Kitabı oku: «Acı Gülüş», sayfa 3
3
BASKINA DOĞRU
Vaka yerine çıkan bütün sokaklar mahşer gibi insanla dolar, girilip çıkılmaz bir kalabalık peyda olur. Mahalle, binlerce kişinin kin ve küfür avazıyla inim inim inlerken bir mezar karanlığı ve sessizliği içine dalmış uncunun evinden çıt işitilmez. Perdeler inik, hiçbir tarafta ışık ve ses yok. Sokak fenerinden vuran titrek ışık altında, ahalinin bu öfkeli saldırışına karşı ev, korkusundan titriyor sanılır.
Mahallelinin teklifi üzerine imam kapıyı çalar. Cevap verilmez. Artan bir hızla birkaç defa daha vurur. Kapı açılmaz. Halkayı koparacak gibi kudurmuşça bir şiddet ile birbiri ardınca vurur durur. Hiçbir karşılık yok. Bu inatçı sessizlik halkın öfkesini bütün bütün artırır.
Kiminin alnı buruşuk bir mendil ile gözüne doğru eğrice sarılı, kiminin kolu bir bez ile boynuna asılı, saladan dönerek oraya bir sıraya dizilmiş olan bıçkın alayı içinden birkaç ses birden: “Vay geçmişine maval okuduğumun pezevengi, aç kapıyı… Yoksa şimdi omuzlar gireriz.”
Komiser vakarlı ve resmî bir seda ile: “Yok… Yok… Ahaliden kimse işe karışmayacak. Sonra şiddetle mesul olursunuz. Hükûmet vazifesini bilir.”
Bıçkınlar:
“Herif burada altı aydır insan çiftleştiriyor da…”
“Ne dedi? Ne dedi?”
“ ‘Mesul olursunuz.’ diyor be… Sesi kes…”
“Kerhaneyi uncu işletsin, biz mesul olalım, öyle mi? Hükûmet vazifesini güzel biliyor doğrusu…”
“Herif kim bilir kimlere parmak yalatmıştır. Başka türlü mahalle arasında ırz ticareti olur mu?”
Tokmak vuruşlarına imam, pazısının var kuvvetiyle devam eder. Ev değil bir mezar vesselam.
Pıt duyulmaz. Mahalle kodamanları ile polis memurları kapının önünde bir top teşkil ederek bu inatçı sessizliğe karşı alacakları tedbirleri konuşmaya girişirler. Kimi kapıyı kırmak, kimi bostan tarafından eve birkaç zaptiye indirmek, kimi merdiven dayayıp pencerelerin birinden içeri hücum etmek fikrinde bulunmakta iken kalabalık içinden fırlatılan bir taş pencerelerden birine rastlayarak şangır şungur cam kırıklarını ahalinin başına yağmur gibi indirir. Polislerden birkaçı külhanbeyi alayına doğru koşarak: “Kimdir o?”
“Ne bileyim anam babam? Burada binlerce adam var. Her birinin bir çift eli, on da parmağı var… Ara da bul.”
Polis: “Yakalarsam şimdi tevkif ederim.”
Beylerden biri kahkaha ile: “Yakalarsan tevkif kolay… Uncu evinden çıkmasın, hempalarla22 aftoslar hâlâ içeride çift yatsınlar. Biz burada ‘tevkif’ olalım. Kıyak iş.”
Bu sırada öteden beriden birkaç taş daha fırlatılır. Kimi evin kaplamalarında gümledikten sonra ahalinin başına düşer. Kimi gümbürtülerle cam kırıkları yağdırır.
Kalabalığın içinden acı bir seda:
“Aman… Aman… Vallahi beynim delindi. Hangi eline yestehlediğimin çapkını attı onu. Baskının ilk kurbanı biz mi olduk?”
Polis kızgınlıkla: “Gördünüz mü yediğiniz haltı?..”
