ne kadar sır vermez olursa olsun, onda daima söz perhizini bozduracak bir his mevcuttur: O da kibir! Üç yıldan beridir, tecessüsü pek artmış olan Hortense, esasen tam bir masumiyet kokusu taşıyan birtakım sorgularla Kuzin Bette’e hücum ediyordu, onun niçin evlenmediğini öğrenmek istiyordu. Reddedilen beş talip hikâyesini bilen Hortense küçük bir romans kurmuş, Kuzin Bette’in gönlünde bir ihtiras var sanmış, bundan da bir şakalaşma harbi çıkarmıştı. Hortense kendisinden ve kuzininden söz ederken, “Siz genç kız takımı!” derdi. Birçok kere Kuzin Bette şakacı bir eda ile karşılık vermişti: “Size kim diyor ki benim bir âşığım yoktur?” Kuzin Bette’in âşığı, yalan veya gerçek, o zamanlar tatlı alaylara mevzu oldu.

Eninde sonunda, iki yıllık bu küçük harpten sonra, Kuzin Bette’in son seferki gelişinde Hortense’ın ilk sözü şu olmuştu:

“Âşığın nice?”

“İyice.” diyerek karşılık vermişti o. “Zavallı delikanlı biraz keyifsiz.”

“Ah! Pek mi nazlı?” diye gülerek Barones sormuştu.

“Öyle sanırım, sarışındır… Benim gibi kömür karası bir kız ancak sarı saçlı, ay renkli birini sevebilir.”

“Peki ama neyin nesidir? Ne yapar?” dedi Hortense. “Prens mi?”

“Alet prensi, benim de makara kraliçesi olduğum gibi. Benim gibi fakir bir kız; caddeye bakan balkonu, devletten gelirleri olan bir mülk sahibi, bir dük, bir âyan azası veya senin peri masallarının herhangi güzel bir prensi tarafından sevilebilir mi?”

“Oh! Onu görmeyi ne kadar isterdim!” diye Hortense gülümseyerek haykırmıştı.

“İhtiyar bir dişi keçiyi seven adamın ne biçim bir insan olduğunu öğrenmek için mi?” diye Kuzin Bette karşılık vermişti.

Hortense annesine bakarak: “Sakın bu, teke sakallı ihtiyar bir memur bozuntusu olmasın?” demişti.

“İşte bunda yanılıyorsun matmazel.”

Hortense bir zafer edasıyla: “Ya, demek bir âşığın var?” diye sormuştu. Kuzin Bette öfkeli bir eda ile “Senin âşığın olmadığı ne kadar gerçekse…” diye karşılık vermişti.

Barones kızına işaret ederek: “Peki, Bette, bir âşığın var da niçin onunla evlenmiyorsun?” demişti. “Üç yıldır onun lafı ediliyor, onu deneyecek vaktin olmuştur. Şayet sana da sadık kalmışsa onun için yorucu olan bir vaziyeti uzatmamalıydın. Esasen, bu bir vicdan meselesidir; sonra, gençse bir ihtiyarlık dayanağını almanın zamanıdır artık.”

Kuzin Bette, Barones’e dik dik bakmış, güldüğünü görünce karşılık vermişti:

“Bu, açlıkla susuzluğu evlendirmek olurdu. O işçi, ben işçi, çocuklarımız olursa onlar da işçi olacaklardı… Yo, hayır, biz ruhça sevişiyoruz… Bu daha ucuz!”

“Onu niçin gizliyorsun?” diye Hortense sormuştu.

İhtiyar kız: “Sırtına giyecek şeyi yok da ondan.” diye gülerek mukabelede bulunmuştu.

“Onu seviyor musun?” diye Barones sormuştu.

“Ah! Muhakkak ki çok! Bu meleği kendisi için seviyorum. Dört yıldır onu kalbimde taşıyorum.”

Barones ağır bir eda ile: “Peki, öyle ise, onu kendisi için seviyorsan…” demişti. “Ve bu adam varsa ona karşı pek suçlu olacaksın. Sevmenin ne olduğunu bilmiyorsun.”

“Bu zanaatı hepimiz doğuştan biliriz.” dedi kuzin.

“Hayır, sevip de bencil olan kadınlar da vardır, sen de böylesin!”

Kuzin başını önüne eğmişti, bakışı kendisine bakanı titretirdi lakin o makarasına bakıyordu.

“Sözde âşığını bize tanıtınca Hector onu bir yere yerleştirir, servet yapacak bir vaziyete koyardı.”

“Bu olamaz.” demişti Kuzin Bette.

“Ya niçin?”

“O bir türlü Polonyalıdır, bir mülteci.”

“Gizli cemiyetlerden birinin azası mı?” diye Hortense bağırmıştı. “Mesut musun? Maceralar yaşamış mı?”

“Ama o Polonya için dövüşmüş. Talebeleri isyana başlayan lisede öğretmenmiş, oraya Büyük Dük Constantin tarafından yerleştirildiği için umulacak lütuf ve ihsan olmayınca…”

“Ne öğretmeni?”

“Güzel sanatlar!”

“Bozgundan sonra mı Paris’e gelmiş?”

“1833’te, yaya olarak Almanya’yı bir baştan bir başa geçmiş.”

“Zavallı delikanlı! Ya yaşı?”

“İsyan sıralarında yirmi dört yaşında ya var ya yokmuş, bugün yirmi dokuz yaşında…”

O zaman Barones, “Senden on beş yaş küçük desene.” demişti.

“Ne ile geçiniyor?” diye Hortense sormuştu.

“Kabiliyetiyle.”

“Ders mi veriyor?”

“Yo…” demişti Kuzin Bette. “Asıl ona ders veriyorlar, hem de ne dersler…”

“Ya göbek adı, güzel mi bari?”

“Wenceslas!”

“İhtiyar kızların ne yaman muhayyileleri var!” diye Barones bağırmıştı. “Konuşuşuna bakınca insanın sana inanacağı geliyor Lisbeth.”

“Anlamıyor musunuz anne, bu öylesine kırbaçlanmış bir Polonyalı ki Bette ona memleketinin o narin tadını hatırlatıyor.”

Üçü de gülmeye başlamışlardı. Hortense, Ey Mathilde yerine Wenceslas Ruhumun Putu şarkısını söylemişti. Bir aralık mütarekemsi bir şey olmuştu. Kuzin Bette tekrar Hortense’ın yanına gelince ona bakarak “Şu küçük kızlar da…” demişti. “Yalnız kendilerinin sevilebileceklerini sanırlar.”

Hortense, kuzinle yalnız kalınca: “Öyle ise…” diye karşılık vermişti. “Wenceslas’ın bir masal olmadığını bana ispat et, sana sarı kaşmir şalımı veririm.”

“Canım, o bir kont!..”

“Polonyalıların hepsi de konttur!”

“İyi ama o Polonyalı değil ki Li… Va… Lithli.”

“Litvanya mı?”

“Hayır.”

“Livonya mı?”

“Hah, işte o!”

“Adı ne ama?”

“Bakalım, sır saklayıp saklayamayacağını bir öğreneyim.”

“Oh! Kuzin, dilsiz olacağım.”

“Bir balık gibi?”

“Bir balık gibi!”

“Evvel ahir bütün ömrünce mi?”

“Evvel ahir bütün ömrümce!”

“Hayır, yeryüzündeki saadetinin başı için mi?”

“Evet.”

“Peki öyleyse, adı Kont Wenceslas Steinbock’tur!”

“XII. Charles’ın generallerinden bu adda birisi vardı.”

“Onun büyük amcası! Kendi babası İsveç Kral’ının ölümünden sonra Livonya’da yerleşmiş lakin 1812 Seferi sıralarında bütün servetini kaybetmiş, çocukcağızı da sekiz yaşında beş parasız bırakarak ölmüş. Büyük Dük Constantin onu Steinbock adı hürmetine himayesine almış, bir mektebe yerleştirmiş…”

“Sözümden dönmüyorum.” diye Hortense karşılık vermişti. “Varlığının bir delilini göster, sarı şalıma konarsın! Ah! O renk esmerlerin düzgünüdür.”

“Sırrımı saklayacak mısın?”

“Ben de sana sırlarımı söylerim.

“Peki öyleyse, bir dahaki gelişimde delili getireceğim.”

“Ama delil âşığın kendisi olacak.” demişti Hortense.

Paris’e geleli beri kaşmir hayranlığı tamah derecesine varan Kuzin Bette, 1808’de Baron tarafından karısına verilen ve bazı ailelerin âdetince 1830’da anadan kıza geçmiş olan bu sarı kaşmiri ele geçirmek düşüncesiyle efsunlanmıştı. On yıldır şal epey eskimişti lakin daima sandal ağacından bir kutu içinde duran bu kıymetli dokuma, ihtiyar kızın gözüne Barones’in mobilyası gibi daima yeni görünüyordu. Bu sebeple, Barones’in doğum yıl dönümü için vermeyi hesapladığı, kendince de fantastik âşığın varlığını ispat edecek gülünç bir hediye getirmişti.

Bu hediye, sırt sırta verip yapraklara sarılı, küreyi sırtlamış üç figürden oluşan gümüş bir mühürden ibaretti. Bu üç şahıs imanı, umudu ve insanseverliği temsil ediyordu. Ayakları, birbirleriyle boğuşan ve aralarında sembolik yılanın kımıldadığı ejderlerin üstünde idi. 1846’da Matmazel de Fauveauların, Wagnerlerin, Jeanestlerin, Froment Meuricelerin ve Lienard gibi ağaç heykeltıraşlarının Benvenuto Cellini sanatına attırdıkları büyük adımdan sonra, bu şaheser kimseyi hayrete düşürmezdi ama şu anda, mücevhercilikte bilgili olan bir genç kız, Kuzin Bette’in kendisine “Bak, nasıl buluyorsun bunu?” diyerek uzattığı mührü evirip çevirirken şaşırıp kalacaktır. Figürler, desenler, elbiselerin dökümü ve hareketi bakımından Raphael Mektebine mensuptu. İşlenişi Donatelloların, Brunelleschilerin, Ghibertilerin, Benvenuto Cellinilerin, Jean de Bologneların ve sairin kurdukları Floransa Bronzcuları Mektebini hatırlatıyordu. Kötü ihtirasları temsil eden bu ejderlerden daha hayal mahsulü olanlarını Fransa’da Rönesans bile kıvıramamıştır. Faziletleri saran hurma dalları, eğrelti otları, sazlar, kamışlar, meslekten olanları yeise düşürecek bir tesirde, zevkte ve tertipte idiler. Üç baş birbirine bir şeritle bağlanmıştı, her iki baş arasındaki düzlüklerde de bir “W”, bir dağ keçisi ve fecit7 kelimesi görülüyordu.

“Kim yaptı bunu?” diye Hortense sordu.

“Kim olacak, âşığım tabii!” diye Kuzin Bette karşılık verdi. “Bunda on aylık emek var; bu kadar zamanda ben püskül yapsaydım, daha çok para kazanırdım… Bana dedi ki Steinbock, Almancada kayalıklar hayvanı veya dağ keçisi manasına gelirmiş. Eserlerine hep böyle imza atmayı kuruyor. Ah! Şalın benim olacak!”

“Nedenmiş o?”

“Böyle mücevheri ben satın alabilir miyim, ısmarlayabilir miyim? Bu imkânsız, demek ki birisi tarafından bana verildi. Bu türlü hediyeleri kim verebilir? Elbette ki bir âşık!”

Hortense, ruhları güzele karşı açık kimselerin kusursuz, tam, umulmadık bir şaheseri görünce duydukları o ani tesirle çarpılmışsa da eğer farkına varmış olsaydı Lisbeth Fischer’in ürkeceği bir mürailikle bütün hayranlığını ifade etmekten sakınmıştı.

“Doğrusu hoş bir şey.” dedi.

“Evet, hoş.” diye ihtiyar kız devam etti. “Ama portakal rengi bir kaşmiri daha çok severim. Ya, böyle işte yavrum, âşığım bu türlü şeylere emek sarf etmekle vaktini geçirir. Paris’e geleli beri bunun gibi üç veya dört ehemmiyetsiz şey yaptı; işte dört yıllık çalışmaların, emeklerin semeresi. Dökmecilerin, kalıpçıların, kuyumcuların yanında çıraklık etti… Ooo! Bu uğurda yüzlerce, binlerce frank harcadık. Mösyö bana diyor ki şimdi, birkaç ay içinde meşhur, zengin olacakmış.”

“Onu görüyorsun demek?”

“Bana bak! Masal mı anlatıyorum, sanıyorsun? Sana gülerek gerçeği söyledim.”

“Eee, seni seviyor mu?” diye Hortense telaşla sordu.

Kuzin, ciddi bir tavır takınarak “Bana tapıyor!” diye karşılık verdi. “Hem biliyor musun yavrum, hepsi de kuzeydeki kadınlar gibi solgun, tatsız birtakım kadınlar tanımış sadece; benim gibi esmer, ince endamlı genç bir kız onun gönlünü yaktı. Ama sus! Bana söz verdin.”

Genç kız, mühre bakarak alaylı bir eda ile “Korkarım ki bu da öteki beşlerin akıbetine uğrayacak!” dedi.

“Altı, matmazel; benim için hâlâ bugün bile dağları delecek birini Lorraine’de bıraktım.”

“Bu daha iyisini yapıyor.” diye Hortense karşılık verdi. “Sana güneşi getiriyor.”

“Bunu nerede paraya değiştirtebiliriz?” diye Kuzin Bette sordu. “Güneşten istifade etmek, çok toprak ister.”

Birbiri ardından söylenen, akla gelecek çılgınlıkları peşinden sürükleyen bu şakalar, Barones’e kızının istikbalini, onu yaşının bütün neşesine kendini kapıp koyvermiş gördüğü bugünüyle mukayese ettirerek dertlerini iki kat arttırmış olan o gülmeleri doğuruyordu.

Bu mücevherle derin düşüncelere sürüklenen Hortense, “Ama altı aylık bir emek isteyen mücevherler hediye etmesi için onun sana karşı büyük minnetler beslemiş olması lazım değil mi?” diye sordu.

“Yo, sen bir solukta lüzumundan fazla şeyler öğrenmek istiyorsun!” diye Kuzin Bette karşılık verdi. “Ama dinle… Bak, seni bir komploya sokacağım.”

“Âşığınla birlik mi olacağım?”

“Ah! Onu pek görmek isterdin, bilirim! Ama anlarsın ya, beş yıldır bir âşığı elinde tutmasını bilen Bette’iniz gibi ihtiyar bir kız onu iyi de saklar… Onun için bizi rahat bırak. Görüyorsun ya, benim ne kedim ne kanaryam ne köpeğim ne de papağanım var; benim gibi kart bir dişi keçinin sevecek, hırpalayacak küçük bir şeyi olmalı. İşte! Ben de kendime bir Polonyalı buldum.”

“Bıyıkları var mı?”

Bette, sırma iplik sarılı bir iği göstererek “Bunun gibi uzun.” dedi.

Kuzin Bette işini daima şehre yanında götürür, akşam yemeğini beklerken iş işlerdi.

“Durmadan bana böyle birtakım sorular sorarsan, hiçbir şey öğrenemezsin.” diye devam etti. “Daha yirmi iki yaşındasın ama kırk ikisinde, hatta kırk üçünde olan benden daha çenebazsın.”

“Dinliyorum, ses çıkarmayacağım…” dedi Hortense.

“Âşığım on iki parmak yüksekliğinde bronzdan bir heykel yaptı.” diye konuştu Kuzin Bette. “Bu, bir arslanı parçalayan Samson’u tasvir ediyor; onu şimdi, Samson kadar eski olduğuna herkesi inandırmak için gömdü, paslandırdı. Bu şaheser, Carrousel Meydanı’ndaki dükkânlardan, benim evime yakın binbir çeşit mağazalardan birinde teşhir edilmiştir. Şayet ticaret ve Ziraat Nazırı Mösyö Popinot’yu veya Kont de Rastignac’ı tanıyan baban onlara, gözüne ilişmiş güzel bir şaheser diye bu heykelin sözünü edebilse anlaşılan o büyük şahsiyetler bizim püsküllerle uğraşacak yerde, bu metaya ehemmiyet verirlermiş; şayet bu maskara bakır parçasını satın alırlar veya görmeye gelirlerse âşığım servet sahibi olacakmış. Oğlancağız bu ehemmiyetsiz şeyin antika sanılacağını, ona pek yüksek fiyat verileceğini iddia ediyor. Şimdilik, nazırlardan biri heykeli alacak olursa kendisi gidip huzura çıkacak, eseri yapan olduğunu ispat edecek, zafere de kavuşacak! Oh, kendini göklerde sanıyor, delikanlıda iki yeni kontun gururu var.”

“Bu Michel-Ange’ın taklidi ama o âşık olmasına rağmen aklını oynatmamış…” dedi Hortense. “Peki ne kadar istiyor?”

“Bin beş yüz frank!.. Tacir bronzu daha aşağıya vermeyecek çünkü o da komisyon alacak.”

“Babam…” dedi Hortense. “Şimdi krallık levazımındadır; iki nazırı her gün Mecliste görüyor, işini yapacak, ben üstüme alıyorum. Zengin olacaksınız, Madam la Kontes Steinbock!”

“Yo, erkeğim pek hem de pek tembeldir; bütün haftalarını kırmızı bal mumunu mıncıklamakla geçiriyor, hiç iş üretmiyor. Ah! Ah! Louvre’da, Bibliotheque’te estamplara bakmak, bunları çizmekle ömrünü geçiriyor. Senin anlayacağın, aylağın biri.”

İki kuzin şakalaşmaya devam ettiler. Hortense, insanın kendini gülmeye zorladığı zamanki gibi gülüyordu çünkü her genç kıza musallat olan bir sevda içini bürüyordu; bilinmeyen adamın sevdası… Şüphe hâlinde ve düşünceleri tesadüfün önlerine attığı bir çehre etrafında toplayan bir sevda, tıpkı bir pencere kenarına rüzgârın savurduğu saman çöplerine takılan kar çiçekleri gibi! On aydır, annesi gibi o da kuzininin ezelî bekârlığına inanması yüzünden, ihtiyar kızın hayalî âşığından gerçek bir varlık yaratmıştı; sekiz günden beridir de bu hayalet Wenceslas Steinbock oluvermişti. Rüyanın bir nüfus cüzdanı vardı, buhar otuz yaşında bir delikanlı şeklinde tecessüm etmişti. Dehanın bir ışık gibi parlayışının bir nevi müjdesi olarak elinde tuttuğu mühür, bir tılsım kudreti kazandı. Hortense kendini o kadar mesut hissetmişti ki bu masalın uydurma olmasından kuşkulanmaya başladı; kanı kaynıyor, kuzinini aldatmak için deli gibi gülüyordu.

“Ama salonun kapısı açık gibime geliyor…” dedi Kuzin Bette. “Haydi, gidip bakalım, Mösyö Crevel gitmiş mi gitmemiş mi?”

“Annem iki gündür pek tasalı, bahis mevzusu olan evlenme şüphe yok ki suya düştü.”

“Yok canım! Yine yoluna girer, adam krallık temyiz mahkemesi mülazım azalarından biridir (bunu sana söyleyebilirim); mahkeme reisi karısı olmayı pek arzu eder miydin? Eh, şayet bu iş Mösyö Crevel’e bağlı ise herhâlde bana bazı şeyler söyleyecektir ümit var mı, yok mu, yarın öğreniriz.”

“Kuzin, mührü bırak bana…” dedi Hortense. “Kimseye göstermem. Annemin doğum gününe bir ay var, sabahına yine sana veririm.”

“Yo, ver bana mührü… Ona bir kutu lazım.”

“Ama babam işi bilerek nazıra açması için mührü görmeli çünkü büyük memurlar mesuliyet altına girmemelidirler.” dedi.

“Peki ama bunu annene gösterme, senden bütün ricam işte bu. Çünkü bir âşığım olduğunu bilse benimle yine alay eder.”

“Söz veriyorum, göstermem.”

Barones bayıldığı sırada iki kuzin oturma odasının kapısının önüne geldiler, Hortense’ın kopardığı bir çığlık kadının kendine gelmesine elverdi. Bette ruh aramaya gitti. Döndüğü zaman anayla kızı birbirlerinin kucağında, anayı kızının kuşkularını yatıştırır ve konuşur bir hâlde buldu.

“Hiçbir şey değil, sadece bir sinir nöbeti.” Baron’un zili çalış tarzını tanıyarak “İşte baban!” diye ilave etti. “Bilhassa ona bunun sözünü etme.”

Adeline akşam yemeği hazırlanıncaya kadar kocasını bahçeye götürmek, kendisine suya düşen evlenmenin sözünü etmek, istikbal hakkındaki fikirlerini anlamak, bazı niyetlerini öğrenmek emeliyle onu karşılamak için kalktı.

Baron Hector Hulot, parlamento azası, Napolyonvari kıyafetiyle göründü çünkü imparatorluk mensupları (İmparator’a bağlı kimseler) askerce göğsü kabarık tavırlarıyla, boğazlarına kadar ilikli altın düğmeli mavi elbiseleriyle, siyah taftadan kravatlarıyla, bulundukları süratli ahvalin zorladığı müstebit idare alışkanlıkları içinde kazandıkları fazla otoriteli yürüyüşlerinden kolayca fark edilir. Baron’da hiçbir şey, itiraf etmek lazımdır ki ihtiyar kokusunu vermiyordu. Gözleri hâlâ o derece kuvvetli idi ki gözlüksüz okurdu. Ne yazık ki simsiyah zülüflerle çerçevelenmiş uzunca güzel yüzü, kanlı mizaçlıların alameti lekelerle canlı bir renk arz ederdi. Bir kemerle zapt edilen göbeği, Brillat Savarin’in dediği gibi haşmetini muhafaza ederdi. Azametli bir aristokratlık edası, fazla nezaket, Crevel’in birlikte nice tatlı eğlenceler yapmış olduğu hovardanın kalıbı hizmetini görürdü. O, güzel bir kadın görünce gözleri canlanan, bütün güzellere, hatta gelip geçici ve bir daha görmeyecekleri güzellere bile gülümseyen adamlardan biriydi.

Adeline kocasının çehresini tasalı görerek “Konuştun mu dostum?” dedi.

“Yo…” diye Hector karşılık verdi. “İki saat bir neticeye varmaksızın laf dinlemekten canım çıktı. Bir sürü laf ediyorlar, ediyorlar ama hiçbir şey yok, sadece laf savaşı ediyorlar! Ayrılırken de Mareşal’e söylediğim gibi, söz işin yerine geçti; bu, yürümeye alışmış kimselerin pek hoşuna gitmez. Eh, nazır sıraları üzerinde canımın sıkıldığı elverir, burada eğlenelim. Merhaba dişi keçi, merhaba keçi yavrusu!..”

Kızını boynundan yakaladı, öptü, ona takıldı, dizlerinin üstüne oturttu, o güzel altın saçları yüzünde hissetmek için başını Hortense’ın omuzuna dayadı.

“Canı sıkılmış, yorulmuş.” diye Madam Hulot kendi kendine söylendi. “Ben de şimdi canını sıkacağım, bekleyelim.”

“Bu akşam bizimle misin?” diye yüksek sesle sordu.

“Hayır, çocuklarım. Yemekten sonra sizi bırakıp gidiyorum; keçinin, çocuklarımın, kardeşimin günü olmasaydı beni göremeyecektiniz.”

Barones gazeteyi aldı, tiyatrolara baktı, Opera’da Robert-leDiable’ın oynandığını okudu, gazeteyi yerine bıraktı. Altı ay önce İtalyan operasından Fransız operasına geçen Josépha, Alice rolünü oynuyordu. Bu pandomima Baron’un gözünden kaçmadı, karısına dikkatle baktı. Adeline gözlerini indirdi, bahçeye çıktı, kocası da peşi sıra gitti.

Karısının beline sarılarak kendine çekerek, sıkarak “Söyle bakalım, ne var Adeline?” dedi. “Bilmez misin ki seni çok severim?”

Cesaretle kocasının sözünü keserek Barones, “Jenny Cadine’den de Josépha’dan da mı çok?” diye karşılık verdi.

Karısını koyverip iki adım gerileyen Baron, “Kim bunu sana söyledi?” diye sordu.

“Bana şimdi yakmış olduğum imzasız bir mektup geldi; bu mektupta deniyor ki dostum, Hortense’ın evlenmesi, içinde bulunduğumuz sıkıntı yüzünden suya düşmüş. Senin karın, Sevgili Hector’um, hiçbir zaman tek söz söylemezdi. Jenny Cadine ile alakanı öğrendi, hiçbir zaman sızlandı mı? Ama Hortense’ın annesinin boynuna borçtur, hakikati…”

7.Latince, bir eseri yapan anlamına gelir.

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
ISBN:
978-625-6486-34-8
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap