Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Savaş ve Barış II. Cilt», sayfa 13

Yazı tipi:

XII

Prenses Mariya, o gece, odasının açık penceresi önünde oturdu ve mujiklerin köyden yankılanan seslerini dinledi. Ama onları düşünmüyordu. Ne yapsa onları anlayamayacağını biliyordu. Bir tek şeyi düşünüyordu sadece: Bu da günün endişelerinin yarattığı duraklamadan sonra artık geçmişe aitmiş gibi görünen ve derinden duymuş olduğu o acıydı. Artık hatırlayabilir, ağlayabilir, dua edebilirdi. Güneş batınca rüzgâr da kesilmişti. Gece, sakin ve serindi. Gece yarısında köyden gelen sesler kesildi, bir horoz öttü. Ihlamurların arasından bir dolunay çıktı. Serin, beyaz bir çiğ sisi yükseldi; sessizlik, köyü ve evi kapladı.

Yakın geçmişin hatıraları, babasının hastalığı ve son günleri gözünün önünde canlandı. Bunları kederli bir sevinçle tek tek gözünün önüne getiriyor; yalnızca bir tanesini, gecenin bu esrarlı ve sakin saatinde, zihninde canlandırmaya bile cesaret edemediği babasının ölüm sahnesini uzaklaştırmaya çalışıyordu.

Bu tablolar öyle açık bir şekilde, öyle ince ayrıntılarıyla gözlerinin önüne geliyordu ki onları kâh bir gerçek kâh bir geçmiş kâh bir gelecek sanıyordu.

Babasına inme inmesi, Lisi Gori’de koltuklarına girip bahçede sürüklemeleri, dolaşan diliyle bir şeyler söylemeye çalışması, kırlaşmış kaşlarını oynatıp durması ve korku dolu gözlerle bakışı, sanki yeniden gerçekleşen ve onun gözünde canlanan şeylerdi.

Ölürken bana söylediklerini o anda söylemek istiyordu aslında. Bu sözleri söylemeyi her zaman istemişti… dedi Prenses kendi kendine.

Daha sonra, babasının isteğine karşı gelerek bir felaket olacağını önceden sezip Lisi Gori’de kaldığı geceyi, krizden önceki geceyi hatırladı. Uyuyamamış, ayaklarının ucuna basarak aşağıya inmiş, babasının geceyi geçirdiği çiçekliğin kapısına yaklaşarak onu dinlemişti. Bitkin ve yorgun sesiyle Tihon’a bir şeyler söylüyordu babası. Konuşmak istediği besbelliydi. Beni niçin çağırmadı? diye düşündü Prenses Mariya. Artık, içindekileri hiç kimseye açıklayamayacak. Düşündüklerinin tümünü söyleyebileceği o an, benim için de onun için de artık geri dönmemecesine kayboldu. Ben Tihon değilim, onu anlardım. Peki niçin odaya girmedim? Öldüğü gün söylediklerini belki o anda söyleyecekti bana. Tihon’la konuşurken iki kere beni sormuştu. Bense kapının ardında duruyor, içeri girmiyordum. Kendisini anlamayan Tihon’la konuşması büyük bir tatsızlıktı onun için. Öldüğünü unuttuğu Lise’den sağmış gibi söz ediyordu. Tihon gerçeği hatırlatınca “Aptal!” diye haykırdı. Karyolaya yatmasını ve “Tanrı’m!” diye inlemesini şimdi olmuş gibi hatırlıyorum. Niçin girmedim içeri? Ne yapardı bana? Kaybedeceğim ne vardı? Belki yatışıp o sözleri söyleyiverirdi bana. Prenses Mariya, babasının öldüğü gün kendisine söylediği bir sözü yüksek sesle tekrarladı: “Canım!” Sonra içini rahatlatan gözyaşları döküldü gözlerinden.

Karşısında onun yüzünü görüyordu şimdi. Küçüklüğünden beri uzaktan gördüğü yüzü değildi bu; son gün, söylediklerini iyice işitmek için ağzına doğru eğilerek bütün buruşukları ve ayrıntılarıyla ilk defa çok yakından gördüğü o çekingen ve güçsüz yüzü…

“Canım!” diye tekrarladı.

Bu sözü söylediği zaman ne düşünüyordu ve acaba şimdi ne düşünüyor? diye geçirdi zihninden. Buna verilmiş bir cevap gibi tabutta beyaz mendille bağlı yüzündeki ifadeyle gördü onu. Ona dokunduğu ve dokunduğu şeyin o değil, esrarlı ve dehşet verici bir şey olduğunu hissettiği anki korku ve tedirginlik yeniden benliğini kapladı. Başka bir şey düşünmek, dua etmek istedi ama yapamadı. Onun ölü yüzünü yeniden görmeyi bekleyerek fal taşı gibi açılmış gözleriyle ay ışığına ve gölgelere bakıyordu; evin içini ve dışını kaplamış sessizlikte, zincire vurulmuş gibi hissediyordu kendisini.

“Dunyaşa!” diye fısıldadı.

Haykırdı ardından: “Dunyaşa!..”

Ve sessizliğin elinden sıyrılır gibi hizmetkârların odasına, sesini duyup dışarı fırlayan dadıya ve hizmetçilere doğru koştu.

XIII

17 Ağustos’ta Rostof ve İlin, esirlikten yeni dönen Lavruşka’yı ve bir hüsar emir erini de yanlarına alarak Boguçorovo’dan on beş verst uzaktaki Yankovo’da bulunan açık ordugâhlarından atla gezintiye çıktılar.

İlin’in yeni satın aldığı atı denemek ve köylerde ot bulunup bulunmadığını öğrenmek istiyorlardı.

Son üç gün içinde Boguçorovo, çarpışan iki ordu arasında kalmıştı. Öyle ki Rus artçıları da Fransız öncüleri de kolayca girebilirlerdi buraya. Uyanık bir süvari bölüğü komutanı olan Rostof; bundan ötürü Boguçorovo’da bulunabilecek erzaktan, Fransızlardan önce yararlanmak istiyordu.

Rostof ile İlin çok neşeliydiler. Bir prensin malı olduğunu bildikleri ve içinde büyük bir konak, kalabalık bir ev halkı ve aralarında belki de güzel hizmetçi kızların bulunduğu bu malikâneye yaklaşırken Lavruşka’ya Napolyon konusunda sorular soruyor; onun anlattıklarına gülüyor ve İlin’in yeni atını sınamak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Gittikleri köyün, kız kardeşinin eski nişanlısı Prens Bolkonski’nin mülkü olduğu Rostof’un aklının ucundan bile geçmiyordu.

Boguçorovo’nun yakınlarında, Rostof ve İlin son defa yarıştılar ve İlin’i geçen Rostof, köyün yoluna ondan önce dörtnala girdi.

İlin’in yanakları kızarmıştı.

“Beni geçtin…” dedi.

Köpüğe belenmiş don atını okşayan Rostof “Evet, düzlükte de burada da hep ben birinci oluyorum…” dedi.

Lavruşka, kendi lagar beygirini kastederek “Bendeniz de Ekselans, bu benim Fransız’la geçerdim doğrusu ama utandırmak istemedim…” dedi arkalarından.

Büyük bir köylü kalabalığının önünde toplandığı ambara yaklaştılar.

Köylülerin kimi şapkalarını çıkararak kimi de çıkarmadan bakıyordu. Meyhaneden çıkan yüzleri buruşuk, sakalları seyrek iki ihtiyar; ayarsız sesleriyle anlaşılmaz bir şarkı mırıldanarak, sallanarak ve gülümseyerek subaylara yaklaştılar.

“Çok tatlı adamlar bunlar!” dedi Rostof gülerek. “Ot var mı?”

“Amma da birbirlerine benziyorlar!” dedi İlin.

“Eğlen… celi… li… der… ne… ği… ği… miz…” diye bir şarkı tutturan mujiklerden biri güiümsüyordu.

Kalabalığın içinden çıkan bir köylü, Rostof’a yaklaşıp sordu:

“Hangi taraftansınız siz?”

“Fransızların tarafından…” dedi İlin gülerek. “Bu da Napolyon’un ta kendisi…” diye ekledi Lavruşka’yı göstererek.

“Herhâlde Rus’sunuz?” diye yeniden sordu köylü.

Ufak tefek bir başkası yaklaştı. “Kuvvetiniz çok mu?” diye sordu.

“Tabii, hem de pek çok…” dedi Rostof. “Siz neden toplandınız burada? Bayram filan mı var?”

“İhtiyarlar, köy işlerini görüşmek için toplanmışlardı…” dedi köylü uzaklaşırken.

Bu sırada, konaktan çıkan ve subaylara doğru gelen iki kadın ve beyaz şapkalı bir adam göründü.

İlin, kararlı bir şekilde kendisine yaklaşan Dunyaşa’yı göstererek “Pembelisi benim, sululuk istemem…” dedi.

“Evet bizim olacak o…” dedi Lavruşka göz kırparak.

“İstediğiniz nedir güzelim?” diye sordu İlin gülümseyerek.

“Prenses, hangi alaydan olduğunuzu ve adınızı sormamı istedi.”

“Bu, Bölük Komutanı Kont Rostof. Ben de sadık hizmetkârınız.”

“Eğlen… celi… li…” diye şarkı söyleyen sarhoş köylü, ağzı bir karış açık hâlde ve sırıtarak İlin’in hizmetçiyle konuşmasını seyrediyordu. Dunyaşa’nın arkasından gelen Alpatiç, şapkasını çıkararak Rostof’a yaklaştı. Büyük bir saygıyla ama karşısındaki subayın gençliğini küçümseyen bir edayla elini yakasına sokarak “Rahatsız etmeme izin veriniz Ekselans…” dedi. “Bu ayın on beşinde ölen Başkomutan General Prens Nikolay Andreyeviç Bolkonski’nin kızı olan hanımefendim, bu adamların (Eliyle köylüleri gösterdi.) cahilliği yüzünden çok güç bir durumda bulunuyor ve teşrifinizi rica ediyor… Acaba biraz uzaklaşmak lütfunda bulunur musunuz? Bunların yanında…” diyerek bir atın peşinde dolaşan at sinekleri gibi arkasından ayrılmayan iki köylüyü gösteriyordu Alpatiç.

Köylüler ağızları kulaklarına vararak “Hey Yakof Alpatiç!.. Hay Allah, Yakof Alpatiç!.. Amma iş ha… Bizi bağışla n’olur… Tanrı hakkı için ha!..” diyorlardı.

Eliyle gösterişli bir şekilde köylüleri göstererek “Belki de bunlar Ekselanslarını eğlendiriyor?” dedi Alpatiç.

Rostof onlardan uzaklaşarak “Hayır, eğlenilecek bir şey yok bunda!” dedi. “Ne var? Anlatın bana.”

“İzninizle anlatayım: Bu köyün kaba halkı, hanımefendinin malikâneden ayrılmasını önlüyorlar ve atları koşumdan çıkarırız diye tehdit ediyorlar. Bundan ötürü, her şey sabahtan beri arabalara yerleştirilmiş olduğu hâlde, Prenses hareket edemiyor.”

“Nasıl olur bu?” diye bağırdı Rostof.

“Gerçeği size iletmekle mutluluk duyuyorum efendim…” diye cevap verdi Alpatiç.

Rostof atından inip dizginleri hüsara verdi ve Alpatiç’e olay hakkında sorular sorarak onunla birlikte eve yöneldi.

Gerçekten de Prenses’in köylülere buğday vermek istemesi, Dron’la ve onlarla konuşması, işleri iyice çıkmaza sokmuştu. Bu yüzden Dron, anahtarları teslim etmiş ve kesin olarak köylülere katılmıştı. Alpatiç’in çağırmasına aldırış etmemiş ve yanına gitmemişti. Prenses sabahleyin ayrılmak üzere hayvanların arabaya koşulmasını söyleyince köylüler ambarın önüne yığılmışlardı. Köyden gitmesine izin vermeyeceklerini, göç etmeme emrinin çıktığını ve atları koşumdan çözeceklerini bildirmek üzere adam da göndermişlerdi. Onları yola getirmek isteyen Alpatiç yanlarına gitmişti. Ama ona da Prenses’i bırakamayacaklarını, bunun için emir çıktığını, burada kalması gerektiğini, her zamanki gibi ona boyun eğeceklerini, hizmet edeceklerini söylemişlerdi. (Dron kalabalığın arasında görünmüyor, en çok Karp konuşuyordu.)

Rostof ve İlin yolda dörtnala ilerledikleri sırada Prenses Mariya, Alpatiç’in, dadının ve hizmetkârların vazgeçirmek için harcadıkları çabalara rağmen atların koşulmasını söylemişti. Kesinlikle gitmek istiyordu. Ama atlıları gören arabacılar, onları Fransız sanarak kaçmışlardı. Evdeki kadınlar da ağlamaya başlamıştı.

Rostof sofayı geçerken ağlamaklı sesler duyuluyordu:

“Ah, iyi kalpli efendimiz! Kurtarıcımız! Tanrı gönderdi sizi!”

Rostof’u yanına götürdükleri zaman Prenses Mariya, çaresizlik ve şaşkınlık içinde salonda oturuyordu. Onun kim olduğunu, buraya niçin geldiğini ve kendisini nelerin beklediğini bilmiyordu. Ruslara özgü yüzünü ve içeri girişini gördüğü, söylediği ilk sözü işittiği zaman Rostof’un kendi çevresinden bir kimse olduğunu anlayıp derin ve ışıltılı bakışlarını ona çevirmiş; heyecandan titreyen bir sesle konuşmaya başlamıştı. Bu karşılaşma, romanlardaki sahneleri hatırlattı Rostof’a. Ayaklanmış kaba köylülerin eline düşmüş, üzüntü ve acı içinde yapayalnız bir kız! Beni buraya getiren alın yazısı, ne garip bir şey! diye düşünüyordu Rostof, Prenses’i dinlerken. Bakışlarını ona çevirdiğinde Yüzünün çizgilerinde ve taşıdığı anlamda ne ince bir soyluluk ve yumuşaklık var!.. diyordu içinden.

Bütün bunların babası gömüldükten bir gün sonra olduğunu söylediği sırada Prenses’in sesi titredi, başını yana çevirdi. Ama Rostof’un, kendisini etkilemek istediği için böyle davrandığını düşünebileceğini aklına getirerek ürkek ve sorgulayıcı bakışlarını yeniden genç adama çevirdi. Rostof’un gözleri yaşlanmıştı. Prenses Mariya bunu fark etti ve yüzünün çirkinliğini unutturan ışıltılı gözleriyle baktı ona.

“Bir rastlantıyla buraya gelmiş ve size hizmet etme imkânı elde etmiş olduğum için ne kadar mutluluk duyduğumu anlatamam Prenses…” dedi Rostof ayağa kalkarak. “Buyurun, hareket edin. Size muhafızlık etmeme izin verirseniz, kimsenin canınızı sıkmaya kalkışmayacağını şerefim üzerine temin ederim.”

Hükümdar ailesinden prenseslerin karşısında selam verilirken yapıldığı gibi eğilerek Prenses Mariya’yı selamladı ve kapıya yöneldi.

Rostof saygıyla, Prenses’le daha yakından tanışmayı bir mutluluk saydığını ama içinde bulunduğu zor durumdan yararlanarak böyle bir şeyi zorla gerçekleştirmeye çalışmadığını belirtiyordu.

Prenses Mariya bunu fark etmiş ve etkilenmişti.

“Size çok minnetarım, hem de çok…” dedi Fransızca. “Ama umarım ki bütün bunlar bir anlaşmazlığın sonucudur ve kimse kabahatli değildir.”

Prenses birden ağlamaya başlamıştı.

“Özür dilerim!” dedi.

Rostof kaşlarını çattı, Prenses’i saygıyla yeniden selamlayarak dışarı çıktı.

XIV

“Eee nasıl, güzel mi bari? Benim pembeli çok şeker bir şey dostum! Adı da Dunyaşa…”

Rostof’un yüzündeki ifadeyi gören İlin, hemen sustu. Kahraman ve komutanının bambaşka düşünceler içinde olduğunu fark etmişti. Rostof kızgınlıkla baktı ona ve cevap vermeden köye doğru hızla yöneldi.

“Gösteririm ben onlara! Aşağılık herifler!” diye mırıldanıyordu.

Alpatiç koşmamak için kendisini zor tutarak hızlı adımlarla onun arkasından geliyordu.

Hizasına gelince “Efendimiz, acaba ne gibi kararlar aldınız?” dedi.

Rostof yumruklarını sıktı ve tehdit edercesine Alpatiç’in üzerine yürüyerek “Karar mı? Ne kararı, ihtiyar bunak!” diye haykırdı. “Gözünü açsana sen! Köylüler ayaklanıyor, sen de onların hakkından gelmesini bilmiyorsun ha! Sen de hainin birisin! Bilirim senin gibileri, hepinizin derisini yüzeceğim!”

Enerjisinin tümünü harcamak istemiyormuş gibi Alpatiç’i bırakarak hızla ilerledi. Alpatiç, duyduğu kırgınlığı yenerek hızla onu izledi ve bu konuya ilişkin görüşlerini açıklamaya devam etti. Köylülerin büyük bir taşkınlık içinde bulunduğunu, askerî bir birlik olmadan onlara karşı koymanın doğru olmayacağını, önce bir birlik meydana getirmek gerektiğini söyledi.

Öfkesini birine yöneltmek isteğiyle yanan ve akıl dışı, hayvani bir kızgınlık duyan Rostof, anlamsız bir şekilde mırıldandı:

“Askerî birlik neymiş, gösteririm ben onlara! Gösteririm…”

Ne yaptığını bilmeden kararlı ve hızlı adımlarla kalabalığa yaklaştı. O yaklaştıkça bu önceden hesaplanmamış davranışın, en olumlu sonuçları vereceğini hissediyordu Alpatiç. Rostof’un hızlı ve kendinden emin yürüyüşünü, çatık kaşlarını görünce köylüler de aynı şeyi hissetmişlerdi.

Hüsarlar köye girdikten ve Rostof, Prenses’in yanına gittikten sonra; köylüler arasında bir şaşkınlık ve görüş ayrılığı baş göstermişti. Bazı köylüler, bu süvarilerin Rus olduklarını ve genç hanımlarının gitmesine engel oldukları için başlarına bela geleceğini söylüyorlardı. Dron da bu görüşe katılıyordu. Ama düşüncesini açıklamaya kalkıştığında Karp ve ötekiler ona şiddetle karşı çıktılar.

“Yıllardır köyün kanını emdin!” dedi Karp. “Senin için hava hoş! Paranı toprağa gömüp basar gidersin! Evlerimiz yıkılmış ya da yıkılmamış, umurunda mı?”

“Düzeni korumak, buradan ayrılmamak, hiçbir şey götürmemek emrediliyor. Bütün sorun bu!” dedi bir başkası.

“Senin oğlan gidecekken onun yerine benim Vanka’yı gönderdin!” dedi bir ihtiyar ansızın patlayarak. “Şimdi de ölelim, değil mi?”

“Evet, evet öleceğiz!”

“Ben topluluğumuza karşı gelmiyorum…” diyordu Dron.

“Karşı değilsin ama göbeğini iyice şişirdin…

Uzun boylu iki mujik de kendi düşüncelerini açıklıyorlardı. Yanında İlin, Lavruşka ve Alpatiç bulunan Rostof kalabalığa yaklaşınca Karp; parmaklarını kemerine geçirip hafifçe gülümseyerek ilerledi. Dron ise en arka sıralara geçti ve kalabalık hemen toplandı.

“Söyleyin bakalım, muhtar hanginiz?” diye haykırdı Rostof hızla yaklaşarak.

“Muhtar mı? Ne yapacaksınız?..” dedi Karp.

Ama sözünü bitirmeden başlığı havaya uçtu ve sert bir darbeyle yana eğildi.

“Çıkarın başlıklarınızı alçaklar!” diye kalın sesiyle haykırdı Rostof. “Nerede muhtar?”

“Muhtar… Muhtarı istiyor… Dron Zahariç, seni istiyorlar…” diye sesler yükseldi kalabalıktan.

Bu arada başlıklarını çıkarıyorlardı.

“Baş kaldırmaya hakkımız yok bizim, düzeni korumalıyız…” dedi Karp.

Aynı anda kalabalıktan çeşitli sesler yükseldi:

“İhtiyarların verdiği kararları yerine getiriyoruz biz. Sizin gibi emir veren çok kimse var…”

“Ne, tartışıyor musunuz?.. Baş kaldırmak demektir bu! Haydutlar! Hainler!” diye bağırıyordu Rostof tanınmaz bir sesle.

Bir yandan da Karp’ın yakasına sarılmıştı.

“Bağlayın şunu, bağlayın diyorum!” diye haykırdı.

Oysa ortada Lavruşka ve Alpatiç’ten başka Karp’ı bağlayacak kimse yoktu.

Ama Lavruşka gecikmedi, hemen koşarak iki elini arkasından yakaladı:

“Bizimkileri çağıralım mı efendimiz?” dedi.

Alpatiç de Karp’ı bağlamaları için iki köylüyü adlarıyla çağırdı. Köylüler uysal bir şekilde kalabalıktan ayrılıp kemerlerini çıkardılar.

“Muhtar nerede?” diye haykırdı Rostof.

Dron, sapsarı ve kaşları çatılmış hâlde kalabalığın arasından çıktı.

“Demek muhtar sensin!” diye bağırdı Rostof. “Lavruşka, bağla şunu da!”

Emri, karşı konulması imkânsız gibi söylemişti. Gerçekten de iki köylü hemen, Dron’u bağlamakla görevlendirdiler kendilerini. Dron da kemerini çıkararak onlara yardımcı oldu.

“Şimdi, hepiniz beni dinleyin!” dedi Rostof köylülere. “Haydi, hemen toz olun! Sesinizi filan duymayayım!”

“Biz bir kötülük yapmadık… Yalnız aptallık ettik, akılsızlık ettik… Bu doğru değil demiştim ben!” diye sesler yükseldi kalabalıktan.

Fırsattan yararlanan Alpatiç, “Size söyledim.” dedi. “Yanlış yapıyorsunuz dedim, arkadaşlar!”

“Aptallık ettik, Yakof Alpatiç!” diyen sesler yükseldi ve köylüler dağılıp evlerine yollandılar.

Bağlanmış olan iki kişi eve getirildi. Sarhoşlar da onların peşine takılmıştı.

“Ah, seni böyle görünce…” dedi sarhoşlardan biri Karp’a bakarak.

“Efendilerle böyle konuşulur mu? Ne sanıyordun? Aptalın birisisin sen…” dedi öteki. “Hem de tam aptal!”

İstenen arabalar, iki saat sonra avluda hazır duruyordu. Köylüler, efendilerinin eşyasını neşe içinde taşıyor ve yerleştiriyorlar; kapatıldığı odunluktan, Prenses’in isteğiyle çıkarılmış olan Dron da onlara emirler veriyordu.

Uzun boylu, ablak ve güleç yüzlü bir köylü, oda hizmetçisinin elindeki kutuyu alarak “Öyle konmaz…” dedi. “Para verildi buna! Fırlatma, sicimle bağla bakayım. Düşsün mü istiyorsun! Sevmem böyle şeyleri. Her şey namusluca ve gerektiği gibi yapılmalı… Evet öyle, hasırla ya da otla örtüver, işte oldu.”

Prens Andrey’in kitaplarını taşıyan bir başkası “Amma da çok kitap var ha! Ne de ağırmış! Doğrusu dehşet kitaplar…” dedi.

“Ne sandın! Bunu yazanlar, orada burada sürtmemişler!” diye cevap verdi ablak yüzlü mujik.

Üst üste konmuş sözlükleri işaret ediyordu göz kırparak.

Rostof, Prenses Mariya ile ahbaplığını ilerletmek istemediği için onun yanına gitmedi ve köyde kalarak yola çıkmasını bekledi. Prenses hareket edince atına bindi, Boguçorovo’ya on iki verst uzaklıkta olan ve birliklerimizin işgalinde bulunan yola kadar geçirdi onu. Yankovo’da kendisine saygıyla veda ederek elini ilk defa öptü.

Kendisini “kurtardığını” söyleyen Prenses Mariya’ya “Beni mahcup ediyorsunuz. Herhangi bir polis görevlisi de yapardı bunu…” dedi. “Yalnızca köylülerle savaşmak zorunda kalsaydık düşmanın bu kadar ilerlemesine izin vermezdik…” diye ekledi sıkılarak ve konuyu değiştirmeye çalışarak. “Sizinle tanışma fırsatını bulduğum için çok mutluyum. Hoşça kalın Prenses, mutluluklar, teselliler dilerim size. Sizinle daha mutlu şartlar altında karşılaşmak isterdim. Beni mahcup etmek istemezseniz, rica ederim, teşekkür etmeyiniz.”

Ama Prenses sözle değil, minnettarlık ve şefkatle parıldayan yüzüyle teşekkür ediyordu. Rostof’un ortada teşekkür edecek bir şey olmadığı konusundaki sözlerine de inanmıyor; tam tersine, Rostof olmasaydı hem Fransızların hem de ayaklanmış köylülerin kurbanı olacağını, kendisini apaçık ve korkunç tehlikelere attığını, onun çektiği acıyı anlayan yüksek ruhlu ve soylu bir insan olduğunu düşünüyordu. Babasının ölümünden ağlayarak söz ettiğinde Rostof’un yaş dolan iyi ve temiz gözlerini bir türlü unutamıyordu.

Rostof’la vedalaşıp yalnız kaldığı zaman gözlerinin ansızın yaşlarla dolduğunu hissetti Prenses ve ilk defa elinde olmayarak Onu seviyor muyum? diye sordu kendi kendine. Moskova’ya yol alırken arabada kendisiyle beraber olan Dunyaşa, durumunun pek de iç açıcı olmamasına rağmen hanımının, pencereden bakarken hüzünlü ve mutlu bir şekilde gülümsediğini fark etti.

Onu seversem, ne olur ki? diye kendi kendine sordu yine Prenses Mariya.

Kendisiyle belki de hiçbir zaman ilgilenmeyecek bir adamı sevebildiği için utanç duyduğu hâlde bunu hiç kimsenin bilemeyeceğini, hayatında ilk ve son olarak ölene kadar birini gizlice sevmenin bir kabahat olmadığını düşünerek avuttu kendisini.

Kimi zaman bakışlarını, yakınlığını, sözlerini hatırlıyor ve mutluluk pek o kadar uzak görünmüyordu Prenses’e. İşte o sırada Dunyaşa, Prenses’in pencereden gülümseyerek baktığını görüyordu.

Tam bu sırada Boguçorovo’ya geliyor! diye düşünüyordu Prenses. Kız kardeşi de Prens Andrey’e verdiği sözden dönüyor!87 Bütün bunları Tanrı’nın isteği gibi görüyordu Prenses Mariya.

Rostof da Prenses’i hatırladıkça bir hoş oluyordu. Onu düşündüğü zaman neşeleniyor ve Boguçorovo’daki macerasını öğrenen arkadaşları, ot ararken Rusya’nın en zengin kızlarından birine tosladığını söyleyerek şakalaştıkları zaman kızıyordu. Kızmasının nedeni, sınırsız bir zenginliğe sahip uysal ve tatlı Prenses Mariya ile evlenmeyi birkaç kere düşünmüş olmasıydı. Ondan daha iyi bir kadın düşünemezdi kendisi için; böyle bir evlilik annesi Kontes’i mutlu kılar, babasının da işlerini yoluna sokardı ve hatta -bunu kuvvetle hissediyordu Rostof- Prenses Mariya’ya da mutluluk getirirdi.

Peki ya Sonya? Verdiği söz?

Prenses Mariya konusunda şakalaştıkları zaman, bundan ötürü kızıyordu Rostof.

87.Ortodoks Kilisesi’nin, evli çiftlerin kardeşleri arasında evliliği yasaklayan kararı söz konusu burada. (ç.n.)