Külhanbeyi boynunu çarpıtarak: “Kim yedi kardeşim? Bir Rabb’imin hakkı için inan, sabahtan beri gırtlağıma elleme lokma düşmedi. Otuzluk tütünle iştah ürkütüyorum. Görmüyor musun? Mum gibi hâlâ karşındayım. Ne elim oynadı, ne dişim. Kabahatliyi bul da laf söyle.”
Polis, taşlayanları bulmak için kalabalık içine saldırınca halk bir siyah deniz gibi dalgalandı. Kopan gürültü bir uğultu hâlinde akisler yaparak ondan ona geçen bir kızgınlık gibi büyüyor, yayılıyordu.
Etraftan sedalar:
“Polis efendi Sadık attı… Mahmut’a bak, viraneden daha taş topluyor.”
Polisler Sadık’ı Mahmut’u bulmaya uğraşırlarken çat çat… Birkaç taş mermisi daha savruldu. Yine şangırtılar. Yine döküntülere uğrayanlarda şikâyet gürültüleri… Fakat artık evin sokak tarafındaki yüzünde sağlam pencere kalmamış gibiydi. Şimdi taşlar bu camsız pencerelerden doğrudan doğruya içeri fırlayarak evin duvarlarında, döşeme tahtalarında gümlüyordu.
Sokak yüzünden püskürtülen taşçıların birtakımı arkaya, bostan tarafına geçti. Bu taraftan da taş yağdırmaya başladılar. Bahçenin semizotu, yeşil salata, taze soğan, sarımsak tarlaları cirit meydanına döndü. Harçsız kırıntı taşlarla örülmüş duvarın bir kısmı bir anda yarım arşın kadar alçaldı. Çünkü atılan taşlar hep oradan alınıyordu. Çok kuvvetle atılan taşlar evin damına düşüyor, kiremitleri paramparça ediyordu. Karanlıkta oynayan bu azgın elleri görmek, durdurmak kabil değildi.
Bu şiddetli hücuma karşı öyle eskimiş tahtadan bir evin değil taştan bir kalenin bile pek karşı koyamayacağı anlaşıldı. Bu korkunç hakikat ev halkınca bilindiğinden Uncu Ahmet ister istemez sokak yüzündeki kırık pencerelerden birinin kafesini sürerek kirli suratını ahaliye göstermek cesaretinde bulundu.
Arkasında kürkü, başında takkesiyle ağlayarak: “Allah’tan korkmaz mısınız? Bu nedir?”
Sokaktan birçok haykırmalar:
“Allah lafını ağzına alma habis…”
İmam efendi: “İçerideki karılar çarşaflansınlar, herifler de hazır olsunlar. Sen de beraber, hep gelin. Karakola gideceğiz.”
Ahmet: “Hangi karılar, herifler? İçeride çoluk çocuğumdan başka kimse yok.”
Ahaliden biri: “Hangi karılar herifler olacak? Zamparalar ile fahişeler…”
Ahmet: “Neuzübillah o nasıl söz? Elli senelik namusumu lekeliyorsunuz. Hepinizi dava edeceğim.”
Külhanbeyleri kahkahalarla: “Yıllanmış Yahudi şarabı gibi herifin ne eski namusu varmış be! Haydi aynasızlanma… Nazlıları hempalarıyla beraber aşağı indir. Geceliği beş liraya aftos nasıl olurmuş bir görelim. Seyrine de para yok ya…”
Ahmet: “İçeride ailem halkından başka kimseyi bulamaz iseniz ne yapacaksınız?”
Bir ses: “Senin ailenin sayısı belli mi? İçeridekilere amcamın oğlu, teyzemin kızı diye birer hısımlık takarak işin içinden çıkmak istiyorsan böyle kerhaneci martavalına kimsenin kanmayacağını bil.”
Hasan Efendi: “Yaya, arabalı akşamdan beri gelenleri hep gördük. Beyhude ısrar etme.”
Ahmet: “Onlar misafirdi, gittiler.”
