Читайте только на Литрес

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Özbek Edebiyatı Yazıları», sayfa 7

Yazı tipi:

2. Gazete ve Dergilerde Yayımlanan Yazıları

Yukarıda da ifade edildiği gibi Mahmudhoca Behbûdî Efendi’nin gazete ve dergilerde neşrettiği yazıları üzerinde bugüne kadar herhangi bir çalışma yapılmamıştır. Onun kaleminden çıkan yazıların çok az bir kısmı, ancak Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra çeşitli vesilelerle muhtelif eserlerde tekrar yayınlanmıştır. Bu son bölümde, Mahmudhoca Behbûdî Efendi’nin düşünce dünyası ile zihnini meşgûl eden meseleler hakkında kısmen de olsa fikir sahibi olabilmek maksadıyla, temin edebildiğimiz iki eserde yer alan yazıları hakkında bilgi verilecektir. Büyük bir yekûn teşkil ettiği tahmin edilen ona ait yazıların on iki tanesi, Prof. Dr. Begali Kâsımov’un Mahmudhoca Behbudiy (Taşkent 1997) adlı kitabında yayımlanmıştır. Bu yazılarda, muhtelif konular ele alınmıştır. Yine onun imzasını taşıyan yedi yazı, Kâmilcan Hâşimov ile Safâ Açıl’ın müştereken hazırladıkları Özbek Pedagogikası Antologiyası (Taşkent 1995) adlı eserde kısmen iktibas edilmiştir. Bu eserdeki yazılarda ise sadece eğitim kurumlarının ıslahından ve eğitimin öneminden bahsedilmektedir.

Behbûdî Efendi, Til Meselesi ( Ayna, 1915, nu. 11-12, s. 274-277, 306-311)32 adlı yazısında, evvelâ, “Türkçenin şubeleri olan Özbek-Çağatay, Tatar, Azerbaycan, Kazak ve Türkmen lehçeleri”ndeki yeni matbuatın en önemli meselelerinden saydığı imlâ bahsinden söz eder. Vaktiyle Arapça ve Farsçadan alınmış olan kelimelerin, artık Türkçenin aslî unsuru hâline geldiğini ve hattâ Osmanlı dilinin de bu şekilde oluştuğunu bildirdikten sonra, bütün şiveleri, ihtiva ettikleri Arapça ve Farsça kelimeler bakımından değerlendirmekte, Farsçanın Türkistan’daki nüfuz bölgelerini tespit etmekte, “fen ve hüner” terakkî ettiği için yeni çıkan ve yabancı isimler taşıyan eşyaya Türkçe isim verecek kurumları kurarak “Türk dilimize” hizmet edecek ilim adamlarının bulunmaması sebebiyle yabancı dillere ait isimlere mecbur kalındığını söylemektedir. Yazının devamında, Türkistan’da, Türkiye’deki Genç Kalemler’le aynı zamanda ortaya çıkan dilde sadelik taraftarlarına itidâl tavsiye ederek herkesin anlayıp kullandığı Arapça ve bilhassa Farsça kelimeleri muhafaza etmenin lüzumundan bahsetmekte ve bu kelimelere ait çokluk şekillerinin, Türkçenin kurallarına göre yapılması gerektiğini bildirmektedir. Buna dair örnek verirken “ulûm, fünûn, ulemâ, kuzât” yerine, “ilimler, fenler, âlimler, kâzılar” yazmanın daha doğru olacağını kaydetmektedir. Dili sadeleştirirken tasfiyeciliğe kalkışarak “eski Çağatayca, Moğolca, Orhunca ve bozkır dillerini” diriltmeye çalışmanın fayda getirmeyeceğini ve yabancı kelimeleri imkân nispetinde az kullanarak yazmaktan başka çarenin bulunmadığını söylemektedir.

İkki Emes, Tört Til Lâzım (Ayna, 1913, nu. 1, s. 12-14)33 adlı yazıda, Türkistanlıların Türkçe ile beraber Farsça, Arapça ve Rusçayı da bilmeleri gerektiğinden söz edilmektedir. Türkçenin yanında Arapça ve Farsçanın da yüzyıllardan beri ilim ve edebiyat dili olarak kullanıldığı hatırlatılarak bu dilleri bilmenin eski eserlerden istifade edebilmek için şart olduğu bildirilmektedir. Bu arada, Osmanlı Türkçesini öğrenmenin de ayrı bir önemi bulunduğuna dikkat çekilmektedir. Çünkü bütün dillerdeki yeni ve faydalı kitaplar Osmanlı diline tercüme edilmektedir. Bu sebeple, Osmanlı dilini bilen birisinin, “çağı” da bileceği ifade edilmektedir. Rusça ise, Rus idaresi altındaki Türkistanlıların yaşayabilmeleri için, varlıklarını devam ettirebilmeleri için öğrenmek zorunda kaldıkları bir dildir.

Sart Sözi Mechûldür (Ayna, 1915, nu. 22,23,25,26, s. 314-315, 338-340, 386-388, 478-480)34 adlı makalede, Türkistanlıların soy itibariyle “Sart”ların torunları olduğu iddiasına cevap verilmektedir. Behbûdî Efendi, Rus müsteşrik Nikolay Petroviç Ostroumov’un “hiçbir delile dayanmayan” Sartlar adlı kitabına ve Rusların tamamen siyasî maksatlarla ileri sürdükleri bu yöndeki iddialarına cevap verirken tarihin hiçbir döneminde “Türkistan”da ve bütün “Turan”da bu adı taşıyan bir kavmin yaşamadığını kaydettikten sonra, Türkistan’da Türklerden başka sadece Tâcik ve Arapların bulunduğunu bildirmektedir. Behbûdî Efendi, Türkistan’da Sart adını taşıyan bir kavmin bulunmadığını izah ederken evvelce Semerkand’da yapılan cülûs merasimlerini hatırlatmakta ve şunları kaydetmektedir: “Türkistan’da meşhur olmuş doksan iki boyun içinde Sart yoktur. Hanlar zamanında, bu doksan iki boyun temsilci ve aksakalları, Semerkand’da toplanır ve yeni hükümdarı ‘han’lık tahtına oturtmak suretiyle ‘cülûs’ merasimini icra ederlerdi. (…) Köktaş, Emir Cihangir Timur Sâhipkıran’dan kalma taş bir tahttır ki, Türkistan’daki Türk halklarından doksan iki boyun aksakal ve diğer ileri gelenleri toplanır ve beyaz bir keçe üstüne bindirdikleri yeni hanı hepsi birden kaldırarak Köktaş tahtına oturturlardı. Bu andan itibaren han ve emir ilân edilip nakkâre ve boru çalınırdı. Emir, bu doksan iki boyun aksakallarına altın, hil’at, at ve tuğlar vererek biatlarını kabul ederdi. Hanlık tahtına oturtmadan önce doksan iki boyun aksakalları, âdetlere uyması için emirden söz alırlarmış. Bu ‘doksan iki’ sözü, halkın ağzında hâlâ mevcut olup atasözü hükmündedir: ‘Doksan ikinin içinde … dedi’, ‘burası doksan ikinin toplandığı yerdir, sözünü bilerek söyle’, ‘sen soyu bozuksun, şeceren doksan ikiye çıkmıyor.’ Timurnâme ve emsâli kitaplarda Sart adı, bu boylar arasında zikredilmemektedir. (…) Türkistan’ın herhangi bir çöl, dağ veya mâmur yerindeki altmış, yetmiş veya yüz yaşına girmiş birisinden ‘Sart’ sözü sorulacak olsa, bilmez. Fakat Alçın, Barlas, Tuyaklı, Kıpçak, Hıtay, Kavçın, Saray, Mangıt, Karakalpak, Miŋ, Yüz, Kırk, Oraklı, Aytamgalı, Koştamgalı, Nayman, Kaŋlı, Moğol ve bunlara benzer kabile ve boy isimlerinin meşhur olanları ve onların bitmez tükenmez şube ve dallarını bildikleri hâlde bu ‘meçhûl Sart’ sözünü asla telâffuz etmezler. Yaşlılar, filân kişi aslen Özbek veya Tâcik’tir, derler; asla Sart demez ve Sart’ı bilmezler, Sart denilen kabileden hiç haberleri bile yoktur. (.....) Türkistan halkından kendisini bilenlerin, mensup olduğu kabile veya boy ile o kadar sıkı münasebetleri vardır ki, bunlar arasında başka kabileye kız vermeyenler vardır. Kabilesinin ve yedi atasının adını bilmeyenlere, ‘kul, yani merkuk’35 derler.”

“Türkistan Tarihi” Kerek (Ayna, 1914, nu. 38)36 adlı yazıda, tarihin, “bir milletin ne şekilde ve hangi yolla terakkî ettiğini okuyup ibret almak veya hangi sebeplerden dolayı gerilediğini ve nihayet yıkıldığını öğrenerek istifade etmek” için bilinmesi gereken bir ilim olduğu belirtilerek Türkistan’ın ve Türklerin macerasını bütünüyle anlatan Türkçe bir eserin henüz yazılmadığı bildirilmektedir. Behbûdî Efendi, “Millî tarihimizi kim yazacak?” sorusuna cevap verirken son derecede zor bir iş olmakla birlikte “bu hizmeti, Türkistan tarihiyle âşinâ olmaya başlayan genç tarihçimiz muhterem Ahmet Zeki Velidî Efendi’nin kaleminden ümit ediyoruz” demektedir.

Tenkid-Saralamakdur (Ayna, 1914, nu. 32, s. 621-623)37 adlı yazıda, evvelâ tenkidin mahiyetinden söz edilmekte ve bunun şahsiyetçilik olmadığı bildirilmektedir. Behbûdî Efendi, Türkistan’da tenkit geleneğinin henüz teşekkül etmemiş olmasını, geri kalmışlığın en önemli sebeplerinden biri olarak değerlendirmektedir. Yanlışlıkların ortaya konulması ve kurumların ıslahından söz edilmesi, tepkilerle karşılanmakta ve bu da kalemlerin susmasına sebep olmaktadır. Bu, Türkistan’da eskiden beri var olan “razı olmamak” ve “hatırı kalmasın” hastalığıdır. Yazıda, mahkeme ve medreselerin ıslahından söz edilecek olursa ulemânın hatırı, tekkelerin ıslahından sûfî ve şeyhlerin hatırı, mekteplerin ıslahından muallimlerin, ticaretin ıslahından zenginlerin, yanlış âdet ve eğlencelerin ıslahından bahsedilecek olursa halkın hatırı kalır, denilmektedir. Yazıda, doğruya ulaşabilmek için tenkit mesleğinin geliştirilmesi ve bunun da şahsiyete hücum veya düşmanlık olarak anlaşılmaması gerektiği bildirilmektedir.

Hemen her konuda yazılar kaleme aldığı anlaşılan Behbûdî Efendi, Bizni Kemirgüvçi İlletler (Ayna, 1915, nu. 13, s. 338-342)38 adlı yazısında, bazı yanlış âdetler yüzünden Türkistanlıların günden güne fakirleştiğini, felâkete sürüklendiğini anlatmaktadır. Bunlar, “toy ve ezâ” (= düğün ve cenaze) törenleridir. Behbûdî Efendi, Türkistanlıların bunlardan başka nevruz başta olmak üzere diğer törenler sırasında da haddi aşan miktarda para, mal ve zaman israf ettiklerini söylemektedir. Yahudiler, gündüzleri işten kalmamak için cenazelerini bazen akşam üzeri defnederken Türkistanlılar toy ve cenaze törenleri için “haftalarca, hattâ aylarca” işten kalmaktadırlar. Bazıları, “evinde azığı, öküzü ve sağılacak sığırı olmadığı hâlde toy ve nevruz-ı kâfirî törenlerinde köpkeri39 oynamak için birkaç yüz som’a at satın almakta ve ona bir Hintli gibi âdeta tapınmakta”, her gün onun için masraf etmektedir. Bu duruma üzülen Behbûdî Efendi, yazısının sonunda okuyucularına nasihat ederken şunları söyler: “Din için, mescit ve mektep için akçe, servet, devlet gerektir. Toy ve taziyeye sarf edilen akçelerimizi biz Turanîler, ilim ve din yoluna sarf edecek olursak, en kısa zamanda Avrupalılar gibi terakkî ederiz, kendimiz gibi dinimiz de itibar görür, revaç bulur. Hayır, bugünkü hâlimize devam edecek olursak, din ve dünyada zillet ve meskenetten başka nasibimiz yoktur. Ey gören göz sahipleri, ibret alın!”

Behbûdî Efendi, görebildiğimiz yazılarının çoğunda eğitim meselesinden söz etmektedir. Muhterem Yaşlarga Mürâcaat (Ayna, 1914, nu. 41, s. 970-972)40 adlı yazısında, Türkistanlı gençleri, millî ihtiyaçlardan doğan bütün müşkül işlerde tek “merci” ve “ümit edilmeye müstehak” saymakta ve eğitim meselesine sahip çıkmalarını isteyerek muallim olmaya davet etmektedir. Çünkü Türkistan’da bu hizmeti verebilecek olanların sayısı son derecede azdır. Cedit mekteplerine gösterilen ilgi ise her gün artmaktadır. Muallim bulunduğu takdirde Türkistan’da her yıl yüzlerce yeni mektep açmak mümkün olabilecektir. Mektepler, açıkça görülmektedir ki, ilerlemenin başlangıcı, medeniyet ve saadetin eşiğidir. İlk mekteplerini zamanın şartlarına göre ıslah edip çoğaltamayan hiçbir millet, medeniyetten faydalanamaz. Çağdaş medeniyetten mahrum kalarak eğitimde reformu gerçekleştiremeyen bir millet, dünyada rahat ve huzur göremez, hayat kavgası verilen meydanda mutlaka mağlûp olur, ayaklar altında ezilir, dinî ve iktisadî işlerinde başkalarının esiri olur, milliyetini de diyanetini de kaybeder.

Tahsil Ayı (Semerkand, 1913, nu. 11)41 adlı yazıda, Türkistan şehirlerinin Ruslarla meskûn semtlerinde sabah saatlerinde iki sınıf halkın görüldüğüne dikkat çekilir. Bunlar, bembeyaz elbiseler içinde istikbâl için okullarına giden Rus, Ermeni ve Yahudi öğrencilerle kirli ve yırtık paçavralar içinde, yalınayak bir hâlde sırtlarında ağır yükler, ellerinde kazmalar, kürekler… hammallık ve amelelik edebilmek için kapı kapı dolaşan Türkistanlı gençlerdir. Yazıda, bu acıklı durumdan kurtulmak için çağdaş ilim ve mesleklere sahip olmaktan başka çare bulunmadığı ifade edilmektedir.

Ehtiyâc-ı Millet (Semerkand, 1913, nu. 26)42 adlı yazıda, başka milletlerin ayakları altında ezilmemek için Türkistan’daki mektep ve medreselerin, ticaretin ve her şeyin, zamanın şartlarına göre ıslah edilmesi zaruretinden söz edilmektedir.

Okuvçılarge Yardem Kerek (Ayna, 1914, nu. 31)43 adlı yazıda, başkalarının ekonomik ve kültürel emperyalizminden korunabilmek için çağdaş ilimlere sahip “Müslüman doktor, Müslüman mühendis, Müslüman hukukçu, ticarethanelerde Müslüman müdür, devlet dairelerinde Müslüman memur ve Müslüman bankacıların yetiştirilmesi” lüzumundan söz edilmektedir. Buna göre, Müslümanların dinî ilimlerle birlikte tıp ve siyaset ilimlerini de öğrenmeleri gerekmektedir. Zira meslek ilimlerini öğrenmek de dinî ilimler gibi farzdır. Bunun için “akçe” sahibi olanların, çocuklarını hiç tereddüt etmeden devlet mekteplerinde okutmaları, “cemiyet-i hayriyeler” kurarak topladıkları para ile zeki çocukların okuyabilmesi için yardım etmeleri lâzımdır. Şartların gerektirdiği insanları yetiştirmek için devlet mekteplerine, mekteplerin ıslahı için Orenburg, Kazan, Kırım, Kafkasya ve İstanbul mekteplerine, medreselerin ıslahı için Mekke, Medine ve Mısır’a öğrenciler göndermek gerekmektedir. Gençlerin himmet ve gayret, zenginlerin de şefkat ve merhamet göstermeleri icap etmektedir.

İbtidâiy Mekteblerniŋ Tertibsizligi yahud Terakkiyniŋ Yolı (Ayna, 1914, nu. 38)44 adlı yazıda, Buhara, Semerkand, Taşkent ve bütün Türkistan’daki ilköğrenim seviyesinde eğitim veren eski mekteplerin tertipsizliği söz konusu edilmektedir. Bu mekteplerde okuyan çocuklar, okuma-yazmanın dışında hemen hiçbir şey öğrenememektedirler. Bu durumdaki bir milletin elbette “hâli perişan, mazisi berbat, istikbâli karanlık ve ümitsiz” olacaktır. Bu sebeple eski mektep ve medreselerin mutlaka ıslah edilmesi gerekmektedir.

Bizge Islah Kerek (Necat, 1917, nu. 18)45 adlı yazıda, “Ah, zalim hükûmet ve misyonerler bize neler ettiler!?” denilerek çar hükûmetlerinin, idareci ve misyonerler vasıtasıyla mektep ve medreselerin işleyişini bozduğu, kadılık ve müderrislik kadrolarına ehil olmayanları getirdiği, Türkistanlıları zâhiren medenîleştirmek için “Russkiy-tüzemniy” mekteplerini açarak dünya ve âhirette bedbaht, yani Hıristiyan edecek misyonerlerin eline teslim ettiği ve yine bu mekteplerdeki Müslüman çocuklarını eksik eğitim vermek suretiyle “hayvanlaşmaya” mahkûm ettiği bildirilmektedir.

Sonuç Yerine

Müftü Mahmudhoca Behbûdî Efendi, dünyanın yeniden şekillendiği pek karışık bir dönemde yaşadı. İmparatorlukların yerinde millî devletlerin kurulmaya başlandığı bu dönemde, o da sömürge hâline getirilip her şeyiyle talan edilen ülkesini istiklâline kavuşturmak istedi. Bunun için cehaleti yenerek çağın gerektirdiği şartları taşıyan yeni bir nesil yetiştirmeye çalıştı, modern usûlde eğitim veren mekteplerin açılmasına önderlik etti, yeni ders kitapları hazırladı, Türkistan dışına öğrenciler gönderilmesi için gayret sarf etti, gazete ve dergiler çıkardı, yazılar yazdı, bütün kurumların ıslah edilerek modern hâle getirilmesi düşüncesini telkin etti, Türkistan Muhtariyeti’nin kuruluşunda görev aldı, Türkistanlı aydınları etrafında toplayarak istikbâl için yeni bir heyecan yarattı, eserleriyle yeni bir edebiyatın doğuşunu gerçekleştirdi, Rus hükûmetlerinin lehçe ve şive farklılıklarını istismar ederek laboratuar milletleri yaratmayı plânladığı yıllarda Türkistan’da konuşulan bütün dillerin esas itibariyle Türkçenin şubeleri olduğunu anlatarak kabile ve boy farklılıklarına dayanan iç çekişmeleri sona erdirip millî birliği sağlamaya çalıştı. Pek çok aydın gibi o da, hayatı pahasına da olsa, Türkistan Türklerine düşünce ve hayalleriyle yeni bir ruh, yeni bir heyecan kazandırmak için çırpındı. Bütün bunları yaparken Türkiye’nin tecrübelerinden de istifade edilmesi gereğine işaret etti.

Behbûdî Efendi’nin eserlerini verdiği yıllarda Türk birliği ideolojisinin revaçta olduğu malûmdur. Aynı dönemde bu yolda Türkiye’de ve Türkiye dışında yürütülen çalışmaları, yaşanan heyecanları hatırlamak gerekir. Yapılan incelemeler göstermektedir ki, Sovyetler Birliği’nin hüküm sürdüğü dönemde Türkiye’de de daima küçümsenen, alay mevzuu edilen ve hattâ suç sayılan bu çalışmalar, bu heyecanlar, nihaî hedefe ulaşmak bakımından bugün zannedildiğinden çok daha ileri bir merhaleye ulaşmıştır. Dil ve tarih çalışmaları, gazete ve dergi yayınları, Usûl-i Cedit mektepleri, kaynağını millî heyecandan alan yeni edebiyat, Rusya’nın ve Türkiye’nin yaşadığı şartlar ve bu şartların tabiî sonucu olan siyasî faaliyetler, Türk dünyasındaki aydınların birbirlerini tanımasını ve benimsemesini kolaylaştırmış, Gaspıralı İsmail Bey’in “dilde” ve “fikirde” birlik hayalini gerçekleştirmiş, “işte” birlik idealini gerçek olmanın eşiğine getirmiştir. Türk dünyası, Rusya’da Bolşevik ihtilâlinin yaşandığı 1917 yılında, ortak bir düşünceye sahip olmak ve bu düşünceyi gerçekleştirmek bakımından bugünkünden çok daha arzulu ve kararlı bir manzara arz etmektedir. Dünyanın yeniden şekillenme sancısı çektiği günümüzde, Türkiye’nin ve bütün Türk dünyasının kendi geleceği için yüz yıl geride kalan o dönemi çok iyi incelemesi gerekmektedir.

(2003)

TÜRKİSTAN’DA İLK TİYATRO FAALİYETLERİ VE PEDERKÜŞ PİYESİ

Mahmudhoca Behbûdî Efendi (1875-1919)’nin edebiyat tarihi bakımından en önemli özelliği, bütün Türkistan’da tiyatro yazarlığını başlatmış olmasıdır. Bir idealist olarak tiyatro edebiyatına alâka göstermiş olmasının, onun eğitimciliğiyle doğrudan ilgisi bulunmaktadır. Eğitim hakkındaki kanaatlerini sahne vasıtasıyla halka duyurmak istemesi ve yazdığı Pederküş adlı piyesinin seyirci üzerinde fevkalâde tesir uyandırması, diğer kalem sahiplerinin de dikkatini çekmiş ve bu suretle Türkistan’da ilk doğuşundan itibaren çok canlı bir tiyatro edebiyatı ortaya çıkmıştır. Tiyatro, Ceditçilerin halka yaklaşmalarında, halkın gündelik hayatına ve fikir dünyasına nüfûz etmelerinde ve kendi fikirlerinin yayılmasında büyük kolaylıklar sağlamıştır. Bu sebeple Ceditçi kalem sahiplerinin önemli bir kısmı, piyes yazarlığına ve sahne faaliyetlerine ayrı bir önem vermişlerdir. Hakikaten bu faaliyetler eğitim, ilerleme, aydınlanma, hürriyet ve istiklâl düşüncelerini halka taşıyan en önemli yollardan biri olmuştur (Rızayev, 1997:8)46

Türkistan’daki geleneksel halk tiyatrosu, Cedit tiyatrosu ve piyes yazarlığının teşekkülüne tesir etmiş, gelişmesine yardımcı olmuştur. Bilhassa komedi tarzındaki eserler, doğrudan halk tiyatrosu esas alınarak yazılmıştır. Ayrıca hiçbir kültür hareketinin kendi zemininden faydalanmaması da düşünülemez. Bununla birlikte, Cedit tiyatrosu, Türkistan’daki siyasî, sosyal ve kültürel hadiselerin akis bulduğu bir zemin olarak tanınmaktadır. Geleneksel tiyatroda, eserin hem müellifi, hem de sahneye koyan ve icra edenlerinin aynı kişiler olması gibi Cedit tiyatrocuları da ilk teşekkül devresinde aynı fonksiyonları yerine getirmişlerdir. Geleneksel tiyatronun yanı sıra, 1870’lerden itibaren Türkistan’a gelmeye başlayan Rus, Azerî ve Tatar aydınlarıyla birlikte, Avrupaî tarzdaki tiyatro temsillerinin de somut örnekler olarak Ceditçilere tesir ettiği ve Ceditçilerin asıl tiyatroyu bunlardan öğrendikleri bilinmektedir (Rızayev, 1997: 20).

Çar ordularının Türkistan’ı işgâl etmesinin hemen ardından hükûmet tarafından Ruslaştırma politikalarını gerçekleştirmek maksadıyla kültür programlarının da uygulamaya konulduğu hakikattir. Rus okullarının açılması, mahallî okulların kontrol altına alınması, gazete ve dergi yayınları, Rusçanın öne çıkarılarak Türkistan Türkçesinin geri plana itilmesi, diyalektolojiye itibar edilmesi gibi faaliyetler, Ruslaştırma programının unsurlarını oluşturmaktadır. Ancak bütün bunların yanında bir husus daha dikkatleri çekmektedir: Çar hükûmeti, siyasî emellerini gerçekleştirmek düşüncesiyle, Rus ordusuyla birlikte Rus kültürünün de Türkistan’ı işgâl etmesini programına dâhil etmiştir. Rus kültürü, Türkistan’a Rus askerleri ve Rus ilim adamlarıyla beraber gelmeye başlamıştır. İşgâlciler, kendi mevkiilerini daha kuvvetli bir şekilde devam ettirebilmek için mahallî kültür yerine kendi kültürlerini ikâme etmeye çalışmışlardır.

Sahne faaliyetlerinin doğrudan göze ve kulağa hitap ederek seyircileri çabuk ve derinden etkilemesi sebebiyle çok büyük önemi bulunmaktadır. İşte bu sebeple Ruslar, daha Türkistan’ın tamamına hâkim olamadan 1867 yılında Taşkent’te Heveskârlar Drama Tögeregi adlı ilk amatör tiyatro topluluğunu kurmuşlar, ardından 1876’da Semerkand’da Musikalı Drama Tögeregi, 1890’da Heveskârlik Cemiyeti’ni, Hokand Hanlığının yıkılışının ardından Hokand’da Dramatik San’at Heveskârları Tögeregi’ni faaliyete geçirmişlerdir. Bu tiyatro toplulukları, Rus ve Avrupa tiyatrosunun seçkin örneklerini sahneye koymuştur.

Bu mahallî tiyatro topluluklarının yanı sıra, Rusya’dan da birçok profesyonel tiyatro topluluğu Türkistan şehirlerinde temsiller vermiştir. F. İ. Nadler idaresindeki Rus tiyatro topluluğu, 1877’den 1880’e kadar Türkistan şehirlerini dolaşarak daha çok komedi, melodram, fars ve vodvilleri, bazen de ciddî dramatik eserleri sahneye koymuştur. N. İ. Rcevskiy topluluğu da Gogol, Lermontov ve Moliér’in piyesleriyle Goethe’nin Faust ve Puşkin’in Yevgeni Onegin romanlarını sahneye koymuştur. Bunlardan başka, 1880’li yıllardan 1917’ye kadar V. Vasilyev-Vyatsskiy (1890-1896), N. D. Kruçinina (1894-1899), V. İ. Yakov (1900-1903), Z. A. Malinovskaya (1903- 1917), N. P. Kazanskiy (1904-1906), M. S. Kocevnikov (1907-1908), V. F. Komissarcevskaya (1910), M. Şumskaya (1912-1913), A. S. Kostanyan (1913), D. H. Yucin (1916), L. V. Sobinov (1912, 1915) gibi sanatkârların tiyatro ve konser toplulukları, Rusya’dan Türkistan’a gelerek Taşkent, Semerkand, Hokand, Buhara, Hocend, Margılan, Aşkâbâd, Çarcoy gibi şehirlerde temsiller vermiş, müzik geceleri düzenlemişlerdir. Bu toplulukların repertuarlarında Offenbach operetleri, C. Verdi, M. Glinka, P. İ. Çaykovskiy operaları, A. N. Ostrovskiy ve A. P. Çehov’un vodvilleri, Shakespeare ve Schiller’in trajedileri, A. S. Griboyedov, N. V. Gogol, A. S. Puşkin, A. N. Ostrovskiy, A. N. Tolstoy, G. İbsen, L. N. Tolstoy, A. V. Suhovo-Kobilin, A. P. Çehov, A. M. Gorki’nin drama ve komedilerine kadar pek çok eser yer almıştır. Bazı Rus tiyatrocuları ve zengin Rus tüccarları, Türkistan şehirlerinde tiyatro binaları inşa ettirmişler; meselâ N. D. Kruçinina, Taşkent şehir parkında yazlık tiyatro binasını, G. M. Tsintsadze ise Kolizey adlı konser ve tiyatro binasını yaptırmışlardır (Rızayev, 1997: 21-23).

Türkistan’da Avrupaî tiyatro ve drama yazarlığının yayılmasında, Azerbaycanlı aydınların da fevkalâde önemli hizmetleri olmuştur. Azerbaycan tiyatro edebiyatının önde gelen ilk büyük temsilcileri Mirza Fethali Ahundzâde, Necef Vezirli, Celil Memmedkulizâde ve Neriman Nerimanov’un Cedit tiyatro edebiyatının ve sahne faaliyetlerinin başlamasında ve gelişmesinde büyük tesirleri olmuştur.

Azerbaycanlı tiyatro grupları ilk defa 1911 yılında Türkistan’a gelerek Semerkand, Hokand ve Çarcoy’da İ. Turgenyev, Mirza Fethali Ahundzâde, Neriman Nerimanov ve Necef Vezirli’nin eserlerini sahneye koymuşlardır. Bu ilk gruptan sonra 1913 yılında gelen Azerbaycanlı meşhur aktör ve rejisör Aliasker Askerov’un da Türkistan tiyatro tarihinde ayrı bir yeri vardır. İki yıldan fazla Türkistan’da kalan Askerov, Azerbaycanlı yazarların kaleme aldıkları eserlerle birlikte, Türkistan’da kaleme alınmış ilk piyes olan Pederküş’ü, Semerkand’da ilk defa sahneye koymuştur. Askerov, bu temsilden sonra Taşkent, Kettekorgan, Hokand, Namangen gibi şehirlerde de yerli oyuncularla birlikte Pederküş piyesini sahneye koymuştur. Onun Türkistan’daki bu tiyatro faaliyetleri hakkında Ayna dergisinin 14. sayısında (1915) şu bilgi bulunmaktadır: “Namangen yaşlarıge ve muhterem Aliasgar Efendi’ge teşekkür kılınur. Semerkand’da hem birinçi Türk tilinde koyılgen tiyatruge üç-tört sene ilgeri Aliasgar Cenabları sebeb bolıb edi. Türkistan’da Alias-gar Efendi’ni tiyatru koymagan şehri az kaldı ve kalganlarıge hem gayret etib koysa yahşi bolur.” (Rızayev, 1997: 24).

Türkistanlı aydınlara tiyatro konusunda tesir eden, ilham veren başka bir örnek de Tatar tiyatrosudur. Tatar tiyatro grupları Türkistan’a gelmeden önce, 4 Nisan 1904’te, Türkistan’da yaşayan Tatar “heveskârları” tarafından Nâmık Kemâl’in Işk Belâsı (Bu isimden, Nâmık Kemâl’in hangi piyesinin kastedildiği anlaşılamamıştır. Ş.K.) adlı eseri Taşkent’te sahneye konulmuştur. 1910 yılında Taşkent’te çalışmaya başlayan daimî bir Tatar tiyatro topluluğu Azerî, Tatar ve Rus tiyatrosundan eserleri sahneye koymuştur. 1911 yılından itibaren Tataristan’dan Türkistan’a gelmeye başlayan profesyonel tiyatro toplulukları Taşkent, Semerkand, Hokand ve Buhara’da temsiller vermek suretiyle mahallî tiyatronun gelişmesinde etkili olmuşlardır (Rızayev, 1997: 26; Kâdirov, 1997: 588-595; Andicâniy, 1993: 21).

Türkistan’a dışarıdan gelen bütün bu tiyatro topluluklarının temsilleri, Türkistan’da da millî bir tiyatronun doğuşu için gerekli zemini hazırlamıştır. Fakat dikkati çeken en önemli husus, henüz doğuş sürecinde bulunan tiyatro sanatının, modern eğitim seferberliği ve siyasî ve sosyal faaliyetler için kuvvetli bir vasıta olarak kullanılabileceği düşüncesini de beraberinde getirmiş olmasıdır. Bu düşünceyi hayata geçirenler de başta Mahmudhoca Behbûdî Efendi olmak üzere Ceditçi aydınlar olmuştur. Başka bir ifadeyle, devrin şartları karşısında kendi fikirlerini yaymak için yeni bir edebiyat yaratan Ceditçiler, piyes yazarlığı ile sahne faaliyetlerini de ülkülerini gerçekleştirmek için projelerinin çok önemli bir parçası olarak değerlendirmişlerdir (Rızayev, 1997: 49).

Mahmudhoca Behbûdî Efendi, 1911 yılında, Pederküş yâhut Okumagen Balanın Hâli (Baba Katili yahut Okumayan Balanın Hâli) adlı üç perde dört sahneden ibaret ilk millî piyesi yazmış, fakat sansür idaresinin izin vermemesi yüzünden eser iki yıl boyunca yayımlanamamıştır (Andicâniy, 1993: 36).47 Behbûdî Efendi, bu eserini, 1812 yılında Moskova’nın 124 kilometre batısındaki Borodino sahrasında cereyan eden Rus-Fransız savaşının Rusların zaferiyle sonuçlanmasının 100. yıldönümüne ithaf edince, Pederküş piyesi Tiflis sansür idaresinin 23 Mart 1913 tarih ve 19940 sayılı kararındaki “Tiflis sansür idaresinin izniyle Kafkas ülkesi sahnelerinde temsil edilmesi mümkündür” hükmüne istinaden 1913 yılında Semerkand’da risale hâlinde neşredilmiştir.

Eserin yayımlanması, bütün Türkistan’da millî tiyatronun doğuşunu müjdelemesi bakımından büyük önem taşımaktadır. Aynı yıl, Semerkand’da Behbûdî Efendi, Taşkent’te ise Münevver Kaarî ile Abdullah Avlânî, Pederküş piyesini sahneye koymak üzere çalışmaya başlarlar. Ayna mecmuasının 1913 tarihli 10. sayısındaki “Semerkandda Tiyatru” başlıklı haber yazısında, bu eserin sahneye konulması ile ilgili olarak şu bilgiler verilmektedir: “Semerkandnıŋ Özbek ve Tatar yaş ve terakkiyperverleri bir bolıb, Özbekçe ‘Pederküş’ ve Tatarca ‘Aldaduk hem Aldanduk’ eserlerini Semerkand Kıraathâne-yi İslâmiyesi nef’iga 1914 yıl 15 Yanvar akşamında Semerkand’da koymakçi boldılar ve hem uşbu gayretli Özbek ve Tatarlar birleşib Hokand ve Buhara ve özge Türkistan şeherlerinde milliy tiyatrlar körsetmakçidürler ki, niyet ve gayretleri şâyân-ı şükrânedür. İdârege kelgen mektublarge karagende Hokand ve Taşkend’de hem ‘Pederküş’ fâciasını sahnede koymak üçün meşk kılmakda emişler. Egerde gayretlik yaşlar milliy tiyatrga rivâc berseler, yene başka eserler de tertib ve neşr kılınur.” (Rızayev, 1997: 53).

Pederküş’ün yayımlanması ve hemen ardından sahneye konulması, bu haber yazısından da anlaşılacağı gibi, sadece Behbûdî ve Semerkandlı aydınlar için değil, bütün Türkistan’ın sosyal ve kültür hayatı için önemli bir hadise olarak karşılanmıştır.

Pederküş, ilk defa 15 Ocak 1914 günü Semerkand’da sahnelenmiştir. 320 kişilik tiyatro salonuna, 50 kişilik yer ilâve edilmiş, biletlerin tamamı yüksek fiyatla önceden satılmıştır. Buna rağmen birkaç yüz kişi de bilet bulamadığı için tiyatrodan geri dönmek zorunda kalmıştır. Bazıları oyunu ayakta seyretmeye bile razı olmuş, fakat bunun için de yer bulunamamış; görevlilerin yakın bir tarihte piyesin mektepler yararına tekrar oynanacağını ilân etmesinden sonra dışarıda kalanlar dağılmışlardır. Oyunun rejisörlüğünü, bir rivayete göre Azerbaycanlı Aliasker Askerov, başka bir rivayete göre de Mahmudhoca Behbudî Efendi bizzat kendisi yapmıştır. Perde aralarında, Semerkand’ın meşhur hâfız (hânende)larından Hacı Abdülaziz koşuklar okumuştur (Rızayev, 1997: 55).

Eserin Semerkand’da 7 Mayıs’taki ikinci temsilinden elde edilen 235 som’un 110 som’u mektep ıslahına, 35 som Cambay’da Molla Muallim Kâmil idaresindeki mektebe, 15 som Bâğışamal mektebine, 15 som Buhariy köyündeki Molla Corabay mektebine, 25 som Rus mektebinde okuyan Müslüman öğrencilere, 35 som Molla Muallim Abdülkâdir mektebine bağışlanmıştır (Rızayev, 1997: 57).

Tiyatro temsillerinden elde edilen gelirler, daima Cedit mektepleriyle diğer eğitim kurumlarına, “hayriye cemiyetleri”ne, basın faaliyetlerine ve diğer kültür hizmetlerine tahsis edilmiştir. Nitekim Semerkandlı oyuncular, aynı eseri Hokand’da Cedit mektepleri menfaatine sahneye koymuşlar ve toplanan 604 som’dan, kendi geçimlerini farklı meslek ve işlerden temin ettikleri için sadece yol parası almışlardır. Ancak Behbûdî Efendi’nin ve çevresindeki Ceditçilerin bu hayırlı niyetlerinin yanı sıra, bazı tiyatro toplulukları da eserin kazandığı şöhretten istifade etmek üzere yazarından izin almaksızın para kazanmak veya başka maksatlarla Pederküş piyesini kendi çıkarları için sahneye koymuşlardır. Bu durumdan haberdar olan Behbûdî Efendi, kendisinden izin alınmasını talep ettiği Ayna (nu. 47) dergisindeki yazısında şöyle diyor: ‘’Bazılarının yazdıkları mektuplarda haber verdiklerine göre, tiyatro bazen, mektep veya cemiyet faydasına sahneye konulduğu hâlde parası belirtilen yere harcanmamaktadır. Ayrıca tiyatro akşamları edep dışı hareketler meydana gelmektedir. Bunun için mecburen ilân ediyoruz ki, bundan sonra piyesi sahneye koymak isteyenler, önce yazarından yazılı izin alarak oyunu hangi maksatla sahneye koymak istediklerini bildirsinler, ondan sonra harekete geçsinler.” (Rızayev, 1997: 59).

Behbûdî Efendi, “ibretnâme” adını verdiği tiyatroda, “hilâf-ı edeb” hareketlere izin verilmemesi için mücadele etmiş, Doğu ve Batı ülkelerini gezerek tiyatronun bazen gönül eğlendirme, bazen de büyük sosyal ve manevî eğitim ve tefekkür vasıtası olduğunu görmüş ve kendisi de bunlardan ikincisini tercih etmiştir. Milletin istikbâli için tiyatroyu en geniş tesirli silâhlardan birisi olarak değerlendirmiş ve diğer Ceditçilerden de bunu talep etmiştir.

Behbûdî’nin tiyatrodan gözlediği maksadı ve genel olarak Ceditçilerin tiyatro anlayışı önemli bir konu olarak karışımıza çıkmaktadır: “İnsanlar, tiyatroya hoşça vakit geçirmek için gelirler; fakat buradan fikir sahibi olarak çıkmaları lâzımdır.” Ceditçilerin bu tiyatro anlayışı ile onlardan yarım asır kadar önce Mukaddime-i Celâl’i kaleme alan Nâmık Kemâl’in görüşleri arasında tam bir paralellik bulunmaktadır. Hatta görüşlerin ifade ediliş tarzındaki şaşırtıcı benzerlik, 20. yüzyıl başlarından itibaren Türkiye’deki neşriyatı takip” ettikleri bilinen Ceditçilerin, Nâmık Kemâl’i okuyarak etkilendikleri ihtimalini düşündürmektedir.

32.Begali Kâsımov, Mahmudhoca Behbudiy, s. 164-170.
33.B. Kâsımov, age., s. 160-162.
34.B. Kâsımov, age., s. 171-177.
35.Prof. Begali Kâsımov, Cengiz Aytmatov’un romanında geçen “mankurt” sözünün “merkuk”tan bozulma olduğunu düşünmektedir. (Ş.K.)
36.B. Kâsımov, age., s. 154-156.
37.B. Kâsımov, age., s. 148-150.
38.B. Kâsımov, age., s. 145-148.
39.“Kökböri” veya “uulak tartuu” da denilen bir oyun olup kesilen oğlak veya buzağının atlı iki grup tarafından kapışılması şeklinde oynanır. Bugün Türkistan’da Özbek, Kazak ve Kırgızlar bu oyunu bir spor olarak devam ettirmektedirler. (Ş.K.)
40.B. Kâsımov, age., s. 152-154.
41.Kâmilcan Hâşimov, Safâ Açıl, Özbek Pedagogikası Antologiyası, s. 454-455.
42.K. Hâşimov, S. Açıl, age., s. 455.
43.K. Hâşimov, S. Açıl, age., s. 450-451.
44.K. Hâşimov, S. Açıl, age., s. 451-452.
45.K. Hâşimov, S. Açıl, age., s. 453-454.
46.Begali KÂSIMOV, Ceditçilerin tiyatroya olan ilgilerini izah ederken bu dönemin temsilcilerinden Abdullah Avlânî’nin 1924 tarihli Tercime-i Hâl’inden şu ifadeleri nakletmektedir: “1913 yılından başlayarak halkın gözünü açmak ve medeniyete yakınlaştırmak için tiyatro işlerine girişip Taşkent’te birkaç defa temsil verdikten sonra bütün Fergana’yı dolaşıp her şehirde temsiller verdik. Bu arada bizim maksadımız, zâhirde tiyatro ise de, bâtında Türkistan gençlerini siyasî bakımdan birleştirmek ve inkılâba hazırlamaktı.” (“Cedidcilik-Ayrım Mülâhazalar”, Milliy Uyganış ve Özbek Filologiyası Meseleleri, Taşkent, 1993, s. 21.)
47.İsmail Tölek Andicâniy, Pederküş piyesinin yazıldıktan bir yıl sonra Turan gazetesinde tefrika edildiğini ve 1913 yılında da müstakil kitap hâlinde yayımlandığını bildirmektedir.
₺104,68

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
Hacim:
803 s. 22 illüstrasyon
ISBN:
978-625-6494-95-4
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre