Sadece Litres'te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Fetih 1453», sayfa 4

Yazı tipi:

“Uyuyor,” dedi, “şimdi ne yapacağız?”

“Uyandıralım…”

Konstantin, Lukas’ın bu cevabını mânâsız buldu.

“Niçin uyandıralım? Mademki Klio’yu o kaçırmamıştır, Klio’yu kaçıranları bulmak ve onun kaçtığı yeri anlamak lazım. Hepiniz uyuyorsunuz! Haydi, çabuk iş başına.!”

Orhan Çelebi’nin Haliç’teki Yazlığında

Aradan on gün geçmişti.

Saray muhafızları, bir taraftan Klio’yu, diğer taraftan da İhtilalci Şair Priamos’u arıyorlardı.

Klio, Bizans İmparatoru’nun çok iyi dostu olan Orhan Bey’in Haliç’teki yazlık evinde, gizli bir odada oturuyor, zevk ve neşe içinde olayları uzaktan takip ediyordu.

Orhan Çelebi, Klio’yu İmparatorun sarayından niçin ve nasıl kaçırmıştı?

Bu sorunun cevabını, Bizans’ın son günlerinde çok mühim rol oynayan Orhan Bey’in ağzından dinleyelim:

Kliocuğum!

Çok iyi biliyorum ki, sen kucaktan kucağa, yataktan yatağa atılan orta malı kadınlardan çok az farklısın! Fakat ben seni o kadar çok sevdim, o kadar çok beğendim ki, bütün Bizans dilberleri arasında senden daha güzel ve şirin bir kadın görmedim. Tanıdığım bütün kadınlar senin yanında çok çirkin ve sönük kaldılar. Seni Haliç’te Konstantin’in sayfiyesinde iki sene evvel yapılan altın top eğlencelerinde tanımıştım. Sonradan haber aldım ki, sen evvelce Anadolu’dan buraya gelen Hamza Bey’le de bir müddet yaşamışsın! Bu malumatı aldıktan sonra sana sahip olmak arzusuna karşı gelemedim. Zindana atıldığını işitince beynimden vurulmuşa döndüm. Geçen gün saraya gitmiştim; bahçede eski dostlarımdan bir saray muhafızına rastladım ve ona senden bahsettim. Meğer o da İmparatorun aleyhinde imiş; bana ‘İsterseniz Klio’yu kaçırayım!’ dedi. Bu teklif karşısında sevincimden donup kaldım. Nöbetçi ısrar edince, ‘Peki,’ dedim. Bu suretle seni kaçırdı. Fakat bu hadise, iki nöbetçinin ölümü ile neticelendiği için çok üzgünüm. Sana bu iyiliği yapan asker, uzaktan üzerine doğru gelen iki nöbetçiye ateş ederek öldürmeye ve firar mesuliyetini onların üstüne yükletmeye mecbur olmuştur. İşte seni bu suretle kaçırttım. Şimdi o nöbetçiyi nasıl ve ne ile ödüllendireceğimi tayin edemiyorum!

Orhan Bey, elinde tuttuğu defterden bu satırları bir masal okur gibi okudu.

Orhan Bey, kendisini ilgilendiren herhangi bir hadiseyi özel defterine kaydediyordu.

Klio, nasıl olduğuna kendisinin de bir türlü akıl erdiremediği bu önemli olayın ayrıntılarını bir kere daha dinledikten sonra dedi ki:

“Beni birkaç kişinin hayatı pahasına saraydan kurtardığınız için size ilelebet minnettar kalacağım. Fakat bu hayatın sonu nereye varacak?

On beş günden beri evinizde, her türlü tecavüz ve taarruz ihtimalinden uzakta yaşıyorum. Zevk ve neşe içinde elem ve kederlerimi unutmaya çalışıyorum. Fakat ruhum boğuluyor. İçimde müthiş bir sıkıntı var. Bir zindandan diğer zindana girdiğimi şimdi anlıyorum!”

Çelebi susmuştu. Klio ağlıyordu.

“Benden hoşlandığınızı söylüyorsunuz. Fakat on beş günden beri hâlâ benim bir istediğimi yapmadınız! Bu nasıl sevgi bilmem ki?”

Orhan Çelebi Bizans dilberine bir kadeh şarap uzatarak,

“Elmasparem,” dedi, “rakibinin selametine çalışan bir âşık, dünyanın en ahmak adamıdır. Elimden gelse bile onu zindandan nasıl kaçırabilirim?”

“Bir haber bile getirmiyorsunuz!”

“İmparatorun onu idam etmek fikrinde olduğunu söylemedim mi?”

Klio elindeki şarap kadehini yere fırlatarak bağırdı:

“Hayır Orhan Çelebi! İmparator onu idam edemez!”

“Niçin?”

“Çünkü o masumdur!”

“ Konstantin onun idamını emretmiş. İmzasını geri mi alacak? İşte bu olamaz.”

“Emin olunuz ki Anivas idam edilmeyecek. Fakat onun yerine idam edilecek vatan hainleri var!”

Orhan Çelebi her sözden, herkesten şüphelenen bir adamdı. Klio’nun çenesini okşadı:

“Çapkın,” dedi, “bana böyle taş atacağına, şöyle kucağıma atılıp da keyfine baksan olmaz mı?”

Orhan Çelebi genç kadını severken, bir taraftan da Klio’nun söylediği sözleri kendi kendine tahlile çalışıyordu.

