Kitabı oku: «Acı Gülüş», sayfa 4
4
EVDE ZAMPARA YOK
Tosun ile Emin merdiven altının karanlığına sığınmışlar, fısıldaşıyorlardı:
“Kapana kendi ayağımızla girdik. Şimdi zampara diye bizi çalyaka ederlerse?”
“Ulan üzerimize yorduğun devlete bak be… Hiç böyle camadanlı,26 basık ökçeli, çorapsız zampara olur mu? Burası patentalı kibar kerhanesi…”
“Burada ne arıyorsunuz diye polisler marizimize kayarlarsa?”
“İşte o düşünülecek şey… Adam sen de… Ben döşekten kalkmış, harareti, dumanı üstünde üç dört aftos yüzü göreyim de bir iki yumruk, birkaç elli altı27 yemeye razıyım. Bir avurdumdan girer ötekinden çıkar. Dert tutmam. Hovarda vücuduna mariz, afiyettir, bedeni çelikleştirir. Bu baskının iç perdesini, yatak oyununu seyretmeden bizi kapı dışarı mıcır döküntüsü gibi elerler ise işte o acıklı olur.”
“Ne yapalım ulan?”
“Enayileri kandırmak için atacak bir küllümün yok mu?”
“Mangizsizlikten zati hep küllümle geçiniyoruz. Çalkantıda safra döken salapurya gibi ata ata kafam tamtakır kaldı. Hele dur, akıl işportamı bir karıştırayım. Yorgancı sepetidir, daima bir iki kırpıntı bulunur. Ha bekle, işte yakaladım. Sen baldırının birini mendil ile bağla. Bataklıkta kurbağa bekleyen leylek gibi tek ayak üzerine dur. Yürü derlerse adım atma. Zıpzıp taşı gibi sek. Ben de pencerenin birini kapayıp üzerini bağlayayım. Yarımşar tertip birimiz topal, birimiz kör olalım.”
“Tezkeresiz dilenciliğe mi çıkacağız?”
“Ne sağlam dilenciler böyle küllümle geçiniyorlar. Biz yarım saat içeride kalmak için bu kör topal oyununu oynayamaz mıyız?”
“Sonra ne olacak?”
“Patlama be… ‘Burada ne yapıyorsunuz?’ derlerse, ‘Efendim sakatlandık. Gözümüz görmez, ayak tutmaz. Bizi dışarıya atmayınız, kalabalıkta çiğneniriz.’ deriz.”
Aşağıda Tosun’la Emin bu konuşmada iken yukarıdakiler bu baskın folluğunu soğutup çıt etmeden evdekileri sokuldukları gizli yerlerden birer ikişer çıkarabilmek için olanca tedbir ve sözlerini harcıyorlardı.
Komiser iki oda kapısı karıştırdı. Fakat içeriden sürmeli buldu. Bir üçüncüsünü kurcaladı. Kapı açıldı fakat içerisi karanlıktı. İlkin polislerin ceplerindeki elektrik fenerleriyle odayı kısaca gözden geçirdikten sonra tavanın ortasına asılı büyük bir lamba yakıldı.
Lambanın altına kurulmuş geniş içki sofrasının üzeri havyar, tuzlu balıkların, salataların, çerezlerin, kuru ve yaş meyvelerin çeşitleri ile bol bol donatılmış görüldü. Boş, yarım, dolu karmakarışık şişeler, bazıları devrilerek içindekileri saçılmış, bazıları diplerinde kalmış yudumları ile hele birtakımı rakının üzerine su konarak süt gibi bembeyaz kesilmiş ve içmek kısmet olmayarak dolu kalmış kadehler, hep birer tarafta dağılmış duruyor. Çatallar, bıçaklar, peçeteler oraya buraya fırlatılmış sofranın bu karışıklığı, etrafında içki içenlerin, meclislerinin en zevkli bir hey hey devrinde bırakıp kaçıştıklarını gösteriyor. Nağmeleriyle, iniltileriyle, insanı oynatan ahenkleriyle meclisin sefa içindeki adamlarını söyleten, güldüren, oynatan, çıldırtan ut, keman şimdi susmuş telleriyle utangaç, korkak birer tarafa uzanmış yatıyor, sedefli tel ince parmaklardan yediği fiskelerin ilacı olmayan hicranıyla bir duvara dayanmış dinleniyor, çekici hıyanetleri ile gönüller yakan gözlerin işveli rutubetini silen, şehvet azgınlığıyla nemlenen pembe dudakların, tutkunların kıskandıkları öpücüklerden buruşmuş zarif kadın mendilleri, sıcak kucaklamalardaki sevgi sıkıştırmasından bunalmış, terlemiş vücutlardan fırlatılmış şık kadın ceketleri, terlikler birer tarafa serpilmiş, bütün bu eşyalar hâl dilleriyle biraz evvel görmüş oldukları neşe ve vuslat âleminin, o tecessüslü gözlere karşı apaçık birer hakikat satırı gibi oradaki esrarın ne olduğunu anlatıyordu.
İhtiyar, genç bütün orada olanlar, dağıttıkları bu içki ve sevgi meclisinin, çok insafsızca bozdukları bu çalgı ve sefanın, korkuya çevirdikleri bu sınırsız neşenin vesikaları karşısında bir zaman düşünceli ve hemen hemen müteessir kaldılar. İçlerinde vicdan endişesiyle sarsılanlar oldu. Böyle bir eğlentiye gizlice çağrılaydılar gelmekte gecikmeyeceklerini içlerinden söyleyenler bile bulundu. Kendisinin yapmaya istekli olup da yapamadığı bir işi başkasının talihlilikle yaptığı durumlarda insanlarca o işi yapabilene karşı olan bu kin ve öfke nedir?
Evet, bu böyle idi. İnsanların çoğu yasak işlerden ciddi bir çekinme ile kaçınır değildir. Yapmak ellerinden gelmediği şeyler için günah işlememiş olurlar ve sonra günah işleyenlere karşı atıp tutarlar. Hatta o kadar ki bazı kimseler, gizlice işledikleri günahların bir başkasının yaptığı meydana çıkınca onu kabahatli bulmak için herkesle ağız birliği yapmakta vicdanlarından sıkılmazlar.
Bu soğukkanlı düşünceler çok sürmedi. Aslına bakılırsa sevda günahı işlemekten fizikçe işlemez hâle gelmiş ihtiyarlar kinlerini püskürmeye başladılar. Katılamadıkları bir zevki işleyenlere karşı bunu yapamama yüzünden düşmanlık duyan gençler de bu kötüleme işine karıştılar. Vazifeleri de bunu emrediyordu.
En evvel Hasan Efendi dedi ki:
“Artık ispata, şahide lüzum kaldı mı? Burası evden çok meyhaneye benziyor. Bu ne kadar kadeh, bu ne kadar meze? Karılar, zamparalar bizim tahminimizden daha çok imiş. Bu rezalete bakın; şu hâl, camide ön safta namaz kılan tespihli efendinin gösterdiği Allah’tan korkmak hâline yaraşık alacak rezaletlerden midir?”
Komiser: “Ama dikkat ediyor musunuz? Ortaya saçılanlar hep kadın eşyası… Hiçbir erkek eşyası yok… Ne bir fes ne bir yelek ne bir ceket… Bu tuhaf.”
Hasan Efendi telaşla: “Acaba ustalıkla horozları kapı dışarı uçurdular mı?”
Yorgancı Hüsnü Efendi, dalgınlıkla meze tabağındaki tuzlu bademden iki üç tanesini ağzına atarak: “Hiç bu olur mu? Ev, önden arkadan sarılmıştı. Herifler iskete kuşu olsalar yine uçamazlar.”
Yorgancı, tuzlunun üstüne ağız tatlılamak için elini soyulmuş armuda uzattığı sırada Hasan Efendi komşusunu dürterek: “Ne yapıyorsun?”
“Sarhoşun mezesini yemek helaldir.”
Komiser ne yapacağını düşünmek için elini fesinin içine sokup başını kaşıyarak: “Şimdi odadakileri gürültüsüzce dışarı çıkarabilmenin bir kolayına bakalım.”
Hep birden sofaya çıkarlar. Komiser odalardan birinin kapısına parmakları ile hafifçe vurarak: “Ahmet Efendi, nerede isen meydana çık.”
Ses yok.
“Saklanmayla ses çıkarmamakla yakayı kurtaramazsın. Kapı önünde halk bekliyor.”
Yine ses yok.
Komiser yumruklarının şiddetini büsbütün yükselterek: “Sokak kapısını kıran ahali oda kapısını açmakta zorluk çekmez. Bizim vazifemizi güçleştirmek kendi hâlinin kötülüğünü büyütmek demektir. Her şey yine olur fakat çok fena surette olur. Ecnebi patentasıyla bir memleketin kökleşmiş âdetine karşı gelinmez. Burası İslam mahallesidir. Âdetlerine uymak lazımdır. Ahaliyi kandırmak için nasıl camiye gider görünmüş isen şu saatte de yine o halkın iradesine boyun eğmeye mecbursun. İşi uzatma.”
Cevap yok.
Komiserin bu boş çekişmesini merdiven altından dinleyen sahte kör ile topal, işin ne hâl alacağını görmek merakı içinde yanıp tutuşurlar. Yukarıya çıkmaktan kendilerini alamayarak sendeleye seke sofaya gelirler. Polisler bunları görünce dışarı atmak için hemen yakalarına yapışırlarsa da Hasan ve Hüsnü efendiler, “Onlara dokunmayınız, bizim kalfalarımızdır. Baskın işinde kullanmak için bu gece biz alıkoymuştuk. Baksanıza biçareler candan hizmetleri yolunda sakatlanmışlar. Burada kalsınlar. Bu hâllerinde de sırası gelince yine yararlık gösterebilirler.” diye arka çıkarak ikisini de bıraktırdılar.
Ahmet’e karşı komiser bir çeşit yalvarmadan tehdit etmeye doğru sözlerini yükselterek kapı açtırmak çekişmesinde devam etmekte iken Tosun’la Emin oradan sıvışarak meclis odasındaki boş kalan içki sofrasının başına geçmişlerdi.
İki kalfa, içkinin, mezelerin bu çeşitli bolluğunu görünce evvela yutkuna yutkuna dolap beygiri gibi sofranın etrafında dolaşmaya giriştiler. Nereden başlayacaklarını şaşırmışlardı. Sonunda Tosun, havyarın üzerinde mıknatıslaşmış gibi dikili kalan gözlerini oradan ayırmayarak: “Gördün mü ulan körlüğün topallığın kerametini? Mangizsizlikten rakıya hasret kalıp da rüyamda anzorot sofrası gördüğüm zaman hep Dış Kalpakçı’nın yağsız piyazıyla ciğer tavasını görürdüm. Vay canına be, böylesi düşüme bile girmezdi. Enayiler hep şarkı çağırmışlar, hiç meze yememişler ki!..”
“Atacak mıyız?”
“Avalın sualine bak… Durulur mu ulan?”
“Ya usta görürse?”
“Usta bizden pisboğazdır. O mutlak buradan birkaç kırıntı çimlenmiştir. Görmüş gibi bilirim, duramaz.”
Kadehlerde olan kalmış yudum, rakı, her ne varsa birer birer diktiler. Niyetleri oradaki içkinin damlasını israf etmemekti. Sonra birer yaylım hücumu ile mezeleri avuçladılar. Tosun, avurdundakini yutmaya uğraşarak: “Ulan deve gibi atıştırma. Sonra şişedeki rakıları mezesiz mi çekeceğiz?”
“Kasavet çekme be… Baksana… Sana da yeter bana da… Buradakileri bitirirsek kilere gideriz. Acaba o nerede? Keşfedemez miyiz?”
Emin, içkiyi kadehe bardağa koymak zahmetine katlanmayan acele bir iştah ile dolu şişelerden birini kavrar, lakır lakır yarıya kadar diker.
Tosun: “Küfelik olacaksın be…”
“Bana ne? Küfeyi taşıyacak hımbıl düşünsün.”
“Biraz idareli git.”
“İdareliye vakit var mı? Şimdi bizi buradan elerler. Kendini Sandıkburnu’nda koltukta mı zannediyorsun? Onlar bizi buradan süpürmeden biz sofrada ne varsa sömürelim. Haydi bakalım, cebinde kirli mendil, sicim yumağı, daha mideye yaramaz ne varsa at. Sofradaki kuru yemişleri, soyulmamış yaşları hep tarayalım. Allah bu nimetleri işte bize kısmet etti.”
“Rakı nasıl ulan?”
“Buna rakı deme be, günahtır. Miskiamber suyu… Boğaza hiç dokunmadan içeri hava gibi gidiyor. Daha işkembem bir şey duymadı. Ne olacak? Orospu rakısı… Çeker, çekersin doyurmaz. Hele bir kere sofaya dikiz gel. Bizi böyle sofra başında gırla çekerken yakalamasınlar.”
Tosun, oda kapısına giderek dışarısını çabuk bir bakışla kolaçan ettikten sonra: “Burada bizden başka rakı kıymetini bilen yok. Avallar hep uğraşıyor… Ahmet’e yalvarıyorlar yakarıyorlar çıkmıyor.”
“Vay gözünü sevdiğimin Ahmet’i be… Çıkma sakın koca herif… Camide tespih çekersin, evde rakı… Sonra göbek fırtınasına kaptanlık yaparsın. Bu akşamki bora belalı geldi. Bize küfelik olmadan oda kapısını açarsan sonra geçmişine kantarlıyı ben de çekerim.”
Sofrada yaş, kuru taşınabilir ne varsa ceplerine doldururlar. Tosun yerde bir mendil bulup burnuna götürerek: “Ne kadar baygın baygın aftos kokuyor. İçime ezginlik geldi. Mendili böyle, acaba bunun sahibi cenabet karı nasıl kokar?”
“Yadigâr diye cebine at. Sevdalandıkça ara sıra koklar gamını dağıtırsın. Ama dikkat et tıngır olmasın… Malum ya burası hacı ninemin evi değil…”
Emin daha cebe girecek bir şey araştırırken gözü dolu bir şişeye ilişerek: “Ben bu rakıları bırakamayacağım. Ya midemde götüreceğim ya ceplerimde… Acaba rakıyı pantolonumun ceplerine akıtsam torba yoğurdu gibi tortusu içeride kalır mı?”
“Aynasızlanma ulan… Sonra senden evvel pantolonun sızar.”
“Tosun be kardeşim… Biz bu odaya girdiğimiz zaman bu tavan, bu pencereler böyle çarpık mıydı? Ben yerimde duruyorum, daha matiz olmadım ama ortalık sinema gibi etrafımda dönüyor. Biz içtik, oda sarhoş oldu be…”
O aralık odaya bir polis girer.
Polis: “Bu ne? Mezeleri kim silip süpürdü böyle?”
Emin sallanarak: “Anam babam, efendi kardeşim. (Elinin parmaklarını bir araya toplayıp bileğinden oynatarak) Farelerin her biri nah palamut gibi… Az kalsın bizi de yiyeceklerdi. Bu akşam uykuya dalıp da bu evde burnu tamam bir zampara kaldıysa şaşarım. Uyanık adama bile saldırıyorlar. Bir tanesi adsız parmağımın28 boğum yerinden şah damarını ısırdı. Vay geçmişine be… Sonra rakı banyosu yaptım da kan öyle dindi. Şimdi yeni usul cerrahlık böyle. Bir tarafın yaralanırsa ispirtoya sokmalı. İspirto bulunmazsa rakı da olur. Ev sahibi Uncu Ahmet çok edepsiz herif ama doğru söylemeli neme lazım, rakısı bol…”
Polis: “Şişelerdeki rakıları da fareler mi içti?”
Emin: “Şişeleri de onlar devirmişler. Biz düzelttik.”
Polis: “Hani ya meydanda rakı döküntüsü yok.”
Emin: “Bu evdeki fareler, imarettekiler gibi sofu tabiatlı olmazlar ya!.. Meze yiye yiye rakıya da alışmışlar. Sahipleri nasıl olursa hayvanlar da ona çeker. Enfiye çeken birinin, sözüm ona, eşeğini tanırım. Sahibinden ziyade enfiye tiryakisidir. Şarap, konyak içen Frenk köpeklerini görmedin mi hiç? Bir meyhanecinin horozu vardı, her gün müşterilerden ziyade matiz olurdu. Bu meredi yalnız insanlar değil, ağzının tadını bilen hayvanlar da içer.”
Polis: “Neye sallanıyorsun?”
Emin: “Dedik ya imanım, topalız. Bu baskın muharebesinde yaralı düştük.”
O sırada, komiser zorlamasında muvaffak olarak Ahmet’i dışarı çıkarabilmişti.
Sofada soru sual başlamıştı. Polis daha emniyetli gördüğü bu işi dinlemek için sarhoşları bırakıp dışarı çıktı.
Emin yarım bir şişeyi hemen dikip tamamlayarak: “Vay gözü kör olası Ahmet be… Ne çabuk çıktı. Kerata yüreksizmiş. Boyuna inat edeydi, komiser kapı önünde sabahacak duracaktı. Nafile, uncu kurnaz değilmiş. Ne duruyorsun Tosun, haydi çek… Haydi çek… Kuru sulu ne kaldıysa sömürelim. Polisler kızarlarsa fareleri tutsunlar. Pisboğazlığın onlarda olduğunu anlattık.”
“Bakalım o kantini polis yuttu mu?”
“Yutmazsa gargara etsin. O da bana dert mi? Sarhoş olacaksak olalım. Meyhaneci ile hesap görecek değiliz ya… Ben Langa’da bu kadar çekse idim meyhane şerefine mostralık yerde yatan bir matiz gibi şimdiyecek serilirdim. Parasız rakı tutmuyor vesselam…”
“Bizi de sarhoş diye karakola götürürlerse?”
“Ulan avalim sosti…29 İçkinin sonu sızmak değil mi? Ha evde sızmışım ha karakolda… Bir farkı var mı? İstedikleri kadar sorsunlar, eski yemenilerimden cevap alırlar, benden alamazlar. Sabah olunca fare hikâyesi mi yok? Bir Yorgancı Emin dört polise söz anlatamazsa yuf onun ervahına be! Ben polislerin matizler için verdikleri curnalı bilirim. Baş ağrısı reçetesi gibidir: ‘Merkum Emin’in kendini bilemeyecek derecelerde hâl-i sekirde (sarhoşluk hâlinde) bulunması hasebiyle…’ Alt tarafı işte daha böyle martaval… Böyle curnalları çok yedik, ezberimdedir. Hele rakının üzerine ekşi çorba gibi şifalı gelir. Kendini bilen bir adam kendini bilmeyen bir kimse ile uğraşır mı? Polis raconu işte bu kadar olur.”
“Merkum ne demektir?”
“Büyük lağaptır. ‘Hovarda’nın elenikasıdır. Meyhaneci, sarhoş, hırsız, dolandırıcı, hep bunlar polise yakalanınca ‘merkum’ olurlar. Kısacık bir laftır, ama manası kuvvetlidir. Hepsi içindedir. Bir kere Hayri ile beraber matiz olduk. Hıyar zamanı… Bostana gittik, bir karıya sulandık. Bizi polis yakaladı. ‘Bu hanıma harf endazelemişsiniz.’ dedi. ‘Yok babam…’ dedim. ‘Endaze yanımda değil, dükkânda bıraktım. Harfleri sorarsan otuz mudur, kırk mıdır, sayısını Mevla’m bilir. Mektepte hoca beş sene uğraştı, bunlardan bir tanesini, en küçüğünü kafama sokamadı.’ Sonra Hayri köpoğluköpek ‘Aptes bozacağım.’ dedi, cızlamı salıverdi. Yalnız kaldım, beni rampala karakola dayadılar. Onbaşı, ‘Merkumu getirdiniz mi?’ dedi. Suratıma iki pendi frank aşk etti. Bu merkuma, rütbesinin beratını o nazik elleriyle yüzüme yazdı. Ayıldım.”
“Ulan uzun martavalın sırası değil. Dışarı çıkalım.”
“Git işine be… Enayi miyim ben? Burada bir damla rakı kaldıkça bir yere gitmem. Hepsini çekip tamamlamalıyım.”
“Fakat sonra dışarı değil kenefe bile çıkamazsın.”
“Sarhoş öyle yere gider mi? Zom olduktan sonra her yer orası demektir.”
İçerideki konuşma böyle sarhoşça bir hâlde geçmekte iken dışarıda Uncu Ahmet’in sorgusu sürüyordu. Uncu hep öyle dikbaşlı cevaplar veriyor, hiçbir korku eseri göstermeyerek kendisi mahallelinin gözünü korkutmaya uğraşıyor ve diyor ki:
“Sokak kapımı kırdınız. Evimin en gizli yerlerine kadar girdiniz. Namus muhafazası bahanesiyle ırza, namusa saldırıyorsunuz. Bir adamın evi ırz ve namusunun mahfazasıdır. Hiçbir sebeple böyle kapı kırarak oraya girilmez. Size pencereden söyledim, işte yine söylüyorum, aradığınız adamlar bu evde yoktur. Her tarafı açayım, göstereyim. Eğer burada bu gece bir tek erkek bulabilirseniz cezama razıyım. Bu belli olduktan sonra sebep olanlar için en ağır, en şiddetli adalet hükmünü isteyeceğim. Masum olduğum meydana çıktıktan sonra bu kapı önündeki toplanmış halka birtakım garez sahiplerinin onları kandırmış olduklarını, onun için öfkelerini onları aldatanlara çevirmek lazım geleceğini ve bana da tarziye vermeleri30 icap ettiğini anlatacaksınız.”
Herif böyle üst perdeden ve pek kuvvetle kabahati üstünden atıp kendisini müdafaa edince komiser ve mahalleli hep şaşırır. Hasan Efendi çok rahatsızlık veren tereddütler altında titremeye başlar, kabahat ispat edilemezse büyük bir belaya gireceğini anlar. İmam ve muhtarlar da korku ve telaşa düşerler.
Ve bu gece orada erkek bulunmadığı hakkındaki Ahmet’in cesurane iddiaları, apaçık bir yalan. Hasan Efendi bunda hiç şüpheye düşmez, çünkü akşamdan sayılarıyla ve hemen hemen şekilleriyle eve girdiklerini pek açık olarak gördüğü erkekler, sonra işittiği o heyheyler, sarhoş, zampara ve çapkın konuşmaları, şakaları, bu hakikatler hep birden rüya olamaz. Hele içeride hâlâ duran rakı sofrası inkârı imkânsız bir maddi vesika değil midir? İşin içinde bir orostopolluk var ama bunu nasıl çıkarmalı? Uncu Ahmet mahalleliye karşı kurduğu bu dalavere dolabının mükemmelliğine güvenerek en belli gerçekler önünde hâlâ riya maskesiyle küstahça böbürlenip etrafını korkutmaya çalışıyor. Allah saklasın, bu hile meydana çıkarılıp ispat edilemezse o namussuz herif davayı kazanacak gibi bir üstünlükle namuslulardan intikam alacak.
Bunları düşünerek Hasan Efendi’nin beyni ateş kesiliyordu. Bu yolda geçinenlerin elbette kendilerince bir tecrübeleri, dolapları vardır. İğrenç sanatlarını görecekleri bir evi mutlaka bazı şartlara uygun olmak üzere kiralarlar. İslam mahallesi arasındaki gizli bir umumi ev, kuşatılma zamanındaki korunması, girme ve çıkma imkânları düşünülen bir kale gibi baskın olduğu zaman zampara gizlemeye veya kaçırmaya uygun surette tertip edilmesi lazımdır. Acaba bu evin yer altında gizli mahzenleri, başka bir yere çıkar tonoz yolları mı vardır?
Hasan Efendi bu evin içini kendi evi kadar iyi tanıyordu. Ne mahzeni vardı ne sarnıcı. Bir yanı sokak, öteki yanı bahçe idi. Başka bir evle bitişikliği de yoktu.
Hasan Efendi’ye ümitsizlikten tutukluk gelmişti. Dili dolaşarak: “Tavan arasından kuyuya kadar evin her tarafını arayacağız.”
Ahmet kendinden emin bir gülümseme ile cevap verdi:
“Arayınız. Arama sonunda masum olduğumdan başka bir şey çıkmayacağı için buna memnunum. Ailem halkını hep bir odaya topladım. Öteki odalarda fareler, kedilerden başka bir canlı bulamayacaksınız.”
Komiser: “Aileniz hangi odadadır? Oradan başlayalım.”
Ahmet: “Ailem insanları hep kadın olmak üzere işte şu odadır.”
Uncu bir oda kapısı açarak içeriye bağırdı:
“Çarşaflanınız, içeri girecekler.”
Üç dört dakika sonra içeriden nazik bir kadın sesiyle cevap geldi:
“Örtündük, buyursunlar…”
Mahalleliyi temsil eden heyet içeri girdi. Her tarafları çarşafla örtülü, bazıları duvar kenarında ayakta, birtakımı minderlere oturmuş irili ufaklı bir sürü kadın gördüler. Komiser göz yordamıyla bunları saydı. Sayıları on iki kadar vardı. Bu kadar kadını çok görüp şaşırarak sordu:
“Bu hanımlar hep aileniz insanlarından mı?”
Ahmet: “Biri zevcem, ikisi kerimem, biri hemşirem, ikisi onun kerimeleri, biri biraderimin karısı yengem, ikisi hizmetçi, biri de misafir.”
Kadınların birkaçı sıkılarak yüzlerini duvarlara döndüler. Mahalleli bu örtülü kadınları birkaç kere gözle süzdükten sonra odadaki yükü açtırdılar; döşekleri, yastıkları, yorganları boşalttılar. Bir şey bulamadılar. Dolapları karıştırdılar, insan göremediler. Odanın bir köşesindeki geniş bir karyolanın etekliklerini kaldırıp altına baktılar, boş. Orta kattaki öteki iyi odayı aynı dikkatle aradılar. Her odada iki kişilik birer karyola vardı. Üst kata çıktılar. Oradaki dört odayı aradılar. Burada da bütün odalar süslü kaba şilteler, saten, yazma, işlemeli güzel yorganlar, salkım salkım dantelli, fistonlu yastık başları, örtüler, çarşaflar, döşek yanlarında çoğu Avrupa taklidi halılar, lavabolar, taraklar, fırçalar, küvetler, tuvalet takımları, suları, pudraları, pomatlar, duvarlarda pek dekolte münasebetsiz resimler…
Döşeklerde yatılmış, hatta yuvarlanılmış, didişilmiş, tepişilmiş; yorganlar, örtüler karmakarışık… Her taraf, tekmil eşya, açık açık bütün cümbüş manzarası ile bütün şehvetli görünüşü ile umumhane kokuyordu. Sevda günahı Âdem zamanından beri erkek kadın çift olarak işlenir, bu hiç değişmez bir tabii kanundur. Şu cümbüş evinde bütün eşya görünüşleriyle şehadetleri ile hakikati gösteriyor. Dişiler orada fakat bunların eşleri erkekler nerede?
Sandık odasına girildi. Burası bedesten gibi asılı kadın elbiseleri, eteklikleri, bluzları, ceketleri ile dolu idi. Birkaç iri sandığın insan bulunma ve saklanmaya kabiliyetini düşünerek Hasan Efendi bunların açılmasını söyledi. Ahmet, yağlıkçının bu tuhaf fikrine güldü. Bir demet anahtar getirerek sandıkları açtı ve alaylı alaylı dedi ki:
“İnsaf ediniz efendim böyle meşin kaplı, bir iğne deliğinden bile hava almayacak kadar muhafazalı bir sandığın içinde insan yaşar mı? Birkaç dakikada bozulur. Ama zararı yok, buyurunuz arayınız.”
Sandıklar ağızlarına kadar eşya doluydu. Eşyalar dışarı atıldı. Altından yine tamtakır sandık çıktı. Yerli yersiz böyle her aramanın sonunda Ahmet üstün çıkıyor, arayanların ümitsizlikleri artıyordu. Hatta kadınların o ilk sıkılganlıkları kalmadı. Şimdi bunlardan bazıları biraz yüzlerini açarak, şen, geniş bir serbestlikle ortada dolaşıyorlar, altüst edilen eşyayı topluyorlar, düzeltiyorlar, ara sıra kapı önlerinde durup edilen lakırtıları, fısıltıları işitmeye uğraşıyorlardı. Fakat bunlar hep genç, hep güzel, hep edalı, oynak, fıkır fıkır, boyalı, sürmeli yüzlerdi. Ev bu kadar vesikalarla dolu bulunsun, bu sermayeler, bu nazeninler kırıtarak, gülüşerek muzaffer bir eda ile ortada gezinsinler de hiçbir delikten bir erkek çıkarılamasın, günahkârların kabahatleri ispat edilemez kalsın; kanunun vereceği ceza namuslulara karşı dönsün…
Dışarıdan halk sabırsız, haykırışıyordu:
“Niçin geç kaldınız? Hani ya zamparalar?”
Sokaklarda “İçeride zengin bir zampara varmış, mahalleliye, evde kimseyi bulamadık dedirtmek için rüşvet vermek istiyormuş…” sözleri dolaşmaya başlar.
Halkın böyle coşkunluk zamanlarında bu gibi yalanları hangi kara vicdanlı fesatçılar uydurur? Bu hep böyle olur. Halk bir kalabalık hâline geldi mi hep birden zayıf akıllı bir çocuk kesilir. İşittiği saçma sapan şeylerin garipliğini, akla uygun olmadığını ölçüp biçmeye, düşünmeye hiç lüzum görmez, hemen inanır.
Bu iftira yüzünden kini artmakta olan halk şimdi dışarıda köpürüyor, kuduruyor, eve hakaretler, ağza alınmaz küfürler yağdırıyordu.
Hasan Efendi şaşkınlığından helaları, musluk taşları altındaki dolapları bile bir şey çıkarabilmek ümidiyle karıştırmaktan kendini alamıyordu.
Arama sırası tavan arasına geldi. Bir yük içinden kapak açıldı. Elektrik feneriyle birkaç polis çıkarıldı. Yağlıkçı, polisin arama ve muayenesindeki dikkat ve gayretine bir türlü kanaat getirmeyerek kendi de genç polislerle birlikte çıktı. Tozlara örümceklere bulandı. Tavan arası en kuytu, en dar, saçak aralarına, diplere doğru bütün girinti ve çıkıntıları ile elektriğin ışığı altında gözden geçirildi. İnsan sanılan bazı direk gölgelerine sevinçle saldırıldı. Fakat hep bu ince arama boşa çıktı. Dam bacası açıldı. Kiremitlere çıkıldı. Polislerin ellerindeki fenerlerin yarı mehtap gibi karanlıklar içinde dolaşan konik ışık sütunları birbirini çelerek karanlıkla aydınlık yer değiştiriyor ve bu görünüş aşağıda damı görebilecek kadar açıkta bulunan birtakım halkı eğlendiriyor, türlü yorumlara sebep oluyordu.
Hasan Efendi artık yorulmuş, ümitsizlik helecanı onu güçsüz bırakmıştı. Fakat yine gayreti elden bırakmıyor, baca deliğinden haykırıyordu:
“Her tarafı arayınız… Yağmur oluklarının içine bile bakınız.”
Ahmet aşağıdan eğleniyordu:
“Kuburları, lağımları sakın unutmayınız.”
Arama heyeti aşağı kata indi. Bütün odaları, mutfağı, baca içini, kömürlüğü, zahire dolaplarına varıncaya kadar her deliği, kovuğu büyük bir dikkatle gözden geçirdi. Sıra bahçeye geldi. Ağaçların üzerlerini, en sıkı dal aralarını, duvar üstünü hep aradılar. Kuyunun önüne geldiler. Bileziğin üstünden kapağını kaldırarak bu boru gibi derin çukurun yosunlu duvarından aşağı ışık salıverdiler. Dipte ayna gibi durgun, tekerlek su yüzü tutulan fenerin bütün ışığı ile vurdu. Birkaç iri taş attılar. Suyun yüzü alaylı bir çehre gibi hemen buruştu; kendi sessiz karanlığı içinde, zampara arayanların saflıklarıyla bu beyhude zahmetleriyle sanki eğlendi.