Hasan Efendi: “Aç kapıyı… Hükm-i nizam icra olunacak… Bu kadar halk burada bekliyor.”
Ahmet: “Halkı ben davet etmedim ya, beklemesinler.”
Hasan Efendi: “Böyle küstahça sözler ile halkı kızdırma. Sonra hâlin pek fena olur. Herkes senin aleyhinde ayaklanmış. Baksana kalabalığı zor tutuyoruz. Çürük kapına güvenme.”
Ahmet: “Ahaliden sorarım… Şu mahalleye geldim geleli hangisinin gönlünü incittim? Kimseyle bir geçmişim var mı? Benden ne istiyorlar?”
Hasan Efendi: “Namuslu bir mahalle içinde senin gibi ırz ticaretini kazanç yolu yapmış bir adam yaşayamaz.”
Ahmet: “Benim böyle bir ticaret yaptığımı nasıl ispat edersin?”
Hasan Efendi: “Sen aç kapıyı, ispat kolay.”
Ahmet: “Ya edemezseniz?”
Hasan Efendi: “Edemez isek senin için âlâ ya! Bu kadar halkın gözünde temize çıkmış olursun. Senin için başka kurtuluş yolu yok. Masum olduğunu ispat etmeli, kurtulmalı.”
Ahmet: “Bir cinayet mi var? Evinde namusu ile oturan bir adam, hiç sebepsiz kapısının önünde toplanmış, öfkesinin sebebini ve böyle bir işe karışmaktaki salahiyetinin derecesini bilmeyerek sövüp sayan, taşlarla camları, kiremitleri indiren cahil bir halka karşı masum olduğunu ispat etmeye ne mecburiyeti vardır? Hükûmet yok mu? Adalet yok mu? Bana bulaştırmak istediğiniz pis işle tutalım suçlu bulunsam bile cezamın tayini ahaliye mi düşer? Herhangi bir davada, ahaliye böyle toplanarak icraatta bulunma iznini veren hangi kanundur? Böyle bir nizam hangi memlekette vardır? Bana yüklemek istediniz iş şu saatte sabit mi? Değil. Öyle ise meydana çıkmadan, sabit olmamış bir şey için evimin camları, çerçeveleri niçin indiriliyor? Çeşit çeşit küfürler ve tehditler ile evime karşı yapılan bu saldırmadan korkarak ailem insanlarından, çocuklarımdan birkaçı, bir derde uğrasa veya ölse maddi ve manevi bunun mesulü kim olacak? Hâkim huzurunda bunun cevabını kim verecek?”
Ahmet’in bu son sözleri üzerine komiser bıyıklarını karıştırmaya, Hasan Efendi de terlemeye başladı.
Etraftan gürültüler:
“Vay köpoğlu herif be… Ne apukatmış (avukatmış)… Namusluyum diye durmuş da bize kantin atıyor. Ben öyle namusun üstüne…”
Polislerden biri:
“Sus edepsiz… (Maiyeti bir polise) Böyle uygunsuz uygunsuz söylenenler olursa yakasından yakala zaptiyelere teslim et.”
Kalabalık içinden biri:
“Uncu Ahmet otuz kırk kişiyi deliğe tıktırmadıkça teslim olmayacağa benziyor. Zamane bu, ne dersin! Namussuzdan namusunu satın almalı derler. Böyle sözlerin her birinde bir hikmet vardır.”
Hasan Efendi, Ahmet’i cevapsız bırakmamak için birkaç defa yutkunduktan sonra: “Burada icra-yı vazife eden ahali değildir. Merkez komiseri, polisler, zaptiyeler, imam ve muhtarlar hep mevcut… Vakaya sebep olan da sensin. Mahallemiz mahalle olalı böyle bir suç ile kimsenin kapısı önünde toplanmamış, bu yolda bir kabahat yüzünden bir insanın burnu kanamamıştır. Senin evinin camları yalnız bu gece değil, birkaç aydan beridir kırılıp duruyor.”
Ahmet: “Bu gecekiler polisin gözü önünde kırıldı. Komiserin buraya gelmesi böyle esef edilecek hâllere göz yummak için değildir. Mercisine çağrıldığı vakit elbette bunun cevabını verecektir. Küçük kızım korkudan bayıldı, yatıyor. Nabızları durmuş gibi ağırlaştı. Giderek hâli fenalaşıyor. Bizi düşürdüğünüz şu tehlikeli durum bir doktor getirmeye bile hiç müsait değildir.”
Hasan Efendi: “Sen kapıyı aç, biz doktor buluruz.”
Ahmet: “İçine girdiği tehlikenin şiddetli mesuliyetini anlayamayan bir halka kapıyı açıp da çoluğumu çocuğumu diri diri öfkeli ayakların altında çiğnetemem.”
Hasan Efendi: “Burada polis var, korkma.”
Ahmet: “Bu kadar zamandır durmadan evimi taş yağmurundan kurtaramayan polise ailemin hayatını emniyet edemem.”
Hasan Efendi: “Taş atanlar birkaç çapkındı. Polislerin peşlerine düşmeleri üzerine hepsi defolup gitti.”
Ahmet: “Onlar defedilmemeli. Cezalarını görmek için hepsi tutulmalı idiler. Onlar kaçtıysa vakanın asıl tertipçisini ve sebep olanlarını isterim. Komiser efendi size söylüyorum. Tahkik ederek bir fezleke yapınız. Mahalleden bu işe ön ayak olanlar kimlerdir? Davacıyım.”
Komiser: “Ben vazifemi senden öğrenecek değilim.”
Ahmet: “Sizin vazifeniz merkezinizin idaresi altındaki mahallelerde bu gibi vakalar olunca meydana gelecek olan müracaatları dinlemektir. Şu anda en büyük memur olmanız dolayısıyla canımızın, ırzımızın, evimizin, malımızın korunması size aittir. Davamı kayıt ve zapt etmeye mecbursunuz.”
Kalabalıktan biri:
“Söyletmeyiniz artık şu kerhaneciyi be… Ne duruyoruz, kapıyı kırıp girelim.”
Bunun üzerine ahali hücum için dalgalanır. Fakat işin almakta olduğu nezaket üzerine sayıları artırılmış olan polisler, zaptiyeler var kuvvetleriyle kalabalığa dayanarak halkın saldırmasını güçlükle önlerler.
Ahmet: “Komiser efendi, yine size hitap ediyorum, bana halkın önünde ‘kerhaneci’ diye ayıp bir sözle laf söyleyen o kimseyi tutunuz. Davacıyım.”
Ne yapacağını şaşırmış bulunan komiser, bir penceredeki Ahmet’in yüzüne, bir Hasan Efendi’ye, bir de halka ne yapılması lazım geldiğini sorar gibi bir kere baktıktan sonra polislere tutma işareti verir. Polisler saldırırlar. Fakat uncuya hakaret etmiş olan ne olur ne olmaz diye oradan sıvışmış bulunur. Onun yerine başka bir kişiyi yakalamak isterler.
“Billahi ben söylemedim. Söyleyen zıvladı.”
“Benim neme lazım birader? Ağzımı bile açmadım. Öyle bir sanat yapıyorsa kendine… Her koyun kendi bacağından asılacak, bana ne?”
“Murdarın günahı üstünde kalsın… Bu zamanda nizam var kanun var. Beyoğlu’nda, Doğruyol’da dolaşanlara bile ‘muhabbet tellalı’ deniyor. Enayi miyim ben? Mahalle aralarındakilere ‘sevda taciri’ mi denecek, ne denecek? Elbette uygun bir lakap bulunacak… Hiç öyle kaba laf çıkar mı ağzımdan?”
Bu yoldaki suçlamaları reddetmek için müdafaa sözleri işitilir. Fakat bu sual-cevap kapıdan uzak bulunan halk arasında, ileri doğru gitgide asıl ve şeklini değiştirerek yayılmaya başlar:
“Ne olmuş? Ne diyor?”
“Uncu Ahmet ahaliden namus davası ediyormuş. Pezevenk diyeni yakalayıp götürüyorlarmış.”
“Namuslular, namussuzlardan nasıl ayrılacak? Bu kelimeyi Türkçemizde niçin icat etmişler? Yiğit lakabıyla anılır. Uncuya söylemezsek lügatimizde kimin için saklayacağım? Bir insan ne kadar aşağılık meslekte olsa ‘Ben bu sözün anlattığı adamım.’ der mi? Hayâsızlık ve namussuzluk kötü sanatları ile apaçıkta olanlar hakkında kullanılacak sıfatlar bu gibileri gücendirmemek için nizama uygun olarak izinleri alındıktan sonra mı ağza alınacak? Hangi tabiri nerede kullanacağımız hakkında kanunlar yapsınlar. Biz de ne diyeceğimizi bilelim.”
Temiz, kaba sözlerle herkes bu iş için fikrini yanındakine anlatmaya girişir. O aralık kalabalık arasından gecelik kürk ve entarili, sakallı, zayıf bir efendi, uncunun bu iffet ve namus davası karşısında son derece asabileşir. Yaydan kurtulmuş ok gibi ahaliyi çiğneyerek kapının önüne, polislerin karşısına atılır. Ve söylenmesi yasak sözü haykıra haykıra sekiz on defa tekrar ile:
“Bu herifin iğrenç sıfatını işte söylüyorum. Beni tutunuz. Burada söylediğimi yalnız mahkemede değil Allah’ın huzuruna çıksam tekrar etmeye hazırım. Namusla namussuzluk karşı karşıya gelince söz hakkı yalnız kötü tarafa verilmez. Bu herif iğrenç sanatıyla ortaya çıkarılacak, isteyen yüzüne tükürecektir. Aylardan beri mahallenin rahatını, temizliğini bozan böyle bir edepsiz hiçbir suretle müdafaa edilemez. Bu iğrenç davayı dinlemekten artık bütün namuslu kimselerin sabrı tükenmiştir. Ne duruyoruz. Kapıyı kıralım.”
Ahmet: “Kıramazsınız. Ahalinin evime girme hakkı yoktur. Kanun bazı hâllerde bir eve girme hakkı verirse bunu yalnız zabıtaya verir, halka değil. Komiser efendi, bu adamın adını sanını ve işini zapt edin ve bana kaç defa ‘pezevenk’ diye kötü kötü söylediğini kaydediniz. Davacıyım.”
O efendi: “Polis buraya senin ahaliye karşı olacak ithamını zabıt tutmak ve kayıt için gelmemiştir. Kapıyı aç, evvela yüzünün aklığı meydana çıksın. Davayı sonra edersin.”
Ahmet: “Açmayacağım.”
Efendi: “Kırarız.”
Ahmet: “Kıramazsınız. Polis mesul olur.”
Efendi: “Senin gibi bir kerataya karşı haşa zabıta mesul olamaz.”
Ahmet: “Bu adam en azılı önayaklardandır, komiser efendi, kaydediniz.”
Efendi: “Daha söyleniyor musun melun! Burada davacı, senin namussuzluğundan yaka silken mahallelidir. Görmüyor musun, binlerce kişi sana karşı ayaklanıp tonlanmış, buradaki zabıta çalışanı on beş yirmi kişiden ibaret. Namusun bu kızgınlığına karşı ne yapılabilir? Kapıya hücum edilmesinin önüne geçebilir mi?”
Ahmet: “Biraz kanun öğren de sonra lafa karış. Zabıtanın kuvveti sayı ile ölçülmez. Şehrinin kanununu iyi bilen terbiyeli halk sayıca on bin de olsa yine tek bir polis neferine itaat eder, buna mecburdur. Her insan için medeniyet vazifesi budur. Bunu bilmeyenlere medeni denemez. Ahalisi en kalabalık memleketlerde zabıta çalışanları en azdır. Terbiyeli memleketlerde zabıta teşkilatındaki maksadın halk ile boğuşmak olmadığını anlamalısın zavallı adam.”
Kalabalıktan başka biri:
“Biz bu heriften terbiye, medeniyet, kanun, namus dersleri mi almaya geldik? Söyletmeyiniz artık uğursuzu. Namus dersini kim kime verecek? Mahalleli haydi bakalım arş…”
Bu teşvik sesi üzerine halk arasında bir öfke dalgalanması olur. Polislerin canla başla önlemeleri tesirsiz kalır. Kapı gıcırdamaya başlar. Fakat hücum sıkıştırması ile birkaç kişi ezilince “Allah aşkına itmeyiniz, pastırmaya döndük!” feryatları işitilir.
İşin sonunun yaklaşması korkunçluğunu gören Ahmet, sakladığı son müdafaa silahını kullanmak için pencereden yarı beline kadar sarkarak: “Komiser efendi mesuliyetiniz pek büyüktür. Ecnebi patentasındayım.23 Sefaretimden memur gelmedikçe kapıyı açmam. Şimdi kırabilirsiniz.”
Uncu bu son ültimatomdan sonra gümbedek kafesi indirerek içeri çekilir. Sonunun çok fena olacağını düşünmeden bir saflıkla önayak olmuş bulunan Hasan Efendi ne diyeceğini bilemez, süklüm püklüm bir tarafa sokulur.
Komiser, mendiliyle alnının terini silerek adamlarına: “Aman evlatlarım gayret… Kapının önünden halkı dağıtınız. (Ahaliye doğru haykırarak) Çekiliniz, dağılınız. Vaka o bildiğiniz baskın şeklinden başka türlü bir şekil almak üzeredir. Şimdi kızgınlıkla ne yaptığınızı bilmiyorsunuz. Bir fenalık olursa sebep olanların cezaları ağır olacaktır. Hükûmetin işine karışmayınız. Biz vazifemizi biliriz.”
Ahaliden birkaçı: “Biz çekilip gidelim de içerideki sermayelerle müşteriler yine hındımlarına24 devam mı etsinler?”
“Kerata ecnebi patentasında ise gitsin iğrenç sanatını tabiiyetinde bulunduğu hükûmetin memleketinde işlesin. Cezasını isteriz. Ahali başka türlü buradan çekilmez. Patentalı umumhaneciler hangi taraflarda ticaret ediyorlarsa bu da oralara gitsin. İslam mahallesinde ne işi var? Tespihle camide namaz kılmaya gelip de halkı neden aldatıyor?”
Komiser, karakoldan asker getirmek için polislerden birinin kulağına birkaç kelime fısıldadıktan sonra ahaliye karşı:
“Müsterih olunuz. Evin her tarafına noktalar dikip girip çıkmaya hiç izin vermeyeceğim. Ahmet Efendi iddialarını makamında söylesin. Fezleke, vukuat jurnali, hepsi nizamına uygun olarak yapılacaktır. Fakat siz dağılmalısınız.”
Polislerin son bir gayreti üzerine kapı kalabalığı biraz seyreltilir.
O civarda bulunan vekillerden birinin konağına misafir gelmiş iki Frenk, bu baskın patırtısını işitince yanlarından hiç ayırmadıkları fotoğraf makineleriyle, magnezyumları25 ile vaka yerine hemen koşuşmuşlardı.
Âdet ve Şark hayatımıza ait manzaraları tetkik etmekte ve gözlemekte gösterdikleri merak ve aceleciliğe karşı çok defa dilimizi çok az bildikleri için şeşi beş görerek bizi Avrupa’ya çarpık tanıtan ecnebilerden bu iki meraklı, vakayı görebilecek bir evin cumbası altına sığınarak Fransızca şöyle konuşurlar:
“Niçin bu kadar gürültü? İçeridekilerin cinayetleri niçin bu derece korkunç sayılıyor?”