“Anivas’ın yerine idam edilecek birçok vatan haini var.”

Orhan Bey bu sözün kendisiyle ilgili olmadığını anlamıştı. Klio vatan hainlerinden bahsediyordu. Halbuki Orhan Bey’in vatanı Bizans değildi.

“Elmasparem,” dedi, “şu vatan hainlerinin kim olduğunu söyle de meraktan kurtulayım!”

Klio, Orhan Bey’in kolları arasında gittikçe açılan göğsünü ve çıplak omuzlarını ince bir şal parçasıyla örterek, yuvasından çıkan uzun bir yılan kıvraklığıyla oturduğu yerden yavaş yavaş kaydı ve en yüksek sesiyle cevap verdi:

“Teofilos’un bir vatan haini olduğunu işitmediniz mi?”

Orhan Bey bu ismi hayretle karşıladı.

“Teofilos mu?”

“Evet. Niçin hayret ediyorsunuz?”

“Teofilos vatan haini olamaz!”

“Neden?”

“Onu herkes büyük bir vatanperver olarak tanır.”

“Sizi de Türk topraklarında büyük bir kahraman olarak tanıyorlardı. Fakat saltanat hırsı, sizi de memleketinizin düşmanlarına sığınmaya mecbur etti.”

Orhan Bey gözlerini açarak, korkak bir sesle karşılık verdi:

“Ben saltanat hırsı taşıyan bir adam değilim.”

“O hâlde Bizans’ta işiniz ne? Memleketinizde, Bizans’ı zaptetmek için yapılan hazırlıklarda sizin de hizmetiniz ve mevkiniz olamaz mıydı?”

Orhan Bey alaycı bir tebessümle,

“Bizans’ı zaptetmek mi?” dedi. “İşte bu, otuz seneden beri gerçekleşmeyen bir hayal!”

“Fakat ben Edirne’de Sultan Mehmed’in azim ve iradesini o kadar kuvvetli buldum ki… İmzalanan dostluk anlaşmasının çok çabuk yırtıldığına bakılırsa, Türklerin günün birinde Bizans kapılarında görünmeleri mümkündür.”

“Hayal… Hayal… Sen bu gece korkulu bir rüya gördün galiba!”

“Çok iyi dostunuz olan İmparator hazretleri de böyle söylüyor. Fakat sarayda en itimat ettiği kimselerin bile Türklere satılmış olduğunun hâlâ farkında değil.”

“Teofilos namuslu bir adamdır.”

“Aksini iddia etmedim!”

“Teofilos büyük bir vatanperverdir.”

“Bu sözü onun kadar tanınan bir Bizanslının ağzından işitseydim, belki kanaatimi değiştirirdim. Halbuki siz bir Türk’sünüz ve müdafaa ettiğiniz adamı benim kadar iyi tanımazsınız!”

Orhan Bey, her gün beraber kaldığı Teofilos’un büyük bir vatanperver olduğuna inanıyordu. Klio’nun fikrini anlamak istedi.

“Eğer Teofilos vatan haini bir adam ise, bu memlekette tek bir vatanperver yok demektir…”

Klio, muhatabının sözünü kesti.

“Sarayın kanlı ve yüksek duvarları haricinde kalan bütün halkın memleketle samimi bağı vardır. Fakat saraydaki sefahat düşkünleri, Bizans’ın akıbetini görmeyecek kadar kör ve halkın ıstıraplarını duymayacak kadar sağır olmuşlar! Teofilos bana ilanıaşk ederken, mücevher dolu bir sandığı boşaltarak içine yılan ve akrep dolduran bir mecnun gibi kalbini yalnız benim aşkıma hasretmiştir. O, benden başka bir şey sevmiyor. Şimdi anladınız mı büyük vatanperverin mahiyetini?”

Orhan Bey, Teofilos’un da kendine rakip olduğunu anlayınca düşünmeye başladı.

Klio, bu eski vatanperverin, vazifesini unutarak, kendisine nasıl musallat olduğunu anlattı.

“Orhan Bey,” dedi. “Eğer siz İmparatorun samimi dostu iseniz ve hayatınızın tehlikeye düşmesini istemiyorsanız, Anivas’ı derhâl tahliye ettiriniz. Çünkü dışarıdaki isyanın önüne ancak o geçebilir!”

“Bu isyandan bana ne? Bizans’ta sonu gelmeyen bu galeyan ve isyanları çok gördük. Yarın yine Hipodrom’ un önünde beş on kişiyi idam ederler ne isyan kalır ne de bir yüksek ses işitilir.”

Klio, Orhan Bey’i kışkırtmakla emeline ulaşacağını tahmin ediyordu.

“Fakat bunun aksini de düşünün, Orhan Bey! Bu, yalnız halkın isyanı meselesi değil. Türklerin niyeti çok fena ve katidir!”

“Hâlâ o eski terane… Bizans’ı zaptedecekler, değil mi?”

“Fakat sizin gibi hayat ve kaderi siyasi cereyanlara bağlı olan bir kimsenin biraz derin düşünmesi, uzak ihtimalleri de dikkate alması gerekmez mi?”

Orhan Bey hiddetlendi.

“Bu hayal gerçekleşmeyecek, Klio!”

“Emin misiniz?”

“O kadar eminim ki…”

“Fakat iyi düşünün. Çünkü ben Edirne’de, Sultan Mehmed‘in ağzından kulağımla işittim. ‘Orhan elime geçerse derhâl asacağım!’ diyordu.”

“Sayıklasın dursun Bizans’ı alacağım diye…”

“Yaptığı hazırlıklar acaba gösteriş mi dersiniz?”

“Sultan Mehmed azimli ve irade sahibi bir gençtir. Fakat hazırlığı boşa gidecek, Klio! O, Bizans’ı zaptedemeyecek.”

“Mademki azim ve irade sahibi bir hükümdardır; mademki Bizans’ı zaptetmeye karar vermiştir, arkasında koskoca bir millet de kendisini takip ederse, emeline neden muvaffak olmasın?”

Orhan Bey bağırdı:

“Muvaffak olmayacak, Klio! Ben öyle istiyorum. Bu iş, ancak o benimle barışır ve benim istediklerimi yaparsa düşünceden uygulamaya geçebilir. Aksi takdirde hedefine vasıl olması imkânı yoktur!”

“Onun bu azmini nasıl kırabileceksiniz?”

“Sultan Mehmed‘in azmini kırmaya teşebbüs etmek, büyük bir kaleyi ufak bir çocuğun kendi kendine zaptetmeye kalkışması kadar gülünç olur. Ben kaleyi içerden fethedeceğim.”

“Yani?”

“Yani, onun bütün planlarını suya düşürmek için, herkesten fazla itimat ettiği veziriazamdan söz aldım.”

“Halil Paşa’dan mı?”

“Evet.”

İhtilal Şarkıları

Klio bir sabah yatağından kalktığında, sokaktan gelen hazin bir kitara sesi işitti. Pencereye koştu. İzmit çingenelerinden birkaç kadın, tesadüfen Orhan Bey’in hanesi önünde durmuş, kenardaki yalakta hayvanlarını suluyordu. İzmit çingeneleri, elbiseleri ve konuşmaları ile derhâl yerli çingenelerden ayırt edilebilirlerdi. Çingene kadınlarından biri, Klio’yu pencerede görünce, atın üstünde kitarasını çalmaya başladı. Diğer biri de şarkı söylüyordu. Orhan Bey, “Klio! Kulak ver. Bak ne söylüyorlar?” dedi. İzmit çingenesi şu şarkıyı söylüyordu:

 
Bizans uyuyor,
Düşman uyanık!
Bizans uykuda!
Düşman uyanık!
Romanos Kapısı teshir edilmiş.
Türklerin eli var içimizde…
Gözler kör olmuş!
Kalpler kör olmuş!
Vicdanlar kör olmuş!
Felaket,
Saadet…
Hepsi müsavi!
Gören bir göz var:
Milletin gözü!
Çarpan bir kalp var Milletin kalbi!
Ağlayan bir vicdan var!
Milletin vicdanı!
Bizans uyuyor,
Düşman uyanık!
Saray uyuyor,
Düşman uyanık! 5
 

Çingeneler atlarına bindiler. Şarkı söyleyen kadın,

“Yaşasın Priamos,” diye bağırdı.

Klio, bu ismi işitince pencereden dışarıya sarktı.

Çingeneler Klio’yu görerek gülüştüler ve hep bir ağızdan tekrar bağırdılar:

“Yaşasın Priamos!”

“Yaşasın Priamos!”

Orhan Çelebi’nin çenesi tutulmuştu. Şaşkın şaşkın Klio’nun yüzüne bakarak mırıldandı:

“İşler ilerlemiş, yavrum…”

Klio pencereden çingenelere seslendi:

“Niçin yaşasın Priamos diye bağırıyorsunuz?”

Şarkı söyleyen kadınlardan biri kahkahayla gülerek cevap verdi:

“Siz sahiden uyuyorsunuz galiba! Bizans’ın altı üstüne geliyor. Bir şeyden haberiniz yok mu?”

“Hayır.”

“Sağır mısınız?”

“Yalnız sağır değil, aynı zamanda körüz!”

Çingene kadın, hayvanının dizginlerini çekerek pencerenin altında durdu.

“Priamos’un ihtilal şarkılarını dinlemediniz mi?”

“Hayır.”

“Ne yazık!”

“Bu söylediğiniz şarkı onun mudur?”

“Evet.”

“Bu tehlikeli şarkıyı ne cesaretle söylüyorsunuz?”

“Ne cesaretle mi?”

“Öyle ya! Bütün bunlar İmparatorun aleyhinde değil mi?”

“Ah, ne yazık! Ne yazık! Sizin, sarayın önünde asılan, öldürülen insanlardan da mı haberiniz yok?”

Çingene karısı fazla bir şey söylemeden kitarasını boynuna takarak hayvanını sürdü.

Klio, on beş günden beri dışarıda neler olduğundan haberdar değildi. Çingenelerden bu bilgiyi alınca Orhan Bey’in üzerine yürüdü.

“Dışarıda olup bitenlerden beni niçin haberdar etmiyorsun?”

Orhan Bey, Klio’yu kolundan çekerek,

“Dışarıda bir şey yok, divane!” dedi.

“Çingeneler yalan söylemiyorlar ya…”

Onların işleri sokaklarda şarkı söyleyerek para kazanmaktır. Onlara inanıyorsun da bana itimat etmiyorsun, öyle mi?”

“Hayır, artık size güvenim kalmadı. Onlar yalan söylemiyor. Şair Priamos’un şarkısı belli ki yeni yazılmış ve yeni bestelenmiştir. Ortalıkta bir karışıklık olmasa, çingene karıları böyle şarkılar söylemeye cesaret edebilirler mi?”

Orhan Bey’in hakikaten hiçbir şeyden haberi yoktu. Üç günden beri Haliç’teki yalısından dışarıya çıkmıyordu. Bu hadise onu da telaşa düşürmüştü.

Bizans’ın asayişsizliğinden faydalanmaya kalkışmak isteyen Türkler Bizans’a ani bir hücum yapacak olursa, Orhan Bey’in akıbeti ne olacaktı?

Orhan Bey, endişesini gizlemeye çalışarak Klio’yu adamlarının nezareti altında bıraktı.

“Ben biraz sonra gelirim, sen hiç merak etme. İşine yarayacak haberler getirmeye çalışacağım,” diyerek evden çıktı.

Orhan Çelebi saraya gidiyordu.

Tiyatro Mektebi binasının6 önüne geldiği zaman, meydanda büyük bir kalabalık vardı.

Meydanın her köşesinden aynı sesler yükseliyordu:

“Kahrolsun İmparator!”

“Kahrolsun saray erkânı!”

Orhan Çelebi, ihtilalcilerin arasından bin bir zorlukla kurtularak Ayasofya Meydanı’na geldi.

Bu esnada acı bir borazan sesi, meydandaki ahalinin kaçışmasına sebep olmuştu.

Saray muhafız askerleri atlarını sürerek ihtilalcilerin üzerine doğru ilerlemeye başlamışlardı.

Süvariler çok insafsızca davranıyorlar, uzun mızraklarla halkı dağıtmaya çalışıyorlardı.

Orhan Bey bu kargaşadan faydalanarak sarayın dış kapısı önüne kadar ilerlemişti.

Süvariler uzaklaştılar.

Ayasofya Meydanı’nın her bir köşesine sinen halk yavaş yavaş tekrar bir araya toplandı.

Burada da aynı sesler duyuluyordu.

“Kahrolsun İmparator!”

“Kahrolsun saray erkânı!”

İhtilalcilerin hedef ve maksatları birdi. Tiyatro mektebi önünde toplanan halk da bunu söylüyor ve yumruklarını aynı hedefe doğru sallıyordu.

İhtilalcilerin arasından eski Romalılar gibi uzun mantolara bürünmüş biri genç, biri yaşlı, temiz çehreli iki adam göründü.

Bu adamlardan yaşlıca olanı yüksek bir yere çıktı ve elinde tuttuğu Hazreti İsa asasını sarayın demir kapaklı pencerelerine doğru uzatarak yüksek sesle bağırmaya başladı:

“Eyyy! Gözleri içki kadehinden başka bir şey görmeyen sefih ve mağrur asaletmeablar! Mızraklarını yağlayarak sokaklara gönderdiğiniz bu askerlerle kimleri terbiye etmek istediğinizi biliyor musunuz?”

Sarayın pencereleri aralandı ve bu meçhul ihtilalciyi dinleyen birkaç baş göründü. Hatip, sözüne devam etti:

“Sizlerden başka herkesin gözü ile gördüğü düşman faaliyetine karşı tedbir almak ve memleketini müdafaa etmek isteyen vatanperverler, sizi harekete geçirmeye, ikaz etmeye çalışıyor. Felaketi gören ve gösteren masum halka karşı niçin bu derece insafsızca hareket ediyorsunuz? Gözlerinizi şehvet bürümüş. Türklerin hazırlıklarından bihabersiniz! Kalpleriniz kararmış. Vatanper- verlerin feryadına karşı mermerler kadar hissiz davranmayınız! Çıkınız kadınların koynundan! Ayrılınız gümüş kadehli içki masalarının başından! Kulaklarınızı halkın kalbine dayayınız efendiler… Mağrur ve azametli asaletmeablar!”

Birdenbire sarayın pencereleri kapandı. Hatibin sesi kesildi. Halk arasında müthiş bir heyecan vardı.

Orhan Bey, kedi gibi sindiği yüksek bir duvarın dibinden başını kaldırarak yanındakinin kulağına eğildi:

“Hatip niçin sustu?”

Genç ve asabi erkek cevap verdi:

“Vurdular.”

“Kim vurdu?”

“Belli değil.”

Biraz öteden ince bir ses işitildi:

“Sarayın penceresinden gelen bir kurşun zavallının tam kalbine isabet etmiş.”

Gök gürültüsüne benzeyen sesler işitildi:

“Alçaklar!”

“Katiller!”

“Hainler!”

“Kahrolsunlar!”

Halk, vurulan hatibin yanına doğru birbirini çiğnercesine koşuşmaya başladı.

“Arkadios’u vurdular…”

“Arkadios ölmüş…”

“Arkadios’u vuranları vuralım!”

“Arkadios ölür mü?”

Öldürülen hatibin Arkadios olduğu anlaşılmıştı.

Arkadios…

Bu adam Bizans’ın en ünlü filozoflarından biriydi. Üç seneden beri İznik’te sade bir hayat yaşıyor ve Bizanslılardan hiç kimseyle temas etmiyordu.

Arkadios’un oğlu da ateşli ve zeki bir gençti. Bizans’ ın vaziyetiyle alakadar olan Priamos grubuna katılmış ve şairin takibe başlanması üzerine İznik’te oturan babasını Bizans’a davet etmişti.

Arkadios, Şair Priamos’u çok seviyordu. Oğlunun daveti üzerine Bizans’a gelerek ihtilalcilerin başına geçmişti.

Halk, soğumaya başlayan Arkadios’un cesedi önünde ağlıyor, Ares’in7 huzurunda ibadet eder gibi yerlere kadar eğilerek bağırıp çağrışıyordu.

Orhan Bey, sindiği duvarın dibinden saray kapısına kadar yaklaşmaya muvaffak olmuştu.

Bu esnada sarayın kapısı önünde büyük bir gürültü koptu.

Beş dakika sonra ihtilalciler sarayın arkasına doğru koşmaya başladılar.

Genç bir kız, saraya girerken ihtilalcilerin eline düşmüştü.

Bu kız kimdi?

Saraya niçin giriyordu?

Halkın bir kısmı dağıldı. Meydan tenhalaştı.

Saraya girmek isteyen kızı, Akropolis’te bir ağaca bağlamışlardı.

İhtilalcilerden biri sordu:

“Sarayda ne yapacaktın?”

“Hiç…”

Genç kızın üzerine birkaç el birden kalktı.

“Çabuk söyle! Yoksa seni buracıkta yakıp kül edeceğiz!”

Kalabalık arasından yüksek bir ses işitildi:

“Persefoni! Persefoni!”

Kalabalık arasından süratle ilerleyen uzun boylu bir genç, ağacın yanına sokuldu ve halka hitaben,

“Bu kadını ben tanırım. Saraya ajanlık ediyor. Kendisini öldürmeyiniz!”dedi.

İhtilalciler hep bir ağızdan haykırdılar:

“Mademki ajan olduğu anlaşıldı, o hâlde soralım, neler biliyorsa söylesin!”

Birkaç kamçı darbesi, Persefoni’nin yüzünü ve omuzlarını kan içinde bıraktı.

Persefoni’yi tanıyan bu adam, Filozof Arkadios’un oğluydu.

İhtilalcilere hitaben,

“Arkadaşlar,” dedi, “babamın ruhunu şad etmek isterseniz, bu kadına fazla işkence etmeyiniz! Ondan çok şey öğreneceğiz. Beni dinleyiniz. Persefoni’yi Ekta Birgos (Yedikule) Zindanına götürüp hapsedelim!”

Arkadios’un oğlunu dinlediler. Persefoni yanma tehlikesini atlattı. İhtilalcilerden birkaç kişi, genç kızın ellerini çözdü ve onu ağaçtan kurtardı.

Persefoni, Yedikule Zindanı’na götürülüyordu. İhtilalciler dağılmaya başlamışlardı. Filozof Arkadios’un oğlu, babası saraydan atılan bir kurşunla öldürüldüğü hâlde serinkanlılığını kaybetmemişti.


Orhan Bey saraya girmeye muvaffak olamayınca, geldiği yoldan dönerek evine gitmişti.

İki saat evvel mahşerden farkı olmayan Tiyatro Mektebi Meydanı’nda beş on insan cesedinden başka bir şey kalmamıştı. Saray muhafızları halka karşı fevkalade şiddet göstermişler ve ihtilalcilerin elebaşlarını kılıç ve mızraklarla öldürmek suretiyle isyanın önüne geçmişlerdi.

Orhan Bey, eve geldiği zaman Bizanslılar hakkındaki fikir ve kanaatini kısmen değiştirmiş gibiydi.

Halk, saraydan, memleketin müdafaasını istiyordu.

Sarayın bu tezahürata karşı lakayt kalması, Orhan Bey’in zihninde Bizans’ın akıbeti hakkında yeni ve kötü fikirler oluşturmuştu.

“Bu gidişle Bizans düşecek ve ben Sultan Mehmed‘ in eline düşeceğim…”

Bu endişe ile titreyerek odasına çıktı. Sokakta ve Ayasofya Meydanı’nda gördüklerini Klio’ya anlatacak mıydı?

Orhan Bey, büyük bir kararsızlık içinde bunalmıştı. Klio’ya ne söylemeliydi?

Bizans dilberini çok seviyordu. Onu bir tesadüf eseri kaçırmaya muvaffak olduğu saraya tekrar nasıl gönderebilirdi?

Bu yaşta bir adamın aşkı, kanı damarlarına sığmayan coşkun bir gencin aşkından çok daha hararetli olmasa bile, herhalde ondan daha uzun soluklu olabilirdi. Orhan Bey saçına sakalına bakmayarak, genç kızı sırf bu meziyetiyle tatmine muvaffak olacağından emindi!

Bitmeyen bir sevgi!

İşte bu, Bizans erkeklerinin veremeyecekleri bir şeydi.

Uzun müddet bir kadını sevmek… Yalnız onunla yaşamak… Yalnız onun olmak…

Orhan Bey bu tatlı hayali canlandırmak istiyordu.

Klio bir kelebek gibi daima onun etrafında uçacak… Bir papağan gibi ona tatlı tatlı hikâyeler söyleyecek… Ve Orhan Bey bu güzel, şakrak kadının işvelerinden manevi bir zevk alarak horul horul uyuyacak!

Yüzlerce aşığı olan Klio gibi hassas ve zeki bir kadın bu mânâsız ve ıstıraplı yaşayış tarzına nasıl katlanacaktı?

Orhan Bey, zihnini burgulayan bu suale kendi kendine cevap veriyordu:

“O bir mahkûmdur. Zindandan kaçmış bir mahkûmun cezasının idam olduğunu pekâlâ bilen Klio, ölünceye kadar benim yanımdan ayrılamaz!”

Bu kanaat Orhan Çelebi’nin kafasında yerleştikten sonra, son kararını verdi:

“Klio sonsuza kadar benimdir. Evimizin dışında olup bitenleri kendisine nakletmekte bir mahzur yoktur.”

Orhan Bey, uşağını çağırdı.

“Klio’yu bana getiriniz!” dedi.

Uşak, korkusundan sapsarı kesildi.

“Niçin susuyorsun? Sana söylüyorum! Haydi, çabuk mahzene git ve Klio’yu benim yanıma getir. O artık ölünceye kadar bizim evimizde kalacak,” dedi Orhan Bey.

Uşak önüne bakarak mırıldandı:

“Klio mahzenden kaçtı!”

Konuşan Melekler!

Sarayın etrafını ihtilalcilerin kuşattığı gün, Konstantin zevk ve neşe içinde genç ve güzel kadınları başına toplamış eğleniyordu.

O günlerde yeni bestelenmiş olan “Konuşan Melekler” şarkısı bütün saraylıları coşturmuştu. Konstantin, sarayın iç bahçesinde bulunan büyük havuzun içindeki köşkte, çiçeklerle donatılmış muhteşem ve zarif bir taht üzerinde oturuyor; yanında Megadoks Lukas Notaras‘la Elvira da ona şarap ikram ediyorlardı.

Havuzun içinde, su üzerinde yüzen büyük kaplumbağaların sırtlarına dikilmiş olan yeşil, kırmızı, mavi renkli mumların su üstüne akseden ışıkları arasında çıplak kadınların raksettikleri görülüyordu. Çam ağaçlarının arasından akseden hazin kitara ve mandolin sedaları, gözleri ve beyinleri dumanlanan saraylıları büsbütün coşturuyordu.

“Sokakta birtakım serseriler bir araya toplanarak sarayın etrafını kuşatmışlar,” dedikleri zaman, İmparator,

“Eceline susamış olan köpekleri fazla söyletmeyiniz. Saf ve bana sadık tebaamın fikir ve rahatlarını bozmasınlar,” tarzında bir emir vermişti.

Saray muhafızı, gece kolu yaralı halde dönmüştü. İmparator sordu:

“Koluna ne oldu?”

“Şuurunu kaybetmiş bir mecnun saldırdı.”

“Cezasını vermedin mi?”

“Merak etmeyiniz Haşmetmeab! Şimdi o ve onun gibi kudurmuş birçok köpek, öbür dünyada cehennem zebanilerine hesap vermekle meşguldürler.”

“Sadık tebaamın bir arzusu varsa söyle!”

“Hayır, Efendimiz! Herkes işiyle gücüyle meşguldür. Halkın sıhhat ve afiyetinize dua etmekten başka bir meşgalesi yoktur.”

“Serseriler ne oldu?”

“Hepsini tutukladık. Kırk, elli kişi kadarı Yedikule Zindanı’na hücum etmişler. Oraya da bir müfreze gönderdim. Fakat hava çok karanlık olduğundan sur etrafında esaslı arama yapılmadı.”

Lukas Notaras söze karıştı:

“Bu adamların Lomokopya’dan8 geldiğini zannediyorum, Haşmetmeab!”

İmparator başını salladı.

“Muhtemeldir.”

Muhafız kumandanı sözüne devam etti:

“Filozof Arkadios’un da bu serserilerin başına geçmesine bakılırsa bu kışkırtmanın Türkler tarafından yapıldığını zayıf bir ihtimalle de olsa kabul etmek icap eder.”

İmparator, filozofun ismini işitince, elinde tuttuğu şarap kadehini yere çarparak bağırdı:

“Arkadios İznik’ten Bizans’a gelmiş de benim neden haberim yok?”

Lukas Notaras gülerek kendi kadehini İmparatora uzattı.

“Korkmayınız, Haşmetmeab! Onu da cehenneme ben gönderdim…”

“Nasıl?”

“Saraya doğru yumruklarını uzatarak saf ve sadık halkı isyana teşvik ederken, pencereden attığım bir kurşunla sonsuza kadar çenesini kapadım!”

Arkadios’un öldüğünü işitince gözlerinin içi gülen İmparator, Lukas’ın uzattığı kadehi düşünmeden aldı.

“Megadoks,” dedi, “bu fedakârlığını ölünceye kadar unutmayacağım. Arkadios benim en büyük düşmanlarımdan biri idi. Fakat unutmayalım ki oğlu da kendi kadar tehlikeli bir adamdır.”

Lukas, İmparatorun memnuniyeti karşısında mağrurane bir tavırla göbeğini hoplatarak güldü.

“Oğlunun da icabına bakarız, Haşmetmeab!”

Eğlence devam ediyordu.

Havuzun içindeki ufak köşkün bir başka köşesinde, Agripas’la Elvira baş başa vermiş konuşuyorlardı.

“Şu siyah hançer meselesinden içinden kolaylıkla yakanı kurtarmana o kadar çok sevindim ki Elvira!”

“Artık İmparator benimle meşgul olmuyor, değil mi?”

“Hayır.”

“Bana karşı eski sevgisinin kalmamış olduğunu görüyorum?”

“Bilakis… Dün kendisiyle görüşürken, ‘Elvira’nın kalbini mânâsız şeyler için kırdığıma dolayı üzülüyorum,’ dedi.”

“Öyle olsun. Fakat ben onun bu işi unuttuğuna bir türlü inanamıyorum.”

“Niçin?”

“Çünkü İmparator senin tahmin ettiğinden çok daha kindardır.”

“Bundan ne çıkar?”

“Ne mi çıkar? Benim para ile her zaman Türklere satılabileceğim hakkında ufak ve zayıf da olsa bir kanaat beslediğini zannediyorum.”

“Zaman geçtikçe bu düşünce de kaybolur.”

“Bu kanaatin silineceği kadar uzun zaman bulabilecek miyiz acaba?”

“Ne demek istiyorsun?”

“Ne demek istediğimi anlamak hiç de işine gelmiyor. Türklerin her gece hisardan surlarımıza kadar gelip, kızlarımız ve kadınlarımızla eğlenmek cesaretini gösterdiklerini işitmiyorsun galiba?”

Agripas’ın canı sıkıldı.

“Yine mi bu hikâye! Tanrı aşkına kes, Elvira! Sur etrafındaki kızlarımız ve kadınlarımız Türk askerlerinden hoşlanmazlar. Onların koynuna girip yatarlar mı?”

“Hepinizin gözleri kör olmuş, Agripas! Hiçbir şey görmüyorsunuz! Hakikatten bihabersiniz! Ben Edirne’de sizden çok fazla kaldım ve Türk sarayında sizden çok fazla şeyler gördüm. Sultan Mehmed, ‘Hele şu hisarı bitireyim de, sonra görüşürüz,’ demişti. Padişahın bu sözünü ne çabuk unuttunuz?”

Agripas üst üste üç kadeh şarap içti. Gözleri dumanlandı. Karısının sözleri kulağına girmiyordu. Ayağa kalktı.

“Bak Elvira! Bak şu havuzda balık gibi yüzen çıplak meleklere! Kalk. Sen de soyun, havuza gir ve sevimli melekler gibi kaplumbağaların üstünde raks et. Haydi sevgilim ne duruyorsun?”

Elvira’nın başı döndü. Ne yaptığını bilmez bir hale gelmişti.

Güzel kadın, pembe beyaz vücudunu suyun içinden İmparatora göstermek istedi ve yavaşça havuzun içine girdi.

Kenarda gezinen büyük kaplumbağalardan birinin üzerine sıçradı ve hayvanın başına ince bir şiş sapladı.

Kaplumbağa, can acısından suyun üstünde hızlı hızlı yüzmeye başlamıştı.

Havuzdaki kaplumbağalar ışığın yoğunlaştığı yere doğru koşuyorlardı.

Elvira’yı sürükleyen kaplumbağa, tam İmparatorun önünde durmuştu.

Konstantin, Elvira’yı, suyun içinde çırılçıplak görünce hayretle baktı ve yanındakilere sordu:

“Suyun üstünde yüzen bu melek Elvira mıdır, yoksa ben mi benzetiyorum?”

Lukas Notaras ellerini çırparak cevap verdi:

“Elvira, Elvira… Geliniz onu birlikte alkışlayalım, Haşmetmeab!”

İmparator yerinden kalktı, havuzun kenarına gitti.

“Elvira,” dedi, “bu gece bu soğuk suyun içine benim şerefime mi girdin yoksa kendi keyfin için mi?”

Elvira, İmparatorun üzerine bir avuç su attı ve yüksek sesle haykırdı:

“Bana bir kadeh şarap veriniz; İmparator hazretlerinin şerefine içeceğim!”

Konstantin emir verdi:

“Herkes kadehlerini alıp buraya gelsin.”

Saray erkânı ve bütün kadınlar havuzun kenarında toplandılar. İmparator, elindeki kadehi Elvira’ya uzattı. Konstantin’in şerefine içtiler.

Elvira başta olduğu halde bütün kızlar, kaplumbağaların üzerine atlayarak tekrar suyun üstünde yüzmeye başladılar.

İmparator,

“Elvira şimdi gözüme girdi. Onu affediyorum,” diyerek yerine oturdu.

Agripas memnundu.

Lukas Notaras da bıyık altından gülüyordu.

Bu neticeden Elvira’nın kocası kadar memnun olmuştu.

Lukas o günlerde sarayda çok mühim rol oynuyordu.

Kumandan Teofilos’u Prinkipo‘ya (Büyükada) göndermişti. Prinkipo’da ağır cezaya mahkûm asilzadeler ve hükümet adamları oturuyorlardı.

Teofilos’un bu mahkûmlar arasında vatan haini sıfatıyla dolaşmaya tahammülü kalmamıştı.

Prinkipo mahkûmları Teofilos’a soruyorlardı:

“Kaç seneye mahkûmsunuz?”

“Bilmiyorum.”

“Cürmünüz nedir?”

“Bilmiyorum.”

“Buraya niçin geldiniz?”

“Bilmiyorum.”

Mahkûmlar gülüşerek alay ediyorlardı.

Teofilos’u bu vaziyete düşüren Lukas’tan başkası değildi.

Lukas Notaras, saraydaki istiklal ve nüfuzunun devamı için Teofilos gibi azim ve irade sahibi bir kumandanı saraydan uzaklaştırmakla Bizans siyasetine hâkim bir vaziyete geçmiş oluyordu.

Lukas Notaras, Teofilos’un mühim bir ihbarını da bu şekilde suya düşürmüştü.

Proponis‘te (Marmara) Türklere ajanlık eden bazı kayıkçıların geceleri Boğaziçi’ne kadar uzanıp yeni inşa edilen hisar kumandanıyla temas ettiklerini Teofilos haber vermişti. Halbuki bu mühim haberin gerçekliği meydana çıkacak olursa Lukas’ın İmparator nezdindeki mevkisi sarsılacak ve Teofilos tekrar göze girecekti.



Sarayda yapılan eğlencenin ertesi günü, Konstantin, eski bir Bizans haritası önünde durmuş, düşünüyordu.

Ecdadının hükmettiği yerlerin beşte dördü kaybolmuştu. Bizans İmparatorluğu şimdi ufak bir vilayet hâlinde kalmış ve ahalisi azalmıştı. Bizans surları dışındaki köyler hariç, sur dahilinde elli, elli beş binden fazla nüfus yoktu.

Konstantin kendi kendine düşünüyordu: Türkler bü-yük bir ordu ile Bizans’a hücum edecek olursa, Bizans’ı kaç kişi ile müdafaa edecekti?

Surlara yerleştirdiği askerin adedi beş bini geçmiyordu. Yeni ve tehlikeli bir vaziyet karşısında, belki iki bin asker daha toplayabilecekti.

Konstantin ilk defa o sabah, hissiyatına hâkim bir kumandan düşüncesiyle hareket etmeye ve tehlikeyi yakından görmeye başlamıştı.

Geçici olarak bastırılan isyanlar onu fazla endişeye düşürecek mahiyette değildi. Halkın önemli bir bölümü boş ve mânâsız itikatlara bağlanmıştı. Konstantin, tebaasının bu kısmından korkmuyordu. Bizans’ta memleketin akıbetini yakından gören münevver bir zümre vardı. Bunlar İmparatora iki teklifte bulunmuşlardı:

Birincisi, Bizans’ı koruyabilmek için bütün milletin, elbirliğiyle surları tamir etmesiydi. İkincisi ise, bu sağlanmadığı takdirde her ne pahasına olursa olsun Türklerle uyuşmaktı.

Konstantin milleti heyecana vermemek için ikinci şıkka taraftar göründü. Lukas Notaras’la meseleyi müzakere ettikten sonra, Sultan Mehmed’e son defa müracaata karar verildi.

Bizans İmparatoru Osmanlı Devleti’ne müracaat ederken, Sultan Mehmed ile Veziriazam Halil Paşa beraber, inşaatı henüz tamamlanmış olan yeni hisara teftişe gelmişlerdi.

Lomokopiya’da inşa edilen bu muazzam kaleyi Bizans köleleri uzaktan hayretle seyrediyorlardı.

Lomokopiyalılar, korkularından yavaş yavaş köylerini ve evlerini terk ederek şehre koşmaya başlamışlardı.

Lomokopiyalıların sur içine taşınmaya başlamaları, Bizanslıları telaş ve heyecana düşürmüştü. Herkeste aynı korku vardı:

“Türkler Bizans’a hücuma hazırlanıyorlar!”

Bu korku ve endişe iki gün içinde şehri baştan başa sarmış, esnaf günlerce dükkanlarını açmamıştı.

İmparator, bu vaziyet karşısında Türklere müracaat etmenin Bizans için çok hayırlı olacağına kanaat getirmişti.

Konstantin, Padişaha gönderdiği mektupta Osmanlı Türkleriyle daima dost kalmak istediğini ve Padişaha en sadık kölelerinden biri gibi bağlı kalacağını bildirdikten sonra, mektubunu şu satırlarla bitirmişti:

Bütün Bizanslıların son zamanlarda Türklere karşı gösterdikleri samimi ve dostane hissiyatı zatı şahanelerine arz etmekle iftihar ederim.

İnşası tamamlanmış olan hisar civarındaki köylülerin sur içine taşınmaya başlamaları, şehir içinde lüzumsuz bir heyecan ve telaşa sebep olmuştur. Köylülerin tekrar köylerine gidebilmeleri ve mallarına sahip olmaları için zatı şahanelerinin her türlü arzularını yerine getirmeye hazır olduğumuzu bildiririm.

Şahsıma gelince, dostluğumuzun devamı için sur dışındaki tebaamın verdiği vergilerin bir miktarını Osmanlı Devleti’ne vermeye hazır olduğum gibi, ebediyen zatı şahanelerinin en sadık kölesi olarak kalacağımı da arz ederim.

Konstantin’in mektubunu götüren memurlara Sultan Mehmed şu cevabı vermişti:

5.Bizans şarkılarından mealen tercüme (Priamos-Athenes).
6.Beyazıt’taki eski maliye bakanlığı binasının bulunduğu yer.
7.Savaş tanrısı
8.Yeni hisarın yapıldığı yer.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
03 temmuz 2023
Hacim:
285 s. 43 illüstrasyon
ISBN:
978-625-8068-37-5
Telif hakkı:
Maya Kitap
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin PDF
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin, ses formatı mevcut
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin PDF
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок