Читайте только на Литрес

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Özbek Edebiyatı Yazıları», sayfa 6

Yazı tipi:

Müftü Mahmudhoca Behbûdî Efendi’nin yakalandıktan sonraki günleri ve öldürülmesi hakkında Hacı Muin Şükrullahoğlı’nın 29 Mart 1921 tarihli Mehnetkeşler Tâvuşı gazetesinde yayımlanan “Müfti Mahmudhoca Hazretleriniŋ Kanday Şehid Bolganlıgı ve Anıŋ Tamanıdan Yazılgan Vasiyetnâme” adlı yazısı, büyük önem arz etmektedir. Daha sonra, İnkılâb dergisinin 7 Ocak 1922 tarihli 1. sayısında da yayımlanan bu yazı, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından hemen önce, 16 Eylül 1988 tarihli haftalık Özbekistan Edebiyatı ve San’atı gazetesinde de neşredilmiş, bunlardan başka Milliy Uyganış ve Özbek Filologiyası Meseleleri (Taşkent 1993) adlı muhtelif makalelerden meydana gelen kitaba da dâhil edilmiştir. Bu konuda tek kaynak kabûl edilen yazıya göre Behbûdî Efendi’nin son günleri şu şekilde cereyan etmiştir:

Behbûdî, yol arkadaşları ile beraber 25 Mart 1919 günü Buhara toprağına geçmişler ve Emir Âlimhan’ın adamları tarafından şehit edilmişlerdir. 1921 yılı Mart ayında, Buhara’dan Taşkent’e gelen Hacımurad Hudayberdioğlı, Behbûdî ile arkadaşlarının Karşı şehri valisi Togaybek tarafından nasıl şehit edildiklerine dair bilgi getirmiştir. Bu Hacımurad adlı zât, Buhara inkılâbının başladığı günlerde, hükûmet tarafından görevli olarak Semerkand’dan Şehrisebz ve Kitab taraflarına gönderilmiş, yine görevi sebebiyle Karşı şehrine geçmiş ve bu bölgede altı-yedi ay kadar hizmet etmiş, bu süre içersinde birçok hadiseye de şahit olmuştur. Hacımurad, işte bu görevi sırasında, Karşı valisine bir süre hizmetkârlık eden Ferganalı on yedi yaşlarındaki Sâdıkcan’dan Behbûdî ve arkadaşları hakkında bilgi edinmiştir.

Sâdıkcan’ın anlattıklarına göre, Behbûdî ile arkadaşları, Şehrisebz’de yakalandıktan tahminen iki ay sonra Karşı şehrine getirilmişler ve birkaç gün zindanda yatırıldıktan sonra da Togay-bek tarafından şehit edilmişlerdir. Karşı zindanında bulundukları sırada valinin birinci hizmetkârı ve zindancıbaşısı olan Ahmet ile diğer hizmetkâr Sâdıkcan, Behbûdî ve arkadaşlarıyla sık sık görüşmek sûretiyle onların kimler olduklarını öğrenmişler ve nihayet Behbûdî’nin sohbetlerinden de etkilenerek onlara yakınlık duymaya başlamışlardır.

Bir gün, bu hizmetkârların ricası üzerine vali Togaybek, Behbûdî ile arkadaşlarını huzuruna çağırtarak, “Siz niçin tutuklandınız?” diye sormuş. Behbûdî’nin, “Biz Beytullah’ı ziyaret etmek üzere yola çıkmışken emirin adamları, siz Ceditçisiniz, kâfir ve casussunuz, diyerek bizi tutukladılar. Eğer tetkik edilecek olursa, suçsuz olduğumuz anlaşılacaktır” cevabını vermesi üzerine Togaybek, “Siz Ceditçi ve kâfirsiniz. Buhara emirine isyan edenler, sizin meslektaşlarınız değil miydi? Sizi öldürmek lâzım. Siz, kurtulmak için Beytullah’a gitmek bahanesine sığınıyorsunuz.” karşılığını vermiştir.

Zindancıbaşı Ahmet, bu ithamlara tahammül edemeyerek Behbûdî Efendi ile arkadaşlarının herhangi bir haksızlığa uğramamaları için meselenin tahkik edilmesini isteyince, öfkeye kapılan Togaybek, “Şimdi anladım ki sen de Ceditçiymişsin; çünkü onlara arka çıkıyorsun. Öldürülecek olan Ceditçi üç kişiydi, seninle dört oldu, seni de öldürmek lâzım” diyerek adamı tehdit eder. Togaybek, görüşmenin sonunda Behbûdî ve arkadaşlarıyla beraber zindancıbaşı Ahmed’in de hapsedilmesini emretmiş ve yakında Buhara emirinden gelecek fermana göre bunların öldürüleceğini bildirmiştir. Bunun üzerine Behbûdî Efendi ayağa kalkarak, “Biz ölümden korkmuyoruz, bilâkis hak yolunda ölmeyi kendimiz için şeref sayıyoruz. Doğruluk ve inkılâp yolunda sadece biz değil, daha pek çok kişi şehit olacaktır,” cevabını verdikten sonra tekrar zindana atılırlar.

Sâdıkcan, bu görüşmeden birkaç gün sonra Buhara emirinden vali Togaybek’e öldürme emrinin geldiğini, Behbûdî Efendi’ye haber verir. Behbûdî Efendi de bunun üzerine kendisiyle beraber arkadaşlarının da imzaladıkları meşhur vasiyetnamesini kaleme alarak Sâdıkcan’dan bunu her ne sûretle olursa olsun Semerkand’a ulaştırmasını rica eder. Behbûdî, vasiyetnamesinde şunları kaydeder:

“Ey, Türkistan’ın maarif işleriyle meşgûl olan ülküdaş ve oğullarım! Ben kendim bir mahkûm olsam da sizleri bir an olsun aklımdan çıkarmıyorum ve sizlere vasiyet ediyorum: Beni seven ülküdaşlarım! Benim sözlerime kulak veriniz! Biz iki aydan beri Buhara şehirlerinde mahkûm olarak dolaştırılıyor ve son on günden beri de bir yerde (Karşı şehrinde), bu zalimlerin elinde bulunuyoruz. Ceditçi olarak adımız kâfire çıktı. Hizmetkârlar arasında adımız casusa çıktı. Buradan kurtulmamız pek mümkün görülmüyor. Ülküdaşlarım Sıddıkî (Aczî), (Sadriddin) Aynî, (Abdurrauf) Fıtrat, (Münevver) Kaarî ve Ekâbir Mahdum ve oğullarım Vedud Mahmud, Abdülkâdir Şekûrî!

Sizlere vasiyet ediyorum: Maarif yolunda gayret gösteren muallimleri himaye ediniz! Maarife yardımcı olunuz! Ortadan nifakı kaldırınız! Türkistan’ın çocuklarını ilimsiz bırakmayınız! Her ne yaparsanız milletle birlikte yapınız! Herkese âzatlık yolunu gösteriniz! Buhara toprağına tez zamanda kılavuzluk ediniz! Âzatlığı tez zamanda gerçekleştiriniz! Bizim kanımızın hesabını zalim beylerden sorunuz! Maarifi, Buhara toprağında yaygınlaştırınız!

Bizim adımıza mektepler açınız! Biz o zaman kabrimizde rahat uyuruz. Benim oğullarıma selâm söyleyiniz. Bu arkadaşlarımın evlâdından haberdâr olunuz! İşbu vasiyetlerimi yazıp Ahmed’e verdim.”

Hacı Muin Şükrullahoğlı’nın söz konusu yazısında haber verdiğine göre, vasiyetnamenin yazılmasından üç-dört gün sonra vali Togaybek, Behbûdî Efendi ile arkadaşlarının Ahmet’le birlikte öldürülmelerini emreder. Bu emir üzerine mahkûmlar, zindanın yakınındaki bir bahçeye götürülürler. Dört mezar hazırlanır. Behbûdî ile arkadaşları abdest alıp namaz kılmak isterler. Buna müsaade etmeyen cellât, evvelâ Mahmudhoca Behbûdî Efendi’nin, sonra da diğerlerinin başını keser. Cinayetin ardından görevliler, cesetleri kazdıkları çukurlara, yerleri belli olmayacak şekilde gömerler.

Vali Togaybek’in mahremi olan Sâdıkcan, başından beri şahit olduğu bu hadiseyi, mahkûmlara karşı yakınlık hissettiği için küçük bir deftere kaydetmiş; ondan da dostu Hacımurad istinsah ederek Maarif Kurbanları adını verdiği üç perdelik bir piyes yazmıştır. Hacımurad’ın bildirdiğine göre Sâdıkcan, Şehrisebz, Kitab ve Guzâr taraflarında, Buhara emirinin başlattığı isyan sırasında 21 Aralık 1920 günü, isyancılar tarafından öldürülmüştür. Onunla birlikte, cinayeti kaydettiği defter ile vasiyetnamenin aslı da yok olmuştur.

Mahmudhoca Behbûdî Efendi’nin öldürüldüğü haberi, Semerkand’da tam bir yıl sonra duyulmuş ve 1920 yılı Nisan ayında bütün Türkistan matem etmiştir. (s. 36) Sadriddin Aynî, Abdurrauf Fıtrat, Süleyman Çolpan gibi şairler, Behbûdî’nin arkasından mersiyeler yazmışlardır. Sadriddin Aynî, Behbûdiy Rûhıga İthaf adlı şiirinde teessürünü şu mısralarla dile getirmiştir:

 
Seni mundın buyan Turan köralurmu, köralmasmu?
Seniŋ misliŋni Türkistan tapalurmu, tapalmasmu?
Sen, ey üstâd-ı âlî-şân, ediŋ acîbe-i devrân,
Atıŋnı tilge her insan büyük hürmetle almasmu?
Seniŋ târihî devrânıŋ, seniŋ âsâr u irfânıŋ,
Seniŋ nâmıŋ, seniŋ şânıŋ cehân kaldıkça kalmasmu?
Seniŋ köksüŋ çökülgenmü, seniŋ beliŋ bükülgenmü?
Seniŋ kanıŋ tökülgenmü? Munı heç kim soralmasmu?
Başıŋnı kesdüren kâtil, u bed-tıynet, u sengîn dil,
Hudâdan ger ese gâfil, halâyıkdan uyalmasmu?
Vatan evlâdı yâd etdi, seni hürmetle şâd etdi,
Ve lekin intikâmıŋnı alalurmu, alalmasmu?
.................................
Senge rahmet, senge gufrân Hudâyim yetkazalmasmu?!” (s. 219-220)
 

Sadriddin Aynî, Behbûdiy Efendini Esge Tüşirib, Katl ve Katlgâhge Hitâben adını taşıyan şiirinde de Behbûdî’nin katledilmesinden duyduğu öfkeyi, şu öç alıcı mısralarla dile getirmektedir:

 
Ey medfen-i insâniyet, ey maktel-i ahrâr!
Ey merkez-i vahşâniyet, ey mehmen-i eşrâr!
..................................
Kan tök, yene kan tök, yene kan tök!
Kan seli bilen âkıbetü’l-emr, yarıl, çök!
Kan tök de, çömül kanğa! Yıkıl kanğa! Boğul, öl!
Tâ kanğa bulğanmasın âzâde birar kol!
..................................
Ey kâtile, ey fâcire, ey fitne-i Turan!
Turan eli fitneŋ ile bolsunmı perişân?!
...................................
Kur’ânnı, şeriatnı ayağ astıda bastıŋ,
Behbûdiy kebi dâhi-yi Turannı da astıŋ!
Baş kes, yene baş kes, neçe kün keyf ü sefâ sür!
Lekin köziŋi aç! Kelesi künleriŋi kör!
....................................
Bir kün kelür elbet, kelür elbet, kelür elbet!
Ey hâine! Öç almağa âcizlere nevbet!” (s. 220)
....................................
 

Abdurrauf Fıtrat ise, Behbûdiyniŋ Sağanasını İzledim şiirinde şu mısralarla göz yaşı dökmektedir:

 
Çökmişdi yer üzre âlem tosuğı,
Öksüzlik baykuşı kanat kakardı.
Batuvda kızarıb turğan bulutdan
Ezilgen köŋlümge mâtem yağardı.
Haksızlik şehriniŋ kan hidli yeli
Armânım güliden bir yaprak üzüb,
Baharsız çöllerge savurıb koydı.
......................”18
 

Süleyman Çolpan da Mahmudhoca Behbûdiy Hâtırası adlı şiirinde, “aziz atam” diye hitap ederek onun arkasından göz yaşı döker:

 
“......................
Aziz atam, kolımdagi güllerniŋ
Mâtem güli ekenligin bilmeysen.
Şâdlik güli köpden beri solgenin,
Yer astıda pâk rûhıŋla sezmeysen.
Ene saçdım kalbimdegi güllerni,
Termak üçün çakıramen kollarnı.” 19
 

Mahmudhoca Behbûdî Efendi’nin katledildiği Karşı şehrine, 1926-1937 yılları arasında on bir yıl müddetle Behbûdiy adı verilmiş, fakat Behbûdî’nin asıl hüviyeti unutturulmak istenmiştir. Şehre adının verildiği 1926 yılından itibaren Behbûdî’nin öncülük ettiği Ceditçilik hareketine mensup aydınların hepsi, sömürgecilik ve ruslaştırma politikalarını, her türlü zorbalığı ve sınıf kavgalarını reddettikleri için karşı ihtilâlci, vatan haini, halk düşmanı gibi çok ağır ve haksız ithamlara maruz kalmışlar, takibata uğramışlar, hapsedilmişler ve hattâ sovyet ideolojisine doğru “kette burılış” yılı olarak ilân edilen 1929 yılından itibaren öldürülmek sûretiyle “milliy uyganış” adı verilen aydınlık Cedit dönemi hafızalardan tamamen silinmek istenmiştir.

Mahmudhoca Behbûdî Efendi’nin Eserleri

Behbûdi Efendi’den geriye eser olarak bir piyes, ders kitapları ve çeşitli dergi ve gazetelerde neşrettiği yazıları kalmıştır. Ancak yukarıda da ifade edildiği gibi onun kaleminden çıkan ve yüzlerce olduğu tahmin edilen yazıları üzerinde henüz etraflıca bir çalışma yapılmamıştır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra başlayan yeni dönemde, Ceditçi şair ve yazarlara bugün Özbekistan’da özel bir ilgi gösterilmesine rağmen Behbûdî’nin dergi ve gazete koleksiyonlarında unutulan yazıları, maalesef bugüne kadar toplanarak bir araya getirilmemiştir. Dolayısıyla bu bölümde, Behbûdî’nin Pederküş adlı piyesi ile temin edilebilen yazılarından söz edilecektir.

1. Pederküş Piyesi

Mahmudhoca Behbûdî Efendi’nin edebiyat tarihi bakımından en önemli özelliği, bütün Türkistan’da tiyatro yazarlığını başlatmış olmasıdır. Onun bir idealist olarak tiyatroya ve tiyatro edebiyatına alâka göstermiş olmasının eğitimcilikle doğrudan bir ilgisi bulunmaktadır. Eğitim hakkındaki düşüncelerini, sahne vasıtasıyla halka duyurmak istemesi ve yazdığı Pederküş adlı piyesinin seyirci üzerinde fevkalâde tesir uyandırması, diğer kalem sahiplerinin de dikkatini çekmiş; bunun tabiî sonucu olarak Türkistan’da ilk doğuşundan itibaren çok canlı bir tiyatro edebiyatı ortaya çıkmıştır. Tiyatro, Ceditçilerin halka yakınlaşmalarında, halkın gündelik hayatına ve fikir dünyasına nüfuz etmelerinde ve kendi fikirlerinin yayılmasında büyük kolaylıklar sağlamıştır.20 Başka bir ifadeyle, devrin şartları karşısında kendi fikirlerini yaymak için yeni bir edebiyat yaratan Ceditçiler, piyes yazarlığı ile sahne faaliyetlerini, ülkülerini gerçekleştirme yolunda çok önemli bir vasıta olarak değerlendirmişlerdir.21

Behbûdî Efendi, 1911 yılında, Pederküş yâhut Okımagen Balanıŋ Hâli (Baba Kâtili yahut Okumayan Balanın Hâli) adlı üç perde dört sahneden ibaret ilk millî piyesi yazmış, fakat eser, sansür idaresinin izin vermemesi yüzünden iki yıl boyunca yayımlanamamıştır. Bunun üzerine Behbûdî, eserini, 1812 yılında Moskova’nın 124 kilometre batısındaki Borodino sahrasında cereyan eden Rus-Fransız savaşının Rusların zaferiyle sonuçlanmasının 100. yıldönümüne ithaf edince, Pederküş piyesi, Tiflis sansür idaresinin 23 Mart 1913 tarih ve 19940 sayılı kararındaki “Tiflis sansür idaresinin izniyle Kafkas ülkesi sahnelerinde temsil edilmesi mümkündür” hükmüne istinaden 1913 yılında Semerkand’da risale hâlinde neşredilmiştir.22

Eserin yayımlanması, bütün Türkistan’da millî tiyatronun doğuşunu müjdelemesi bakımından büyük önem taşımaktadır. Aynı yıl Semerkand’da Behbûdî Efendi, Taşkent’te ise Münevver Kaarî ile Abdullah Avlânî, Pederküş piyesini sahneye koymak üzere çalışmalara başlarlar. Ayna dergisinin 1913 tarihli 10. sayısındaki “Semerkandda Tiyatru” başlıklı haber yazısında, bu eserin sahneye konulması ile ilgili olarak şu bilgiler verilmektedir: “Semerkandnıŋ Özbek ve Tatar yaş ve terakkiyperverleri bir bolıb, Özbekçe ‘Pederküş’ ve Tatarça ‘Aldaduk hem Aldanduk’ eserlerini Semerkand Kıraathâne-yi İslâmiyesi nef’iga 1914 yıl 15 Yanvar akşamında Semerkandda koymakçi boldılar ve hem uşbu gayretli Özbek ve Tatarlar birleşib Hokand ve Buhara ve özge Türkistan şeherlerinde milliy tiyatrlar körsetmakçidürler ki, niyet ve gayretleri şâyân-ı şükrânedür. İdârege kelgen mektublarge karagende Hokand ve Taşkendde hem ‘Pederküş’ fâciasını sahnede koymak üçün meşk kılmakda emişler. Egerde gayretlik yaşlar milliy tiyatrga rivâc berseler, yene başka eserler de tertib ve neşr kılınur.23

Pederküş, ilk defa 15 Ocak 1914 günü Semerkand’da sahneye konulmuştur. 320 kişilik tiyatro salonuna, 50 kişilik yer ilâve edilmiş ve biletlerin tamamı yüksek fiyatla önceden satılmıştır. Buna rağmen birkaç yüz kişi de bilet bulamadığı için tiyatrodan geri dönmek zorunda kalmıştır. Bazıları oyunu ayakta seyretmeye bile razı olmuş, fakat bunun için de yer bulunamamış; görevlilerin yakın bir tarihte piyesin mektepler yararına tekrar edileceğini ilân etmesinden sonra dışarıda kalanlar dağılmışlardır. Oyunun rejisörlüğünü, bir rivayete göre Azerbaycanlı Aliasker Askerov, başka bir rivayete göre de Mahmudhoca Behbûdî Efendi bizzat kendisi yapmıştır. Perde aralarında, Semerkand’ın meşhur hâfız (hânende)larından Hacı Abdülaziz koşuklar okumuştur.24

Eserin Semerkand’da 7 Mayıstaki ikinci temsilinden elde edilen 235 som’un 110 som’u mektep ıslahına, 35 som Cambay’da Molla Muallim Kâmil idaresindeki mektebe, 15 som Bâğışamal mektebine, 15 som Buhariy köyündeki Molla Corabay mektebine, 25 som Rus mektebinde okuyan Müslüman öğrencilere, 35 som Molla Muallim Abdülkâdir mektebine bağışlanmıştır.25

Pederküş piyesinin temsillerinden elde edilen gelirler, daima Cedit mektepleriyle diğer eğitim kurumlarına, “hayriye cemiyetleri”ne, basın faaliyetlerine ve diğer kültür hizmetlerine tahsis edilmiştir. Nitekim Semerkandlı oyuncular, aynı eseri Hokand’da da Cedit mektepleri menfaatine sahneye koymuşlar ve toplanan 604 som’dan, kendi geçimlerini farklı meslek ve işlerden temin ettikleri için sadece yol parası almışlardır. Ancak Behbûdî Efendi’nin ve çevresindeki Ceditçilerin bu hayırlı niyetlerine mukabil, bazı tiyatro toplulukları da eserin kazandığı şöhretten istifade ederek yazarından izin almaksızın para kazanmak için veya başka maksatlarla Pederküş piyesini sahneye koymuşlardır. Bu durumdan haberdar olan Behbûdî Efendi, kendisinden izin alınmasını talep ettiği Ayna (nu. 47) dergisindeki yazısında şöyle diyor: “Bazılarının yazdıkları mektuplarda haber verdiklerine göre, tiyatro bazen mektep veya cemiyet faydasına sahneye konulduğu hâlde parası belirtilen yerlere sarf edilmemektedir. Ayrıca tiyatro akşamları edep dışı hareketler meydana gelmektedir. Bu sebeple mecbûren ilân ediyoruz ki, bundan sonra piyesi sahneye koymak isteyenler, önce sahibinden yazılı izin alarak hangi maksatla sahneye koymak istediklerini bildirsinler, ondan sonra harekete geçsinler.”26

Behbûdî Efendi, “ibretnâme” adını verdiği tiyatroda, “hilâf-ı edeb” hareketlere izin verilmemesi için de gayret göstermiş, Doğu ve Batı ülkelerini gezerek tiyatronun bazen gönül eğlendirme, bazen de büyük sosyal ve manevî eğitim ve tefekkür vasıtası olduğunu görmüş ve kendisi de bunlardan ikincisini tercih etmiştir. Milletin istikbâli için tiyatroyu en geniş tesirli silâhlardan birisi olarak değerlendirmiş ve diğer Ceditçilerden de bunu talep etmiştir.27 Behbûdî’nin tiyatrodan gözlediği maksadı ve genel olarak Ceditçi yazarların tiyatro anlayışı, önemli bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır: “İnsanlar, tiyatroya hoşça vakit geçirmek için gelirler; fakat buradan fikir sahibi olarak çıkmaları lâzımdır.” Onların bu tiyatro anlayışı ile onlardan yarım asır kadar önce Mukaddime-i Celâl’i kaleme alan Nâmık Kemâl’in görüşleri arasında tam bir benzerlik bulunmaktadır.

Behbûdî Efendi’nin piyesi, 27 Şubat 1914 akşamı, Taşkent’te, 2.000 kişilik Kolizey salonunda, “Taşkent Müsülman Cemiyet-i İmdâdiyesi faydasıga” sahneye konulmuştur. Temsilden önce Münevver Kaarî Abdürreşidhanov, sahneye çıkarak “Türkistan” dilinde henüz bir tiyatro oynanmadığı için bazılarının buna “oyınbazlik” veya “masharabazlik” gözüyle baktıklarına ve hâlbuki tiyatronun mânasının “ibrethâne” veya “uluğlar mektebi” olduğuna dair bir konuşma yapmıştır. Münevver Kaarî, aynı konuşmasında, tiyatro sahnesinin, her tarafı aynalarla kaplı bir eve benzediğini, orada herkesin kendi “hüsn ve kabihligini, ayb ve noksanını” görerek ibret aldığını ve aktörlerin de birer “tabîb-i hâzık” olduklarını ifade etmiştir. Pederküş piyesi, Taşkent’te de büyük alâka uyandırmış, salon tamamen dolmuş, müşterilerin önemli bir kısmı, Semerkand’da olduğu gibi kapıdan dönmek zorunda kalmıştır.28

Piyesin bu başarısı, başka şehirlerdeki gençleri de gayrete getirmiş, onlar da kendi tiyatro gruplarını kurmak üzere harekete geçmişlerdir. Ayrıca maddî imkânsızlıktan kıvranan ve hattâ yer yer kapanan Usûl-i Cedit mekteplerinin ihtiyacı olan parayı temin etmek için bu faaliyetler bir zaruret hâline gelmiştir.29

Türkistan’da Ceditçilerle Kadimciler arasındaki kavga, mekteplerden sonra tiyatro meselesinde de şiddetli bir hâl almıştır. Kadimcilerin tiyatroya karşı tavır almaları, bu sanatın gelişmesinde problemler çıkarmıştır. Daha çok din adamları ve dinî ilimlerle meşgûl olanlardan meydana gelen Kadimciler, modern tiyatro faaliyetlerini, eski temâşâ sanatı gibi “masharabazlik” olarak değerlendirmişlerdir. Bu sebeple Ceditçilere, Behbûdî Efendi’nin eserine izafeten “Pederküşler” (= Baba Kâtilleri), “Masharaçiler” gibi adlar verilmiş; halk arasında, “Pederküşler, hükûmet tarafından tutuklanıyormuş” şeklinde dedikodular yayılmıştır. Namangen’de Abdilkâdirhoca adlı bir zengin, halkı gençler aleyhine tahrik etmiş, tiyatro ile meşgûl olanlara bakkal ve diğer esnafın hiçbir şey satmaması ve hattâ berberlerin onları tıraş etmemeleri için faaliyette bulunmuştur. Buna benzer karşı hareketler, başka şehirlerde de cereyan etmiştir.30

Pederküş piyesinin halktan büyük alâka görmesi üzerine Türkistan şehirlerinde yeni tiyatro toplulukları teşkil olunmuş, devrin kalem sahipleri tarafından kısa zaman içinde birçok tiyatro eseri yazılmıştır. Behbûdî Efendi’den sonra Abdurrauf Samedov (Şehîdî) Mahremler, Hacı Muin – Nusretullah Kudretullah Toy, Hacı Muin Bay ile Hizmetkâr, Köknarı, Mazlûme Hatın, Cüvanbazlik Kurbanı, Eski Mekteb-Yengi Mekteb, Kâzı ile Muallim, Nusretullah Kudretullah Keŋeş Meclisi, Abdullah Bedrî Cüvanmerg, Ahmak, Hamza Hekimzâde Niyazi Zeherli Hayat, İlm Hidâyeti, Mulla Narmuhammed Damleniŋ Küfr Hatâsi, Abdullah Kâdirî Bahtsız Küyav, Abdullah Avlânî Advokatlik Asanmı, Pinek, Biz ve Siz, Gulam Zaferî Bahtsız Şâgird, Abdülhamid Süleyman (Çolpan) Bay, Abdurrauf Fıtrat Begican, Mevlîd-i Şerîf, Ebâ Müslim, Hurşid Bezârı, Ârif ile Ma’rûf, Kara Hatın piyeslerini yazmışlardır. Adı bilinmeyen yazarlar tarafından da Ahmed Parina, Eski Mektebler Hâli, Eşigide Kanlı Köz Yaşlarımız gibi millî darama eserleri kaleme alınmıştır.31

Üç perde dört sahneden ibaret olan Pederküş piyesi, muhtevası itibariyle Ceditçilerin eğitim hakkındaki görüşlerini aksettirmektedir. Hayatın bütün cephelerine ilgi gösteren Ceditçilik hareketi, bilindiği gibi önce eğitimde yenilik hareketi olarak doğmuştur. Çünkü bu hareketi şuurlu bir şekilde ortaya koyan ve Türk dünyasına yayan Gaspıralı İsmail Bey’den başlayarak bütün Ceditçiler, Türk ve İslâm âleminin Hristiyan âlemi karşısındaki perişanlığını daima eğitimsizlik ve cehaletle izah etmişlerdir. İslâm âlemi, zaman içersinde kendisini yenileyemeyen eski eğitim kurumları yüzünden çağın gerisinde kalmış ve Osmanlı Türkiyesi dışında tamamı Hristiyan âleminin işgâline uğrayarak sömürge hâline gelmiştir. İşgâlden ve sömürge olmaktan kurtulmanın tek çaresi, eski eğitim kurumlarını ıslah etmek, yeni eğitim kurumları açmak ve genç nesilleri, yeni eğitim programlarına göre tanzim edilmiş okullarda, çağın gerektirdiği bilgilere sahip insanlar olarak yetiştirmektir; yani cehaletin karanlığından ilmin aydınlığına çıkmaktır. Mahmudhoca Behbûdî Efendi’nin bu maksatla Türkistan’da yeni mektepler açtığı ve yeni bilgileri ihtiva eden ders kitapları hazırladığı, gazete ve dergilerde yine aynı maksatla yazılar kaleme aldığı yukarıda arz edilmişti.

Ceditçiler, eğitimci olarak kendilerine sadece genç nesli değil, bilâkis gençlerle birlikte toplumun bütün kesimlerini hedef seçmişler, bütün herkesi dünyadan ve yeni hayat tarzından haberdar etmeye çalışmışlardır. Onların dergi ve gazetecilik faaliyetleri ve hattâ dil, muhteva ve estetik yönünden Türkiye’deki Millî edebiyat cereyanıyla hemen aynı prensipleri benimseyen yeni bir edebiyat kurma gayretleri, hep aynı maksada hizmet eden çalışmalar olarak değerlendirilmelidir.

Halka yeni bilgiler ve değerler kazandırma iddiasını taşıyan Ceditçiler, ideallerini gerçekleştirmek için çok yeni olmasına rağmen edebî türlerden tiyatroya daha fazla önem vermişlerdir. Çok eski ve çok zengin bir geçmişi bulunmasına rağmen şiir, bu dönemde tiyatro kadar popüler olamamıştır. Ceditçileri tiyatroya yönlendiren en önemli sebep, hiç şüphesiz bu sanat faaliyetinin sahne vasıtasıyla doğrudan etkileme gücüne sahip olmasıdır. İşte bu gücün farkında olan Behbûdî Efendi, Cedit mekteplerini ve yeni tarz eğitimin önemini halka anlatabilmek için tiyatrodan faydalanmak istemiştir. Kitap hâlinde basıldıktan sonra eserinin sahneye konulması için gayret göstermesi ve hattâ bizzat kendisinin rejisörlüğe teşebbüs etmesi, onun tiyatro faaliyetinden ne kadar çok şey beklediğini göstermektedir. Nitekim bu beklentisinde de yanılmamış, Pederküş piyesi, belki onun tahmininden de fazla bir ilgi görmüştür. Hemen arkasından pek çok tiyatro eserinin yazılıp sahneye konulması çığırını başlatan bu piyes, kazandığı başarıyı, kendi kabiliyetinden ziyade gördüğü bu olağanüstü ilgiye borçlu olmalıdır. Türkistan hayatından alınmış basit sayılabilecek bir hadiseyi, millî lisanla ve bir facia şeklinde ilk defa sahneye taşımış olması, eserin şöhretini artırmıştır.

Behbûdî Efendi, Pederküş piyesinde, seyircinin karşısına âdeta nasihat etmek üzere çıkmış bir vâiz edasıyla konuşur. Piyes, esas olarak her şeyin paradan ve para kazanmaktan ibaret olduğunu düşünen “Bay” (= Zengin) ile ona bu düşüncesinin yanlış olduğunu anlatmaya çalışan yenilikçi fikirlere sahip “Dâmulla” (= Büyük Molla) ve Rus mektebinde okumuş modern giyimli milliyetçi “Ziyalı” (= Aydın) bir Müslüman arasında cereyan eder. Behbûdî Efendi, eğitimle ilgili düşüncelerini, Dâmulla ve bilhassa Ziyalı tiplerinin ağzından açıklar. Yazar bu tavrıyla, Ceditçi-Kadimci kavgasının şiddetle devam ettiği bir zamanda, eski medreseyi temsil eden Dâmulla ile yeni mektebi temsil eden Ziyalı’yı aynı fikir etrafında buluşturarak birbirlerine zıt gibi görünen bu iki kutbu âdeta uzlaştırmaya çalışır. Kendisi de medresede eğitim gördüğü hâlde yeni mekteplerin açılıp çoğalması için gayret sarfeden Behbûdî Efendi’nin her iki aydın kesimi de kucaklamaya çalışan bu uzlaşmacı tutumu, kendi devri için çok önemli bir davranış olarak kabûl edilmelidir.

Piyesin birinci perdesinde Dâmulla, evinde ziyaret ettiği Bay’dan oğlu Taşmurad’ın Usûl-i Cedit mektebinde mi, yoksa geleneksel tarzda sadece dinî eğitim veren eski mektepte mi okuduğunu sorar. Çünkü okumak, herkese borçtur, saygı ve fazilet sebebidir. Hâlbuki Bay için saygının yegâne sebebi ise zenginliktir. Bunun için okuma yazma bilmeye de gerek yoktur. Bu sebeple oğlunu hiçbir mektebe göndermemektedir. Dâmulla’nın tespitine göre, son yirmi-otuz yıldan beri Türkistan’da ticaret, cehalet sebebiyle Yahudi ve Ermeniler başta olmak üzere yabancıların eline geçmiş, buna bağlı olarak Türkistan’ın yerli ahalisi de her gün biraz daha fakirleşmiştir. Ancak o ne söylerse söylesin, Bay bunların hiçbirine değer vermez.

Dâmulla’dan sonra ziyaretine gelen Ziyalı da Bay’dan fakir çocuklarının okuyabilmeleri için maddî yardımda bulunmasını ister. Zira içinde bulunulan zaman, “yeni ve başka” bir zamandır. Bilgisi ve mesleği olmayan halkın zenginliği, yeri, yurdu, ahlâk ve itibarı günden güne elden gitmekte, hattâ dini de zayıflamaktadır. Bu sebeple, Müslüman çocuklarını okutmak lâzımdır. Ayrıca Müslümanlara bu devirde biri dinî ilimlerde, diğeri çağdaş ilimlerde olmak üzere iki türlü âlim gereklidir. Dinî eğitim görerek imam, hatip, müderris, muallim, kadı ve müftü olmak isteyenler, evvelâ Türkistan’da, daha sonra Mekke, Medine, Mısır veya İstanbul’da okumak sûretiyle mükemmel din âlimi olabileceklerdir. Aynı şekilde çağdaş ilimlere sahip olabilmek için de temel dinî bilgileri ve millî dili öğrendikten sonra hükûmetin açtığı düzenli mekteplere gitmek ve nihayet Petersburg, Moskova, İstanbul, Avrupa, Amerika üniversitelerinde okumak lâzımdır. Bu üniversitelerde okuyacak olanlar tıp, hukuk, mühendislik, iktisat, felsefe ve pedagoji ilimlerini öğrenecekler ve çar hükûmetinin idarî kadrolarında görev alarak vatana ve millete hizmet edeceklerdir. Fakat bu işlerin olabilmesi için Türkistanlı zenginlerin maddî yardımda bulunmaları gerekmektedir. Nitekim Kafkasya, Orenburg ve Kazan’ın Müslüman zenginleri, bu iş için çok para sarfetmekte ve fakir çocuklarını okutmaktadırlar. Bay, Ziyalı’nın bu anlattıklarını uyuklayarak dinlemektedir. Konuşmanın sonuna doğru uykuya dalan Bay, horlamaya başlar. Bu vurdumduymazlık karşısında Ziyalı, mendiliyle göz yaşlarını silerken, “İlâhî ya Rabbî! İslâm ümmetinden ve bilhassa biz Türkistanlılardan merhametini esirgeme!..” diye dua ederek Bay’ın evini terk eder. Behbûdî Efendi, bu düşüncelerini açıklarken İslâm dininin ilme ve öğrenmeye verdiği önemi ifade eden âyet ve hadisleri de delil olarak zikreder.

Türkistan’da fakir çocuklarının okuyabilmelerine imkân sağlamak üzere “cemiyet-i hayriye”lerin kurulup yaygınlaşmasında da önemli hizmetlerde bulunan Behbûdî Efendi, cehaletin, Türkistanlılar için en büyük belâ olduğunu düşünmektedir. İşte bu cehalet sebebiyle Bay, mektebe göndermemek sûretiyle kendisi gibi cahil yetiştirdiği oğlu tarafından parası için öldürülür. Zira oğlu Taşmurad, bilgisizliği yüzünden edindiği fena arkadaşlarının baştan çıkarmasıyla babasının yattığı odasındaki kasanın soyulmasına yardım eder. Ancak kasanın açılırken çıkardığı gürültüyle uyanan Bay, oğlunun da yardımıyla bıçaklanarak öldürülür. Böylece Taşmurad “pederküş”, yani baba kâtili olur. Öldürülen Bay ile baba kâtili olup Sibirya’ya sürgün edilen oğlu Taşmurad, cehaletleri sebebiyle böyle feci bir âkıbete uğramışlardır. Behbûdî Efendi, zenginliğin tek başına bir işe yaramayacağını, bilâkis cahillerin elinde felâketlere sebep olabileceğini ihtar etmektedir. Türkistanlılar, yine cehalet sebebiyledir ki, “vatansız, derbeder, esir, fakir, bîçare” durumuna düşmüşlerdir; “terakkî” bilginin, “esaret” ise cehaletin eseridir. Dolayısıyla Türkistanlıların bu fena vaziyetten kurtulabilmek için çocuklarını okutmaktan başka çareleri yoktur.

Pederküş piyesi, sergilediği olay basit gibi görünmekle birlikte Türkistan’ın kangren hâline gelen bir meselesini, yer yer pendnâme tarzında olsa bile karikatürize ederek seyircinin dikkatine sunması bakımından önemlidir. Türkistan’ın içinde çırpınarak can çekiştiği cehalet batağını, sade bir dille ve Türkistan için tamamen yeni bir teknikle, sahne vasıtasıyla gözler önüne seren bu eser, yeni bir edebî devrenin, yani Cedit edebiyatının da müjdecisi olmuştur. Behbûdî Efendi, bilhassa bu özelliği sebebiyle Türkistan edebiyatında öncü rolünü oynamış önemli bir şahsiyettir.

18.Abdurauf Fıtrat, Çin Seviş, Taşkent, 1996, s. 33.
19.Çolpan, Yene Aldım Sazımnı, Taşkent, 1991, s. 401.
20.Begali Kâsımov, Ceditçilerin tiyatroya olan ilgilerini izah ederken bu dönemin temsilcilerinden Abdullah Avlânî’nin 1924 tarihli Tercime-i Hâl’inden şu ifadeleri nakletmektedir: “1913 yılından başlayarak halkın gözünü açmak ve medeniyete yakınlaştırmak için tiyatro işlerine girişip Taşkent’te birkaç temsil verdikten sonra bütün Fergana’yı dolaşıp her şehirde temsiller verdik. Bu sırada bizim maksadımız, zâhirde tiyatro ise de, bâtında Türkistan gençlerini siyasî bakımdan birleştirmek ve inkılâba hazırlamaktı.” “Ceditçilik-Ayrım Mülâhazalar”, Milliy Uyganış ve Özbek Filologiyası Meseleleri, s. 21.
21.Şühret Rızayev, Cedid Draması, Taşkent, 1997, s. 49.
22.İsmail Tölek Andicâniy, XX Asr Özbek Edebiyatı, Andican 1993, s. 36; Pederküş piyesinin Türkiye Türkçesindeki neşri için bk.: Şuayip Karakaş, “Türkistan’da İlk Tiyatro Faaliyetleri ve Pederküş Piyesi”, Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi / Manas Universiteti Koomduk İlimder Curnalı, Sayı: 2, s. 162-186.
23.Ş. Rızayev, age., s. 53.
24.Ş. Rızayev, age., s. 55.
25.Ş. Rızayev, age., s. 57.
26.Ş. Rızayev, age., s. 59.
27.Behbûdî Efendi, “Teyatr Nedür?” (Ayna, 1914, nu. 29, s. 550-553) adlı yazısında, tiyatrodan ne anladığını şu şekilde ortaya koymaktadır: “Tiyatro nedir? Tiyatro ibret alınan yerdir, tiyatro dinî nasihat edilen yerdir, tiyatro terbiye yeridir. Tiyatro öyle bir aynadır ki, somut bir şekilde ve açıkça sergilediği genel durumdan görmeyenler işiterek, sağırlar görerek etkilenir. Kısacası tiyatro, nasihat ve ikaz edici, ayrıca zararlı örf ve âdetlerin çirkinliklerini ve zararlarını açıkça göstermektedir. Hiç kimseye boyun eğmeden doğruyu söyleyen ve açık hakikati bildirendir. Aynı zamanda bir temâşâ yeridir, gönül eğlendirendir, millî ve edebî cemiyetlerin esasıdır. İlerlemiş olan milletler, tiyatrolarını terbiye ve ibret mektebi olarak adlandırıyorlar. İlerlemenin en önemli sebeplerinden birisinin de tiyatro olduğunu söylüyorlar. Tiyatroların, güzel ve çirkin âdetlerin sarraf ve tenkitçisi olduğunu bildiriyorlar. İnsanları etkilemek sûretiyle daha çok iyilik etmelerine sebep olmak için âdetlerin fayda ve zararlarından hâsıl olan neticeleri, tiyatro salonunda olduğu gibi gösteriyorlar. Her devrin kendine göre bir hesaplaşma usûlü vardır. Bu devirde tiyatro salonları, kötü ve zararlı âdetleri hesaba çekerek ve tenkit ederek kötü ve çirkin taraflarını halka gösteren nasihat edici bir mekândır. Tiyatro sahnelerinde sergilenen trajik, komik veya dramatik hadiseler, halka tasvir edilerek gösterilir. Tiyatroda tasvir edilen hadiselerdeki kötülük veya iyiliğin ortaya çıkış şeklini ve sebeplerini idrâk edip ibret almak, kötülükten uzaklaşarak iyiliğe yönelmeye sebep olur.
  (.....) Kısaca tiyatro, bir çeşit mektep hükmündedir. İlerlemiş olan milletler arasında tiyatro o kadar gelişmiştir ki, her gün bir yeni eser yazılarak sahneye konulur. (.....) Sahneye konulan eserin eksik veya fazla taraflarını, millî hayatın dışında kalan kısımlarını yazarlar, gazeteler vasıtasıyla tenkit etmektedirler. Halkın hoşuna gitmesi veya gitmemesi hâlinde eserin yazarı da memnun veya mahzun olur. Eser güzel olursa, herkes yazarını tebrik eder, onun da şöhreti artar. Bu durum, diğer yazarları da harekete geçirir, güzel eserlerin yazılmasına vesile olur. Bir tiyatro eseri için yazarın nasıl iyi düşünebilen, zarif ve nazik biri olması icap ederse, oyuncuların da güçlü, temsil kabiliyetleri yüksek ve her şeyi âdeta kendi nefislerine mâl ederek gösterme gayreti içersinde ve nüktedan olmaları gerekir. Avrupalılar, farklı bir sanat olan oyunculuk için de ayrı bir mektep açmışlardır.
  Sözün kısası, tiyatro salonları, maskaralık edilen değil, bilâkis ibret alınan bir yerdir. Oradaki oyuncular da ‘maskara’ değil, ahlâk öğretmenidirler. İlerlemiş olan toplumlarda oyuncular kibar ve itibar sahibi insanlardır. Bilhassa kendi şahsî menfaati için değil de mektep ve millet menfaatine oyunculuk edenlerin değeri iki kat fazladır. (.....) Bazı vatan ehli olan kalem sahiplerinin tiyatro eseri yazmakla meşgûl oldukları işitilmektedir. Onların eserlerini dört gözle bekliyoruz.” (B. Kâsımov, Mahmudhoca Behbudiy, s. 150-152.)
28.Ş. Rızayev, age., s. 25; Hemdem Sâdıkov, Rüstembek Şemsütdinov, Pâyan Revşenov, Kameriddin Usmanov, Özbekistannıŋ Yeŋi Tarihi-Birinçi Kitab-Türkistan Çar Rassiyası Müstemlekeçiligi Devride, Taşkent, 2000, s. 277.
29.Ş. Rızayev, age., s. 84.
30.Ş. Rızayev, age., s. 93-94; Abdullah Avlânî, Kadimcilerin aleyhte propaganda yaparlarken Ceditçilerin “münâfık, müfsid, zındık, dehrî” olduklarına dair dedikodular çıkardıklarını, bunun da aradaki husûmeti artırdığını bildirmektedir. (“Tercime-i Hâlim”, Milliy Uyganış ve Özbek Filologiyası Meseleleri, s. 109.)
31.Ş. Rızayev, age., s. 129. Begali Kâsımov, 1911-1917 yılları arasında Türkistan’da kırktan fazla piyesin kaleme alındığını bildirmektedir. (“Cedidçilik, Ayrım Mülâhazalar”, Milliy Uyganış ve Özbek Filologiyası Meseleleri, s. 20.)
₺104,79

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
Hacim:
803 s. 22 illüstrasyon
ISBN:
978-625-6494-95-4
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre