Kitabı oku: «Özbek Edebiyatı Yazıları», sayfa 5
Mahmudhoca Behbûdî Efendi’nin Hayatı
Hayatı ve eserleriyle bu yazının esasını teşkil eden Müftü Mahmudhoca Behbûdî Efendi, yukarıda panoraması çizilen tarihî şartların hüküm sürdüğü bir dönemde, 19 Ocak 1875 (H. 10 Zilhicce 1291) tarihinde, Semerkand yakınlarındaki Bahşıtepe köyünde doğmuştur. Otorite kabûl edilen din adamları yetiştirmiş nüfuz sahibi eski bir âileye mensuptur. (s. 7)3 Babası Türkistanlı Behbudhoca Sâlihhocaoğlı’nın, Ahmed Yesevî’nin soyundan geldiği rivayet edilmektedir. Anne tarafından dedesi olan Ürgençli Niyazhoca ise, Emir Şahmurad zamanında (1785-1880) Semerkand’a gelip yerleşmiştir.
Dinî ilimlere vâkıf ulemâ muhitinde yetişen Behbûdî Efendi, altı-yedi yaşlarındayken büyük dayısı Kadı Muhammed Sıddık’tan ilk okuma ve yazmayı öğrenmiştir. Küçük dayısı Molla Âdil’den de Arapçanın sarf ve nahvini öğrenmiş; İbn-i Hâcib’in Arapçanın gramerine dair meşhur eseri Kâfiye’yi, Abdurrahman Câmî’nin aynı bahse dair Şerh-i Mullâ adlı eserini, mantık ilmiyle ilgili olarak Şemsiyye’yi, hukuka dair Muhtasarü’l-Vikâye ve Hâşiye’yi okumuş, matematik öğrenmiştir.4 Behbûdî Efendi’nin eğitimi hakkında elimizde daha fazla bir bilgi bulunmamaktadır. Özbekistan’da neşredilen birkaç eserde de bu konu etraflı bir şekilde aydınlatılmamıştır. Ancak kendi sohbetlerinden anlaşıldığına göre, önce Semerkand medresesinde, daha sonra Buhara’da iyi bir eğitim görmüştür. İmam ve hatip olarak hizmet eden babası 1894 yılında vefat edince, dayısı Kadı Muhammed Sıddık’ın himayesine girmiştir. On sekiz yaşında kadılık idaresinde kâtip olarak çalışmaya başlamıştır. İyi bir medrese eğitimi gören Behbûdî Efendi, buradaki çalışmalarının sonunda kadılık ve müftülük derecelerine yükselmiştir. (s.7)
1899 yılında, ilk defa Türkistan dışına çıkmış, Buharalı bir dostu ile beraber hacca gitmiştir: “1318 sene-i hicriyyesi tavâf-ı Beytullahge Kafkaz yolı ile İstanbul ve Mısr El-Kâhire vâsıtasile barıb edim, müddet-i seferim sekkiz aydan ziyâde çözilib edi.” (s.53) Bu seyahat, Behbûdî’nin bilhassa eğitimle ilgili düşüncelerinde önemli değişikliklere sebep olmuştur. Daha önce Gaspıralı İsmail Bey’in mektepleri ıslah etmek ve “usûl-i savtiyye” esasına göre yeni mektepler açmak üzere Türkistan’a olan seyahatlerini yakından takip eden Behbûdî Efendi, hac seferi sırasında Türkistan Türkleri ve Müslüman Araplar arasında şahit olduğu manzaralar karşısında, eğitimde mutlaka bir reform yapılması gerektiğine inanır. Nitekim bu seyahatinden döndükten sonra, kendi şahsî teşebbüs ve gayretleriyle 1903 yılında Semerkand yakınlarındaki Halvâyi ve Recebemin köylerinde, Cedit mekteplerini kurdurur. Onun bu sahadaki faaliyetleri, sadece Cedit mekteplerinin kurulmasına rehberlik etmekle sınırlı kalmamış, bu mektepler için ders kitapları da yazmıştır. Bu faaliyetinin semeresi olmak üzere Kitâbü’l-Etfâl (1904), Risâle-i Esbâb-ı Savâd (1904), Muhtasar Târîh-i İslâm (1904), Ameliyât-ı İslâm (1905), Risâle-i Cuğrafiya-yı Umrânî (1905), Risâle-i Cuğrafiya-yı Rusî (1905), Kitâb-ı Müntahâb-ı Cuğrafiya-yı Umûmî ve Nümûne-i Cuğrafiya (1906), Târîh-i İslâm (1909) adlı ders kitaplarını hazırlamıştır. (s.9)5
Behbûdî Efendi, Recebemin köyündeki Cedit mektebini, 1908 yılında Semerkand’daki kendi evine nakletmiştir. Onun yeni usûlde eğitim veren bu mekteplerle ilgili faaliyetleri, diğer Ceditçi aydınlar tarafından da takdirle karşılanmış, hemen ardından Taşkent’te ve Fergana vadisinde, dönemin Ceditçi aydınları olarak şöhret kazanmış olan İbret, Münevver Kaarî, Abdullah Avlânî, Sofizâde gibi şahsiyetler tarafından birçok Cedit mektebi kurulmuştur.
Behbûdî Efendi, 1903-1904 yıllarında Moskova ve Petersburg’u ziyaret etmiş, 1906 yılında Kazan, Ufa ve Nijni-Novgorod’a gitmiş, aynı yıl 23 Ağustos’ta Nijni-Novgorod’da toplanan Rusya Müslümanları Kurultayı’na, Türkistan delegelerinin başkanı olarak katılmış ve kürsüden bir de nutuk irad etmiştir. Behbûdî, yirmi beş gün süren bu seyahatiyle ilgili olarak daha sonra kendi çıkardığı Ayna dergisinin 31 sayısında (1914) şu bilgileri vermektedir: “1325 sene-i hicriyyesinde Rusiya Müsülmanlarınıŋ muhterem ziyâlı ve ekâbirleriniŋ Nijni yarminkasında milliy işler toğrısında meşveret kılınaturgan meclisge müşerref bolmak üçün Orunburg yolı ile Maskov, Peterburg, Kazan vâsıtasıla Nijni Novagorod barıb edim. Sefer 25 kün sözülüb.....” (s.53)
Begali Kâsımov, adı geçen eserinde, Behbûdî Efendi’nin eğitim konusunda sadece mektep ve ders kitaplarıyla yetinmediğini, bunların yanında, dünyadaki gelişmeleri takip etmek, milletin ve memleketin vaziyetinden ve gündelik hayattan da haberdar olmak ve bunları sevabıyla, günahıyla halka aktarmak gerektiği düşüncesiyle tiyatro ve gazetecilik faaliyetlerine de yöneldiğini bildirmektedir. Behbûdî, bu maksatla Türkistan’da ilk defa kaleme alındığı için çok meşhur olan Pederküş yâhut Okımagen Balanıŋ Hâli (Baba Kâtili yahut Okumayan Balanın Hâli) (1911) adlı piyesi de yazmıştır. Türkistan’ın hemen bütün şehir ve kasabalarında yüzlerce defa sahnelenen bu piyeste, okumayıp cahil kalan bir evlâdın, bir gün hattâ kendi öz babasının canına bile kastedebileceği mesajı verilmektedir. Ancak Behbûdî’nin ve diğer bütün Ceditçi aydınların, halkı eğitmek ve dünyadan haberdar etmek üzere teşebbüs ettikleri faaliyetlerin kolayca gerçekleştirildiğini düşünmek mümkün değildir. Çünkü evvelâ çar hükûmeti, Türkistan halkının bu faaliyetlerle aydınlanmasını ve haklarını aramaya kalkışmasını, tabiî olarak kendi menfaatlerine aykırı görmüştür. Nitekim Türkistan askerî valisi General Aleksey Nikolayeviç Kuropatkin (1848-1925)6’in 1916 yılında günlüğüne yazdığı şu meşhur cümlesi de bu durumu açıklamaktadır: “Biz elli yıl boyunca aşağı seviyedeki yerli halkı terakkînin uzağında, mekteplerin ve Rus hayatının dışında tuttuk.”7
Behbûdî Efendi, daha önce 1901’den başlayarak Türkistan Vilâyetiniŋ Gazeti, Terakkî, Hurşid, Şühret, Tüccar, Asiya8 gibi yayın organlarında yazılar neşretmek suretiyle gazetecilik faaliyetlerine fiilen iştirâk etmiş olmakla birlikte9 1913 yılından itibaren bu sahadaki çalışmalarını hem yazar, hem de yayıncı olarak sürdürmüştür. 1913 yılı Nisan ayından itibaren Türkçe ve Farsça olarak Semerkand’da kendi neşrettiği Semerkand gazetesini, haftada iki defa olmak üzere önce iki, sonraları dört sayfa hâlinde çıkarmıştır. Abdullah Avlânî’nin bildirdiğine göre, “elü halknıŋ közini açışge bâis” olan bu gazete, 45. sayıdan sonra maddî imkânsızlık sebebiyle kapanmıştır.10 Mahmudhoca Behbûdî Efendi, bu Semerkand tecrübesinden sonra, yine Semerkand’da, 20 Ağustos 1913’ten itibaren Ayna dergisini çıkarmaya başlamıştır. 1915 yılı Haziran ayına kadar yayın hayatına devam eden bu dergide, daha çok Türkçe olmak üzere bazen Farsça şiir ve yazılarla birlikte Rusça ilânlar da yayımlanmıştır. Dergi, önce haftada bir defa, 1914 yılı Haziranından itibaren de ayda iki defa olmak üzere toplam 68 sayı yayımlanmıştır. Ceditçi aydınların en önemli yayın organlarından biri olan bu dergi, Türkistan’dan başka Kafkasya, Tataristan, İran, Afganistan ve Hindistan’da da okunmuştur.11 Tâhir Pidayev, Ayna’nın ilk Özbek dergisi olduğunu bildirmektedir.12
Mahmudhoca Behbûdî, Ayna dergisinin 31. sayısında yayımlanan “Kasd-ı Sefer” adlı yazısında bildirdiğine göre, 29 Mayıs 1914 (H. 7 Receb 1332) tarihinde, doktorların da tavsiyesi üzerine uzun bir seyahate çıkmıştır. İki ay kadar süreceğini tahmin ettiği bu seyahati sırasında Kafkasya, Kırım, İstanbul, Yunanistan, Beyrut üzerinden Mısır’a kadar gitmeyi ve dönüşünde de tekrar İstanbul’a uğrayarak trenle Bulgaristan’a geçmeyi, Avusturya, Berlin ve Rusya’yı ziyaret ederek Türkistan’a dönmeyi düşünmektedir. Seyahati sırasında, dergisinde neşretmek üzere ziyaret edeceği ülkelerin bir kısım manzaralarıyla birlikte önemli mimarî eserlerin ve tanınmış şahsiyetlerin fotoğraflarını temin etmek ve derginin bünyesinde faaliyet gösteren Kütübhâne-i Behbûdî adını verdiği dükkânında satmak için İstanbul, Mısır, Kafkasya, Kazan, Orenburg ve Hindistan’da yayımlanan kitaplardan satın almak istemektedir. (s.53)
Prof. Begali Kâsımov, Ayna dergisinin 1914 yılına ait 34, 35, 37-52. sayılarıyla 1915 yılına ait 1-6 ve 13. sayılarında neşredilen bu seyahatle ilgili hatıraları, Mahmudhoca Behbûdiy adlı kitabında yayımlamıştır. (s. 53-144) Hatıralarına göre, seyahatine 29 Mayıs 1914 günü Semerkand’dan trenle başlayan Behbûdî, sırasıyla Bayramali (Merv), Aşkâbâd, Köktepe, Kızılavrat, Cebel, Bilik, Krasnovodskiy, Bakû, Kislovodskiy, Esintüki, Petigorskiy Celeznovodsk, Rostov, Odesa, İstanbul, Edirne, İzmir, Sakız, Rodos, Kıbrıs, Beyrut, Şam, Hayfa, Yafa, Kudüs, Halilürrahman ve nihayet Port-Said’i ziyaret eder. Gördüğü yerler hakkında dikkat sahibi birisi olarak önemli sayılabilecek bilgiler verir, değerlendirmelerde bulunur. Meselâ, o gün için Bayramali (Merv) ahalisinin ekseriyeti Rus, Ermeni ve Acemlerden meydana gelmekte olup Türkmenler, şehrin dışında, çadırlarda yaşamaktadırlar. Şehirdeki Rus kilisesi uzaktan görüldüğü hâlde binlerce Müslümanın mescidini görmek mümkün değildir. Cehalet içersindeki Müslüman ahali, şeriattan çok âdetlere riayet etmektedir. Ticaret, daha çok Acemlerin kontrolündedir. Türkmenlerin ise henüz bir mektepleri bile yoktur. Aşkâbâd’daki Rus ve Ermeni nüfusu her gün artmaktadır. Biraz da Acem nüfus bulunmaktadır. Henüz “yarı vahşî” bir hâlde ve sıkıntı içersinde yaşamakta olan civardaki Türkmenlerin, dünyadan ve hattâ kendi içine düştükleri durumdan bile haberleri yoktur; bellerinde ekseriyetle hançer taşımaktadırlar. “Hançer yerine kalem tutma” vaktinin geldiğini henüz fark etmemişlerdir. Gözlerinin önündeki medeniyet eseri şehirden ve “ateş araba”dan, yani trenden ibret almamaktadırlar. Kızılavrat ötesinde tesadüf edilen Kazakların perişanlığı da Türkmenlerinkinden daha az değildir. Bakû, milyoner Müslümanların yaşadıkları bir şehirdir; ticaret canlı, matbaalar harıl harıl çalışmaktadır. Emlâkin çoğu Müslümanların elindedir.
Akdeniz’in Şam sahilinde bulunan Yafa’da on beş binden fazla nüfus yaşamaktadır. Şehrin yakınında, deniz sahilinde bulunan ve bir kısmı ziraate elverişli olup daha çok kumla örtülü bir arazi, Yahudi milyonerlerin kurdukları bir şirket tarafından Türkiye’nin de müsaadesiyle yerli halktan yok pahasına satın alınmış, üzerinde her türlü ihtiyaca cevap verebilecek küçük bir kasaba inşa edilmiş ve dünyanın her tarafından getirilen Yahudi muhacirlere on, yirmi, hattâ elli sene vade ile verilmektedir. Kasabada, bu sûretle beş binden fazla Yahudi toplanmıştır. Asıl malzeme olarak taşın kullanıldığı Avrupaî tarzda binalar, ibadethane ve üniversite inşâ edilmiş, artezyenler açılmıştır. Yahudilerin tam bir birlik hâlinde yaşadıkları bu şehirde, Türk devletini temsilen ne bir polis, ne de bir müdür bulunmaktadır. Müslümanlar, ekseriyeti teşkil ettikleri hâlde Yafa’da bulunan büyük ticarethaneler, dükkânlar, sinema ve büyük okulların hepsi Yahudi ve Hristiyanlara aittir. Misyonerler tarafından hâkim bir mevkie inşa edilmiş mükemmel bir Fransız mektebi de bunlardan bir tanesidir. Türklere ait bir sultanî ve birkaç iptidaî mektep bulunmaktadır. On bin kadar olan Müslüman nüfus, okumak hususunda Semerkand’daki seksen bin Müslüman’dan daha ileri seviyededir. Fransız misyoner mektebinde, yirmi kadar Müslüman öğrenci okumaktadır. Semerkand’daki hükûmet mektebinde okuyan Semerkandlı öğrencilerin sayısı ise %5’i bile bulmamaktadır. Bundan da anlaşılmaktadır ki, Yafa’nın o “çirkin” Arapları, Semerkand’ın “âzâde” Müslümanlarına nazaran daha ileri durumdadırlar. Hâlbuki Arapların bu terakkîsi, Yahudi ve Hristiyanlara nazaran bir hiç mesâbesindedir. Şehirde, Hristiyanlar tarafından üç Arapça gazete çıkarılmaktadır. Yahudilerin bir Arapça gazeteleri, bir de İbranice dergileri yayımlanmaktadır. Müslümanların ise ne bir gazeteleri, ne de bir dergileri bulunmaktadır. Şam sahili, âdeta Fransız nüfuzuna terk edilmiş gibidir. Doğrusu Fransızlar, Paris’ten “çuval dolusu” altın getirerek Müslüman Arap çocuklarını meccânen okutmaktadırlar. O “çirkin, yarı çıplak” Arap çocuklarını giydirmekte, kitaplar hediye etmekte, yiyecek yardımı yapmakta ve her sene “dünya cenneti” sayılan Paris’e yine meccânî olarak götürüp gezdirmektedirler. Mekteplerini bitirdikten sonra, karınlarını Türk devlet kapısında doyursalar bile bu çocukların tabiî olarak “Fransızperest” olmaları icap eder. Türkistan halkına nazaran medenî seviyeleri daha yüksek olan Araplarda elbise, saç-sakal, “kadim-cedit”, tiyatro ve mûsıkînin haram-helâlliği meseleleri çoktan halledilmiş vaziyettedir. Hâlbuki bu meseleler, Türkistan’da henüz yeni başlamaktadır.
İstanbul’da bulunduğu sırada, Mergilanlı bir müderris ile Gülhane Parkı civarında gezerlerken İsmail Gaspıralı ve Hamdullah Suphi Beylere tesadüf ederler. İsmail Bey, daha önce Türkistan’a olan seyahatlerinde tanıdığı ve hattâ evinde misafir olduğu Behbûdî Efendi’yi, kaldığı Şahin Paşa oteline götürür. Fakat İsmail Bey pek zayıf düşmüştür, hastadır, nefes darlığı çekmektedir. Her üç-dört dakikada bir aksırarak balgam çıkarmaktadır. Behbûdî’ye uzun uzun Rusya’dan, Türkistan’dan, İslâm âleminden ve bütün dünyadan söz eden İsmail Bey, Müslümanların günden güne terakkî etmelerinden duyduğu memnuniyetini ifade eder. Behbûdî de Buhara, Taşkent, Semerkand, Hive, Fergana ve bütün Türkistan’ın vaziyetinden bahseder. Gece yarısına kadar yedi saat devam eden bu sohbet sırasında İsmail Bey, Behbûdî Efendi’yi seyahatten dönüşünde Bahçesaray’a davet eder. Otomobille Kırım’ı gezmek üzere sözleşirler. Ancak Birinci Dünya Savaşı başlayınca, Behbûdî Efendi dönüşünde Kırım’a uğrayamaz. Bu, onların son görüşmeleri olmuştur. Bu görüşmenin ardından Kırım’a dönen Gaspıralı İsmail Bey’in 11 Eylül 1914, Perşembe günü vefat ettiği haberi duyulur.13
Behbûdî Efendi’nin neşrettiği Ayna dergisi, kendi döneminde eğitim ve kültür yönünden önemli bir hizmeti yerine getirmiştir. Dergide, Türkistan halkının millî haklarına dair, tarih, dil, edebiyat ve eğitim meselelerine dair, dünya siyasetine dair kıymetli yazılar yayımlanmıştır. Bu yazılarda, bilhassa dilin muhafazası ve eğitim seferberliği üzerinde daha fazla durulmuştur. Behbûdî Efendi’nin kendisi de burada edebî tenkit, dil, tarih, eğitim ve milliyet meselelerine dair yazılar kaleme almıştır.
Behbûdî Efendi, gazeteci olarak döneminin en velûd muharrirlerinden biri olarak şöhret kazanmıştır. 1910’dan itibaren tevkif edildiği 1919 yılı Mart ayı sonuna kadar, kendi neşrettiği Semerkand gazetesiyle Ayna dergisi dışında Hürriyet, Turan, Sadâ-yı Türkistan, Uluğ Türkistan, Necat, Mehnetkeşler Tâvuşı, Tirik Söz, Tercüman, Şûrâ, Vakit, Taze Hayat gibi gazete ve dergilerde yüzlerce yazısı yayımlanmıştır.14 Begali Kâsımov, Behbûdî’nin kaleminden çıkmış yazıların, koleksiyonlara ulaşılamadığı için henüz tam olarak tespit edilemediğini, fakat bunların sayısının üç yüzden fazla tahmin edildiğini bildirmektedir.15
Cedit mekteplerinde yeni usûlde eğitim verilmesi, gazete ve dergilerde bu yöndeki eğitim faaliyetleri hakkında yazıların yayımlanması, Cedit mektepleri lehine kuvvetli bir rüzgârın esmesi ve en önemlisi değişen şartların tesiriyle yeni bir insan tipinin ortaya çıkarak dünyaya açık ve farklı tavırlar sergilemeye başlaması, Ceditçilerin aleyhine olmak üzere bir karşı akım doğurmuştur. Hiç şüphesiz Türkistan’daki Cedit hareketinin önderi ve en kuvvetli temsilcisi olduğu için günden güne şiddetlenen bu tepkilerin muhatabı da büyük ölçüde Mahmudhoca Behbûdî Efendi olmuştur. İşte bu tepkilerin sonucu olarak Behbûdî Efendi, yavaş yavaş Müslümanlara ihanet etmekle ve Rusperestlikle itham edilmeye başlanır. Bu karalama kampanyası giderek taraftar kazanmaya başlamış, hattâ resmî makamlara bile intikâl etmiştir. Ayna dergisinin 1914 yılına ait 12. sayısında haber verildiğine göre, bu kampanyanın bir eseri olmak üzere 3 Ocak 1914 tarihinde Mirza Uluğbek Medresesi camiinde binlerce kişinin huzurunda, “Usûl-i Ceditçiler, Rusça okutmayı teşvik ettikleri için kâfir ilân edilmiş, ayrıca her kim evlâdını Usûl-i Cedit mektebine verecek olursa, kendisinin kâfir, karısının da boş” sayılacağı bildirilmiştir. (s. 27)
Kendi oğlu Mes’udhoca’yı da Rus gimnazyumunda okutan Behbûdî Efendi, Cedit mektepleriyle ne yapmak istediklerini ve maksatlarını Ayna dergisinin 44. sayısında (1914), “yüz birinci” defa açıkladığını söylerken şunları kaydetmektedir: “Semerkandnı kette ulemâ ve kâzılarıdan muhterem bir kişi kette meclislerge ve hükûmetge söylegenleri üçün tübendegi sözlerni yüz birinçi def’a yazarmız: Ayna muharririniŋ mesleki on seneden ziyâde bir müddetden beri cerîde ve risâlelerge yazgen makâleleri ilen hükûmetge ve bütün halâyıkga ma’lûmdır. (…) Biz halknı Rus ve Nasârâ kılmakçı emes ve dîn-i mübîn-i İslâmnı harâb kıldurmakçı emes, belki muhterem ehl-i dînimizni maddeten terakkiy etdürmakçi ve dîn-i şerîfimizge mehkem turub, Rusiyada yaşamakçimiz. Rusiyanıŋ gracdeni (= vatandaşı), ilm ve hukuklık çin tebaası bolub ve Ruslardan kaçmay, belki kol kolga berib, Rusiya vatanıga bilfe’l şerik bolub, terakkiy kılmak ve Rusiya devletiniŋ mansablarıga müstahık kılaturgan Rusiyanıŋ ilm ü fenn-i zamâneviy okutaturgan mekteblerige rücû’ kılmakka muhterem hemvatanlarımıznı da’vet ve teşvik etgüvçi bir kişimiz.” (s. 28)
Mahmudhoca Behbûdî, Türkistan’ın 20. yüzyıl başlarında yetiştirdiği en önemli siyaset adamlarından biridir. Siyasî düşünce olarak vatanın ve milletin geleceğiyle ilgili düşüncelerini, Hurşid gazetesinin 10 Ekim 1906 tarihli nüshasında yayımlanan “Hayrü’l-Umûrı Evsâtühâ” (= İşlerin Hayırlısı Mutedil Olanıdır) adlı yazısında ortaya koymuştur. (s.18) Behbûdî, bu yazısında sosyalist anlayışı ve bu anlayışı Rusya’da hâkim kılmaya çalışan Lenin’in partisini reddetmiştir. Yazar, bir siyasetçi olarak Rusya’daki siyasî partileri değerlendirirken Sosyal Demokratlar Partisi (Behbûdî, bu partiye İştirâkiyyûn-ı Ammeviyyûn adını vermektedir.)’nin şeriata aykırı taraflarına dikkat çekerek “hayalî”, hattâ “zararlı” olduğunu belirtmektedir: “Bu tâifege koşılmak biz Müsülmanlar üçün nihâyetde zararlikdir.” Siyasî meseleler karşısında Gaspıralı İsmail Bey gibi düşünen Behbûdî, sosyalizmi bir “zorbalık” olarak değerlendirirken sosyal eşitliğin de adalete aykırı olduğunu bildirmektedir. Ferdin ve milletin yükselmesinde “terakkî”nin en önemli faktör olduğu inancı, Rus işgâl ve yağmacılığıyla birlikte Behbûdî Efendi’de Türkistan’ın istiklâli için mücadele etme fikrini doğurmuştur. (s.18-19)
Millet, hürriyetine kavuşarak kendi müstakil devletini kurmadıkça, adaleti sağlamak da mümkün olamaz. Bu, Behbûdî’nin inandığı temel prensiplerden birisidir. Behbûdî, Vakit gazetesinin 4 Kasım 1907 tarihli nüshasında basılan “Duma ve Türkistan Müsülmanları” adlı yazısında, çar idaresinin sömürge politikalarını ve bilhassa Türkistan’da iskân edilen Rus muhacirlerini temsilen altı milletvekili seçildiği hâlde, yedi milyon Müslüman için beş milletvekilinin seçilmesini açıkça tenkit eder. Bu uygulamayı, “zorevanlik”, “gayr-i ahlâkiylik” ve “gayr-i insâniylik” olarak değerlendirir ve reddeder. (s. 28)
Prof. Kâsımov, 20. yüzyılın başında Türkistanlı aydınların ve tabiî Ceditçilerin istiklâl ve istikbâl hakkında birbirlerinden farklı kanaatlere sahip olduklarını ve istiklâl hedefine üç ayrı yoldan ulaşmaya çalıştıklarını söylemektedir ki, bunlar şöylece hülâsa edilebilir:
1. Rus hâkimiyetinden silâhlı mücadele ile kurtulmak, istiklâli mücadele ederek kazanmak. Begali Kâsımov, Dükçi Eşan ve 1916 isyanlarıyla birlikte Basmacılık hareketini, buna örnek olarak zikretmektedir.
2. Sulh içersinde, önce Ruslardan da istifade ederek eğitim problemini ortadan kaldırmak, ardından hak hukuk sahibi olmak sûretiyle millî hayatı kurmak. Kâsımov, İsmail Gaspıralı ile Mahmudhoca Behbûdî’nin bu maksatla çalıştıklarını bildirmektedir.
3. Çar idarecileriyle ve daha sonra sovyet hükûmetiyle anlaşarak onların programlarına iştirâk etmek ve imkân nispetinde istiklâli kazanmaya çalışmak. Kâsımov’a göre Münevver Kaarı, Hamza Hekimzâde Niyazî ve Abdullah Avlânî’nin niyetleri bu yöndedir. (s. 29)
Behbûdî, 16-23 Nisan 1917 tarihlerinde Taşkent’te toplanan Türkistan Müslümanları Kurultayındaki heyecanlı konuşmasında, milleti ihtilâflardan vazgeçerek istiklâl fikri etrafında birleşmeye davet eder. Aynı yıl 26 Kasım’da Hokand’da toplanan Türkistan Müslümanlarının IV. Fevkalâde Kurultayı, Behbûdî Efendi’yi kurulmakta olan Türkistan muhtar hükûmetinde görevlendirir16, gece yarısından sonra da Türkistan Muhtariyeti’ni ilân eder. Kurultayın bu kararı, müstemleke olmaktan istiklâle doğru atılmış çok ciddi ve cesur bir adımdır. İstiklâl kararının mimarlarından birisi de hiç şüphesiz Mahmudhoca Behbûdî Efendi’dir. Behbûdî Efendi, Abdurrauf Fıtrat’ın “milliy leyletü’l-kadrimiz” olarak vasıflandırdığı bu geceden, Hürriyet gazetesinin 29 Kasım 1917 tarihli nüshasındaki yazısında, “27 Kasımda Hokand’da Türkistan Muhtariyeti, Umumî Müslüman Kurultayında ilân edildi. Mübarek ve hayırlı olsun! Bendeniz de bu kurultaya iştirâk etmiş olmakla iftihar ediyorum. Yaşasın Türkistan Muhtariyeti!” diye söz eder. (s. 30) Behbûdî, 26 Ocak 1918 tarihli Hürriyet gazetesinde, “Çirağlarım” diye seslendiği Kazaklara hitaben kaleme aldığı açık mektubunda, bu eski ata yurdu Türkistan’daki bütün kardeş toplulukların beraberce yaşayabileceklerini düşünerek herkesi millî birlik fikri etrafında toplanmaya davet ederken şunları söyler:
“Hepinizin bildiği gibi Türkistan Kazağı, Kırgızı, Özbeği, Türkmeni, Tatarı, velhâsıl hepsi Türk-Moğol çocuklarıdır; cihangir Cengiz Han ve Timur’un evlâdı veya birbirlerinin ağabeyi ve kardeşidirler. Türkistan’daki Arap, hoca ve seyyitler de kendi dillerini kaybetmişler ve hattâ Arap olduklarını da unutarak Türkleşip siz Türk ve Moğollarla her bakımdan birleşmişlerdir. Türkistan’ın şehirlerinde ve bazı dağlarında biraz Fars, yani Tacik vardır ki, onların da tamamı Müslüman olup sizinle aynı mezheptendir. Hayat tarzlarının Özbeklerinkinden farkı yok denecek derecededir.
Kardeşler! Biliniz ki, bugün Türkistan’daki bütün halklar için muhtariyet ilân edildi ve yine bilmelisiniz ki hak alınır, fakat verilmez. Aynı şekilde muhtariyet de alınır, fakat verilmez. Yani muhtariyeti, Türkistan’ın evlâtları birleşerek kendi gayretleriyle alırlar. Elbette başkaları tarafından verilmez. Başkalarının elinden gelse, vermezler. Biz boş bulunup da Türkistan halkları olarak muhtariyet yolunda gayret göstermezsek, elbette şimdilik kâğıt üzerinde bulunan muhtariyetimizi de yok ederler. Bu, elbette söylediğimiz sebepten dolayıdır ve bu söze hiç kimse itiraz edemez.
Şimdi, durum bu hâlde iken bizim hepimiz, yani Kırgız, Kazak, Özbek, Türkmen, Arap, Fars, hülâsa Türkistan’daki, Kazakistan’daki ve Türkmenistan’daki bütün Müslümanlar ve buralarda yaşayan Yahudi ve Hristiyanlar, ittifak ederek bu muhtariyetin hayata geçirilmesi yolunda himmet ve gayret göstermemiz, elbette gereklidir. Eğer bize kendi başımıza şeriata, örf ve âdetlerimize uygun bir ömür sürmek gerekiyorsa, hepimiz zaman içersinde ortaya çıkmış olan bir takım kavga ve bencillikleri bırakıp bütün her şeyi unutarak yalnız muhtariyet için her şeyimizi feda etmemiz lâzımdır. Elimize ilk defa geçen böyle bir fırsatın değerini bilip ona göre çalışmak gerekmektedir. Fırsat kaçtıktan sonra pişman olmak fayda etmez. (…)
Atanız Cengiz’in meşhur nasihati var; kendi oğullarına şöyle demişti: ‘Birleşiniz! Meselâ, bir deste çubuğu beraber bağlarsanız, kimse kıramaz; eğer ayırırsanız, birer birer herkes kırabilir.’ İşte atanızın buyruğu!
Çırağlarım! Başka halklar, meselâ Sırplar, İtalyanlar, Ermeniler, Slavlar, Polonyalılar ve diğerleri, hattâ dünyanın öbür ucundaki kardeşleri ile birleşmektedirler. Başka büyük ve kuvvetli devletlere tâbi olup yutulan, hattâ dillerini kaybetmiş olan kendi soydaşlarıyla birleşmek için can ve güçlerini sarf ediyorlar. Biz kendi içimizdeki kardeşlerimizden ayrılacak olursak, bu bizim için utançtır, ahmaklıktır, Türk damarına balta vurmak demektir. (…)
Çırağlarım, birleşelim! Görüyorsunuz ki, bugün Ruslar da birleşmektedirler. Şimdi birleşmek zamanıdır. Eğer siz ayrılacak olursanız, Türkmen kardeşler de ayrılırsa, Türkistan Türkleri üç yere bölünüp dağılır ve muhtariyet hiçbirine nasip olmaz. (…)
Yalnız sizinle bizim değil, bütün Rusya Müslümanlarının birleşmeleri şeriata ve akla göre farzdır. ‘Va’tesimû bihablillâhi cemî’an velâ-teferrakû.’ (= Hepiniz, toptan Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, parçalanıp ayrılmayın.” (Âl-i İmrân / 103)17
Bütün iyi niyet ve gayretlere rağmen Türkistan Muhtariyeti’ni yaşatmak mümkün olmamıştır. Muhtariyet, bu açık mektubun yayımlanmasından yirmi beş gün sonra, bolşevik Rus ordusu tarafından feci şekilde yıkılmıştır. 19-20 Şubat günlerinde, Hokand şehri top ateşine tutulmuş, on bin kadar Türkistanlı öldürülmüş, yüz seksen köy yakılmıştır. (s. 31)
Türkistan Muhtariyeti’nin yıkılmasından sonra, fevkalâde muztarip bir hâlde Mayıs ayı başlarında Semerkand’a dönen Behbûdî Efendi, “Semerkand Müsülman Şûrâsı”nın tensibi üzerine bir süre Semerkand Maarif Müdürü olarak hizmet etmiştir. Kendisi, Mehnetkeşler Tâvuşı gazetesinin 27 Ağustos 1918 tarihli nüshasında yayımlanan yazısında ifade ettiğine göre, bu görevde iken mektepler hakkında bazı lâyihalar kaleme almış, ancak kısa bir süre sonra kendi sağlık ve çiftçilik işlerini mazeret göstererek istifa etmiş; fakat istifa talebi kabul edilmediği gibi Bütün Türkistan Maarif Müdürlüğü görevine getirilmek istenmiş, bu teklifi de sağlık problemleri sebebiyle geri çevirmiştir. (s. 32)
Behbûdî Efendi, maarif müdürü olduğu sırada Semerkand’da büyük çapta yağma-talan hadiseleri vuku bulur, birçok masum insan hapse atılır. Ağır tazminatlarla karşılaşan ve dinî inançları sebebiyle hakaretlere uğrayan halk, yerini yurdunu terk ederek kaçmak zorunda kalır. Behbûdî, bu olanlara karşı bir çare bulmak ümidiyle Türkistan Sovyet Hükûmeti yetkilileriyle görüşmek üzere Taşkent’e gider. Fakat hükûmet yetkilileriyle olan görüşmelerinden hiçbir sonuç elde edemez. (s. 33) Onun maarif müdürlüğünden istifa etmesinin asıl sebebi herhâlde bu hadiseler olmalıdır.
Bolşeviklerin Türkistan’la ilgili korkunç niyetlerinin farkında olan ve bütün hayalleri yıkılan Behbûdî Efendi, 25 Mart 1919 günü, perişan bir hâlde Semerkand’dan ayrılır. Ne yapmak ve nereye gitmek istediği hiç kimse tarafından bilinmeyen Behbûdî, bunu takip eden günlerde Şehrisebz’de tutuklanır. Onun bu yolculuğundan da, tutuklanmasında da kimsenin haberi olmaz. Hakkında yazılan bütün eserlerde, onun esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolduğu kayıtlıdır. Dönemin önde gelen şair ve yazarlarından Sadriddin Aynî, 25 Mart 1922 tarihli Zerefşan gazetesindeki yazısında, Behbûdî ile olan son görüşmesini şöyle anlatır: “1919 yılı Şubat ayında Taşkent’e gidip döndü. Semerkand muallimlerini mektep programından ve Taşkent’teki ilmî vaziyetten haberdâr etmek üzere muallimler meclisini toplantıya çağırdı. Bundan sonra sokakta karşılaştığımızda, toplanmasını istediği meclise kendisinin niçin gelmediğini, günü belirlenecek ikinci toplantıya gelip gelemeyeceğini sordum, biraz hastayım, iyi olursam, vaktim olursa haber veririm, dedi.” Prof. Begali Kâsımov, prensip sahibi böyle aydın bir insanın, toplanmasını bizzat kendisinin istediği bir meclise gelmemiş olmasına ve bu durumu izah edememesine, bundan sonraki toplantı hakkında da müphem bir cevap vermesine dikkat çekerek o günlerde Behbûdî Efendi’nin etrafında bir takım esrarengiz işlerin dönmüş olabileceğini düşünmektedir. (s. 33-34)
Behbûdî’nin ortadan kaybolduğuna dair ilk haber yazısı, Semerkand’dan ayrıldıktan yaklaşık bir ay kadar sonra, 23 Nisan 1919 tarihli Mehnetkeşler Tâvuşı adlı gazetede Hacı Muin imzasıyla yayımlanır. Aynı yazı, daha sonra İştirâkiyyûn gazetesinde de neşredilir. Hacı Muin, yazısını, halk arasında anlatılan bir takım rivayetlere dayanarak kaleme aldığını bildirmektedir. Bu yazıda ifade edildiğine göre, Behbûdî Efendi, Mart ayı sonlarında Merdankul Şahmuhammedzâde, Muhammedkul Orakbayoğlı ve Türkiyeli muallim Naim Efendi’lerle birlikte Moskova veya başka bir yere gitmek maksadıyla yola çıkmışlar, Buhara toprağından atla geçerken Karşı şehrinde yakalanmışlar, bazı rivayetlere göre de vahşîce öldürülmüşlerdir. Dedikoduların giderek artması üzerine Mehnetkeşler Tâvuşı gazetesi, 30 Kasım 1919 tarihli nüshasında, İstanbul’da okumakta olan Semerkandlı Temürhan adlı bir gencin verdiği bilgileri, Hacı Muin’in açıklamalarıyla beraber neşreder:
“Temürhan Efendi’nin bildirdiğine göre, Behbûdî Efendi’nin Buhara toprağında hapsedildiği haberi, Bakû’da hemen duyulmuştur. Bakû’da ikamet eden Türkistanlı Saidnâsır Mircelâlov adlı bir zât, Buhara’dan Behbûdî hakkında bilgi almak istemiş, serbest bırakılması için teşebbüste bulunmuş, ancak bu hususta hiçbir netice elde edememiştir.” (s. 34)
Prof. Begali Kâsımov, eserinde, Behbûdî’nin bu son seyahatiyle ilgili olarak farklı kanaatlerin bulunduğunu belirtmektedir. Bunların birincisine göre Behbûdî, hacca gitmek üzere yola çıkmıştır. İkinci kanaate göre ise, Rusya’da bolşevizme karşı mücadele eden muhalif gruplarla birlikte Amerika devlet başkanı Wilson’un teklifi üzerine İstanbul önündeki Marmara adalarında toplanacak olan bir konferansa katılmak için Semerkand’dan ayrılmıştır. Plâna göre Behbûdî Efendi, Bakû’da Saidnâsır Mircelâlov ile buluşacak ve İstanbul’daki konferans mahalline gidecektir. Münevver Kaarî ise bu bahse dair 21 Aralık 1929 tarihli beyanında, 1917 yılında, Türkiye’deki İttihâd ve Terakkî Partisi’ne üye olan Behbûdî ile beraber Merdankul Şahmuhammedzâde, Ubeydullah Hocayev ve Saidnâsır Mircelâlov’un hep birlikte Türkiye’ye gitmek istediklerini yazmaktadır. Türkistan Muhtariyeti hükûmetinin vekilleri olan bu zâtlar, dünya kamuoyu önüne çıkarak Rusya’daki bolşeviklerin Müslümanları katlettiğini, tamamen imha etmeye yönelik bir siyaset izlediğini gözler önüne sermek istemektedirler. Ancak sovyet hükûmeti, Buhara emiri vasıtasıyla bu teşebbüse mani olmuş, Behbûdî Efendi’yi de katlettirmiştir. Naim Kerimov’un yazma hâlindeki Behbûdiyniŋ Soŋgi Seferi adlı eserinde bildirdiğine göre Behbûdî, “kızıl Rusiyanıŋ Buhara elçihâne hizmetçisi Ötkin vasıtasıla emir tamanıdan tutıldı, (…) emirniŋ Karşı şehrindegi valiysi Nuriddin Ağalık tamanıdan 25 Mart 1919 yılda vahşiyâne öldirildi.” (s.35-36)
Begali Kâsımov, bu durumu değerlendirirken sovyet hükûmetinin Behbûdî Efendi’nin öldürülmesi suçunu Buhara emirine yıktığını ve Türkistanlı gençlerle birlikte sahte göz yaşı döktüğünü, böylece emire karşı gençlerde nefret ve öfke hissi peyda ederek Buhara’nın sovyetleştirilmesini çabuklaştırdığını, en önemlisi de böyle bir operasyonla, Türkistanlı Ceditçileri etrafında toplayarak kendisi için önemli bir tehdit unsuru hâline gelen Behbûdî gibi itibar sahibi cesur ve akıllı bir düşmanından kurtulduğunu söylemektedir. (s. 36)