“Namuslu bir mahallede güzelliklerinin ticaretiyle geçinen kadınların bulunması istenilmez de…”
“İstanbul’da bu gibilerin varlığını caiz gören namussuz mahalleler var mı?”
“Hayır zannetmem.”
“O hâlde bu kadınlar sanatlarını nerede icra etsinler?”
“Hiçbir yerde.”
“Demek adamakıllı bir yasak. Bu saçma.”
Frenkler böyle kendi medeniyetlerine göre işi muhakeme etmekte iken ahalinin kini ve öfkesi büyüdü. İkide bir kapıya hücum gösteren o öfkeli insan denizi şimdi hiçbir kuvvetin tutamayacağı bir şiddetle köpürüyordu.
Uncu Ahmet’in “patentalıyım” gözdağıyla polise karşı gelmesi herkese fena dokunmuştu. İçeride bir sürü kadının yabancı bir devlet koruması ile fuhuş ve rezalet yapmasını kimse içine sindiremiyordu. Ağızdan ağıza yayılan kötülemelerle bir anda kızışarak birbiri üzerine kabaran insan dalgaları arka arkaya gelen birer saldırışla kapıya fışkırdı. Setini yıkmış bir su bendi gibi bu kara insan kalabalığı açtığı yoldan içeri akıyordu.
Komiserin karakoldan istediği yirmi kadar asker o sırada yetişmiş olduğundan zavallı adam son bir vazife çaresi olarak halkın önünde içeri girdi. Kalabalıktan ayaklar altında çatırdayarak yıkılma tehlikesi gösteren merdivenden adamlarıyla beraber en önde ileri fırladı. Birinci kat sofasını tuttu. Kapalı bulduğu oda kapıları önüne ikişer üçer süngülü diktikten sonra üst kata çıkacak merdivenin başına da biraz silahlı kuvvet dizdi. Sonunda ahaliye karşı bağırdı:
“Ne söz anlamaz insanlarsınız. Her şeyin usulü vardır. Baskın yapmak istiyorsunuz. Hep birden içeri dalıyorsunuz. Şimdi buradan yakalamak istediğiniz kimseler bu kalabalığa karışırlarsa nasıl ayırt edeceğiz? Bakalım herifler tavan arasına mı saklandılar? Kömürlüğe mi? Mutfağa mı? Bahçeye mi? Kuyuya mı? Vazifemizi zorlaştırmayınız. Allah’ını seven dışarı çıksın. Kırık kapı kanatları da eğreti olarak yerlerine konarak dışarıdan girilmesi önlensin. Din ve imanı olanlar bu emri mutlaka dinlerler. Kurtarmak istediğiniz mahalle namusu başka türlü kurtarılamaz. İçeride kimseyi bulamaz isek sonra hepimiz şiddetle mesul oluruz. Benden günah gitsin. Söz dinlemediğiniz hâlde silahlı kuvvetle sizi zorla evden çıkarmaya mecbur kalacağım. Bu son çareye başvurmak zorunda kaldığım hâlde olacak fenalıkların mesuliyeti tamamıyla sizin üzerinizdedir.”
Ne olur ne olmaz diye yanında bulundurduğu beş altı jandarmaya da: “Haydi bakalım arkadaşlar, ahaliyi dışarıya püskürtünüz.”
Kalabalığın söz anlayan kısmı komiserin bu hakkını doğru bularak, söz anlamayanlara bu doğru hareketi anlatmaya uğraşarak diğerlerini ite kaka, bağrışa çağrışa evden çıkarmaya başladılar. Vakanın tespiti için bulunmaları lazım olan mahalle ileri gelenlerinden sekiz on kişiyle bu heyecanlı baskın işinin en gizli ilk safhalarını yakından görmek merakıyla gizlenmiş iki yorgancı kalfasından başka içeride kimse kalmadı. Kırık kapı kanatları çevrildi. İçeriden, dışarıdan nöbetçiler dikildi.