Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Zeno'nun Bilinci», sayfa 3

Yazı tipi:

Bana konusunu açana kadar vasiyet meselesini aklından çıkaramayacaktı. Beni her gördüğünde bu konuyu hatırlıyordu, dolayısıyla bir akşam dayanamayıp patladı:

“Sana bir şey söylemem gerekiyor, vasiyetimi hazırladım.”

Onu artık kâbusu hâline gelen ölüm düşüncesinden uzaklaştırmak için, haberin bende yarattığı şaşkınlığı hemen yendim.

“Ben böyle bir zahmete girmeyi düşünmüyorum hiç, umarım vârislerimin tümü benden önce ölür.” dedim.

Ona göre ciddi bir meseleydi, gülmemden hemen rahatsız oldu, beni cezalandırmak istedi. Böylece hiç de zorlanmadan beni, Olivi’nin vesayetine bırakarak oynadığı oyunu anlattı bir güzel.

Şunu söylemeliyim ki bence ben, iyi bir evlat olduğumu işte o gün kanıtlamıştım; kendisine acı çektiren düşüncelerden onu koparmak için itiraza yeltenmedim hiç. Son isteğini ne olursa olsun yerine getireceğimi bildirdim.

“Belki…” diye ekledim. “Son isteğini değiştirecek davranışlarda bulunmayı başarırım.”

Böyle söylemem hoşuna gitti çünkü benim, ona uzun, pek uzun bir yaşam atfettiğimi gördü. Yine de benden eğer kendisi vasiyetini değiştirmez ise Olivi’nin yetilerini küçümsemeye kalkışmayacağıma dair yemin istedi. Şerefim üzerine söz vermem kâfi gelmeyince yemin ettim. O zamanlar, o kadar uysaldım ki hâlâ hayattayken onu yeterince sevmediğim için pişmanlık duyduğumda hep o sahneyi hatırlarım. Aslında dürüst olmam gerekirse o dönemde, onun isteklerine seve seve boyun eğiyordum çünkü çalışmaya beni zorlamaması pek hoşuma gitmişti.

Ölümünden yaklaşık bir yıl önce, sağlığı için etkili bir adım atabildim. Kendini hasta hissettiğini söyleyince onu doktora gitmeye zorladım, dahası bizzat kendim götürdüm. Doktor bazı ilaçlar yazdı ve birkaç hafta sonra kendisini tekrar görmemizi istedi. Ancak babam, mezarcılardan ne kadar nefret ediyorsa doktorlardan da bir o kadar nefret ettiğini söyledi, kendisine reçete edilen ilaçları da almadı çünkü onlar da doktorları ve mezarcıları hatırlatıyormuş, böylece tedaviyi reddetti. Birkaç saat sigara içmedi ve bir öğünü şarapsız geçirdi. Tedaviden vazgeçince kendini çok daha iyi hissetti ve ben de onu böyle mutlu görünce, bu mesele üzerine daha fazla düşünmedim.

Sonrasında kimi zamanlar pek keyifsiz geldi gözüme. Ama yalnızdı, yaşlıydı, asıl mutlu görsem şaşırırdım.

Mart ayının sonunda bir akşam, eve her zamankinden biraz daha geç geldim. Bir terslik olduğundan değil, sadece Hristiyanlığın kökenleri üzerine bazı fikirlerini bana açıklamak isteyen ukala bir arkadaşın eline düşmüştüm. İlk kez benden, bu kökenler üzerine düşünmem isteniyordu, arkadaşımı memnun etmek için bu uzun derse adapte olmaya çalıştım. Hava yağmurlu ve soğuktu. Arkadaşımın bahsettiği Yunanlılar ve Yahudiler dâhil, her şey tatsız ve kasvetliydi ama yine de iki saat boyunca süren bu azaba katlandım. Her zamanki zayıflığım işte! Bahse girerim, bugün hâlâ böyle konularda o kadar dirençsizim ki birisi beni karşısına alıp ciddi ciddi konuşsa pekâlâ beni astronomi okumaya teşvik edebilir.

Villamızı çevreleyen bahçeye girdim. Buraya kısa bir araba yolu ile ulaşılıyordu.

Hizmetçimiz Maria’yı pencerede beni beklerken buldum, yaklaştığımı duyunca karanlıkta bağırdı:

“Siz misiniz, Bay Zeno?”

Maria şimdilerde eşine rastlanamayacak türden bir hizmetçiydi. Yaklaşık on beş yıldır bizimle yaşıyordu. Her ay maaşının bir kısmını yaşlılığı için bankaya yatırırdı, ne yazık ki bu birikimin ona bir faydası dokunmadı çünkü ben evlenmeden kısa bir süre önce, işinin başındayken hayatını kaybetti.

Maria bana, babamın birkaç saat önce eve döndüğünü ancak akşam yemeği için beni beklemek istediğini söyledi. Kendisi yesin diye ısrar etmiş ama babam, kaba bir şekilde başından savmış onu. Sonra birkaç kez huzursuz ve endişeli bir şekilde beni sormuş. Maria’nın, babamın iyi hissetmediğini düşündüğü açıkça ortadaydı. Konuşmakta güçlük çektiğini ve sık sık nefes nefese kaldığını anlattı. Onunla yedi yirmi dört bir evde kapalı kaldığı için Maria, gitgide babamın hasta olduğuna inanmaya başlamıştı. Zavallı kadın için bu evde meşgul olunacak pek az şey vardı, ayrıca annemle yaşadığı deneyim sonrası, herkesin kendinden önce öleceğini sanıyordu.

Biraz meraklanarak yemek odasına koştum ancak hâlâ endişelenmiş değildim. Babam uzandığı koltuktan doğruldu, büyük bir sevinçle karşıladı beni, bense duygulanamamıştım çünkü yüzünden sitem okunuyordu. Yine de bu hareketi, merakımı dindirmeye yetti çünkü sevinci sağlıklı olduğunu gösterir diye düşünüyordum. Üstelik Maria’nın anlattığı nefes darlığından ve konuşma zorluğundan da bir iz görememiştim. Bana sitem edecek derken ettiği inatçılık yüzünden özür diledi:

“Ne yapayım işte?” dedi nazikçe. “Bu dünyada bir başımıza kaldık, yatmadan önce göresim geldi seni.”

Keşke o an içten davranabilseydim, keşke hastalık nedeniyle yumuşak başlı ve pek bir şefkatli olan sevgili babacığımı kollarıma alsaydım! Oysa ben soğukkanlılıkla, ona bir tanı koymaya kalkıştım: İhtiyar Silva ne kadar da uysallaşmıştı böyle? Hasta mıydı gerçekten de? Şüpheyle süzdüm onu, aklıma sitem etmekten başka bir şey gelmedi:

“Ama neden bu saate kadar yemek yemeden bekledin beni? Yemeğini yedikten sonra da bekleyebilirdin pekâlâ!”

Canlılıkla güldü:

“İki kişi yiyince yemeğin tadı bir başka oluyor.”

Bu sevinç, aynı zamanda açılmış bir iştahın belirtisi de sayılabilirdi: Rahatladım ve yemeye koyuldum. Babam ayağında ev terlikleri ile dengesiz adımlar atarak yemek masasına yaklaştı ve her zamanki yerine oturdu. Bir süre yemek yerken beni izledi, kendisi de zar zor birkaç kaşık yedikten sonra yemeyi bıraktı ve hatta iğrenerek tabağını itti. Ama gülümsemesi ısrarla yaşlı yüzünde asılı kaldı. Birkaç kez gözlerine baktığımda, bakışlarını benden başka yöne kaçırdığını daha dün gibi hatırlıyorum. Kimileri bunun riya anlamına geldiğini söylerler oysa şimdi anlıyorum ki bir hastalık belirtisiydi. Yaşlanan hayvanlar, zayıflıklarının açık seçik seçileceği yarıkları herkesten gizlerler.

Beni beklediği saatler boyunca nerede ne yaptığımı merak ediyordu. Pek bir önem verdiğini görünce yemek yemeyi bıraktım ve kuru kuru, o saate kadar bir arkadaşla Hristiyanlığın kökenleri üzerine tartıştığımı anlattım.

Şüpheli ve şaşkınlıkla dolu bakışlar attı bana:

“Şimdi sen de mi dine merak saldın?”

Onunla birlikte bu konu hakkında oturup düşünmeyi kabul etseydim, büyük bir teselli bulacağı açıktı. Oysa ben, babam hayattayken kendimi her zaman biraz kavgacı -sonra bu duygu yok oldu- hissederdim, üniversitelerin çevresine dizili kafelerde her gün duyduğunuz o alışılagelmiş sözlerden biriyle cevap verdim:

“Benim için din, incelenmesi gereken bir olgu sadece.”

“Olgu mu?” dedi şaşkınlıkla. Başka bir cevap aradı hemen, ağzını açmıştı ki duraksadı. Tam o sırada Maria’nın getirdiği ve kendisinin el bile sürmediği ikinci yemek tabağına baktı. Sonra ağzını daha iyi kapasın diye dudakları arasına bir puro yerleştirdi, yaktı ve orada kül olmasına izin verdi. Böylece sessizce düşünmek için kendine bir ara vermiş oldu. Bir an kararlılıkla bana baktı:

“Umarım dinle de alay etmiyorsundur?”

Ben her zamanki işsiz güçsüz öğrenci havamla, ağzım doluyken cevap verdim:

“Alay edecek ne var! İnceliyorum dedim ya.”

Sustu, bir tabağın kenarına bıraktığı puronun izmaritine uzun uzun baktı. Bunu bana neden söylediğini şimdi anlıyorum. Karışmış zihninin içinden geçen ne varsa biliyorum hepsini ve o zamanlar nasıl olup da hiçbir şey anlamadığıma şaşıyorum. Sanırım pek çok şeyi anlamamızı sağlayan şefkatten yoksundum o sıralar. Daha sonraları o kadar kolay oldu ki! Babam inançsızlığım ile yüzleşmekten kaçınıyordu: O anda, onun için çok çetin bir mücadele olurdu bu ama yine de bir hastaya yakışır şekilde hafifçe saldırabileceğini düşünmüştü.

Konuşurken nefesinin kesildiğini hatırlıyorum, kelimeler bir türlü çıkmıyordu ağzından. Bir mücadeleye hazırlanmak pek zahmetlidir. Ama ağzımın payını vermeden yatmaz diye düşünüyordum ve olası bir münakaşaya hazırladım kendimi, oysa tartışmadık.

“Ben…” dedi yine o sönmüş sigarasının izmaritine bakarken. “Tercübemin ve yaşam bilgimin hayli büyük olduğunu düşünürüm. Bunca yılı boşuna yaşamadık sonuçta. Pek çok şey biliyorum bilmesine, ne yazık ki hepsini istediğim gibi sana nasıl öğretirim onu bilmiyorum işte. Ah oysa nasıl da isterdim bunu! Hayatın özünü görüyorum ben, doğru ve gerçeği de görüyorum, doğru ve gerçek olmayanı da.”

Tartışacak bir şey yoktu. Sözlerine pek ikna olmadan yemeğime de ara vermeden “Evet babacığım.” diye mırıldandım.

Onu gücendirmek istemiyordum.

“Bu kadar geç gelmen çok kötü oldu. Öncesinde bu kadar yorgun hissetmiyordum, pek çok şey anlatabilirdim sana.”

Yine geç kaldığım için bana sitem ediyor sandım ve bu tartışmayı, ertesi güne bırakmasını önerdim.

“Bu bir tartışma değil ki…” Rüyadaymış gibi cevap verdi. “Başka bir şey. Üzerine tartışmayacağımız, bir söylesem anlayacaksın sen de… Ama zor olan bunu söyleyebilmek!”

Burada içime kurt düştü:

“Kendini iyi hissetmiyor musun yoksa?”

“Hasta olduğumu söyleyemem ama çok yorgunum, hemen gidip yatsam iyi olur.”

Zili çaldı, aynı zamanda seslenerek Maria’yı çağırdı. Geldiğinde, odasında her şeyin hazır olup olmadığını sordu. Hemen ardından terliklerini sürüyerek yürümeye başladı. Bana yaklaştı ve her akşam yaptığım gibi yanaklarını öpeyim diye bana doğru eğildi.

Onun bu sarsak hareketlerini görünce, yine hasta olduğundan şüphe ettim ve iyi olup olmadığını sordum. İkimiz de aynı sözleri defalarca tekrarladık, yorgun olduğunu ama hasta olmadığını söyleyip durdu. Sonra ekledi:

“Şimdi, sana yarın söyleyeceklerimi düşüneceğim. Göreceksin nasıl ikna edeceğim seni.”

“Babacığım…” dedim. Duygulanmıştım, “Seve seve dinleyeceğim seni.”

Beni deneyimine boyun eğmeye pek istekli görünce gitmekte tereddüt etti: Böyle elverişli bir andan yararlanması gerekirdi! Eli ile alnını yokladı, öpeyim diye yanaklarını uzatmak için dayandığı sandalyeye oturdu. Ağır ağır soluyordu.

“Tuhaf!” dedi. “Sana hiçbir şey söylemiyorum, kesinlikle hiçbir şey.”

İçinde kavrayamadığı şeyi dışarıda bulabilirmiş gibi etrafına baktı.

“Oysa ne çok şey biliyorum ben, her şeyi biliyorum desem yanlış olmaz. Edindiğim o büyük deneyimin etkisi olmalı.”

Kendini ifade edemediğine canı sıkılmadı çok; kendi gücüne, büyüklüğüne gülümsedi.

Neden doktoru hemen aramadım bilmiyorum. Acı ve pişmanlık içinde itiraf etmek zorundayım ki babamın bu sözlerini, daha önce de birkaç kez denk geldiğim kendini beğenmişliğine yormuştum. Ancak zayıflığı o kadar ayan beyan ortadaydı ki benden kaçmadı, sırf bu yüzden de onunla tartışmadım. Bu kadar zayıfken güçlü olduğunu zannedip keyiflenmesi hoşuma gidiyordu. Ondan bir şey öğrenemeyeceğimi biliyordum ama sahip olduğuna inandığı bilgiyi, bana emanet etmek konusundaki isteği gururlandırmıştı beni. Onu pohpohlamak ve rahatlatmak istediğimden, aradığı kelimeleri bulmak için kendini zorlamasına gerek olmadığını söyledim çünkü en önemli bilim adamları, bu tür durumlarda akıllarını karıştıran karmaşık şeyleri beyinlerinin bir köşesine koyarlar ve orada kendi kendilerine yalınlaşmasını beklerler diye ekledim.

“Aradığım hiç de karmaşık değil ki. Aslında bu yalnızca doğru kelimeyi bulma meselesi, sadece bir tanecik kelime lazım bana ve ben onu bulacağım. Ama bu gece değil çünkü tek bir küçük düşünce bile olmadan güzel bir uyku çekmek istiyorum.”

Yine de sandalyesinden kalkmadı. Bir an için yüzüme bakarak tereddütle dedi ki:

“Sana ne düşündüğümü söyleyemiyorum çünkü her şeye gülüp geçiyorsun.”

Sözlerine içerlememem için yalvarmak istermiş gibi gülümsedi, sandalyesinden kalktı ve ikinci kez yanağını uzattı. Bu dünyada insanın gülüp geçebileceği, dahası zaten gülüp geçmesi gereken nice şey olduğuna onu inandırmaya çalışmaya, bu konu üzerine tartışmaya yeltenmedim, onu rahatlatmak isteyerek sıkıca kucakladım. Belli ki çok sıkmıştım çünkü kendini nefes nefese kurtardı benden, yine de sevgimi anlamıştı kuşkusuz çünkü dostane bir şekilde selamladı beni.

“Hadi gidip yatalım artık!” dedi neşeyle ve Maria’nın peşinden çıktı.

Ve yalnız kaldım, -bu da tuhaf- sağlığı üzerine düşünmedim daha fazla ama iyi bir evlat olarak babama duyduğum saygıyla böylesine büyük amaçları hedefleyen bir zihnin, daha iyi bir eğitim alamadığına üzüldüm. Bugün babamın o günkü yaşına yaklaşmışken rahatlıkla söyleyebilirim ki insan, güçlü bir zekâya sahip olduğunu sanabilir, bu zekâ da o sanrı dışında başka bir belirti göstermeyebilir. İşte insan o zaman derin bir nefes alır, tüm doğayı her zaman olduğu gibi hiç değişmeyeceği gerçeği ile kabul eder hatta doğanın bu hâline hayran kalır. Tüm yaratılışın dilediği o zekâ tecelli etmiştir işte. Babamda olan şuydu, hayatının son berrak anında kapıldığı zekâ duygusu beklenmedik dinî bir esinlenmeden kaynaklanmıştı, ben Hristiyanlığın kökenleriyle ilgilendiğimi söyleyince de içinde tutamayıp konuyu açıvermişti. Ama şimdi biliyorum ki bu duygu, serebral ödemin ilk belirtisiymiş.

Maria masayı toplamaya geldi, babamın hemen uyuyakaldığını söyledi. Gönlüm rahat uyumaya gittim. Dışarıda esen rüzgâr uğulduyordu. Sıcacık yatağımın içinde gitgide benden uzaklaşan bir ninni gibi duyuyordum onu, ardından uykuya daldım.

Ne kadar uyuduğumu bilmiyorum. Maria uyandırdı beni. Sanırım birkaç kez uyanayım diye seslenmiş, sonra hemen dışarı koşmuştu. Uyku sersemi önce bir telaşa kapıldım, ihtiyar kadının odada çırpındığını görünce durumu anladım nihayet. Beni uyandırmaya çalışıyordu, uyanabildiğimde ise odadan çıkmıştı çoktan. Rüzgâr ninnisine devam ediyordu, dürüst olmak gerekirse babamın odasına giderken tatlı uykumdan koparılmış olmanın sıkıntısını yaşıyordum. Maria’nın, babamı her zaman hasta sandığı geliyordu aklıma. Ama eğer bu sefer de hasta değilse o zaman vay hâline!

Babamın odası pek büyük değildi ama her yanı eşya doluydu. Annem öldüğünde onu unutabilmek için, tüm eşyasını da yanına alarak yandaki küçük odaya taşınmıştı. Oda loştu, hayli alçak bir komodin üzerine yerleştirilen gaz lambası her yeri aydınlatamıyor, çoğu yer gölgede kalıyordu. Maria sırtüstü uzanmış gövdesinin bir kısmı yataktan taşan babamı tutmaya çalışıyordu. Babamın terle kaplı yüzü yakındaki ışıktan dolayı kıpkırmızı kesilmiş, başı Maria’nın sadık göğsüne dayanmıştı. Acı içinde kükrüyordu, ağzı o kadar taş kesilmişti ki çenesinden salyalar akıyordu. Karşı duvara dikmişti gözlerini hareketsiz bir şekilde, ben odaya girdiğimde bile kafasını benden yana çevirmemişti.

Maria babamın inlediğini duymuş, tam zamanında odaya girmeseymiş yataktan düşüverecekmiş. Başlarda -yemin ediyordu- daha fazla debeleniyormuş, şimdi nispeten sakinlemiş ama onu yalnız bırakmak riskli olurmuş. Belki de beni uyandırdığı için özür dilemek istiyordu bu sözlerle ama ben iyi yaptığını anlamıştım zaten. Benimle konuşurken bir yandan da ağlıyordu, ben ise henüz gözyaşı dökecek durumda değildim hatta ona susmasını, sızlanarak, o anda yaşanan korkuyu büsbütün artırmamasını söylerek onu azarladım. Hâlâ olan biteni tam anlayamamıştım. Zavallı kadıncağız, hıçkırıklarını bastırabilmek için her türlü çabayı gösterdi.

Babamın kulağına yaklaştım ve bağırdım:

“Neden inliyorsun baba? Hasta mısın?”

Sorumu duyduğunu sandım çünkü inlemesi azaldı, gözleri beni ararcasına karşı duvardan ayrıldı, odada dolaştı ama beni bulamadı. Birkaç kez aynı soruyu bağırdım kulağına, sonuç hep aynıydı. Erkekçe tavrım hızla yok oldu gitti. Babam o sırada ölüme bana olduğundan daha yakındı, haykırışlarım ona artık ulaşmıyordu. Derin bir korku kapladı içimi, önceki gece konuştuklarımızı hatırladım. O konuşma üzerinden geçen birkaç saat sonra, hangimizin haklı olduğunu görmek için yola çıkmıştı. Ne tuhaf! Acıma, pişmanlık da eklendi. Kafamı babamın yastığına gömdüm ve Maria’yı biraz önce azarlamış olmama rağmen, hıçkırıklarımı bırakarak umutsuzca ağladım.

Şimdi beni sakinleştirme sırası ona gelmişti ama pek bir tuhaf davranıyordu. Sakinleşmemi söylüyordu ama gözleri açık inleyen babamdan, bir ölü gibi söz ediyordu:

“Vah zavallım böyle ölüp gidiyor işte! Bu gür ve güzel saçlarla.” dedi, saçlarını okşuyordu. Söylediği doğruydu. Ben daha otuz yaşındayken saçlarım çoktan seyrelmişken babamın başı dolgun ve kıvırcık saçlarla taçlanmıştı.

O dakikada bu dünyada doktorların da var olduğunu ve zaman zaman insanları ölümden döndürdüklerini hatırlamıyordum. Babamın acıdan perişan olmuş yüzünde, çoktan ölümü görmüş, umudu kesmiştim. Doktor lafını ilk eden Maria oldu, sonra kasabaya göndermek için köylüyü uyandırmaya gitti.

Bana sonsuzlukmuş gibi gelen yaklaşık on dakika boyunca babama tek başıma destek olmaya çalıştım. Acılar içinde kıvranan bedenine dokundum, ellerime kalbimi istila eden tüm sıcaklığı aktarmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Söylediklerimi duymuyordu. Ona olan sevgimi nasıl gösterecektim şimdi?

Köylü geldiğinde, doktora durumu bilsin de kimi ilaçları yanında getirebilsin diye not yazmak için odama gittim, vakayla ilgili fikir verebilecek birkaç kelimeyi bir araya getirmek benim için çok zor oldu. Devamlı babamın yaklaşan ve kaçınılmaz ölümünü düşünüyor, kendi kendime “Bu dünyada yapayalnız ne yaparım ben?” diye soruyordum.

Sonra uzun saatler boyunca bekledik. O saatleri oldukça iyi hatırlıyorum. İlk saatten sonra babamı tutmaya gerek kalmamıştı artık, yatağında öylece uzanıyordu, kendinden geçmiş hâldeydi. Hızlı hızlı nefes alıp veriyordu, ben de ne yaptığımı kendim de bilmeden onu taklit etmeye çalışıyordum. Bazen nefesine yetişemiyor ve hastayı da kendimle birlikte dinlenmeye sürükleyebileceğimi sanıyordum. Ama o hiç yorulmadan koşuyordu. Bir kaşık çay içirmeye çalıştık. Müdahale etmeye kalkıştığımızda kendini savunuyor, bilinçsizliği azalıyordu, çayı içmemek için var gücüyle dişlerini sıkıyordu. Baygın hâldeyken bile inatçılığı elden bırakmıyordu. Şafaktan çok önce nefesinin ritmi değişti. Kümelere ayrıldı, sağlıklı bir insanın nefesini andıran ağır solumalarını telaşlı solumalar takip ediyordu, sonra uzun bir süre duruyorlar, korkutucu bir sessizlik yaratıyorlardı, bu sesler Maria ile bize öldüğünün ilanıymış gibi geliyordu. Ama nefes alışverişi hep bu şekilde devam etti, renkten mahrum hüzünlü bir müzikal ara. Solukları her zaman birbirine eşit değildi ama daima gürültülüydü, odanın bir parçası hâline gelmişti. O günden sonra o odaya yapıştı kaldı, hem de çok uzun bir süre.

Maria yatağın yanında oturmuştu, ben de kendimi bir kanepenin üzerine atıp birkaç saatimi orada geçirdim. İçimi en çok yakan gözyaşlarımı da o kanepede döktüm. Ağlamak, kişinin hatalarını gizler ve rahat rahat kaderini suçlamasına izin verir. Ağlıyordum çünkü kendimi bildim bileli, her zaman yanımda olan babamı kaybediyordum. Hiç iyi bir arkadaş olamamıştım ona ama bu önemli değildi. Daha iyi biri olmak için çabalayıp durmamın sebebi, onu mutlu etmek değil miydi? Başarıya özlem duyuyorsam benden her zaman şüphe duyan babamın karşısında gururlanmak içindi, hem de ona bir teselli olacaktı. Ama onun artık beni bekleyecek hâli kalmamıştı, bir zavallı olduğumu düşünerek göçüp gidecekti bu dünyadan. Gözyaşlarım çok acı idi.

Yazarken, daha doğrusu bu acı dolu anıları kâğıda kazırken, geçmişimi yeniden canlandırmaya çalıştığımda hafızamda beliren ilk görüntü içimde bir saplantıya dönüşen lokomotife aitti, sıra sıra vagonlarını dik bir yokuşa doğru güç bela çeken o lokomotif, bana ilk kez o kanepeden babamın nefes alışverişlerini dinlerken görünmüştü. Devasa ağırlıklar taşıyan lokomotifler böyle giderler: Düzenli şekilde tıslarlar, sonra bu tıslamalar hızlanır, en nihayetinde yavaşlar ve duraksar, bu duraksama insana korku verir, ona kulak veren kimse makinenin yüküyle beraber bir akıntıya sürükleneceğini sanır. Gerçekten geçmişi hatırlamak için giriştiğim ilk deneme beni o geceye, hayatımın en önemli saatlerine geri götürmüştü.

Doktor Coprosich, şafak henüz sökmemişken yanında bir kutu ilaç ve bir hasta bakıcı eşliğinde villaya geldi. Yaya gelmek zorunda kalmıştı çünkü şiddetli kasırga nedeniyle araba bulamamış.

Onu ağlayarak karşıladım, o da bana şefkatle davrandı, umutlandıracak sözler söyledi. Yine de şunu söylemeden geçemeyeceğim, o karşılaşmadan sonra, dünyada pek az kişi içimde Doktor Coprosich kadar şiddetli bir antipati uyandırmıştı. Bugün kendisi hâlâ hayatta ancak hayli çökmüş, tüm şehrin saygısını kazanmış. Onu zayıflamış, titrek hâlde hareket olsun diye ve biraz da hava alabilmek için şehrin sokaklarında dolaşırken görünce, hâlâ bir tiksinti uyanıyor içimde.

O zamanlar doktor, kırk yaşını biraz geçmişti. Kendini adli tıpa adamıştı, çok iyi bir İtalyan olmakla birlikte imparatorluk makamları tarafından, en önemli bilirkişilikler de ona verilirdi. Zayıf ve gergin bir insandı, kelliği sıradan yüzünü ortaya çıkarıyor, alnını çok yüksekmiş gibi gösteriyordu. Kendisine önem kazandıran bir başka zayıflığı daha vardı: Gözlüğünü çıkardığında -düşünmek istediği her zaman bunu yapardı- gözleri görmüyor, muhatabının tam yanına ya da başının üzerine bakıyordu, bu hâliyle gözleri bir heykelin renkten yoksun, meraklı, tehditkâr ya da alaycı gözlerini andırıyordu. O zamanlar bakışları sevimsizleşiyordu. Tek bir söz etmesi bile gerekse gözlüklerini tekrar burnunun üzerine yerleştiriyordu, işte o zaman gözleri, konuştuklarını dikkatle inceleyen bir burjuvanın gözleri olup çıkıyordu.

Antreye oturdu ve birkaç dakika dinlendi. Benden ilk belirtiden kendisinin varışına kadar geçen sürede, tam olarak ne olup bittiğini anlatmamı istedi. Gözlüklerini çıkardı ve o tuhaf bakışlarını arkamdaki duvara dikti.

Olanları birebir, eksiksiz anlatmaya çalıştım, içinde bulunduğum durum göz önüne alındığında bu hiç de kolay değildi. Ayrıca Doktor Coprosich’in tıp bilgisi olmayan kişilerin bu konuda bir şeyler biliyormuş gibi davranarak tıbbi terimleri kullanmasına müsamaha göstermediğini de hatırladım. Babamın hastalığı bana göre “serebral respirasyon” olabilir diyince gözlüklerini taktı, bakışları sanki şöyle diyordu “Tanı koymakta acele etmeyelim. Şimdi ne olduğunu göreceğiz.” Ayrıca babamın tuhaf tavrından, beni görme endişesinden, yatağa gitme telaşından da bahsettim. Ama ona, babamın benimle yaptığı o tuhaf konuşmayı anlatmadım, belki de kafasında evirip çevirdiği ama dillendiremediği konu hakkında bir şeyler söylemek zorunda kalmaktan korkuyordum. Yalnızca babamın kendisini tam olarak ifade edemediğini, aklına bir şeyin takıldığını, devamlı bunu düşündüğünü ama bir türlü ifade edemediğini söyledim. Gözlüğü hâlâ burnunun üzerindeyken muzaffer bir edayla haykırdı:

“Ben onun kafasında ne olup bittiğini pekiyi biliyorum!”

Ben de biliyordum bunu ama Doktor Coprosich’i kızdırmamak için söylemedim: Ödemdi bu.

Hasta yatağına gittik. Doktor, hasta bakıcının da yardımıyla bana bir hayli uzun gelen bir süre zarfında, zavallının hareketsiz bedenini döndürüp çevirdi. Dinledi ve muayene etti. Hastanın kendisine yardım etmesini bekledi ama nafile. Bir noktada “Yeter!” dedi. Elinde gözlükleriyle yere bakarak yanıma geldi, içini çekerek: “Metanetli olun! Durumu çok ciddi.” dedi.

Birlikte benim odama gittik, orada yüzünü yıkadı. Gözlüğünü çıkarmıştı, yüzünü kurulamak için başını kaldırdığında ıslak kafası, bir fetişin deneyimsiz bir elden çıkmış tuhaf kafasını andırıyordu. Birkaç ay önce babamla muayene olmaya yanına gittiğimizi hatırladı, neden tekrar gelmediğimizi sordu şaşkın hâlde. İşin aslı, bir başka doktor bulup onu bıraktığımızı sanmıştı çünkü nihayetinde kendisi babamın mutlaka bir tedaviye ihtiyacı olduğunu açıkça belirtmişti. Böyle gözlüksüz hâlde beni azarlarken pek korkunç göründü gözüme. Sesini yükseltmişti, bir açıklama bekliyordu. Gözleri her yerde bir türlü gelmeyen o açıklamayı arıyordu.

Elbette bu konuda çok haklıydı, tüm suçlamaları hak ediyordum. Burada belirtmeliyim ki Doktor Coprosich’e olan nefretim, bu kelimelerinden kaynaklanmıyor, bundan çok eminim. Babamın doktorlara ve ilaçlara karşı isteksizliğinden bahsederek özür diledim; konuşurken ağlıyordum, doktor pek cömert bir nezaketle beni sakinleştirmeye çalıştı, daha öncesinde kendisine gelse bile biliminin şu anda tanık olduğumuz felaketi, en iyi ihtimalle geciktirebileceğini ancak engelleyemeyeceğini söyledi.

Ancak, hastalığın geçmişini araştırmaya devam ederken beni suçlamak için yeni sebepler geçti eline. Babamın son birkaç aydır sağlığından, iştahından ve uykusundan şikâyet edip etmediğini öğrenmek istedi. Ona kesin bir şey söyleyemedim. Hatta her gün beraber oturduğumuz sofrada babam çok mu yiyordu, az mı yiyordu onu bile bilmiyordum. Suçluluğum, kanıtlarıyla birlikte oradaydı ancak doktor sorularında ısrarcı olmadı. Sonra ona, Maria’nın babamı her zaman ölüm döşeğinde sandığını ve benim de onunla dalga geçtiğimi anlattım.

Gözünü tavana dikmiş kulaklarını temizliyordu. “Büyük bir olasılıkla birkaç saat içinde, kısmen bilincini toparlayacaktır.” dedi.

“O hâlde umut var mı?” diye bağırdım.

“Hiç yok!” diye kuru bir şekilde yanıtladı. “Ancak sülükler, bu durumda mutlaka etki eder. Eminim biraz olsun kendine gelecektir, belki çıldırabilir de.”

Omuzlarını silkti ve havluyu yerine koydu. Bu omuz silkme, kendi işini küçümsediği anlamına geliyordu, bu hareket de beni konuşmaya teşvik etti. Babamın uyuşukluktan sıyrılıp ölüm döşeğinde olduğunu fark edeceği düşüncesi beni dehşete düşürdü ama bu omuz silkme olmadan, bunu söylemeye cesaret edemezdim.

“Doktor!” diye inledim. “Ölüm döşeğindeyken onu kendine getirmek, kötülük olmaz mı?”

Gözyaşlarına boğuldum. Sinirlerim bozulmuştu, devamlı ağlamak istiyordum, kendimi hiç direnmeden gözyaşlarına bırakıyordum, doktor gözyaşlarımı görsün de işi hakkında vermeye cüret ettiğim tavsiye için beni affetsin istiyordum.

Büyük bir içtenlikle bana: “Haydi lütfen sakin olun! Hastanın bilinci, asla durumunu anlayacağı kadar net olmayacaktır. O bir doktor değil. Ölmek üzere olduğunu, siz söylemezseniz nereden bilecek? Daha kötüsü de gelebilir başımıza, yani tamamen şuurunu yitirebilir. Ama deli gömleğini yanımda getirdim, hasta bakıcı da burada kalacak.” dedi.

Şimdi daha da çok korkuyordum, ona sülükleri yapıştırmaması için yalvardım. O zaman bana, sakin sakin babamın odasından çıkarken emri verdiğini, hasta bakıcının onları çoktan yapıştırmış olduğunu söyledi. İşte o zaman tepem attı. Hastayı kurtarmak için en ufak bir ümit bile yokken umutsuzluğa itmek ve bu tıknefes hâlinde deli gömleğine katlanmak zorunda bırakmak tehlikesi içinde, onu kendine getirmekten daha kötü bir eylem olabilir miydi? Tüm şiddetimle ama her zaman sözlerime eşlik eden ve anlayış dileyen hıçkırıklarım arasında, ölmeye mahkûm birinin huzur içinde ölmesine izin vermemek duyulmamış bir zulümdür diye ekledim.

Bu adamdan nefret ediyorum çünkü o anda kızdı bana. Onu bir türlü affedemeyişimin nedeni bu işte. O kadar çok sinirlendi ki gözlüklerini takmayı bile unuttu, yine de başımın durduğu noktayı keşfetti ve o korkunç gözlerini yüzüme dikti. Zayıf da olsa hâlâ varlığını sürdüren umut ışığını bile isteye söndürmek istiyormuşum gibi gelmiş ona. Katı katı bunu haykırdı yüzüme.

Aramızda münakaşa çıkması an meselesiydi. Ağlayıp çığlıklar atarak, daha birkaç dakika önce kendisinin hasta için her türlü kurtuluş umudunu dışladığını hatırlattım. Evim de içindekiler de deney tahtası değildi, deney yapmak istiyorsa dünyada pekâlâ başka birçok yer vardı.

Büyük bir ciddiyetle ve neredeyse tehdit sayılabilecek bir sükûnetle cevap verdi:

“Size, hastanın bilincinin o andaki durumunun ne olduğunu anlattım. Ama yarım saat sonra veya yarına kadar neler olacağını kim bilebilir? Babanızı hayata tutunduracak tüm olasılıklara kapıyı açık bıraktım.”

Daha sonra gözlüklerini taktı ve bilgiççe memur görünümü ile doktorun tek bir müdahalesinin, bir ailenin ekonomik kaderini tamamen değiştirebileceği konusunda bitmek bilmez bir vaaz verdi. Alınacak yarım saatlik fazladan bir nefes, bir mirasın yönünü belirleyebilirmiş.

Şimdi de böyle bir anda böyle bir vaazı dinlemek zorunda bırakıldığım için, kendime acıyarak ağlıyordum. Yorulmuştum, tartışmayı bıraktım. Sülükleri çoktan yapıştırmışlardı zaten!

Doktor, yatağının baş ucundayken hasta için bir güçtür, sırf bu sebepten Doktor Coprosich’e saygı duydum. Kendisine bir öneride bulunmayışım, bu saygıdandı ancak yıllarca kendimi kınadım bu hareketim için. Pişmanlığım da bütün diğer duygularım ile birlikte öldü. Şimdi bunları yazarken bile bir başkasının başına gelmiş gibi soğukkanlıyım. O günlerden kalbimde yaşamakta ısrar eden o doktora duyduğum kinden başka bir şey yok.

Sonra bir kez daha babamın yatağı başına gittik. Onu sağına dönmüş, uyurken bulduk. Sülüklerin oluşturduğu yaraları örtmek için şakağına bir bez koymuşlardı. Doktor hemen bilincinin artmış olup olmadığını test etmek için kulağına doğru haykırdı. Hasta hiçbir şekilde tepki vermedi.

“Böylesi daha iyi.” dedim büyük bir cesaretle ama bunu söylerken ağlamayı sürdürüyordum.

“Beklediğimiz etki mutlaka kendini gösterecektir!” dedi doktor. “Solumasının çoktan düzeldiğini görmüyor musunuz?”

Gerçekten de o aceleci, zahmetli solumasında beni korkutan aralıklar yoktu.

Hasta bakıcı doktora bir şey söyledi, doktor başını sallayarak onayladı. Deli gömleğini hastada denemek gerekiyormuş. O bombayı çantadan çıkardılar ve babamı kaldırıp yatağa oturttular. O esnada hasta adam gözlerini açtı: Bulanıklaşmıştı gözleri, henüz ışığa alışmamışlardı. Gözleriyle etrafı süzüp de olan biteni anlar diye endişe ederek, tekrar hıçkırıklara boğuldum. Oysa hastanın başı yastığına geri döndüğünde, kimi oyuncak bebeklerde olduğu gibi gözleri derhâl kapandı.

Doktor zafer kazanmışçasına:

“Durumu iyice değişti.” diye mırıldandı.

Evet, tümüyle değişmişti tabii! Değişen durumu da benim için çok ciddi bir tehdit yaratmak dışında bir işe yaramıyordu. Duygu seli içinde babamın alnından öptüm ve içimden onun için bir dilekte bulundum:

“Oh, uyu! Sonsuz uykuya dalana kadar uyu!”

Ve böylece babamın ölmesini dilemiş oldum ama doktor, ne olduğunu anlayamadı çünkü bana nazikçe şöyle dedi:

“Kendine geldiğini görmek, sizi de mutlu etti tabii.”

Doktor gittiğinde, şafak söküyordu. Sıkıcı, tereddütlü bir şafaktı bu. Rüzgâr hâlâ uğulduyordu, donmuş karı yerinden kaldıracak kadar kuvvetli olsa da bana şiddeti azalmış gibi geldi.

Doktora bahçeye kadar eşlik ettim. Nezaket eylemlerini iyice abarttım ki kendisine duyduğum nefreti anlamasın. Yüzümden sadece teveccüh ve hürmet okunuyordu. Nihayet villanın çıkışına götüren patikada uzaklaştığını görünce bu çabadan kurtularak duyduğum tiksintinin yüzümü buruşturmasına izin verdim. Karların ortasında küçük ve siyah bir görüntü oluşturuyor, her fırtına karşısında sendeliyor, daha iyi direnebilmek için duraksıyordu. Yüzümü buruşturmam kâfi gelmedi, bunca zahmete katlanmıştım ya, hıncımı çıkarmam gerekiyordu. Birkaç dakikalığına soğukta, başım açık, karın üzerinde ayaklarımı öfkeyle yere vurarak yürüdüm. Bununla birlikte, bu çocuksu öfke, doktora mı yoksa kendime miydi bilmiyorum. Her şeyden önce kendimeydi, babamın ölmesini istemiştim ve yürekli olup bunu söylemeye cesaret edememiştim. Sessizliğim, en saf evlat sevgisinden ilham alan isteğimi ağırlığını taşımakta zorlandığım gerçek bir suça dönüştürüyordu.

₺36,24
Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
11 temmuz 2023
ISBN:
978-625-6865-91-4
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap