Kitabı oku: «Acı Gülüş», sayfa 5
5
ŞAİR ZENNUBİ
Bu arada bahçe duvarının ötesindeki bostanda bir gürültü oldu:
“İşte buldum. Buldum. Zamparalardan birini yakaladım!” diye bir muvaffakiyet narası işitildi.
Sevicinden dizlerinin bağı çözülen Hasan Efendi hemen “Elhamdülillah… Aman sıkı tutunuz evlatlarım. Kaçmasın. Geliyoruz…” diye çabuk çabuk ve tedbirlice cevap verdi.
Zavallı yağlıkçı kederinin büyüklüğünden birdenbire o kadar hayale kapılmıştı ki evin dışı demek olan bostanda tutulmuş bir adamın zamparalığının ispat edilemeyeceğini düşünemiyordu.
Çok sürmedi. Bu zafer çığlığının arkasından birçok gürültülü uzun kahkahalar koptu. Hasan Efendi duvara yaklaşarak bostandaki halka doğru:
“Patırtı lazım değil… Gülmeyiniz kuzum. Bu belalı işin iyi gitmeye başlamasının daha ucundayız. Ciddi işlere alay yakışmaz. Sıkı tutunuz, sıkı… Belki melun azılıdır.”
Yağlıkçının bu saf sözlerine karşı bir ses bostandan şu cevabı verdi:
“Nasıl gülmeyelim baba? Sarhoşun biri tarladan bostan korkuluğunu yakalamış, zampara diye zaptiyeye teslim ediyordu.”
Bu ilk ve galiba da son olan sevinci boşa çıkan Hasan Efendi kederden boğulur gibi haykırdı:
“Allah belanızı versin, bu gece zaten içinizde ayık adam yok. Uncu bu akşamki zamparalarını bu duvarlardan bostana azatladı. Siz orada bir şey göremediniz. Şimdi de insan diye korkuluklara, fasulye sırıklarına sarılıyorsunuz. Siz buraya iş görmeye değil, eğlenmeye gelmişsiniz, kepazeler…”
Bostandan sedalar: “Baba kızma… Biz buradan kuş uçurtmadık. Eğer evde zampara var idiyse mutlak hâlâ içeridedir. Emin ol. İyi arayınız.”
Hasan Efendi lahavle çekerek: “İğne deliği bırakmadık, her tarafı aradık. Evin döşeme tahtalarını sökecek değiliz ya… Bu habisler tahtakurusu olsalardı yine bulunurlardı.”
“Kerhaneci dalaveresine akıl ermez. Herif elbette siz akılda yağlıkçıları, yorgancıları papağan gibi kafese kor. Bu ince sanattır. Köpoğluları gözbağcılık da bilirler. Gözlerinizin çapaklarını silip evi bir daha dolaşınız.”
Hasan Efendi’nin kalbi, göğsü bir keder darlığı ile çatlayacak gibi şişmişti. Bu alaylı sözler adamcağızı bütün bütün çıldırttı.
Başka yapacak bir şey olmadığı için arama heyeti tekrar eve girdi. Uncu karşılarına çıktı. Pek meydan okur bir tavırla kollarını çapraz, göğsüne götürdü. Komedyasını tam muvaffakiyetle tamamlamış bir sanatkâr aktör vaziyeti alarak: “Efendiler, zannederim artık burada yapacak bir işiniz kalmadı. Çoluğum çocuğum akşamdan beri geçirdikleri can dayanmaz helecanlarla bitkin hâldedirler. Artık merhamet ediniz, biraz uyusunlar. Ben karakola geliyorum. Komiser efendi hazretleri şimdi de benim davamı dinlesin. Masum bir ev halkına bu kadar işkenceli bir gece geçirtmenin cezası büyüktür; ayaklar altına alınan namusumu namuskârlıklarıyla iftihar edenlere ödeteceğim.”
Hasan Efendi hiddetten bir volkan kesildi. Artık gözü dünyayı görmüyordu. Ümitsizlikle bağırdı:
“Vay gidi masum ev halkı… Vay gidi namuslu aile babası vay!.. Yukarıdaki içki sofrası nedir? O, her odadaki karyolalar, lavabolar ne olacak? Akşamdan beri kadın ve erkek sesleri ile mahalleyi dolduran cümbüş ne idi? Evinin Galata’daki umumhanelerden ne farkı var?”
Uncu: “Hezeyan ediyorsun. Bu sözlerin hep zabıt varakasına geçecektir. Bir evin içindeki sofra ile karyolaların sayısına karışmak mahallelinin hiçbir surette yapabileceği bir iş değildir. Bunu yasak eden bir kanun maddesi var mı? Evime istersem üç yüz tane karyola koyarım, sana ne?”
Hasan Efendi: “İçeride kadın panayırı mı var? O on iki karı ne olacak?”
Uncu: “Bir evdeki nüfus sayısını tahdit31 hakkı kimseye verilmemiştir. Otuz kadın da bulunabilir, sen beslemiyorsun ya!”
Hasan Efendi: “Yukarıdaki o okkalarla rakıları kimler içiyordu?”
Uncu: “O benim keyfime ait bir iş. Evimde yenilen içilen şeyler hakkında kimseye hesap vermek zorunda değilim. Saçmalıyorsun. Haydi efendi çık dışarı, sahibi razı değilken bir evde bu kadar durulmaz. Ahlakça terbiyesizlik, kanunca da ‘tecavüz’ sayılır. Haydi bakalım yallah!..”
Hasan Efendi, öfkesinden zangır zangır titreyerek: “Ulan Uncu, senin yüzündeki bu sahte vakar, namuskârlık maskesini düşürmedikçe bu gece bu evden çıkmam, öldürseler çıkmam.”
“Çıkarmak polisin vazifesidir.”
Hasan Efendi sinirli bir coşkunlukla merdivenden yukarı fırlayarak en içe dokunacak tesirli, inandırıcı ve yalvarır sesi ile orta kattan evin içine doğru şöyle haykırmaya başlar:
“Müşteri beyler, din kardeşleri, her nerede iseniz ses veriniz. Gençlikte bu gibi şeyler olağandır, bağışlanmaz bir günah değildir. Hatalı bile olsanız uncu huyundaki namussuz bir herifin namuslulara üstün gelmesini vicdanlarınızın caiz görmemesi lazım gelir. Hakikatin meydana çıkmasına bu geceki hizmetinizle günahınızın kefaretini vermiş olursunuz. Meydana çıkınız. İşte mahalleli tarafından vekil olarak size söz veriyorum, baskın rezaletinden tamamıyla kurtararak sizi evlerinize göndereceğiz. Eğer ceza lazımsa sizin yerinize ben geleyim, ben mahpus yatayım… Razıyım. Aman beyefendiler hamiyetinize, insaniyetinize müracaat ediyorum.”
Yağlıkçı susar. Yalvarır yoldaki nutkunun, bütün duvarlarda meydana getireceği aksin tesirini helecanlarla bekler.
Cevap yok. Kadınların alaylı kahkahalarından başka bir şey işitilmez. Büyük bir keder içinde kendi kendine: “Bu uncunun kerhanecilikten başka simya bilgisi de mi var? Gözlere görünmemek için zamparalarının başlarına efsunlu, tılsımlı külahlar mı giydirdi? Bunlar aramızda dolaşıyorlar da biz mi göremiyoruz?”
Böyle söylene söylene, eli ayağı titreye titreye aşağıya iner. İddiasını ispat etmedikçe bu gece diri olarak bu evden çıkmayacağını ve dışarıdaki kalabalığı, her bir tahtayı ayrı sökerek aralarını aramak için evi yıkmaya kadar teşvik edeceğini, hiçbir şey çıkmazsa en büyük cezaya razı olduğunu büyük bir inatla bildirir.
Ev altındaki komiser, imam, muhtarlar, birkaç mahalleli ve Uncu Ahmet, birbirlerine girerler. Şiddetli bir çekişme başlar.
Bu sırada dışarıda bir gürültü olur. Sokaklar kahkahalarla dolar. Bostanda korkuluğu yakalamış olan sarhoş, yakaladığını sallasırt eyleyerek arka sokaktan dolaşır, “Zampara yakaladım!” yaygarasıyla onu uzun fes, pis ceket, yırtık pantolonu ile halkın şaşkın bakışları önüne serer. “Zamparanın biri tutulmuş!” sözü bir anda ağızdan ağıza halk arasına yayılır. Akşamdan beri yüzüne hasret oldukları bu adamı görmek için ahali birbirini çiğner. Meşru olmayan bir hevesinden dolayı gürültülü “zampara” adını kazanmış olan kimsenin vücudunda şekilce ansızın tabii olmayan ve acayip bir değişiklik husule gelmeyerek bunun da öteki insanlardan bir farkı olmayacağını unutan halk, görülmemiş bir garip şey yahut korkunç bir canavar seyrine koşar gibi bir saldırma acelesi gösterir.
Korkuluğu gayretle sırtında tutan sarhoş, dili dolaşa dolaşa sevinçle söze başlayarak: “Efendiler, beyler, ağalar… Uncunun evinde, devlethanesinde değil ama… Ha, lafa dikkat; umumhanesinde… Bu ne demek anlıyorsunuz ya! ‘Umumhane’, ‘kerhane’nin resmî adıdır. Belediyelerde böyle kaydolunur, gazetelerde böyle geçer. ‘Kerhane’ demek ayıptır, isim değiştirilince ayıplık kalmaz… Bu da bir inanma… Olur a… Bana kalsa düpedüz ‘bevilhane’32 demek daha uygundur. Fennî olanı böyle. Ama hani ya Tünel’den Beyoğlu’na çıkınca Altıncı Daire’nin33 arkasında kurulmuş, yuvarlak ve madenden bir küçük yapı vardır.34 Batıya bakan kapısından girersiniz. Önünüze daire biçiminde ufak bir koridor çıkar. Bunun merkez kısmı ahır gibi bölmelere ayrılmıştır. Dışarıdan içerisi görülmez fakat merak edilince içinde herkes birbirini işediği sırada görebilir. Evet bunlar birbirinden müteferriktir, infereka, yenferiku, infirakan, inkisar da bunun gibidir. Arabi’yi unutmamak için laf arasında fiile rastladıkça böyle çekerim, çekerim… Çekerim de ölmem. Bilgili kimselerdenim. Fakat memlekette böylelerine rağbet yok… Kadro hariciyim, yani kâinatın geçim çerçevesinden dışarı atıldık. Geçim çerçevesi yanlış mı? Kusura bakmayınız mestim, mest… Ama softaların ayaklarına giydikleri siyah mestlerden değil, mest-i lâ-ya’kılım… Mest-i arifim… (Sırtındaki korkuluk kaçmak için debeleniyormuş gibi ona doğru) Dur ulan kıpırdama, salıvermem, dur… Efendilere evvela kendi bilgimi anlatayım da sonra seni takdim edeceğim. Vay canına sözün ucunu kaçırdık. Evet… Emsile okudum. Binaya çıktım, sonra tepetaklak yuvarlandım. ‘Bir şair-i ter-zebanım, felekzede-i zamanım.’ Bizim eski aruzun vezinleri. Şimdiki parmak hesabına gelemiyorum. Ortada ne şiir kaldı ne şuur. Sonra ‘Ger bana uymazsa eyyam, uyarım eyyama ben.’ dedim, çalıştım. Orta ve başparmaklarım vezne girmedi. Nihayet yedi parmak bir tutam usulünde nazımlar yaptım. Gazeteleri, kitapçıları dolaştım. Para veren yok. İstersen mecmualardan birine bedava gönder. Herif sana bir para vermedikten başka şiirin altına bir döşenir, alafranga ‘kritik’ yapar. Cehlini meydana kor, senden ziyade kepaze olur. Bunların nüshaları hamalların ciğer kebabı gibi beş paraya indi, alan yok. Ağırbaşlı mecmualar, ücreti kuruştan aşağı para ile öderler. Matbuat âlemimiz edep ve para kıtlığı ile bitiktir. Meyhanede şişesi altmış paraya rakı iç, sonra mısrası on paraya şiir söyle… Kurtarmaz. Sermayeden ziyan yok… Efendime söyleyeyim, edebiyat cemiyetlerinden birine girmek istedim. ‘İhtiyar alınmıyor.’ dediler. Saçları boyadım, bıyıkları kırptım. Nüfus kâğıdımı kazıtarak yirmi beşe indirdim, ‘Fecr-i şimalî subh-i kazibi’ cemiyetine usulü dairesinde imtihanım yapılarak kabul olunmam için bir istida verdim. İmlama baktılar, bozuk buldular. Her kelimenin söylenildiği gibi ayrık harflerle yazılacağını söylediler. Sembolizmden imtihana çektiler. Şöyle sual cevap başladı:
‘Kayışdağı deyince bundan ne anlarsın?’
‘Kayışdağı denince en evvel akla suyu gelir.’
‘Bahis sulandı. Fazla laftan çekinmek lazım. Bu, yalnız kendisine benzetilen şey söylenip de benzetileni bulmak gibi bir edebiyat muammasıdır. Kayışdağı adamdır, edebiyatçıların en büyüklerindendir.’
Şaşırıp kaldım, acaba Çamlıca kimdir? Aydos, İcadiye, Yuşa tepeleri hangi yüksek şair ve edebiyatçılarımızı temsil ediyor? Elmadağı’na söversem kime sövmüş oluyorum?
Estetiğe geçtik:
‘Mösyö Gogo’nun beden ifrazatı hakkındaki estetik bahsini okudun mu?’ ‘Tıbba çalışmadım.’
‘Gözyaşı vücudun ifraz ettiği bir su değil midir? Ağlama, estetik heyecanın en parlak bir tercümanıdır.’
‘Estetik olmayan beden ifrazatına ne buyurulacak?’
Kızdılar. Sembolizmden, estetikten sıfır aldım. Yeni ölçüde yaptığım yedilik şiirleri gösterdim. Mezürü tamam fakat sözleri bayat buldular.
Yine sual cevap başladı:
‘Yeni fiiller hakkındaki bilgin?’
‘Hiç yok.’
‘Demek sen edebiyat hareketi ile uyanmış değilsin? Bilmiyorsan öğren. Fiillerden lazım’ı kaldırdık, şimdi hepsi müteaddi’dir. Mesela yaşamak, eskiden lazımdı.’
‘Şimdi değil mi efendim?’
‘Değil…’
‘Evet pek zorlaştı… Hele edebiyat muhitinde…’
‘Eskiden, Bir hicran saati yahut bir haz ve sefa günü yaşadım. denemezdi, şimdi denir. Buna lüzum vardır. Lisan zenginlenmeli. Mesela, Ben bir mihnet gecesi uyudum. Ben bir dehşet sevdası öldüm. demek fesahate35 aykırı değildir.’
‘Evet… Biri denildikten sonra ötekiler niçin denilmesin? Bildiklerim genişliyor. Mersi…’
‘Arapça, Farisi, Türkçe fiillerin Fransızca conjugasion’larla36 yeni çekilişini görmedin mi?’
‘Asla… Neler işitiyorum efendim!’
‘Biz darabe’yi birinci conjugasion’a geçirdik.’
‘İsabet buyrulmuş. Lisan alafrangalaşacaksa bütün bütün olsun gitsin vesselam…’
‘Bu usulle şimdiki zamandan darabe’yi çek bakalım.’
‘Jü darabe, tü darabe, il darabe, nu darabon, vü darabe, il darab.’
‘Gözü açık bir adama benziyorsun. Çabuk kavradın. Bu hâlde takdir fiili hangi çekimdendir?’
‘İkinci…’
‘Bravo… Evet, finir gibi çekilir. Çek bakalım. Fakat zamirleri Türkçe kullan. Söylenişteki ağırlığı yok etmek için de radikal’e te’den sonra bir elif kat.’
‘İlal-i zammîyi37 hiç işitmemiştim. Peki hatırınız için bunu da yapalım.’
“Ben takdi. Sen takdi. O takdi. Biz takdison. Siz takdise. Onlar takdis.’
O akşam benim için meyhanede laf sermayesi çıktı. Ama bu saçmalardan canım da sıkılmaya başladı. O aralık cemiyetin kâtibi geldi. Reisten sordu:
‘Efendim, nazım şubesinde yalak kelimesine kafiye aranıyor.’
Reis: ‘Bulamıyorlar mı?’ dedi ve parlak, kaymak, bardak, mızrak kafiyelerini saymaya başladı. Kâtip cevap verdi: ‘Bunları hep kullandık.’ Reis düşünürken artık dayanamadım. ‘Yalak’a bir kafiye de ben söyledim. Bunu da kullandınız mıydı? dedim.’ Beni kapı dışarı kovdular.
Ben çıkarken arkamdan şöyle söyleniyorlardı, işittim:
‘Bu herif kırklık var. Nasıl olmuş da gebermemiş. Edebiyatımızı böylelerinin vücudundan temizlemeli. Bunlar Muallim Naci’nin Ateş-pare’siyle yanıp tutuşmuşlardır. Eski kelimeler mahzenine benzerler. Fikir sermayeleri olan rakıyı, bizim gibi Beyoğlu tarafında değil, İstanbul meyhanelerinde içerler. Bu herifler tamamıyla öldürülmedikçe dil, bayat edadan kurtulamaz. Ona karşı öldürücü bir makale yazılsın. Medeni bir ölümle öldürülsün.’
Allah’ıma çok şükür, hâlâ ben ölmedim. Medeni ölümle kendileri cavlağı çektiler. Çok sürmedi, cemiyet dağıldı. Çünkü onlar benden daha açtı. İçlerinden kimi reji kolcusu oldu, kimi gümrük gözcüsü, kimi doktor, kimi avukat… Memleket akademisiz kaldı. Şimdi yeni bir akademya açılacakmış. Girmek için onu bekliyorum. Jön Türkler’den biriyle Samatya meyhanelerinde dost olmuştuk. İstibdat zamanında gizli gizli görüşür, dertleşirdik. Zamanın zulümleri bize rakı içmek vesilesi olurdu. Şimdi de içmek için bahane mi, dert mi yok? Fakat arkadaşım ilerledi, ben sarhoşlukta demir attım. Ben kimim anladınız ya? Şimdi sırtımdaki zamparanın başından geçenlere gelelim: Bu da rakıdan kendinden geçmiş bir meslektaşımdır. Akşamdan yutmuş, yutmuş parasız zamparalığa gitmiş. Uncunun evinde bunun ceplerini aramışlar, taramışlar, bakmışlar ki dişe dokunur mangır yok… Eyvallah, tıpkı fakiriniz gibi… Parası olmayanın rağbeti olur mu? Zavallıyı, günah işlemeye meydan vermeden, bir bohça gibi duvardan bostana fırlattılar. Hemen yamyassı yere yapıştı. Canı pek bir mahluk, bir şey olmadı. Kaldırmak için gittim baktım ki üstü başı mis gibi rakı kokuyor. Ha anladım ki canlardan… Gözlerini açtım. ‘Şu yakınlarda meyhane yok mu?’ dedi. ‘Ulan olsa benim burada ne işim var? Hepsi kapandı.’ dedim. ‘Arkadaş, rakı süngeri gibi burnuma kokun geliyor. Gel seni doya doya içer gibi koklayayım. Rakı bulunmadığı yerde teyemmüm caizdir.’ dedi. Uzun uzun koklaştık. Benim iğrenç kokum herifi bütün bütün sarhoş, âdeta deli etti. Birdenbire aklını sapıttı, besbelli kendisini uncunun evinde sanarak beni sermayelerden birine mi benzetti ne yaptı, gerdanımdan öyle bir ısırış ısırdı ki parçası ağzında kaldı sandım. Bu vahşiliğinden sonra bana ayıp bir şey teklif etmez mi? Ne yapsın akşamdan hızını alamamış. O zaman sabrım yandı, ‘Zaptiye!’ diye bağırdım.
Zaptiye yok. Sonra habisi arkama yüklenerek buraya kadar getirdim. İşte size teslim. Cezasını siz veriniz. Raporunu da yazdım.”
Ezberden okuyarak:
Zenpare-i merkum ansızın bir göktaşı gibi Ahmet’in evinden bostana sukut ve gerden-i ahkaranemi kelp akur misali rencide-i dendan-i hırs ü buhur eylemekle müteşeffi olamayarak vadi-i tasallutta puyan ve kesr-i namus-i acizanemi mucip nice hezeyan etmiş ve mangır teklifine kadar cüretini tezyit eylemiş olduğundan ve sabah zamanı ortalık ağarmağa başladığı hâlde evdeki araştırma heyetinin muhterem insanları esef olunacak hâlde henüz evde erkek fare bile elde edememiş bulunduğundan hane-i mezburdan sukutu şahitlerle sabit ve aslında hıyar tarlasında nabit olan merkum acurun zihinleri galeyan hâlinde olan halkı teskine medar ve yakalanması kabil olmayan bütün hempalarının yerine kaim olmak üzere hemen tevkifiyle gizlenenlerin derdestlerine zabite kudreti yetmediği takdirde cümlesinin cezayı sezalarını bu şahs-i leime çektirerek adaletin hükmü icra olunmak ve veridi pelid-i âcizanemin namusumla birlikte serian icra-yı tamiri zımnında icap eden zarar ve ziyan merhameten nakesi merkumdan istifa buyurulmak marazında ve olbapta emir ve ferman.
İmzaŞair Zennubi
Ahali bu olgun meyhane edibinin coşkun acayip nutkunu, “zampara-i merkum” aleyhinde ceza isteyen istida raporunu kahkahalar ile dinledi. Fakat kalabalık arasında daha hayli kimse, sırtta taşınan kabahatlinin bostandan sallasırt edilmiş zavallı bir korkuluk olduğunu anlayamamıştı. “Zavallı zamparayı dayakla öldürmüşler!” havadisi yayıldı. Bu kara haber, halkı çabuk acımaya sürükledi. Biraz önce bütün kızgınlıkları ile gıcırdadıkları zamparalardan birinin bu suretle gözlerinden kurtulmuş olmasına esefleniyorlar: “Vah vah, zavallı adamı birkaç saatlik eğlence yoluna kurban gitti.” diyorlardı. Besbelli, bir kedinin tuttuğu fareyi oynayarak pençeleri arasında azar azar, saatlerle dişleyip tırnaklayarak doya doya intikam tadını aldıktan sonra öldürülmesi gibi ahali de tevkif zamanını bekleyerek sokaklarda uzun zaman geçirdikleri kabahatlinin eğlenilmeden böyle kaybına kan ağlıyorlardı.
Seyirciler arasında bulunan iki Frenk… İlkin onlar da şaşırdılar. Fakat bunun bir korkuluk olduğunu çabuk anladılar.
Bu tuhaf manzara karşısında aralarında Fransızca şöyle bir konuşma başladı:
“O nedir? Öldürülmüş bir adam mı?”
“Hayır. Kabahatsiz bir korkuluk.”
“Bu aralık korkuluk ahaliye niçin gösterildi ve bu uzun nutuk ne olacak?”
“Dur, işin içyüzünü anlayayım.”
Biraz Türkçe bilen, kırık dökük cümleler ile etraftan işi anlamak için sormaya girişir. Kendisi, yoluyla sualler soramadığı gibi verilen cevapları da iyice kavrayamaz. Fakat anlayamadıklarını aklınca tamamlayarak araştırdıklarını anlatır:
“Şark âdetlerinden tuhaf bir şey öğrendim.”
“Nedir?”
“Bir baskında zampara yakalanmazsa onun yerine korkuluk konarak ceza verilmesi Türk âdetlerindenmiş. Çünkü zina eden biri mutlaka ceza görecek ve taşlanacaktır.”
“Tuhaf şey…”
“O kadar tuhaf değil. Bu, derin bir din felsefesidir. Bizim, kiliselerdeki azizlerin resimlerine karşı olan ibadetimiz, onların temsil ettikleri mübarek vücutlarının ruhaniyetleri itibariyle değil midir? İşte bu da onun tam olarak aksi… Bazı dinlerde şeytanı, cinleri, perileri, habis ruhları taşlamazlar mı? Şeytan bundan tesir duyar mı? Duymaz mı? O başka mesele… Halk içinin kinini, öfkesini, lanetini gösterecek ortada bir şekil görür. Bu suretle oh der, bu bahis mühimdir. Sonra görüşürüz.”
“Herif nutkunda ne dedi?”
“Yaptıklarını sayıp dökerek halk karşısında korkuluğu temize çıkardı. Bilinemez, bu gece hangi saatte ve belli olmayan bir vakitte, gizlenmiş veya kaçmış olan günahlıların ruhları mutlaka bu korkuluğa gireceğinden ‘Ey ahali ümitsizlenmeyiniz, buna yapılmış ceza aynı ötekilere yapılmış gibi tesir eder.’ dedi. Akıl ve nakil ile bunu anlattı.”
“Şark bir gariplikler hazinesidir. Ne acayip itikatları var!”
Frenkler magnezyum aydınlığında korkuluğun çeşitli hâllerde fotoğrafını çektiler. Bu Şark gariplikleri vesikalarını bastıracakları gazete, mecmua veya kitapta resimlerin altına yazılmak için cep defterlerine şu ibareyi kaydeylediler:
Şarkta basılan bir evde kadın ve erkek zanilerin 38 tutulmaları kabil olmazsa onların yerine ceza görmek üzere yakalanması âdet olan korkuluğun resmidir.
6
SAKALLI KADIN
Halk dışarıda Şair Zennubi’nin sırtındaki korkulukla uğraşır ve bu sarhoşun abuk sabuk sözlerine hayran olur iken komedyaların en ekstrası uncunun evinde geçiyordu.
Evin avlusunda ahali, polisler ve Ahmet birbirine girmekte idi. Uncu, “Arama bitti, çıkınız evimden!” iddiasıyla şirretlik ve edepsizlik perdelerinin en üstlerinde dolaşıyor; Hasan Efendi aramanın boşa çıkması hakikati önünde hiçbir suretle silahını teslim etmek istemeyerek, adam yakalamadan o gece evden çıkmayacağını söz kabul etmez en kestirme inat ve ısrarıyla bildiriyor; zavallı komiser, akıl ve kanun dairesinde her iki tarafa da söz anlatmaya çalışıyordu.
İçeride ve dışarıda bu çekişmeler, beklemeler, meraklar, heyecanlar, seyirler sırasında hâlâ meclis odasında içki ile vakit geçiren Tosun ile Emin’i herkes unutmuştu, bunların keyiflerine karışan, dokunan yoktu.
Emin iyice olgunlaştı. O, şişelere saldırdıkça bir dereceye kadar bulundukları hâlin ehemmiyetini anlayabilen Tosun, arkadaşını içmekten alıkoymaya uğraşıyor.
Aman da of kemiklerim
Sızlıyor iliklerim.
kantosuyla Laz horası tepmeye kalktıkça, susturmak için ağzını tutmaya, horadan vazgeçirmeye atılıyordu. Bunların bu kepazelik ve çekişmelerini işiten beriki odadaki çarşaflı nazeninler de ara sıra kapıya kadar yaklaşarak içeriye meraklı ve ürkek bakışlar attıktan sonra kaçışıyorlardı.
İki sarhoş, kadınlardaki bu fıkırdak merakın farkına vardılar. Fakat cesaretlerini kırmamak için görmemezlikten geliyorlardı. Gerçekten de az vakit sonra dışarıda fıkırtı arttı. Evvelce yarım görülen başlar şimdi omuzlara kadar uzanıyordu.
Sonunda Emin yavaşça dedi ki:
“Tosun…”
“Ne var?”
“Türk’ün karnı doyduktan sonra ne olur bilirsin ya?”
“Malum…”
“Ben dayanamıyorum. Anasını satayım, ne olursa olsun kapının önündekilerden birine yapışacağım.”
“Sus be itoğlu… Başımıza bela mı getireceksin?”
“Talihime Topsalata çıkarsa ne âlâ… Çıkmazsa karı değil mi hepsi makbulüm. Bu matizliğimde isterse en kötüsü olsun.”
“Aynasızlanma diyorum.”
“Sen aynasızlanıyorsun hımbıl oğlu hımbıl; mezeleri piyizlendik, bulutumuzu verdik, nefistir bu kabardı. Zevkin öte tarafı kaldı. Böyle fırsat her zaman ele geçer mi? Bu evde her şey var ulan… Ne duruyoruz?”
“Aşağıdakilerin seslerini duymuyor musun?”
“Bırak avalları be… Ahmet hiç guguğa gelir mi? Ona ‘uncu’ demişler. Çoktan zamparaları un gibi dışarı eledi. Apukatlığa (avukatlığa) gelince kanunnamenin bu işe dikiz eden cihetini o hepsinden mükemmel biliyor. Sonunda kim kimi kafese koyacak görürsün.”
“Ulan, Allah belanı versin… Kokmuş pavurya gibi lafların benim de midemi bozdu. Şimdi kapıdan bir tanesi baktı. Vay anam vay… Ay parçasına benziyordu, uğursuz oğlu…”
“Kalkalım bir sirto oynayalım. O zaman seyretmek için tavukların hepsi kapının önüne birikir. Hint horozu gibi birdenbire saldıralım, elimize hangisi geçerse…”
Kapıdan görünen afet gibi biri Tosun’da da dayanmaya kuvvet bırakmadı.
Ah seni doğuran ana
Olsun bana kaynana.
havasıyla oyuna kalktılar.
Şimdi rakı, beyinlerini iyice sarmaya başladı. Ağızlar yayıldı. Gözler bayıldı. Kol kol üstüne atıldı. Boş kalan ellerin parmakları çal-paralık ediyor, biri yıkıldığı zaman ötekini de beraber deviriyordu. Söyledikleri hava değil bir sarhoşluk fırtınası, raksları oyun değil bir rezalet külçesiydi. Çağırdıkları havanın temposuna hiç uymayan raks adımlarını kah birbirine, kâh duvara çarpıyorlar kâh sıçrıyorlar, kâh suya batan bir ördek gibi havaya dalıp dalıp ayakta durmaya uğraşıyorlar, kâh göbek atışlarını parmak şıkırtısına uydurmaya uğraşarak derin derin kıvırıyorlardı.
Bu oda panayırını seyretmek için kapının önü tepeli tavuklarla doldu. Kadınlar baskın felaketini hiç umursamaz hâlde gülüşüyorlar, fıkırdaşıyorlar, kullanmadan tutmaya alışamamış oldukları elleriyle çimdikleşiyorlardı.
Emin, şimdi rakıdan çok sevda taşkınlığıyla bulanan, kararan gözlerini bu cilvelilerin üzerinde iştahlı iştahlı bir dolaştırdıktan sonra arkadaşının kulağına “Hücuma hazır ol Tosun!” kumandasını verir vermez yorgancıların piri saydıkları ‘Sümbül Sinan’a sığınarak “Ya hazreti pir imdat…” çığlığıyla ikisi birden saldırdı.
Fakat pirin ruhu ikisini birden çarptı. Biri kapının eşiğine yığıldı, öteki sofanın ortasına… Oynak tavuklar çil yavrusu gibi dağıldı. Avsız, elleri boş kalmış olan sarhoşlar hemen davrandılar fakat tavuklar folluklarına kaçıp kapıyı kapamışlardı. Arkadaşları kadar ayağına çabuk olamayan bir tanesi, bir şişmancası koşarken ayağına çarşaf dolaşarak yıkılmış, davranıncaya kadar oda kapısı kapanmış, ortada kalmıştı.
Şimdi iki horoz, yüzünü çarşafıyla sımsıkı örten bu tek tavuğun etrafında böbürlenmeye başladı. Bütün bütün saldırma hırsıyla dönen gözünü bu tek av üzerine diken Emin:
“Tek olsun zararı yok… Kısmet kısmettir.”
“Sana mı bana mı ulan?..”
“Gözünü en evvel açana…” diye alaylı alaylı söylenerek çarçabuk sıçrar, nazenine sarılmak ister. Fakat güzel kadın, cinsinden umulmayacak bir kuvvetle saldırması geri itilerek, ortaoyunu zennelerinin taklit seslerine benzer inceyle kaba karışık, galiz bir eda ile: “Çekil musibet… Ben senin anladığın sarhoş kaşığı karılardan değilim.”
Emin şaşırarak: “Topsalata sen misin?”
Kadın çarşafıyla sımsıkı yüzünü örtmeye uğraşarak: “Şimdi topunuzun da kemiğine ha…”
Emin: “Ne küfürbaz şey be!.. Ulan salata, seni bahçıvan tarlada tohumluk mu bıraktı?”
Kadın: “Şimdi salata gibi seni tuzlarım kerata…”
Tosun: “Vay geçmişine… Bu nasıl karı be? Babahindi gibi gulukluyor.”
Emin: “İster guluklasın ister anırsın. İster tohumluk olsun ister damızlık… Elimden kurtulamaz.”
Kadın: “Hoşt köpek, biberim çoktur, ağzının tavanını yakarım.”
Emin: “Vay ölüsü porsuk… Karıya değil bir omuzdaşa çattık. Sen hiç sandık kaldırdın mı arkadaş?”
Kadın: “Kalksın vücudun dört kollu ile…”
Emin: “Benim vücudum dört kollu ile kalkmaz, o havasını bilir.”
Emin, bu acayip şeyin orasını burasını gıdıklamaya atılır. Karı, kendisine saldıranın eline bir iki yumruk vurarak: “Oynama, safralıyım. İçim kabarır…”
Emin, tosa hazırlanan bir koç gibi başını çarpıtıp bir iki adım açılarak: “Vay baharlı orospu… Ben senin gibi kabadayıların safralarını çabuk kustururum.”
Karı: “Eyvallah… Ben de senin gibi eli yumuşağını arıyordum.”
Emin: “Yumruğumu avurduna bir yersen elimin nasırlı olduğunu anlarsın. Karıların da tulumbacısı varmış be… Aksi işe bak o bana hıyızlanıyor. Karı mısın tosun musun söyle. Gel şurada bir omuz tutuşalım kim kimi yenerse…”
Tosun: “Ah elmasım, ne kadar tosun olsan yine Yorgancı Tosun olamazsın. Karısın. En babayiğit erkekleri cilvelerinle yenersin. Karıların azmanı ol, zararı yok. Alışkınız ne yapalım… Kısmetimize sen çıktın. Aç şu dilber yüzünü de dikiz gelelim. Has boya mı? Bakkam mı? Zaten ne olursa makbulümüz. Dedik ya bir kere, sevdaya karar verdik, elimizden kurtulamazsın.”
Kadın: “Şimdi sizin elinizi de yüzünüzü de salçalarım hanım evlatları. Açınız başı bakalım meyhane pilakileri.”
Emin: “Gedikpaşa külhanından şehadetnamelisine çattık. Ne acur karı be! İmtihan mı olacağız? Ne söyletiyoruz kaltağı… Ne kadar azgın olsa o tek, biz çiftiz. Haydi be karmanyolaya alalım.”
Yorgancı kalfaları sevda öpüşünden ziyade düşman dişiyle ısırmak için bu bıçkın karının üzerine bu defa hazret-i pirden yardım istemeksizin şiddetle atılırlar. Karı, çarşafının yüze yakın yerini sıkı sıkıya tuttuğu elini yine oradan kımıldatmaksızın tek kolu ile sarhoşlardan birinin suratına bir yumruk, ötekinin karnı ortasına kuvvetli bir tekme indirerek ikisini de yere serer, bundan sonra açık odalardan birine kapanmak için koşar. Bu umulmadık vuruşların acısıyla ayılan iki delikanlı, intikam almak deliliği ile teker teker, fakat yay gibi bir hızla yerden fırlayarak, odaya kaçmasına meydan bırakmadan var hınçlarıyla karıyı biri omuzundan, öteki eteklerinden kavrar. Çarşafı, fırtınalı havada yelken toplar gibi yukarıdan aşağı bir sıyırıverince ortaya kırmızı yüzlü, top sakallı, parlak gözlü bir herif çıkar.
Emin yumruğuna tükürerek: “Vay babasının meze çanağına… Vay sakallı orospu seni… Bizi habersiz avladın. Muştayı böyle inerler!” karşılığıyla herifin ağzı ortasına doğru bir yapıştırır. Hemen o kara sakal kan akıntısıyla Acemlerin kınalı sakalları gibi kıpkızıl kesilir.
O anda, Tosun da, düşmanının gövdesinin ortasına bir tekme aşk ile: “Biz borçlu durmak istemeyiz. İşte al sana yumruğa yumruk, tekmeye tekme… Biz helalzadeyiz, aldığımız gibi öderiz.”
“Ne kadar tatlı şeymiş, bak pekmezi suratına aktı.”
İlk intikam ve hiddet taşkınlığıyla ne yaptıklarını bilmeyen iki yorgancı kalfası bu manzaranın garipliği karşısında şimdi akıllarını başlarına almaya, hâl ve hakikati anlamaya uğraşarak üst üste iki vuruşla sersemleyen sakallıyı sofanın ortasına çekerler, kadınlık kılıfından dışarı çıkmış olan bu erkeğin karşısına geçerek büyük bir şaşkınlıkla: “Vay babasının canına, ulan bu ne be? Topsalata’yı ararken deve dikenine rastladık. Bu da top ama çemeni tersine bitmiş… Arkadaş sen bu evde sermaye misin?”
“Karagöz’ün Ters Evlenme’sindeki kıyafetine benziyor. Sen kendini bilmeyen sarhoş müşterileri avutmak için yedek sermayesi misin?”
“Yoksa evinizde bu akşam karnaval mı var? Cevap versene enayi… Dilini mi ısırdın?”
Sakallı karı bu sefer gür bir erkek sesiyle: “Ben laflarınızı koçan gibi ağzınıza tıkardım ama ah ne yapayım? (Eliyle ağzını göstererek) İki ön dişim birden kırıldı. Mevkim gayet tehlikeli, ses çıkarmaya gelmez. Ben de sizin gibi hovardayım. Hovardalıkta amana bıçak olmaz. Aman arkadaşlar ocağınıza düştüm.”
Tosun: “Korkma… Hiç kasavet çekme…”
Sakallı: “Bu akşam bizi kurtarırsanız avcunuz mangizle dolar.”
Emin: “Sizi mi kurtaralım? Dadaş kaç kişisiniz? Vay babasının lülesine üfürdüğümün be… İçeride daha çarşaflı herifler mi var?”
Sakallı: “Arife tarif lazım değil…”
Tosun: “Biz işi çaktık. Mahalleliden kurtulmak için siz zamparalar, karı kıyafetine girmişsiniz. Bu kepazelik babayiğitliğe yaraşır mı? Kamalarınızı, rovelverlerinizi çekip buradan erkekçe çıkmalıydınız.”
Emin: “Affedersin birader, biz seni çarşafın altında tombalakça gördük. Az kalsın silah çatacaktık. Ters bir iş olacaktı. Senden ziyade bizim namusumuza yuf olurdu. Karhanede karı kılığına girmek tehlikelidir. Sarhoşu var, körü var, aptalı var… Ne ise ucuz kurtuldun. Diş tamir olunur ama namus bozulunca meramete gelmez.
Emin: “Susarsak bize ne var?
Sakallı: “İkinize de birer tane beşi bir arada…
Tosun eliyle bir tokat işareti vererek: “Böylesi mi? Biz öyle beşi bir arada çok yedik. Ona karnımız tok, lezzetini biliriz. Bazı mirasyedi hovardalar, sarraf dükkânı bulamayınca beşibiraradayı insanın suratında bozarlar.”
Sakallı: “Öylesi değil, nal gibi lira… Sapsarı… parıl parıl…”
Emin: “Yağma yok… Biz beş liraya boynuz takmayız. Fakiriz ama para için bu sanatı yapamayız.”
Tosun: “Beşibiraradaları ceplerimize, karıları koyunlarımıza koymalı. İşte o zaman susarız.”
Sakallı: “Bu gece sırası mı ya? Mahalleli bizi fare gibi kapana koydu. Aşağıda bekliyor. İşte size parol39 dönmez… Sonra bir akşam rakısıyla, mezesiyle, çalgısıyla, aftosuyla size bir ziyafet çekmeye söz veriyorum. Hovarda raconunun ne olduğunu bilirsiniz.”
Tosun: “Olmaz… Yoksa şimdi sizi polise teslim ederiz.”
Sakallı: “Hele şu odaya sofra başına geliniz. Birer tezgâh önü yapalım. Uyuşuruz.”
Emin: “Ne tezgâhı kaldı ne önü ne arkası… Biz rakıların hepsini çektik. Su gibi kuvvetsiz bir anzorot… Tutmuyor. Şişeler de ikişer parmak hanım şişesi… Biz Küplü’de maşrapa ile kayık düzü içmeye alışığız. Eğer bizi matiz edip de keşe boğmak istiyorsan böyle ümide düşme… Boş yere yorulursun. Sen sakalınla sızarsın, biz çivi gibi dikine dururuz. Anladın mı çarşaflı moruk?”
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.