Kitabı oku: «Acı Gülüş», sayfa 2
“Keramet buyuruyorsunuz beyim.”
“Demek barıştık.”
“Müslüman’ın Müslüman’a dargınlığı bir tülbent kuruyuncaya kadardır.”
“Öyleyse ver elini… Adiyöye kızıyorsun, Allah’a ısmarladık.”
“Sefayı hatırla…”
“Sakın ha niyeti değiştirme. Çünkü cuma gecesi mutlak oradayım.”
“Keyfine bak.”
Bey, dandini bir yürüyüşle çekilip gider.
Yağlıkçı, o ana kadar dayandığı çehresini hemen değiştirerek kendi kendine hıncını etrafına püskürmeye başlar:
“Seni gidi edepsiz seni… ‘Besmelesiz’ desem rahmetli babasının iki defa haccı var. ‘Yabancı katışması’ ise günahı anasının boynuna… Herhâlde cinsinde bir bozukluk var. Züppenin adı da Mehmet Kenan, Müslüman adı… Yediği herzeleri Mösyö Petraki yemez. ‘Medeniyet’ diye çapkın, bana, her mahalleliye besbedava pezevenklik ettirtecek. Ticaret serbest imiş. Kazanç için edepsizliğin yapılması mübah mıdır? Ticaretin şeriate, namusa, ahlaka uygun olması endişesi ortadan kalktıktan sonra dinlerin, mahkemelerin, camilerin, kiliselerin, hocaların, papazların ne lüzumu var? Köpekler gibi birbirinin ağzından kaparak, hiç çekinmeden ırza, namusa saldırarak yaşayalım. Kitaplardan ‘helal’, ‘haram’ sözlerini silelim. Medeniyetine ağzımızın sularını akıttığımız Avrupa, terakkiye bu yoldan giderek mi ermiş? ‘Medeniyet’ diye utanmak kılıfından sıyrılmış seni gidi hayâsız, donsuz kerata seni… Geçen akşam kahvede söylüyorlardı. Beyoğlu sahnelerinin birinde Frenk orospularından bir ahlaksız, haşa sümme haşa, Hazreti Havva’yı gösteriyorum diye ortaya anadan doğma çıplak çıkmış, el şakırtıları, alkışlar içinde kalmış… İnsanların anası yaprak tutunduydu. Hiç rezalet alkışlanır mı? Avret yerini örtmeyi emretmeyen hangi mezhep vardır? Din tarihinden bile ahlaksızlık dersi çıkarıyorlar. Dünyanın yaradılışına ‘tabiat’ diyorlar. Halik sözü yok. Görmüyor musunuz? Hayvanat tüyler, yünler, kıllar ile örtülü. Ah, ah, şimdiki yeni moda kadınların fistanları, çarşafları örtünme değil, birer dar kılıf, vücutlara geçirilmiş birer çeşit eldiven. Etekleri âdeta birer köstek, sanki ayaklarından bağlanmış eşkıya gibi bu moda esirleri sekerek yürüyorlar. Bunun adı ‘giyinme serbestliği…’ Şu son zamanda her isim gösterdiğinin aksi oldu. Cahillere ‘âlim’; inkâra ‘fen’ deniyor. Gazetelerde manalarını anlayamadığımız ne tabirler görüyoruz. Şimdiye kadar hiçbir kitapta ve örf ile âdetlerimizde yer bulamamış açık saçık atılganlıklara, küstahlıklara ‘şahsi teşebbüs’; mesela komşunun ticaretini öldürmek için kanun; ahlak seni kayıtlamışsa ‘şahsi teşebbüs’ diyerek bunun içinden çıkabilirsin. Kelimenin yeniliği sana, bir mazeret olur. Sen eski kafanla bu yeni kelimenin manasını, hayata tatbikini anlayıncaya kadar okkanın altına gidersin, idare makamlarında üst tanınmamaya ‘ademimerkeziyet’, daha bilmem ‘sosyalizm’, ‘kokorizm’ gibi dilimin dönmediği cenabet sözler. Donsuzluk fikri mi yükseltir? Şehremaneti12 Avrupa’ya birkaç düzine çıplak heykel ısmarlamış. Bu cascavlakları şehrin en ayakaltı noktalarına dikecekmiş, ahalinin zihni ancak bunları seyrederek açılabilirmiş diyorlar. Mehmet Kenan alacağın olsun, seni büyük bir rezalet ile bastırtayım da gör.”
2
BASKIN HAZIRLIĞI
Yağlıkçı Hasan Efendi Uncu Ahmet’in evini bastırmak için her sorgu suali üzerine alarak, mahallede kendisine kafadar bulduğu kimseleri teşvik için bütün inandırma ve heveslendirme kuvvetini harcamış ve lazım gelen tertipleri hazırlamıştı.
Muhtarın, bekçinin ve öyle bir eve girmeye pek istekli ve bunu büyük bir iş sayarken kendilerinden başka bunu becermiş olanları kötü gözle görerek oradan rezaletle çıkarmakta büyük bir kin ve gayretle hareket eden mahalle tosunlarının kulaklarını iyice bükmüş, ufak bir işaret verilince hepsini kapının önüne toplayabilmek planını iyice kurmuştu.
Yağlıkçının iple çektiği cuma gecesi nihayet geldi.
Hasan Efendi ağının ortasında kımıldamadan avını bekleyen bir örümcek gibi köşe penceresine geçti. Evinin içinde lambaları söndürttü. Çoluğuna çocuğuna derin bir sessizlik tembihinde bulundu. Kimse çıt etmiyordu.
O akşam bakkal çırağı, Ahmet’in evine yine sandık dolusu içkiler ve mezelikler getirmişti. Bu şişelerin içinde Mehmet Kenan Bey’in de payı bulunduğunu yağlıkçı düşündükçe seviniyor, bu zevk ve sarhoşluk gıdasını beyin boğazında bırakmaya yeminler ediyordu.
Meyhane dönüşü naraları arasında yatsı ezanı okundu. Yakındaki evlerden tek tük öksürüklü, eli değnekli, ağır yürüyüşlü kimseler ağır kunduralarını sürüye sürüye kelimeişehadet getirerek camiye gidiyorlardı.
Gündüzleri bile güneşin iyice aydınlatamadığı bu dar, sıkıntılı, yosun kokan rutubetli sokağın bir köşesinde yanan hava gazı feneri, bir sis sıkıntısı içinde vakit vakit boğuluyor gibi sönmeye benzer ürpermeler geçirerek yine açılıyor, uncunun soluk aşı boyalı evini saçaklarına doğru biraz aydınlatıyor, fakat ışık şahnişin13 altında loşta kalan kapıya kadar varamıyordu.
Bir tıkırtı olur, Hasan Efendi, uncunun kapısının açıldığını anlar. Kafese yapışır. Ahmet, elinde tespihi, samur yakalı paltosuyla birkaç saniye sonra sokağın aydınlığına çıkar. Günahının yükünü çekemeyip önüne eğilmiş kafasıyla yere bakarak mahalle ihtiyarlarının sofuca yürüyüşlerini taklit eden bir sarsaklıkla yürür. Hasan Efendi’nin kapısı önünde durur. Derin derin birkaç defa tekbir alır, sonra cami yolunu tutar. Yağlıkçı içinden şöyle düşünür: Hikmetine kurban olduğum Allah’ım ne kadar sabırlısın! Ulu adını halkı aldatmak için söyleyen bu melun herifin nefesini o anda kesmeyip de müminlerin ibadet neşeleriyle dolu camine girmeye nasıl müsaade ediyorsun? Dışı ikiyüzlü sofuluk ile kaplı, içi kâfirlik! Pislenmiş, aramızda kim bilir daha ne kadar münafıklar var. Onların şerlerinden sen bizi koru.
Hasan Efendi ufak bir ayak sesini, en hafif bir gölgeyi gözünden kaçırmıyordu. Aralıklarla aşağıdan yukarıdan sekiz on yolcu geldi geçti. Arada bir gece satıcıları tablalarının üzerinde yanan sisli fenerleriyle sallana sallana, hususi makamlarıyla uzun uzun bağıra bağıra, bazı durup etrafı dinleyerek geçip sokağın sessizliğini bozuyorlardı.
Nihayet yukarıdan, sokak başından bir insan karaltısı peyda oldu. Etrafı kollayarak, karanlıkların içine girip çıkarak, duvarlara sürtüne sürtüne sessiz, ihtiyatlı, çekingen adımlarla geliyordu. Sokağın en aydınlık kısmına geldiği zaman yağlıkçı bütün dikkatiyle kafese yapıştı. Bunun, fesini burnunun üzerine kadar indirmiş, paltosunun yakasını kaldırarak yüzünü olabildiği kadar kapamaya uğraşan biri olduğunu gördü. Herif, ufak bir duraklamadan sonra uncunun, şahnişin gölgesi altındaki görülmeyen kapısı önünde birdenbire kayboldu. Başka bir şey görülüp işitilmedi, besbelli kapı aralık ve arkasında adam vardı. Zampara içeri alındı. Kapı tıkırtısızca örtüldü.
Hasan Efendi içinden: Hah işte kapana bir fare girdi. İnşallah bu birinci av Mehmet Kenan Bey’dir. Misafirlerin arkası olmalı. Yarın cuma. Kalemler tatil. Beyler boyuna dinlenebilirler. Bu akşam evin kabul gecesi. Tek zamparalı baskının zevki çıkmaz. Ben onları sürü ile polise götürmeliyim ki keyfim gelsin. Geh, geh, haydi kümes, kümes, kümes… Zülüflü horozlarınız, tepeli tavuklarınız ile beraber ben sizi birer birer kafese koyayım da mahalle arasında kurmak istediğiniz medeniyet sehpası nasıl olurmuş görünüz. Tespihli yadigâr camide acaba şimdi “suret-i haktan” 14 nasıl müzevirlik 15 evradı çekiyor? Kerata seni…
Camiden cemaat çıktı. Bazıları evlerine döndü, birtakımı mahalle kahvelerine dağıldı. Uzaktan bekçi, sopasını kaldırımların üzerinde gümleterek dolaşıyor fakat aldığı tembihe göre, uncunun davetlilerini ürkütmemek için sokağa yanaşmıyordu.
Cemaatin dağılmasından yirmi dakika kadar sonra Ahmet, uzun sakal ve tespihiyle iki delikanlının ortasında, sokakta belirdi. Bu iki genç misafir, sahte sofunun ağır ağır attığı riyakâr adımlarına adım uydurarak ağır yürüyorlardı, ama korkusuzca gülüşüp şakalaşıyorlardı. Hava gazının en kuvvetli ışık çemberine girdikleri zaman sağdaki Mehmet Kenan olduğunu yağlıkçı iyiden iyiye fark etti.
Kenan, başından şlik fesini çıkararak alnının üstünden kulağına doğru ince siyah açık bir kuş kanadı yaygınlığı ile yapışık duran son moda taranmış, lusturalı gibi parıldayan saçlarını daha çok yatıştırmak için birkaç defa daha sıvadı. Fesini giydi.
Hasan Efendi büyük bir sevinçle içinden, Süslen beyim, süslen… Sen karılardan çok kendini onlara beğendirmeye uğraş. Fakat ne yazık ki bu gece bu pomatalı, lavantalı saçlarınla polis dairesinde, hiç de rahat olmayan bir yatakta tek yatacaksın. Bana verdiğin medeniyet “diskur”unu polis komiserlerine de oku. Bakalım para eder mi? düşüncelerini geçiriyordu.
Uncu, namuslu bir ev sahibi gibi bir tavırla ev kapısını çaldı. İçeri girdiler. Bu nikâhsız gerdek evinin damatları tamam mıydı? Yoksa daha gelecekler var mıydı? Hasan Efendi bir zaman daha beklemeyi uygun buldu. Bir saat kadar süren bekleme zamanında, iki insan karaltısının daha kapının koyu loşluğu içine dalarak meclise girdiklerini gördü.
Kendi tabirince kümese giren horozların sayısını hesapladı. Evvela bir, sonra ev sahibinin koltuğu altında gelen iki daha üç… İki de sonra gelen, beş… Bu beş erkeğe katılması lazım olan beş de dişi, hepsi on… İçeride ihtiyat olarak fazla nazenin bulunması da akla gelirdi. Mahallelinin taassup heyecanını tutuşturmak için bu kadar günahkârlardan meydana gelecek bir baskın alayı yetmez miydi?
Yağlıkçı, seyircilerini heyecana kaptırmak için mizansenin en küçük noktasını düşünen bir tiyatro direktörü gibi bu rezalet katarı üzerine çekeceği halk öfkesini daha şiddetlendirmek için daha neler yapmak lazım geleceğini düşünürken, galdır guldur bir kira arabası geldi. Uncunun kapısı önünde durdu.
Hasan Efendi kendini kafese verdi. Arabacı yerinden atladı. Kapıyı çaldı. Kapının açılmasından sonra arabanın kapısını açtı. Tenteneli etekleriyle kaldırımları süpürerek koyu çarşaflı iki nazenin indi.
Bunların mostralık birer bebek gibi boyalı yüzlerini, çarşaflara sığmayacak bir gürlükle çepeçevre dışarı fışkırmış saçlarını pek az fark etti. Son çıkan para uzatırken atmış olduğu birkaç kadehin verdiği cesaret ve yılışıklıkla arabacı, nazeninin omuzuna hovardaca insafsız bir çimdik attı. Kadın, “Of, elin kırılsın terbiyesiz!” diye azarlayarak hemen içeri kaçtı.
Arabacı, güzel kokular içindeki bu körpe, oynak vücuda dokunan parmaklarını gülbeşekere batırmış gibi bir hırs ve iştah ile yalayıp emdikten sonra fesini arkaya devirdi. Sermaye taşıdığı bu kâr evinin pencerelerine içini çeke çeke bakarak: “Biz işte böyle suyuna tirit geçiniriz. İmanım araba dolusu gaco taşı, sonra böyle parmaklarını yala. Paradan başka, benim içerideki bıçkınlardan ne eksikliğim var? Mirasyedi doğmadıktan sonra bu dünyaya neye gelmeli? Ne karıydı o be… Çiçek demeti gibi kokuyordu. Benim Eftalya, mezelik turşuya benzer. Kokusuna dayanmaya mide isterim. Koynunda yatarken ahırı özlediğim çok olur. Geceliği, rençper tütünü gibi otuzluğadır. On beşe kırıştığımız da çoktur. Haftalık kalana yarı yarıya iskonto da yapar. Mecidiyeyi düzdüm mü hiç hesaplamam, düşerim. Evvela aftosa,16 sonra hamama, sonra ahıra… Ne uykucu mahalle bu! Kalkınız be yahu… Uncunun evinde çifte gelinler var.”
Arabacı:
Afisi de var yallah
Cakası da var yallah
İki kaşın arasında elifi de var
şarkısıyla arabasına atladı. Hayvanları kamçıladı.
Arabacının mahalleliye bu miskinlik iftirası sözü yağlıkçıya dokundu. Kendi kendine: “Elin çapkını bile bize yuf çekiyor. Hakkı yok mu? Hele dur bakalım. Yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik. Ismarlama iki yosma daha kapana düştü. Bunlar mutlaka Kenan Bey’le arkadaşı için olmalı. Kapının önündeki rezalet böyle olunca, acaba içerisi ne hâlde olacak? Ne tatlı şeyler ki arabacı bile çimdiklediği parmaklarını yalaya yalaya doyamadı.”
Hasan Efendi bir zaman daha beklemek istiyordu. Saz söz başlasın, içki ile kafalar iyice dumanlansın, cümbüş tam kıvamını bulsun. Yuvalarından, birbirinin sıcak göğüslerinden çıkarılacak bu günahkârlar, neye uğradıklarını bilemeyerek ağız eğri, göz şaşı, felaketlerini bilemez bir sarhoşluk içinde karakola kadar sokak ortalarında şarkı söyleyerek gitsinler.
Çok geçmedi. Evin bahçe üzerindeki meclis odasında ahenk başladı. Pestten fakat pek neşeliydi. Nağmeli, nazik, titrek, ruha işleyen, tatlı, şehvet uyandıran bir kadın sesi gazele girişti. Oldukça ustalıkla bütün makamlara girip çıkıyordu. Saz ara nağmesinden başka uzun, baygın, bağır delen ahlar, oflar, amanlar bu aşk şarkısına dem tutuyordu.
Gazel, kürdilihicazkârda karar kıldı.
Ehl-i aşkın neşvegâhı kûşe-i meyhanedir
Sakıya uşşakı dilşad eyleyen peymanedir
Güft-ü guy-i âleme aldanma hep efsanedir.
şarkısıyla fasıl açıldı.
Hasan Efendi güfteyi dinleyerek: “Ehl-i aşkın neşvegâhı kuşe-i meyhane midir? Kerhane midir? Yoksa mehterhane midir? Biraz sonra anlarsınız. İsimleriniz polis jurnaline yazıldıktan sonra gazetelerle teker teker dünyanın dört bucağına ilan edildiği vakit, olacak güft-ü guya aldırmayınız sakın. Ben sizi kulunç muskası gibi erkekli dişili zaptiyelerin, polislerin arasında şimdi yola düzerim. Hele biraz daha neşeleniniz. Kafalarınız dönsün.”
Birkaç şarkı daha okundu. Ahenge çoğu falso, kalın, biçimsiz erkek sesleri de karıştı. Gide gide meclis, düzensiz bir hafif gürültü şekline girdi. Sarhoşça inlemeler, ahlar vahlar çoğaldı.
Oyun havaları başladı. El şakırtıları arasındaki “Aman kızım titreme, canım da beraber oynuyor… Kâfir nigâhını o kadar süzme, billahi bittim…” şikâyetleriyle “Oh, oh kıvır. Ha bakayım, aman elmasım… Biraz daha göbek fırtınası…” yalvarmalarının bini bin paraya işitiliyordu.
Arada bir de “Yavrum Topsalata, bir daha doldur.” “Afet, billahi döverim seni…” “Vuslat, nazlanma, nazlanmaya pek gelemem…” sözleri geldiğinden bunlardan Hasan Efendi meclisi şenlendiren kadınların içinde Topsalata, Afet, Vuslat bulunduğunu anlıyordu.
Bir zaman sonra bu nağmeler, rezil danslar durdu. Şimdi bir taassup titremesiyle komşudaki göbeklerden ziyade titremeye başlayan Yağlıkçı kendi kendine: “Galiba artık çiftehanelere çekildiler. Habislerin zürriyet yetiştirmeleri zamanına kadar bekleyecek değilim ya! Tam vakittir. Halk kahvelerden dağılmadan baskını yapmalı.” dedi.
Yavaşça aşağıya indi. Sokağa çıktı. İki ev aşırı komşusu Yorgancı Hüsnü Efendi’nin kapısını çaldı. Kapı hemen açıldı. Yağlıkçı, yorgancıyı epeyce zamandan beri tıkıp doldurarak bu baskın işi için hazır bir hâle getirmiş olduğundan Hüsnü Efendi o akşam dükkândan Tosun ile Emin’i, iki kalfasını beraber alıp gelmişti.
Evin avlusunda iki komşu yüz yüze gelince Hüsnü Efendi:
“Bu ne rezalet birader? Çoluğu çocuğu, karşımızdaki bu çiftehane kepazeliğini işitmesinler diye utancımdan arka bir odaya kapadım.”
“Bizimkiler de sizinkiler de bu rezaleti bu akşam duymuyorlar. Her gece biz kahvede iken başlıca eğlenceleri bu cümbüşü dinlemek oluyordu zannederim. Fakat şimdi uzun söze vakit yok. Hemen Allah’a sığınarak işe başlayalım. Hani ya Tosun’la Emin nerede?”
“Şurada, sokak üstündeki odadalar.”
Bu iki delikanlı karşıki eğlence yerinin şehvetli hayhuyunu işitmekten öyle bir his coşkunluğuna gelmişlerdi ki Tosun hemen canan diye eline geçirdiği bir duvar yastığını kucağına çekerek kollarındaki yorgancı kuvvetiyle sımsıkı sarılmış, baygın baygın “Aman, biraz daha kıvır göbek fırtınası…” mırıltısıyla can çekişiyor, Emin ilk titremeleri geçirerek şimdi bitkin bir hâlde arkaüstü mindere uzanmış, süzük gözleri tavana dikili, biraz evvel işittiği şehvet dalgaları kabartan operanın en ruhlu parçalarını kafasının içinde canlandırmaya uğraşıyor gibi dalmıştı.
Sokak kapısının açılıp kapandığını, sonra avluda lakırtı edildiğini işitince yorgancı kalfası kendini toplamaya uğraşarak arkadaşından sordu:
“Sabah hamam parasını kimden alacağız?”
“Köpoğlu ben ne bileyim? Ekmekçinin çetelesine bir çentik daha çek.”
Bu esnada Hüsnü Efendi oda kapısına gelerek “Evlatlar haydi bakalım!” davetiyle kalfalarına işlerini hatırlatınca iki delikanlı açık duran düğmelerini el yordamıyla çarçabuk ilikleyerek hemen davrandılar.
Yağlıkçı, kumandasını üstüne aldığı bu baskının ilk emirlerine girişerek: “Oğullarım yemenileri çekin bakalım.”
Tosun, vücudundaki uyuşukluğun kalanını da bir iki gerinme ile gidermeye uğraşarak: “Peki baba, işimiz ne? Çektik, çekeriz. Sonra ne olacak?”
Yağlıkçı, düşünceye yol açar diye ensesini kaşıyarak: “Yavrum Tosun, sen doğru Aksaray Caddesi’ndeki Kuşçu Arif’in kahvesine koş. Mahalle delikanlıları hep orada bekliyor. Onları arkana tak, köşebaşına kadar gel, orada dur. Emir almayınca ilerleme sakın. Gürültü lazım değil.”
Tosun, kuşağı arasından çıkardığı çekecekle yemenilerini giyerek: “Pistonu bozuk lomorkör (römorkör) gibi enayileri peşime takayım. Köşebaşında mola. Öyle mi?”
Yağlıkçı: “Oğlum Emin, sen de çeşmenin yanında dolaşan bekçiyi bul, ‘Haydi!’ de. O ne yapacağını bilir.”
İki yorgancı kalfası tığ gibi kapıdan dışarı fırlar.
Tosun, Ahmet’in evine doğru yumruğunu göstererek: “Geçmişi kınalı topsalatası seni!.. Bu akşam sana, yağ limon koymadan habe kayarım17 alimallah… Beylere, paşalara saz naz… Fıkaraya el peşrevi… Öyle mi?”
Yağlıkçı, şimdi karşısındaki yorgancıya dönerek: “Hüsnü Efendi kardeşim, boş duracak vakit değil, mahalleyi bir dolaş. Hatırlıların kapısını çal, şimdi bir gürültü kopacak. Yangın var zannıyla sakın telaşa düşmesinler. Şu mahallede kaç zamandır geçen bu rezaletten biz erkeklerin, hepimizin bu işte suç payı var. Bu utanılacak şeyi üzerimizden atmak için erkekler yavaş yavaş dışarı çıksın. Herkes payına düşen namus vazifesini kudretince, bu hayâsızlığın temizlenmesine uğraşarak yapsın.”
Hüsnü Efendi kendisine verilen namus vazifesini yerine getirmek için kapı kapı dolaşmaya çıktıktan sonra yağlıkçı sokağa fırladı. Birkaç kol üzerine düzenlediği baskın alayını gelmesini bekleyerek, yaşından umulmaz bir çeviklikle köşebaşından köşebaşına mekik dokuyor, bazı duruyor, bazı koşuyor, fırtına çıkmasını beklemeyen bir kaptan gibi gözleriyle sokakların karanlıklarını yırtmaya uğraşarak sinirli bir telaş içinde çırpınıyordu.
Birdenbire karşısına soluk soluğa Emin çıktı. Yağlıkçı sordu:
“Ne yaptın oğlum?”
“Bekçiyi buldum. ‘Haydi!’ dedim. Odun yarmaya hazırlanır gibi ‘Ya Allah!’ diye bir haykırdı. İki avucuna tükürerek sopasına yapıştı, ödüm koptu. Beni dövecek zannettim. Olabilir ya… Mahallede kerhana var, beni zampara zanneder de… O sopa suratıma bir inerse sonra kim vurduya gideriz. ‘Ne yapıyorsun bekçi baba, aradığın ben değilim.’ dedim. Üç adım geri sektim. ‘Korhma evlat korhma… İdman ediyorum.’ dedi. ‘Zamparaların marizlerine kayacak mıyız? Bunu evveli söylesenize! Copumu beraber almadım. Fakat kasavet çekme, (yumruğunu göstererek) buna yorgancı muştası derler. Bir inersem insanın suratını köşe minderi gibi yamyassı yaparım. Ben bu yumruklarla ne kerevetler kökledim. Nereye yapıştırsam yumuşatırım. Birkaç kerata tırtıklamak bana iş bile gelmez. Vay geçmişine be… Salatalı baskın nasıl oluyormuş? Hele bir görelim.’ ”
“Ulan çenen pırtı. Lafa yekûn çek. Sonra bekçi ne yaptı? Onu anlat.”
“ ‘Karahola, karahola!’ dedi. Anladım ki karakola gidecek. Sopasını savurarak fertiğini verdi. Yolda kolları daha idmanlı bir acarına çatarsa kim kimi karakola götürür, artık orasını bilmem.”
Bu esnada rap… Rap… Rap… Düzgün adım sesleriyle karışık otuz kırk kişinin birden şarkı sesleri işitildi. Uzaktan kopan kasırga gibi giderek ses dalgalanmaları büyüyor, gürültü çoğalıyordu. Şamatalı makam içinde seçilebilen nakarat şu idi:
Aman, yavaş susalım
Arş, uncuyu basalım
Arslan gibi salalım.
Yağlıkçı işi anladı. Öfkeden baştan ayağa bir titreme kesildi. O da şamatayı önlemek için bağırmak istiyor fakat hırsından sesi çıkmıyordu. Boğulacak gibi bir hâle gelmişti.
Tosun, mahalle delikanlılarından bir tabur kurarak bir kumandan cesaretiyle öne düşmüş geliyordu. Hasan Efendi’ye yaklaşınca, Tosun bağırdı: “İstoper!”
Rappp… Adım sesleriyle beraber şarkı da kesildi. Kederinden söz söyleyemeyerek hâlâ titreyen yağlıkçıya karşı yorgancı kalfası neşeli bir seda ile: “Allah devlete millete zeval vermesin, arkadaşlar hep talimli. Vaktiyle hep silah taşıdık. Onbaşımdan yediğim tokat aklıma gelince hâlâ dumanı gözümde tüter. Çorba gibi yola çıkmaktansa böyle taburla gelmeyi münasip gördük. Langa dönüşü bu… İçimizde tütsülü kafalar da var… Şuara da eksik değil… Şarkı ebelerinden biri çarçabuk bir köfte (güfte) doğurdu. Beyit düzdü. Hanende beylerden biri de ezgili bir makam uydurdu. Söyleyerek geldik. Ne var? Kızdın mı baba? Baskına da nikâha gidilir gibi efendice gidilmez a… Bıçkınız işte. Allah böyle yaratmış. Tutuldunsa iskambilini ver çık… Bu böyledir… Biz kasavet tutmayız.”
Hasan Efendi nihayet söz söyleyebilecek hâle gelerek: “Allah belanı versin. Ben sana böyle mi tembih ettim? Bir kere başını çevir de arkana bak. Sokaklar adam almıyor. Yedi mahallenin halkını birden kaldırmışsın. ‘Aman susalım!’ yaygarasıyla bütün dünyayı velveleye veriyorsunuz. Bu ne kepazelik!”
“Kepazelik olmazsa biz ne ile yaşarız baba? Mangiz yok… Aftos yok… Gönül sevdalı, cepler boş… Ona buna sırıtınca bunun adı ‘tecavüz’. Sokaklarda bağırıp da sevdanı dışarı verince bu da ‘kepazelik’, ne yapalım? Baskın bu, boru değil… Bizim gibi tosunların başka ne eğlenceleri var? Yangın bir, baskın iki… Parasız tiyatora.”
“Sus… Biz buraya külhanbeyi loncası açmaya gelmedik. Diskuru kes şimdi… Lafıma kulak ver. Uncunun evinin arkasında bir bostan var… Çiçekçi bostanı…”
“İçinde semizotundan başka çiçek yok a… Adı böyle…”
“Her ne ise… Arkadaşlarınla beraber o bostana atlamalı. Fakat taburla, şarkı söyleyerek değil, gayet sessizce… Âdeta hırsızlama…”
“Hırsızlama mı? Bostandan ne aşıracağız?”
“Ananın örekesini… Ulan ben sizi alayla gece yarısı hırsızlığa mı gönderiyorum sanıyorsun? Yediği herzeye bak!”
“Ne bileyim ben? Hırsızlama dedin de…”
“Bir ot parçası bile koparmayacaksınız, anlıyor musun? Sonra burnunuzdan getiririm.”
“İçimizde bu kadar rakı yangını var. Ağaçlarda yemiş görürsek diş oynatmadan durabilir miyiz?”
“Hay sizin gözünüze dişinize şimdi ha…”
“Eh, eh… Alt tarafını salıverme. İçinde dursun.”
“İnnallaha maassabirin, ne laf anlamazlara çattık! Hüsnü Efendi sizinle nasıl geçiniyor bilmem ki?”
“Ustanın adı şimdi ‘efendi’dir ama o da bizim gibi çekirdekten yetişmedir. Biz birbirimizi anlarız, sen onun efendiliğine bakma. Gazeteyi kör dilenci gibi makamla şavullama okur. Elifi yan yatırsan tanıyamaz. Mutlaka kazık gibi dikine durmalı ki gözüne girsin. Geçenlerde Beyoğlu’nda bir Şişli kibarını ‘şiş kebabı’ okudu da gülmeden bayıldık. Sonra bunun üzerine ne halt etse beğenirsin? ‘Mahalle’yi ‘muhallebeli’ diye heceledi. Ne yaparsın? Ustadır, şiş kebabının üstüne muhallebiyi de piyizlendik oturduk. Yorgancının âlimi, efendisi bu kadar olur.”
“Tosun bu akşam sen nerede içtin bu kadar?”
“İçmedik. Sağanak geçiren mortocu hırkası gibi ta iliklerimize kadar çektik, şişmiş süngere döndük. Akşamüstü gelirken Langa’dan doğru bir lamelif çevirelim dedik, lamelifin fiyongası Uzunodalar’a düştü. Lafın kısası içeri daldık, meyhane değil burası, batakhaneye benzer. İç kapının arkasında bir enez küpü vardır. İçmek lazım değil, kapağını aç bir kokla, oraya uzanırsın; baldıran kökü hülasası… Miçoya, ‘Doldur!’ dedik. Miço dersem ellilik kıranta bir herif… O meyhanede ondan aşağı yaşta çırak kullanmaya gelmez, tehlikelidir. Rakı en ziyade sevda damarına dokunur. Göze bir şey görünmez. ‘Civanım, bir daha doldur fakat dört kadehi bir yap da bardağa akıt. Bu akşam baskına gidiyoruz laf değil.’ dedim. Getirdi, yuvarladım. Bir daha… Bir daha… Vay geçmişine üflediğimin meredi be… Tezgâh başında zelzele olmaya başladı. Fırtınada demir tarayan gemi gibi sallanıyordum. Emin, kolumdan çekti. ‘Yetişir, gidelim!’ dedi. ‘Arkadaş kapıyı bul da çıkalım.’ dedim. Üç adım attım. Bu sefer de gözlemeci merdanesi gibi rakı beni yuvarladı.”
“Lafı kes. Şimdi aklın başında ya?”
“Ne demek? Tosun’un aklı dört beş bardakla oynar mı? İşte ayıklığımın mostrası meydanda… Laflarımda sarhoşluk nişanesi var mı? Bak bu kadar delikanlı kumandamı bekliyor. Bir işaret edersem şimdi mahallenin altını üstüne getiririm.”
“Sakın ha habis… Sonra seni elebaşı diye polise veririm.”
“Elebaşı mı? Hamam kızdı mı oynayacağız?”
“Hamam değil benim başım kızdı. Susar mısın? Yoksa susturayım mı?”
“Kızma babacığım… Daha marta çok var. İşte sustuk. Elhap…18 (Başını arkaya çevirerek) Arkadaşlar dikiz gelin. Dilsiz oyunu var.”
Arkadaki kalabalık hep birden: “Elhap…”
“Maşallah arkadakiler de sana uygun… Bu akşam Uzunodalar’daki küplerde zırnık bırakmamışsınız.”
Hasan Efendi birkaç lahavle ile başını sağa sola salladıktan sonra arkadaki delikanlı kalabalığına doğru: “İçinizde sarhoş olmayanlar yahut razıyım, söz anlayacak derecede çakır keyif bulunanlar varsa ileri gelsin.”
Kalabalık arasında şu sözler dolaşır:
“Ne diyor? Ne diyor?”
“ ‘İçinizde çakaralmazlar19 varsa ileri gelsin.’ diyor.”
“Vay kahpe oğlu be… Bizi Diyarbakır çakmaklısı diye ona kim anlatmış? Çakarız baba fakat almayız. Bize fitil işlemez.”
“Biçimsizlenme ulan… Elhapı neden bozuyorsun?”
“Laf soruyor be… Ona fesimin ibiği cevap verecek değil ya? Elbette ağzım söyleyecek…”
Birkaç delikanlı Hasan Efendi’ye yaklaşarak: “Biz ayığız efendi… Ne emriniz varsa söyleyiniz.”
Arkadan kahkahalar: “Ulan Faik’e bak… Şamandıra gibi sallanıyor da aval ‘Ayığız.’ diyor.”
“Ayıktır… Ayık… Efendi cin içer. Matarası cebindedir. Salak Eyüp vapuru gibi islimi üç saat sonra tutar. Bir kere uskuru dönerse hem tornahit işler, hem tornistan… Halıcıoğlu, Balat… İki tarafa çatarak gider. Fener’e uğramaz, Yemiş’e abanırsa artık kalkamaz. Orada sızar.”
“Moruğu gömdüğümüz zaman bu enayi vapura ben de bindim. Eyüp iskelesinde biletçi kulübesinin önüne geldik. On altı kişi… Otuzar paradan hesapla. Paraları uçlandık. Masrafı cenaze sahibi verirmiş. Herifler otuzar paralık yük taşıdılar mı be? Yekûn hiç aklımdan çıkmaz. On ikiyi bayıldık. Mecidiye farkı da caba… Moruğun acısı o zaman içime çöktü. Hayırsız evlat demesinler diye mezar başında bir fantazya ağlama yapayım dedim. Vay babasının canına be… Vakıf çeşmeleri gibi bütün suyum kurumuş, gözümden yaş gelmedi. Fakat biletçinin önünde ter ile karışık sızmaya başladım. Sonra bizi bir dolaba koydular. Demir kapanın arasına sıkıştık, belimin ortasında bir şey çıt dedi. ‘Ne oluyoruz?’ dedim. Arkadaşım cevap verdi: ‘Zımbaladılar.’ Vay cenaze pulu da mı çıktı? Merak ediyordum. Acaba zımbayı neremden yedim? Namusa dokunur bir şey yok ya? Sonra defterdara, halıcıya uğrayarak yollandık. Meğerse vapurumuz dilenci imiş… Eyüp’ün havasından vapurları bile öyle oluyor. Nereye çıkarsan otuzluk… Müsavat var.”
Mangaların her birinde konuşmalar olurken Hasan Efendi bin zorlukla söz anlatabilecek bir iki kişi bularak talimatına girişti:
“Arka sokaktaki kapısından bostana girmeli. Bahçıvanlar tembihlidir, ses çıkarmayacaklar ama ekili zerzevatı çiğnememeye son derece dikkat etmeli. Her biriniz bir tarafa sinerek Ahmet’in evini o taraftan ablukaya almalısınız. Evin bostana bakar birkaç alçak penceresi vardır. İşte buralarda zampara kaçmasına meydan vermeyip hemen yakalayacaksınız. İşte vazifeniz bu… Öyle cin içmiş peri tutmuş sarhoşları da içinizden çıkarınız. Hizmet büyük, vazife mühimdir. İki dünyada da sevap almış olursunuz. İşin iyi gitmesini bozacak hâllerden sakınınız. Haydi bakalım, İnayet bârî’den…”20
Bu kumanda üzerine bir arbededir koptu. Sarhoşu ayıktan ayırmak kabil değildi. Bostan sokağına doğru bir kalabalık akmaya başladı.
Yangına gider gibi naralar da işitiliyordu:
“Şan verdi cihane Kara Mehmet Paşalılar…”
“Sizi su gibi içer Yakupağalılar…”
“Borucu Halil musluğu aç. Her ikinizi de sular Hoşkademliler…”
“Dünyaya duman attırır Horhorlular… Habire imanım yuuuuu…” övünmeleriyle çıngar alametleri mis gibi tütmeye başladı.
Söz anlar takımı pek azdı. Bunlar bostana girdikleri sırada kapının önünde Kara Mehmet Paşalılarla Horhorlular salaya21 tutuşurlar. Küfürlerin en işitilmemişi, en alışılmamışı, en yakası açılmadıkları arasında taşlar savrulur, gırla kafa göz yarılır. Arada bir yakındaki evlerin camları yürek oynatıcı bir şangırtı ile patlar, sokaklara dökülür. Kadınlar feryada başlar.
Hasan Efendi hâlâ çeşme başındaki baskın ve cesaret diskurunda devam eder. Polisler, zaptiyeler yetişir. İmam, bekçi, muhtarlar hep tamam…
Komiser, mahalle ileri gelenleri tarafından mühürlü bir mazbata olmadıkça baskına girişemeyeceğini söyler. Hasan Efendi elleri titreyerek, alt kısmı yirmi otuz kadar mühür ile karalanmış mazbatayı gösterir.
Bu dava burada sürülürken Hüsnü Efendi bereket versin ki hatırı sayılır sayılmaz birçok kişi toplayarak uncunun evini sokak tarafından muhasara etmiş bulur.
Öbür taraftan imamıyla muhtarıyla polisiyle toplanan halk da yürür, muhasaracılara katılır. Polislerin bir kısmı salaya tutuşanları ayırmaya gider.