Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Savaş ve Barış II. Cilt», sayfa 12

Yazı tipi:

IX

Prens Andrey’in yerleşmesinden önce Boguçorovo, terk edilmiş bir malikâneydi. Köylüleri de Lisi Gori köylülerinden çok farklı insanlardı. Konuşma, giyim ve töre bakımından onlardan ayrılıyorlardı. “Step adamları” derlerdi onlara. Hasada yardım etmek, gölcükler ya da hendekler kazmak için Lisi Gori’ye geldiklerinde İhtiyar Prens; işten yılmamaları bakımından onları över ama yabaniliklerinden ötürü sevmediğini de belirtirdi.

Prens Andrey’in Boguçorovo’da son kalışında gerçekleştirdiği yenilikler -hastaneler, okullar, vergi indirimleri- davranışlarında bir yumuşaklık yaratmamış; tam tersine, İhtiyar Prens’in yabanilik diye nitelediği yanlarını pekiştirmişti. Garip söylentiler dolaşırdı aralarında: Kimi zaman hepsinin kazak yapılacağı, yeni bir dine girecekleri, Çar’ın bazı bildiriler yayımladığı, Pavel Petroviç’e 1797’de edilen yeminden (köylünün daha o zaman azat edildiği ama toprak beylerinin bunu geri çevirdikleri), Piyotr Feodoroviç’in yedi yıla kalmadan tahta çıkacağı, o mezarından kalkınca tam bir özgürlüğün gerçekleşeceği, düzenin değişeceği söylenir dururdu. Savaş, Bonapart ve istila haberleri; onların zihinlerinde Deccal’a, dünyanın sonunun geldiğine ve tam özgürlüğe ilişkin düşüncelere karışırdı.

Boguçorovo’nun yakınlarında, Çar’a ve toprak sahiplerine aidat ödeyen köylülerin oturduğu büyük köyler vardı. Yakınlarda oturan toprak beylerinin sayısı pek fazla değildi. Bundan ötürü okuma yazma bilen ev hizmetkârları ya da köle sayısı da azdı ve çağdaşların nedenlerini ve anlamını pek kavrayamadıkları ama Rus sosyal hayatının temelini oluşturan esrarlı etkiler ve eğilimler burada çok daha açık ve yoğun olarak ortaya çıkıyordu. Yirmi yıl önce köylüler, sıcak olduğu söylenen bazı ırmaklara göç etmek istemişlerdi. Aralarında Boguçorovoluların da bulunduğu yüzlerce köylü, hayvanlarını satıp aileleriyle birlikte güneybatıya hareket etti. Okyanusun ötesindeki bilinmeyen bir yere uçan kuşlar gibi karıları ve çocukları ile birlikte bu adamlar, daha önce hiçbirinin ayak basmadığı güneybatıya yöneldiler. Kafileler hâlinde, tek tek fidyelerini vererek ya da kaçarak arabalarla ya da yaya, sıcak ırmaklara gidiyorlardı. Bunların çoğu cezalandırıldı, Sibirya’ya sürüldü, birçoğu yollarda açlıktan ve soğuktan öldü, bir bölümü de kendi isteğiyle geri döndü ve bu hareket tıpkı başladığı gibi hiçbir görünür neden olmadan sona erdi. Ama derin etkiler ve akımlar halk arasında yayılıp gidiyordu ve yeni bir şekilde ortaya çıkmayı; garip beklenmedik ve aynı zamanda basit, doğal, kaçınılmaz bir biçimde meydana çıkmayı bekliyordu. 1812 yılında, köylülerle iç içe yaşayan bir kimse içten içe güçlü bir kaynaşma olduğunu ve yakında bu tür bir patlamanın gerçekleşeceğini gözlemleyebilirdi.

İhtiyar Prens’in ölümünden biraz önce Boguçorovo’ya gelen Alpatiç; halk arasında kaynaşma olduğunu, tüm köylüleri steplere giden -köylülerini yağmacı kazaklara bırakmışlardı- Lisi Gori bölgesinde altmış verstlik bir bölgede olup bitenlerin tersine buradakilerin, Fransızlarla ilişki kurdukları söylentisinin yayıldığını, elden ele dolaşan bazı yazılı kâğıtları onlardan aldıklarını ve yerlerinden kımıldamadıklarını gördü. Ayrıca kendine bağlı köylülerden, bölgede sözü geçen ve hükûmetin el koyduğu bir arabayı götüren Karp adlı mujiğin, köylülerce bırakılmış köylerin kazaklar tarafından talan edildiği ama Fransızların buralara dokunmadıkları haberiyle dönmüş olduğunu da öğrendi. Bir gün önce bir başka mujiğin de Fransızların bulunduğu Vislouhova köyünden, köylülere hiçbir zarar verilmeyeceğini; köylerinde kalırlarsa kendilerinden alınan her şeyin karşılığının verileceğini bildiren ve Fransız Generali’nin imzasını taşıyan bir kâğıdı getirdiğini de biliyordu. Delil olarak da bu mujik, ot için peşin olarak kendine verilen yüz rublelik banknotları -bunların sahte olduğunu bilmiyordu- Vislouhova’dan getirmişti.

Alpatiç’in edindiği en önemli bilgi ise Prenses’in eşyasını Boguçorovo’dan götürmek üzere muhtara arabaları hazırlama emri verdiği gün, sabah erkenden köyde toplantı yapılmış ve köyden çıkmayıp bekleme kararının alınmış olmasıydı. Ama gecikmekte olduklarını da düşünüyordu Alpatiç. Soyluların temsilcisi, Prens’in öldüğü gün, 15 Ağustos’ta gitmesi için Prenses Mariya’ya ısrar ediyor; tehlike dolayısıyla, on altısından sonra hiçbir sorumluluk yüklenemeyeceğini söylüyordu. Prens’in öldüğü gün akşam ayrılırken ertesi gün cenazeye geleceği konusunda söz vermişti. Ama Fransızların birden ilerledikleri haberini alınca gelmedi; kendi malikânesinden, değerli eşyalarını ve ailesini alıp götürecek zamanı buldu ancak.

İhtiyar Prens’in “Dronuşka” diye hitap ettiği Muhtar Dron, Boguçorovo’yu otuz yıldır yönetiyordu.

Dron; ergin olur olmaz sakal bırakan ve altmış ya da yetmiş yaşına kadar hiç değişmeyen, saçlarına bir tek ak düşmeyen ya da bir tek dişi eksilmeyen ve altmışında da otuzundaki kadar güçlü ve dimdik kalacak kadar hem bedenen hem de ruhen sağlam mujiklerdendi.

Sıcak ırmaklara yapılan ve kendisinin de katıldığı göçten pek az sonra Boguçorovo’ya muhtar olmuş ve yirmi üç yıldır görevini kusursuz yürütmüştü. Mujikler, efendilerinden daha çok ondan korkarlar; beyler, İhtiyar ve Genç Prens, kâhya, ona saygı gösterirler; şaka yollu “Nazır” diye hitap ederlerdi. Görevi süresince sarhoş görülmemiş ve bir kere bile hasta olmamıştı. Uykusuz geçen gecelerden ya da ağır işlerden sonra yorulduğu hiç görülmez; okuryazar olmadığı hâlde, koca yük arabalarıyla sattığı unun kilesinin hesabını ve aldığı parayı hiç unutmaz, Boguçorovo tarlalarının bir hektarından elde edilen tek buğday demetini bile şaşırmazdı.

Yağma edilmiş Lisi Gori’den gelen Alpatiç, işte bu Dron’u, Prens’in cenaze günü yanına çağırdı ve Prenses’in arabaları için on iki at ve götürülecek eşya için de on sekiz araba hazırlaması emrini verdi. Köylülerin, toprak kölesi gibi çalışmayıp rant ödemelerine rağmen Alpatiç; bu emirleri kolaylıkla yerine getirebileceklerini düşünüyordu çünkü Boguçorovo’da iki yüz otuz aile vardı ve köylüler varlıklıydı. Ama emirleri duyan Dron, başını önüne eğip bir şey söylemedi. Alpatiç, arabaları alacağı köylülerin adlarını verdi.

Dron, adı verilen köylülerin hayvanlarının çalıştırıldığını söyledi; Alpatiç başka adlar saydı; Dron’a göre bunların atları yoktu; bir bölümünü ordu almış, geri kalanlar da yemsizlikten ölmüştü. Yük arabaları bir yana, Prenses’in arabaları için yeterli at bulmak umudu bile yoktu.

Alpatiç, Dron’a dikkatle bakıp kaşlarını çattı. Dron örnek bir muhtardı ama Alpatiç de yirmi yıldır Prens’in malikânesini laf olsun diye yönetmemişti, o da örnek bir kâhyaydı. Köylülerin isteklerini ve içgüdülerini sezmekte büyük bir yeteneği vardı. Dron’a göz atınca verdiği cevapların, kendi öz düşüncelerini değil; kendisini de sürükleyen ve yaygın olan genel eğilimi dile getirdiğini anladı. Zenginleşmiş ve bundan ötürü köyün nefretini çekmiş olan Dron’un, iki kamp, yani efendilerle köylüler arasında tarafsız olması gerektiğini de biliyordu.

Gözlerindeki kararsızlığı fark etmişti, kaşlarını çatarak Dron’a yaklaştı:

“Beni dinle Dron…” dedi. “Masal istemem. Köyün boşaltılmasını ve düşman gelince kimsenin kalmamasını Ekselans Prens Andrey Nikolayeviç bana bizzat emrettiler; ayrıca, bu konuda Çar’ın da emri var. Kalan, Çar’a hıyanet etmiş olur. Duydun mu?”

Dron gözlerini kaldırmadan “Duydum efendim…” dedi.

Bu cevap Alpatiç’e yetmemişti.

“Bana bak Dron, sonra çok fena olur!” diye üsteledi.

“Emir sizin!” dedi Dron üzüntüyle.

“Bana bak Dron, bırak bu işi…” dedi Alpatiç.

Elini göğsünün üzerinden çekip gösterişli bir hareketle Dron’un ayak ucunu göstererek “Senin yalnız içindekileri değil, üç kadem altındakileri de görürüm…” dedi Dron’un bastığı yere bakarak.

Dron şaşırarak Alpatiç’e göz ucuyla baktı ve başını yine önüne eğdi.

“Bu saçmalıkları bırakıp herkese Moskova’ya gitmek üzere hazırlanmalarını ve Prens’in eşyaları için arabaları yarın sabah getirmelerini söyle. Sen de toplantıya filan gitme. Anladın mı?”

Dron birden onun ayaklarına kapandı.

“Yakof Alpatiç, bu görevden affedin beni. Anahtarları alın, bana yol verin, n’olur, Tanrı aşkına!”

“Kes, kes!” dedi Alpatiç. “İçinin üç arşın derinliğini bile görüyorum.”

Arılara bakmaktaki ustalığının, yulaf tohumu serpme gününü çok iyi bilmesinin ve İhtiyar Prens’i yirmi yıl memnun etmesinin, büyücü olarak ün kazanmasına neden olduğunu ve büyücülerin de insan içinin üç arşın derinliğini görebildiklerine inanıldığını biliyordu.

Dron ayağa kalkıp bir şeyler söylemek istedi. Alpatiç bırakmadı.

“Ne var şu kafanızda, ha? Neler düşünüyorsunuz?..”

“Köylülerle ne yapacağım ben!” dedi Dron. “Hepsi aynı durumda. Ne söyleseniz para etmez.”

“Söylüyorum ya…” dedi Alpatiç. Sonra birden sordu: “İçiyorlar mı?”

“Hepsi çıldırdı. İkinci fıçıyı getirdiler.”

“Öyleyse dinle beni. Emniyet başkanına gideceğim. Sen de bu saçmalıkları bırakıp arabaları getirmelerini söyle onlara.”

“Başüstüne!” dedi Dron.

Yakof Alpatiç, fazla ısrar etmedi. İtaat ettirmenin en iyi çaresinin, itaat edeceklerinden şüphe edildiğini göstermemek olduğunu bilecek kadar uzun zaman yönetmişti insanları. Dron’dan itaatkârane bir “Başüstüne!” koparan Alpatiç bununla yetindi. Oysa askerî birliklerin yardımı olmadan tek bir araba bile bulamayacağını düşünüyor, hatta buna kesinlikle inanıyordu.

Nitekim akşamüstü arabalar toplanmadı. Meyhanenin önünde yeni bir köylü toplantısı yapıldı ve bu toplantıda, atları ormana sürüp araba vermemek kararı alındı. Alpatiç olup bitenlerden söz etmedi Prenses’e. Lisi Gori’den gelen kendi eşyalarının boşaltılmasını ve atlarının da Prenses’in kupa arabasına koşulmak üzere hazırlanmasını emretti. Ondan sonra, polis görevlilerini görmeye gitti.


X

Prenses Mariya, babasının cenazesinden sonra odasına kapandı ve kimsenin içeri girmesine izin vermedi. Bir hizmetçi, Alpatiç’in yolculuk konusunda talimat istediğini söylemek üzere geldiğinde (Alpatiç’in Dron’la konuşmasından önce oluyordu bu.) uzanmış olduğu divandan kalktı ve kapalı duran kapının ardından, hiçbir yere gitmeyeceğini ve kendisini rahat bırakmalarını söyledi.

Prenses Mariya’nın odasının pencereleri batıya bakıyordu. Divanın üzerinde, yüzü duvara dönük olarak yatıyordu; meşin yastığın düğmelerini parmaklarıyla yokluyor, bu yastıktan başka bir şey görmüyordu. Belli belirsiz düşünceleri tek bir konuya yönelmişti: Ölümün geri çevrilmezliği. Kendi manevi bayağılığı ile dua etmek istiyordu ama cesareti yoktu buna. Bulunduğu durumda Tanrı’ya dönemezdi. Uzun süre öylece yattı Prenses Mariya.

Güneş, evin öte yanına geçmişti. Akşamın eğri ışıkları, açık pencereden, odayı ve Prenses Mariya’nın gözlerini diktiği meşin yastığı aydınlatıyordu. Düşüncelerinin akışı ansızın kesildi; kendisi de farkında olmadan doğruldu, saçlarını düzeltti, farkında olmadan ayağa kalktı, pencerenin yanına geldi, rüzgârlı ve berrak akşamın serinliğini içine çekti.

Evet, şimdi güneşin batışını keyfince seyredebilirsin. Artık o yok ve kimse seni engelleyemez… diye geçirdi içinden ve bir sandalyeye yığılıp başını pencere kenarına dayadı.

Birisi, yumuşak ve tatlı bir sesle bahçe tarafından onun adını söylüyordu. Başının öpüldüğünü hissetti Prenses Mariya, dönüp bakınca karalar giymiş olan Matmazel Bourienne’i gördü. Yavaşça Prenses’e yaklaşıp içini çekerek öptü onu ve ağlamaya başladı. Prenses Mariya ona bakıyordu. Onunla küskünlükleri, ona karşı duyduğu kıskançlıklar aklına geldi. Babası da son zamanlarda Matzamel Bourienne’e karşı değişmiş, onu görmek istememişti. Demek ki bu kadıncağızı çok sert yargılamıştı Prenses. Babamın ölümünü isteyen ben, kalkmış başkasını kınıyorum ha! diye düşündü.

Son zamanlarda ondan uzak duran, ona bağlı olmakla beraber yabancı bir evde oturan Matmazel Bourienne’in durumu, açıkça Prenses Mariya’nın gözünün önüne geldi. Ona acıdı; sorgulayıcı, tatlı bakışlarını yüzüne dikti ve elini uzattı. Matmazel Bourienne yeniden ağlamaya, Prenses’in ellerini öpmeye, kendisinin de paylaştığı acısından söz etmeye başladı. Acısının ancak bu acıyı Prenses’le paylaşmasına izin verilirse azalabileceğini söyledi. Bu büyük acı karşısında daha önceki bütün anlaşmazlıklarının ortadan kalkması gerektiğini, kendisini kimseye karşı suçlu hissetmediğini ve onun öte dünyadan, duyduğu sevgiyi ve minnettarlığı gördüğünü de sözlerine ekledi.

Sözlerini anlamadan ama kimi zaman ona bakarak ve sadece sesinin yankılarını işiterek dinliyordu Prenses.

“Sizin durumunuz iki kat korkunç, Sevgili Prensesim…” dedi Matmazel Bourienne. “İçinde bulunduğunuz durumda, kendinizi düşünmediğinizi ve düşünmeyeceğinizi biliyorum. Ama size duyduğum sevgi, benim sizi düşünmemi gerektiriyor. Alpatiç’i gördünüz mü? Gidiş için sizinle konuştu mu?”

Prenses Mariya cevap vermedi. Kimin, nereye gitmesi gerektiğini anlayamıyordu. Şimdi bir şey yapmak mümkün mü? Bir şey düşünülebilir mi ki? Bir şeyin ötekinden daha fazla önemi var mı ki? diye geçiriyordu içinden.

“Chère Marié85 tehlike içinde bulunduğumuzu, Fransızlar tarafından sarıldığımızı bilmiyor musunuz? Şu anda yola çıkmak çok tehlikeli. Yola çıkarsak onların eline geçeriz ve belki de…” Prenses Mariya söylediklerinden hiçbir şey anlamadan bakıyordu ona. “Ah! Benim için hiçbir şeyin önemi yok artık. Asla onun yanından ayrılmayacağım… Alpatiç gidiş konusunda bir şeyler söyledi bana. Kendisiyle görüşün; ben bir şey yapamam, yapmak da istemiyorum, istemiyorum…”

“Konuştum onunla…” diye devam etti. “Yarın yola çıkabileceğimizi umuyor. Ama artık burada kalmanın daha doğru olduğunu düşünüyorum. Yolda, askerlerin ya da başkaldırmış köylülerin eline düşmenin çok korkunç bir şey olduğunu kabul ederseniz, chère Marié.”

Matmazel Bourienne, Fransız Generali Rameau’nun evlerini terk etmeyen halkın korunacağını açıklayan (Bildiri, alelade bir Rus kâğıdına yazılmamıştı.) bildirisini çantasından çıkardı, Prenses’e uzattı ve “En iyisi bu General’e başvurmaktır sanırım. Şüphesiz gereken saygıyı gösterecektir size…” dedi.

Prenses Mariya belgeyi okudu. Yüzüne ağlamaklı bir ifade belirmişti.

“Kimden aldınız bunu?” diye sordu.

Matmazel Bourienne kızarak “Adımdan Fransız olduğumu anlamış olacaklar ki…” dedi.

Prenses Mariya, elinde bildiriyle pencereden uzaklaştı. Sapsarı bir yüzle odadan çıkıp Prens Andrey’in eski çalışma odasına girdi.

“Dunyaşa! Alpatiç’i, Dronuşka’yı, birini çağır bana! Amaliya Karlovna’ya da söyle, yanıma gelmesin!” dedi Matmazel Bourienne’in sesini duyunca. Fransızların eline düşmek ihtimali karşısında dehşete kapılmıştı. Derhâl gitmek gerek, derhâl! diye geçirdi içinden.

Prens Andrey, kız kardeşinin Fransızların eline düştüğünü öğrenirse!.. Prens Nikolay Andreyiç Bolkonski’nin kızının, yani kendisinin General Rameau’ya sığındığını, korunmasını istediğini duyarsa!.. Bu düşünce derin bir korku saldı içine, iliklerine kadar titretti, yüzünü kızarttı. O ana kadar bilmediği bir öfke ve gurur duymasına da yol açtı. Durumunun güçlüğü ve özellikle küçültücü yanı gözünün önüne geldi. Fransızlar bu eve girecekler; General Rameau, Prens Andrey’in çalışma odasına yerleşecek. Onun mektuplarını, kâğıtlarını eğlence olsun diye karıştırıp duracak. Mademoiselle Bourienne lui fera les honneurs de Boguçorovo.86 Lütfedip bir oda verecekler bana. Askerler babamın madalyalarını, nişanlarını almak için taze mezarını kazacaklar, Rusları nasıl yenilgiye uğrattıklarını anlatacaklar bana, acımı paylaşıyorlar gibi yaparak ikiyüzlülük edecekler… diye düşündü Prenses Mariya. Bunları kendiliğinden değil, babasının ve kardeşinin düşüncelerini benimsemeyi bir görev bildiği için aklından geçiriyordu. Şurada ya da burada kalması, başına şunun ya da bunun gelmesi önemli değildi kendisi için. Ama ölmüş olan babasının ve Prens Andrey’in temsilcisi olarak görüyordu kendini. Onların düşünceleriyle düşünüyor, onların duygularıyla duygulanıyordu. Onların söylediklerini ve yaptıklarını olduğu gibi yerine getirmek gerektiğini hissediyordu. Böylece, Prens Andrey’in çalışma odasına gitti ve onun düşüncelerinin derinliklerine ulaşmak için kendi durumunu düşündü.

Babasının ölümüyle birlikte ortadan kalktığını sandığı zorunluluklar, yani hayatın zorunlulukları, bilinmedik bir güçle ansızın önünde boy göstermiş ve benliğini sürükleyip götürmüştü. Alpatiç’i, Mihail İvanoviç’i, Tihon’u ya da Dron’u çağırtmış; kızarmış bir yüzle, odada dört dönüyordu. Dunyaşa, dadı ve hizmetçi kızlar; Matmazel Bourienne’in söylediklerinin ne ölçüde doğru olduğu konusunda bir şey söyleyecek durumda değillerdi. Alpatiç de malikânede değildi, resmî makamlarla görüşmek üzere gitmişti. Çağrıldığı zaman uykulu gözlerle Prenses’in karşısına çıkan kalfa, Mihail İvanoviç de pek bir şey söyleyemiyordu. On beş yıldır kendi düşüncelerini belirtmeden İhtiyar Prens’in bütün söylediklerine bir cevap niteliği taşıyan gülümsemesiyle Prenses Mariya’nın sorularına ipe sapa gelmez cevaplar verdi. İhtiyar oda hizmetçisi, Tihon, çektiği acının derin izlerini taşıyan bitkin bir yüzle Prenses’in bütün sorularına “Başüstüne.” demekle yetindi ve ağlamamak için büyük bir çaba harcadı.

Sonunda Muhtar Dron girdi odaya. Prenses’i yerlere kadar eğilip selamlayarak kapı kenarında durdu.

Prenses Mariya, odada bir aşağı bir yukarı dolaştıktan sonra Muhtar Dron’un karşısında durdu.

Her yıl Vyazma Panayırı’ndan kendisine, çok sevdiği özel bademli çörekleri getiren ve gülümseyerek uzatan eski bir dostun karşısında olduğunu düşünerek “Dronuşka…” dedi. “Başımıza gelenlerden sonra, şimdi de…”

Sözüne devam edemedi.

“Hepimiz Tanrı’nın emrindeyiz…” dedi Dronuşka içini çekerek.

Bir süre konuşmadılar.

“Dronuşka; Alpatiç bir yere gitmiş, dert anlatacağım kimse yok. Buradan gidemeyeceğim söyleniyor, doğru mu?”

“Niçin gidemeyecekmişsiniz Ekselans? Gidebilirsiniz…” dedi Dron.

“Düşmanın her an tehlikeli olabileceği söylendi. Dostum, hiçbir şey yapamam ben, durum hakkında hiçbir bilgim yok, yanımda kimse de yok. Gece ya da yarın sabah erkenden gitmek istiyorum.”

Dron bir şey söylemedi. Kaşlarının altından Prenses Mariya’ya baktı.

“At yok…” dedi. “Daha önce Yakof Alpatiç’e de söylemiştim.”

“Neden yok?” diye sordu Prenses.

“Tanrı’nın bize bir cezası bu! Atların bazılarını ordu aldı, bazıları da öldü. Bu yıl çok kötüydü. Hayvanları beslemekten vazgeçtik, biz ölmeyelim… Üç gündür kursaklarına bir lokma gitmeyenler var. Bizi mahvettiler!”

Prenses Mariya, onun söylediklerini dikkatle dinliyordu.

“Demek köylüler perişan oldu, yiyecekleri yok?” dedi.

“Açlıktan ölüyorlar neredeyse. Arabayı düşünecek hâlleri yok.”

“Peki niye söylemedin bunu? Yardım edilemez mi onlara? Ben elimden gelen her şeyi yaparım…”

Yüreğine korkunç bir acı çöreklenmişken zengin ve yoksul insanların bulunabilecekleri garip geliyordu Prenses Mariya’ya. Efendilerin kendileri için zahire bulundurduklarını ve kimi zaman bunu köylülere verdiklerini hayal meyal biliyordu. Kardeşinin de babasının da zor durumdaki mujiklere yardımdan onu alıkoymayacaklarından da emindi. Mujiklere dağıtılmasını söyleyeceği buğdayın bölüşülmesinde bir yanlışlık yapmaktan korkuyordu sadece. Kendisini suçlamadan acılarını unutturacak bir uğraş bulduğu için huzur duyuyordu. Dronuşka’ya köylülerin herhangi bir ihtiyaçları ve Boguçorovo’da malikânenin buğdayının bulunup bulunmadığını sordu.

“Sanırım, kardeşimin buğdayı vardır burada?” dedi.

Dron gururlu bir şekilde “Malikânenin buğdayı duruyor…” diye cevapladı. “Prens’imiz, satılmamasını emretmişti bana.”

“Onu köylülere ver, ne ihtiyaçları varsa karşıla. Dağıt hepsini, kardeşim adına emrediyorum. Bizim olan her şeyin onların olduğunu söyle. Onlardan esirgediğimiz bir şey yok, söyle bunu.”

Dron gözlerini dikmiş, bunları söyleyen Prenses’e dikkatle bakıyordu.

“Beni bu görevden affet anacığım! Söyle, anahtarları benden alsınlar!” diye yalvarmaya başladı. “Yirmi üç yıl hizmet ettim, kusur işlemedim. Tanrı hakkı için beni görevden affet!”

Prenses Mariya, kendisinden ne istendiğini ve niçin istendiğini anlayamamıştı. Onun sadakatinden hiçbir zaman şüphe duymadığını ve hem onun hem de köylüler için her şeyi yapacağını söyleyerek cevap verdi.

XI

Bir saat sonra Dunyaşa, Dron’un geldiğini ve emri üzerine bütün mujiklerin ambar önünde toplandıklarını ve kendisiyle konuşmak istediklerini bildirmek üzere Prenses’in yanına geldi.

“Ben onları çağırmadım ki! Sadece buğday dağıtmasını söyledim Dronuşka’ya…” dedi Prenses Mariya.

“Aman efendim, emredin kovsunlar onları! Sakın gitmeyin oraya. Bir dolap çevirdikleri belli. Yakof Alpatiç gelince hemen buradan gideriz… Ama siz sakın…” dedi Dunyaşa.

“Ne dolap çevireceklermiş?” dedi Prenses.

“Sormayın, ben bilmiyorum… Dadıya sorun. Emrinize uymayıp köyden çıkmayı kabul etmedikleri söyleniyor.”

“Yanılıyorsun. Ben köyden çıkmalarını emretmedim…” dedi Prenses. “Bana Dronuşka’yı çağır!”

İçeri giren Dronuşka da Dunyaşa’nın sözlerini doğruladı: Köylüler, Prenses’in emriyle gelmişlerdi.

“Ama ben, gelmelerini hiçbir zaman söylemedim…” dedi Prenses. “Yanlış anlamış olmalısın. Onlara buğday dağıtılmasını emrettim yalnızca.”

Dronuşka içini çekerek karşılık verdi:

“Emriniz öyleyse giderler.”

“Hayır, hayır! Onları göreceğim!”

Dunyaşa’nın ve ihtiyar dadının yalvarmalarına rağmen Prenses Mariya perona çıktı. Dronuşka, Dunyaşa, dadı ve Mihail İvanoviç arkasından geliyorlardı.

Yerlerinde kalsınlar diye buğday dağıtıyorum ve onları Fransızların eline bırakıp kendim gideceğim diye düşünüyorlar herhâlde… Moskova yakınındaki malikânede aylık yiyecek ve oturulacak yer verileceğini söyleyeceğim onlara. Andrey olsa bu benim yaptıklarımdan daha fazlasını yapardı şüphesiz… Alaca karanlıkta ambarın yanında toplanmış köylülere yaklaşırken böyle düşünüyordu Prenses Mariya.

Kalabalık birden yoğunlaştı, kımıldadı ve şapkalar çıktı. Prenses Mariya, gözlerini yere indirip ayakları eteklerine dolaşarak onlara yaklaştı. Karşısında çeşitli ve çok sayıda ihtiyar ve genç gözler, değişik yüzler vardı. Bundan ötürü tek bir yüz göremiyor, tümüyle birden konuşmak gerekliliğini duyarak ne yapacağını bilmiyordu. Ama babasının ve kardeşinin temsilcisi olduğunu düşününce birden kendini toparladı ve konuşmaya başladı:

“Geldiğinize sevindim…” dedi bakışlarını yerden kaldırmadan ve kalbi şiddetle çarparak. “Dronuşka, savaş yüzünden perişan olduğunuzu söyledi. Bizim uğradığımız ortak bir felaket bu. Size yardım konusunda hiçbir şey esirgemeyeceğim. Kendim de gideceğim… Burada kalmak tehlikeli… Düşman çok yakında. Çünkü… Size her şeyi vereceğim dostlarım, merak etmeyin, her şeyi; bütün buğdayımızı alın, yeter ki yoksulluk çekmeyin. Bu buğdayı, burada kalmanız için verdiğimi söyledilerse yanlış bu. Bütün mallarınızı yanınıza alarak Moskova’daki malikânemize gitmenizi rica ediyorum. Orada yoksulluk çekmeyeceğiniz konusunda söz veriyorum size. Eviniz de buğdayınız da olacak.”

Prenses sustu. Kalabalıktan, iç çekmelerden başka ses duyulmuyordu.

“Bunu kendiliğimden yapmıyorum…” diye söze başladı yeniden. “İyi bir efendi olan babamın, kardeşimin ve oğlunun adına yapıyorum.”

Yeniden sustu. Kimse ağzını açmıyordu.

“Felaketimiz müşterektir ve bunu paylaşacağız. Neyim varsa sizindir…” dedi karşısındakilerin yüzlerine bakarak.

Hepsinin yüzünde ne olduğunu kavrayamadığı bir ifade vardı. Bu; merak, bağlılık, minnettarlık ya da korku ve işkillenme miydi belli değildi. Ama ifade, her yüzde aynıydı.

Arkalarından bir ses “İyiliğinize teşekkür ederiz ama efendilerin buğdayını almak işimize gelmez…” dedi.

“Niçin gelmez?” dedi Prenses.

Kimse cevap vermedi ve Prenses, göz göze geldiği köylülerin başlarını önlerine eğdiklerini fark etti.

Bu sessizlik, Prenses’i sıkmıştı. Birisiyle göz göze gelmeye çalıştı. Önünde duran ve değneğine dayanan bir ihtiyara sordu:

“Niçin bir şey söylemiyorsunuz? Başka şey istiyorsanız söyle. Onu da yapacağım.”

İhtiyar sanki kızmış gibi başını önüne eğerek söylendi:

“Niçin kabul edelim? Buğdaya ihtiyacımız yok!”

“Niçin her şeyi bırakıp gidelim? İstemiyoruz… Hayır, istemiyoruz. Razı değiliz buna, sana üzülüyoruz. Kendin yalnız git…” diye sesler yükseldi kalabalıktan.

Ve bütün yüzlerde yeniden tek ve aynı anlam belirdi. Ne var ki bu sefer, merak ya da minnettarlık söz konusu değildi; düşmanca bir kararlılıktı bu.

“Şüphesiz yanlış anladınız…” dedi Prenses Mariya üzüntüyle gülümseyerek. “Niçin buradan gitmek istemiyorsunuz? Size ev ve yiyecek vereceğimi söylüyorum, söz bu. Burada düşman mahveder sizi…”

Ama kalabalığın gürültüsü arasında sesi duyulmaz olmuştu.

“Razı değiliz biz! Varsın mahvetsin bizi! Buğdayını almayacağız, razı değiliz!”

Prenses Mariya, kalabalıktan biriyle yeniden göz göze gelmek istedi. Ama hiç kimse gözlerine bakmıyordu, bakışlarını kaçırıyorlardı. Prenses ne yapacağını kestiremedi.

“Ne güzel öğütler de veriyor… Esirliğe devam etmek için ardından gidecekmişiz! Evin ocağın harap olsun, üstelik boyunduruk altında yaşamaya devam et! Bak hele! Buğday verecekmiş!” diyen sesler duyuluyordu kalabalıktan.

Başını önüne eğen Prenses Mariya kalabalıktan ayrıldı ve eve girdi. Hareket etmesi için ertesi gün kendisine at gerekli olduğunu Dron’a tekrarlayarak odasına çekildi ve düşüncelere daldı.

85.“Sevgili Mariya.”
86.Matmazel Bourienne, Boguçorovo’nun sahibiymiş gibi ağırlayacak onu.