Kitabı oku: «Savaş ve Barış II. Cilt», sayfa 2
IV
13 Haziran gecesi saat ikide, İmparator; Balaşef’i çağırdı ve Napolyon’a yazdığı mektubu okuyarak Fransa İmparatoru’na bizzat götürüp vermesini emretti. Yaverini uğurlarken Rus toprakları üzerinde silahlı tek bir düşman kalsa bile barış yapmayacağını tekrarladı ve bu sözleri Napolyon’a mutlaka söylemesi gerektiğini bildirdi. İmparator, son anlaşma girişimini de engelleyebileceğini sezdiği için bu sözlere mektubunda yer vermemişti. Ama Balaşef’in bunu, Napolyon’un yüzüne karşı söylemesi konusunda ısrar etti.
Yanında bir borazancı ve iki kazak olduğu hâlde ayın 13’ünü 14’üne bağlayan gece yola çıkan Balaşef, Fransız İleri Karakolu’nun bulunduğu Rikonti köyüne gün ağarırken vardı ve Fransız süvari nöbetçileri tarafından tutuklandı.
Koyu kırmızı üniformalı, tüylü kalpaklı bir Fransız hafif süvari astsubayı, yaklaşan Balaşef’e durması için bağırdı. Balaşef bunu dinlemedi ve ilerlemeye devam etti.
Kaşlarını çatan, küfürler savuran astsubay; atını Balaşef’e doğru sürüp kılıcına el attı ve sağır olup olmadığını, söylediklerini duyup duymadığını sorarak Rus Generali’ne kaba bir şekilde çıkıştı. Balaşef kendisini tanıttı. Erbaş, bir subaya haber vermek üzere bir er gönderdi.
Balaşef’e aldırış etmeyen astsubay, arkadaşlarıyla kendi işlerinden söz ediyor; Rus Generali’ne bakmıyordu bile.
En yüksek iktidar ve güce yakın olan, daha üç saat önce İmparator’la konuşmuş bulunan ve genellikle görevi dolayısıyla her zaman saygı gören Balaşef; Rus toprağı üzerinde böyle düşmanca bir tavırla karşılaştığı ve özellikle kaba kuvvet tarafından hiçe sayıldığı için tedirgin olmuştu.
Güneş, bulutların ardından henüz beliriyordu; hava serin ve nemliydi. Köyden çıkan bir sürü, otlaklara yönelmişti. Tarlalarda su yüzüne çıkan kabarcıklar gibi kırlangıçlar, cıvıltılarla art arda göğe yükseliyordu.
Balaşef, haber gönderilen subayın köyden gelmesini bekleyerek çevresine göz gezdiriyordu. Kazaklar ve Rus borazancı, arada bir Fransız süvarileri ile göz göze geliyorlardı.
Yatağından yeni kalkmış olduğu belli olan Fransız Hafif Süvari Albayı, güzel kır bir at üzerinde köyden çıkıp geldi; yanında, maiyetinden iki kişi vardı. Subayın, askerlerinin ve atlarının üzerinden güven ve zarafet akıyordu sanki.
Seferin henüz başıydı ve birlikler resmigeçitteymiş gibi alımlıydılar ama savaşçı bir çalım ve savaş başlangıcında her zaman görülen neşe ve zindelik vardı üzerlerinde.
Fransız Albayı, esnemelerini güçlükle önlüyordu ama kibar davrandı ve Balaşef’in görevinin tüm önemini kavramış gibi göründü. Onu, ileri karakol hattının ötesine geçirdi ve isteği üzerine kendisini hemen İmparator’a takdim edeceğini çünkü genel karargâhın pek yakında olduğundan şüphe duymadığını söyledi.
Fransız hafif süvarilerinin atlarını bağladıkları kazıkların, Albay’larını selamlayan ve Rus üniformalarına merakla bakan nöbetçilerin ve erlerin arasından geçip Rikonti köyünden çıktılar. Balaşef’i kabul edecek ve istediği yere götürecek tümen komutanının iki kilometre uzakta olduğunu söyledi Albay.
Güneş yükselmişti ve göz kamaştırıcı yeşillikler üzerinde neşeyle parıldıyordu.
Tepe üzerindeki bir hanı ancak geçmişlerdi ki karşı bayırdan bir grup atlının kendilerine doğru geldiğini gördüler. Başlarında, koşumları güneşte parlayan siyah bir atın üzerinde; kırmızı pelerinli, şapkası sorguçlu, uzun boylu bir adam vardı. Siyah saçları, kıvrım kıvrım omuzlarına dökülüyordu ve uzun bacaklarını, Fransızların ata binme tarzına uygun olarak ileri doğru uzatmıştı. Sorguçları, mücevherleri, sırmaları, parlak haziran güneşinde parıldayarak dörtnala Balaşef’e yaklaştı bu adam.
Balaşef ile bilezikli, sorguçlu, gerdanlıklı ve sırmalı bu azametli ve gösterişli süvari arasında iki at boyu uzaklık kalınca Fransız Albay Ulner, saygıyla fısıldadı: “Le Roi de Naples.”9 Gerçekten de bu süvari, artık “Napoli Kralı” diye adlandırılan Murat’ydı. Napoli Kralı olmasının nedenini anlamak imkânsız olduğu hâlde böyle deniyordu ve Napoli Kralı olduğuna o kadar inanmıştı ki eskisinden çok daha azametli ve kasıntılı bir hâl almıştı. Bu konuda o kadar şüphesizdi ki ayrılmasından bir gün önce karısıyla Napoli sokaklarında dolaşırken birkaç İtalyan, “Viva Il Re!”10 diye bağırınca hüzünlü bir tebessümle eşine dönerek “Les malheureux, ils ne savent pas que je les quitte demain!”11 demişti.
Ne var ki Napoli Kralı olduğundan şüphe duymadığı ve geride bıraktığı uyruklarının acısını yürekten paylaştığı hâlde, orduya katılma emrini almasından ve özellikle, “Je vous ai fait roi pour régner à ma manière mais pas à la vôtre.”12 diyen kayınbiraderi Yüce Napolyon’la Danzig’de görüşmesinden bu yana, alışık olduğu işine neşeyle koyulmuş ve besili ama hantallaşmamış bir beygir gibi arabaya koşulur koşulmaz yerinde duramaz olmuş; cafcaflı ve şatafatlı bir şekilde süslenerek neşe ve mutlulukla, nereye ve niçin gittiğini bilmeden Polonya yollarında at koşturmaya başlamıştı.
Murat, Rus Generali’ni görünce bukleli uzun saçlarının süslediği başını krallara yaraşır azametli bir hareketle geriye atarak Fransız Albayı’na “Ne var?” der gibi baktı. Albay da adını bir türlü söyleyemediği Balaşef’i, Majestelerine saygıyla tanıttı.
Albay’ın, onun ismini söylemekte zorlandığını fark eden Murat, “De Balmachève!” dedi ve krallara yaraşır bir alçak gönüllülükle
“Charmé de faire votre connaissance Général.”13 diye de ekledi.
Yüksek sesle ve hızlı konuşmaya başlayınca krallara has bütün yüceliği, kendisi farkına bile varmadan Kral’ı bırakıp gitmiş ve kişiliğinin esas özelliği olan babacan tavıra bürünmüştü. Elini, Balaşef’in atının boynuna koydu. Gücünü aşan bir duruma esef ediyormuş gibi “Eh bien, Général, tout est à la guerre, à ce qu’il paraît.”14 dedi.
Balaşef, “Votre Majeste” unvanı kendisi için henüz bir yenilik olan bir kimseye hitap ederken kaçınılmaz olduğu gibi bu unvandan sonuna kadar yararlanarak “Sire, l’empereur mon maître ne désire point la guerre, comme Votre Majesté le voit.”15 diye cevap verdi.
Monsieur de Balachoff’u dinlerken Murat’nın yüzü budalaca bir hoşnutlukla ışıldıyordu. Ama royauté oblige16 Aleksandr’ın gönderdiği bu görevli ile bir kral ve müttefik olarak siyasetten konuşmanın zorunlu olduğunu hissediyordu. Attan indi, Balaşef’in koluna girdi ve onu, saygılı bir şekilde beklemekte olan maiyetinden birkaç adım uzaklaştırdı ve ciddi bir şekilde konuşmaya çalışarak bir aşağı bir yukarı yürümeye başladı. Birliklerini Prusya’dan çekmesi isteğinin Napolyon’un onuruna dokunduğunu, özellikle bunun açığa vurulması dolayısıyla Fransa’nın saygınlığının zedelenmesinden sonra bunun böyle olduğunu söyledi. Balaşef, bu istekte, saygısızca bir şey bulmadığını çünkü… Murat sözünü kesti onun:
“Bu işten sorumlu olan Aleksandr değil mi sizce?” diye sordu ansızın aptalca bir babacanlıkla gülümseyerek.
Balaşef, savaşın sorumlusunun aslında Napolyon olduğunu niçin düşündüğünü açıkladı.
Efendilerinin kavgasına rağmen birbirleriyle dost kalmak isteyen hizmetkârlar gibi konuşan Murat, yeniden sözünü kesti onun:
“Eh, mon Général, je désire de tout mon coeur que les empereurs s’arrangent entre eux et que la guerre commencée malgré moi se termine le plus tôt possible.”17
Sonra Büyük Prens’i, sağlığını sordu; Napoli’de birlikte geçirdikleri güzel zamanlardan söz etti. Ansızın sanki kral olma yüceliğinin bilincini yeniden edinmiş gibi azametle doğruldu, taç giydiği zamanki pozu takındı ve sağ elini sallayarak “Je ne vous retiens plus, Général; je souhaite le succès de votre mission.”18 dedi.
Ardından sırmalı kırmızı pelerini ile sorguçları rüzgârda dalgalanarak mücevherleriyle parıldayarak kendisini büyük bir saygıyla bekleyen maiyetinin yanına gitti.
Balaşef, Murat’nın sözlerine inanıp kısa bir süre sonra Napolyon’a takdim edileceğine inanarak yoluna devam etti. Ama Napolyon’la çok geçmeden görüşeceği yerde, Davout’nun piyade kolordusuna bağlı nöbetçiler; ileri hatlarda olduğu gibi daha sonraki köyde durdular onu ve durumdan haberdar edilen kolordu komutanının yaverlerinden biri, Balaşef’i Mareşal Davout’nun yanına köye götürdü.
V
Davout, İmparator Napolyon’un Arakçeyef’iydi; ödlek olmayan ama aynı ölçüde işine bağlı, gaddar ve bağlılığını gaddarlıktan başka bir yolla gösteremeyen bir Arakçeyef’ti. Bir devletin çarkları arasında, bu çeşit insanlar, doğadaki kurtlar kadar gereklidirler ve bunlar varlıklarını sürdürürler, her zaman meydana çıkarlar; varlıkları ve devlet başkanına yakınlıkları ne kadar akılalmaz görünürse görünsün ayakta kalmasını bilirler.
Humbaracıların bıyıklarını kendi elleriyle yolan, sinirleri zayıf olduğu için hiçbir tehlikeyi göğüsleyemeyen bu gaddar Arakçeyef’in; bu kültürsüz, yontulmamış adamın; soylu, şövalye ve sevecen yaradılışlı Aleksandr’ın yanı başında, elinde sınırsız bir güçle var olabilmesini ancak bu gereklilik açıklayabilir.
Balaşef, Davout’yu; bir köy evinin samanlığında, bir fıçının üzerine oturmuş yazı yazarken buldu. (Hesapları denetliyordu.) Yaveri, yanında ayakta duruyordu. Daha iyi bir yer bulunabilirdi ama Mareşal Davout, asık suratlı olmaya hak kazanmak için kendisini en zor şartların içine sokan insanlardandı. Bu yüzden sözü geçen insanlar, acil işlerden başlamazlar. Yüzünde, “Gördüğünüz gibi pis bir samanlıkta, bir fıçının üzerinde çalışırken gel de hayatın tatlı yanlarını düşün!” der gibi bir anlam vardı. Bu adamların en büyük zevki ve uğraşı, hayatın tadını çıkaran insanları görünce kendi bitip tükenmeyen kasvetli çalışmalarını onların gözüne sokmaya çalışmaktır. Balaşef yanına getirildiği zaman, Davout bu zevki tatma fırsatını kaçırmadı. Rus Generali içeri girince işine daha da daldı, sabahın büyüleyiciliği ve Murat ile konuşmasının etkisiyle canlılık kazanmış olan Balaşef’in yüzüne şöyle bir baktıktan sonra, ne ayağa kalktı ne de bir hareket yaptı; yalnızca kaşlarını daha fazla çattı ve pis pis gülümsedi.
Bu karşılanmanın Balaşef üzerinde kötü bir izlenim bıraktığını fark edince başını kaldırdı ve ne istediğini soğuk bir şekilde sordu.
Bu çeşit bir karşılanmanın, Davout’nun karşısında İmparator Aleksandr’ın General Yaveri ve temsilcisinin bulunduğunu bilmemesinden kaynaklanabileceğini düşünen Balaşef; kim olduğunu ve görevini açıklamak için acele etti. Ama beklentisinin tersine, söylediklerini dinledikten sonra daha da sert ve kaba olmuştu Davout.
“Zarfınız nerede?” dedi. “Donnezle moi, je l’enverrai â l’Empcreur.”19
Balaşef, zarfı kendi eliyle İmparator’a verme emri almış olduğunu söyledi.
“İmparator’unuzun emirleri ordunuzda geçerlidir, burada değil.” dedi Davout. “Söyleneni yapmalısınız.”
Sanki kaba bir kuvvetin etkisi altında olduğunu karşısındakine daha iyi hissettirmek istiyormuş gibi yaverini, nöbetçi subayı çağırmaya gönderdi.
Balaşef, içinde İmparator’un mektubu bulunan zarfı çıkarıp masanın üzerine koydu. (Bu masa, iki fıçının üzerine konmuş olan ve boşta kalan rezeleri sallanan bir kapıydı.) Davout zarfı alıp üstündeki yazıyı okudu.
“Bana saygı gösterip göstermemek size kalmış bir şey. Ama izninizle, Majestelerinin bir general yaveri olma onurunu taşıdığımı hatırlatayım.” dedi Balaşef.
Davout ona şöyle bir baktı, Balaşef’in yüzünde beliren şaşkınlık ve heyecandan zevk aldığı besbelliydi.
“Gereken saygı gösterilecektir…” dedi.
Ve zarfı cebine koyup samanlıktan çıktı.
Pek az sonra, Mareşal’in Yaveri M. de Castries içeri girdi ve Balaşef’i kendisi için hazırlanmış odaya götürdü.
Balaşef o gece, fıçılar üzerine konmuş aynı kapının üzerinde Mareşal’le birlikte yemek yedi.
Ertesi gün Davout, Balaşef’i yanına çağırttıktan ve emredici bir tavırla bulunduğu yerde kalmasını, emir verilirse ağırlıklarla birlikte buradan ayrılmasını ve M. de Castries’ten başka kimseyle konuşmamasını rica etti.
Pek az bir zaman önce içinde bulunduğu güçlü ve özgür durumunun hemen ardından geldiği için daha da derinden hissedilen acizlik, bağımlı olma düşüncesi, sıkıntı ve yalnızlık içinde geçen dört günden ve Mareşal’in ağırlıkları ve tüm bölgeyi işgal etmiş olan Fransız kuvvetleri ile birkaç yerden geçtikten sonra Balaşef; şimdi Fransızların eline geçmiş olan Vilno’ya getirildi.
Ertesi gün İmparator’un Mabeyincisi M. de Turenne, Balaşef’in yanına geldi; İmparator Napolyon’un kendisini kabul etme lütfunu esirgemediğini bildirdi.
Balaşef’i götürdükleri evin önünde, dört gün önce muhafızlık görevini Preobrajenski Alayı’nın nöbetçileri yapıyordu ama şimdi, önleri açık, mavi üniformalı, tüylü kalpaklı iki Fransız humbaracısı, bir hafif süvari ve mızraklı asker muhafız birliği ve peronda Napolyon’un binek atıyla memlukü Roustan’ın çevresinde İmparator’un çıkışını bekleyen parlak üniformalı yaverler, genç hizmet askerleri ve generaller vardı. Napolyon; Balaşef’i, Aleksandr’ın onu göreve gönderdiği konakta kabul ediyordu.
VI
Sarayların görkemine çok alışık olmasına rağmen Balaşef, Napolyon’un çevresindeki şatafat karşısında şaşırmıştı.
Turenne Kontu, Balaşef’i; birçok generalin, mabeyincinin ve Rusya İmparatoru’nun sarayında birçoğunu gördüğü Polonyalı yüksek görevlilerin beklediği büyük bir salona aldı. Duroc; İmparator’un, Rus Generali’ni gezintisinden önce kabul edeceğini bildirdi.
Biraz sonra görevli mabeyinci göründü ve Balaşef’in önünde saygıyla eğilerek kendisini izlemesini rica etti.
Balaşef, bir kapısı çalışma odasına açılan küçük bir salona alındı; Rusya İmparatoru’nun kendisine son görevini vermiş olduğu odaydı bu. Birkaç dakika bekledi. Ardından telaşlı ayak seslerinin geldiği kapının iki kanadı da hızla açıldı. Bir sessizlik oldu ve odadan gelen tok, sert başkasına ait ayak sesleri yankılandı: Napolyon’du bu. At gezintisi için tuvaletini yeni bitirmişti. Yuvarlak karnına inen beyaz bir yelek üstüne mavi üniforma giymişti; beyaz deriden bir pantolon, bacaklarını, dolgun kaba etini sımsıkı sarıyordu; ayaklarında geniş konçlu çizmeler vardı. Kısa saçlarının biraz önce tarandığı belliydi ama bir tutam saç, geniş alnının tam ortasına düşmüştü. Beyaz ve dolgun boynu, üniformanın siyah yakasından keskin bir çizgiyle ayrılıyordu. Buram buram kolonya kokuyordu. Genç gösteren dolgun ve çıkık çeneli yüzüne hükümdarlara özgü güleç ve haşmetli bir incelik vardı.
Napolyon, her adımda titreyerek başını hafifçe geriye atarak ilerledi. Geniş, kalın omuzları, elinde olmayarak ileri verdiği karnı ve göğsüyle biraz şişmanlamış olan kısa vücudunun bütününde kırkına yaklaşan insanların gösterişli, heybetli hâli vardı. Ayrıca o gün, keyfinin yerinde olduğu da görülüyordu.
Balaşef’in saygı dolu uzun selamına bir baş hareketiyle karşılık verdi ve ona yaklaşarak zamanın her dakikasına değer veren, söyleyeceği sözü önceden hazırlamaya lüzum görmeyen, her zaman iyi, gerekeni söyleyeceğinden emin bir adam gibi hemen söze başladı.
“Günaydın General! İmparator Aleksandr’dan getirdiğiniz mektubu aldım ve sizi gördüğüme sevindim.”
İri gözlerini Balaşef’e dikti ve hemen bir başka yere çevirdi.
Balaşef’in bir kişi olarak onu hiç ilgilendirmediği besbelliydi. Sadece ruhunda olup bitenlere alaka duyduğu anlaşılıyordu. Dışında olan hiçbir şeyin önemi yoktu çünkü bütün dünya sadece onun iradesine bağlıydı.
“Savaşı istemiyorum ve hiçbir zaman istemedim…” dedi. “Ama zorladılar beni. Şimdi de…” Bu sözü üzerine basa basa söylüyordu. “Bana yapacağınız bütün açıklamaları dinlemeye hazırım.”
Sonra, Rus Hükûmeti’nden duyduğu hoşnutsuzluğun nedenlerini açıkça ve kısaca açıkladı.
Konuşmasındaki sakin, ılımlı ve dostane hava; Napolyon’un barış istediği ve görüşmeler yapma niyetinde olduğu inancına kesin bir şekilde varmasına yol açtı Balaşef’in.
Napolyon sözünü bitirip bir şey sorar gibi yüzüne baktığı anda Balaşef, çoktandır hazırladığı konuşmasına:
“Sire! l’Empereur, mon maître…” diye başladı.
Üzerine dikilmiş olan gözler Balaşef’i heyecanlandırmıştı. Onun üniformasını ve kılıcını belli belirsiz bir gülümsemeyle inceleyen Napolyon, “Heyecanlandınız, toparlayın kendinizi.” der gibiydi. Kendisini toparlayıp konuşmaya başladı Balaşef. İmparator Aleksandr’ın, Kuragin’in pasaportları istemesini savaş için yeterli bir neden olarak görmediğini ve Kuragin’in, Hükümdar’ın rızası olmadan kendi başına bu davranışta bulunduğunu, İmparator Aleksandr’ın savaş istemediğini ve İngilizlerle hiçbir ilişki kurulmamış olduğunu söyledi.
“Henüz kurulmadı…” dedi Napolyon.
Ve duygularına kapılmaktan korkuyormuş gibi kaşlarını çatarak devam edebileceğini belirtmek için Balaşef’e hafif bir baş işareti yaptı.
Söylemekle görevlendirildiği her şeyi açıkladıktan sonra, İmparator Aleksandr’ın barış istediğini ama görüşmelere ancak… Burada ansızın duraksadı. İmparator’un mektubunda yer vermediği ama Saltikof’a emirnamesinde mutlaka bulunması gerektiğini istediği ve Napolyon’a aktarması için de kendine emir verdiği sözleri hatırladı. Hatırlıyordu bu sözleri: “Rus topraklarında silahlı tek bir düşman kalmayıncaya dek…” Ama karmaşık bir duygu bunları söylemekten alıkoydu Balaşef’i. İstediği hâlde söyleyemedi bunları. Duraksadı ve “Fransız birlikleri Niemen’in gerisine çekilmesi şartıyla başlayacak.” dedi.
Balaşef’in, son sözleri söylerken duraksadığını fark etmişti Napolyon. Yüzü bozuldu, sol baldırını düzenli titremeler aldı. Olduğu yerde durarak başlangıçtakinden daha yüksek ve aceleci bir sesle konuşmaya başladı. Bütün bu konuşma boyunca gözlerini birkaç kere yere indiren Balaşef, Napolyon’un sesini yükselttikçe artan ve sol baldırını kaplayan titremeyi, elinde olmadan izledi.
“Ben, İmparator Aleksandr’dan daha az barış istiyor değilim…” diye başladı. “Barışı elde etmek için on sekiz aydır her şeyi yapan ben değil miyim? On sekiz aydır açıklama bekliyorum. Ama görüşmelere başlamak için benden ne isteniyor?” diye ekledi kaşlarını çatarak ve beyaz, tombul, ufacık eliyle soru sorar gibi enerjik bir hareket yaparak. “Birliklerin Niemen’in gerisine çekilmesi, sire…” dedi Balaşef.
“Niemen’in gerisine mi?” diye tekrarladı Napolyon. “Şimdi Niemen’in gerisine mi çekilmemi istiyorsunuz? Yalnızca Niemen’in mi?..” Bunu derken Balaşef’in gözlerinin içine bakıyordu.
Balaşef, saygıyla başını önüne eğdi.
Dört ay önce Pomeranya’nın boşaltılması istenmişti Napolyon’dan ve onun yerine şimdi Niemen’in gerisine çekilmesi isteniyordu yalnızca. Napolyon hızla döndü ve odayı arşınlamaya koyuldu.
“Görüşmelere başlamak için Niemen’in gerisine çekilmemin istendiğini söylüyorsunuz ama iki ay önce de aynı şekilde, Oder ve Vistül’ün gerisine çekilmem istenmişti ve buna rağmen görüşmelere başlamayı kabul ediyorsunuz.”
Bir şey söylemeden odanın bir ucundan öteki ucuna yürüdü ve Balaşef’in önünde yeniden durdu. Yüzü, sert bir ifade içinde taş kesilmiş gibiydi ve sol baldırı daha da fazla titriyordu. Napolyon bu özelliğini biliyordu. Daha sonra “La vibration de mon mollet gauche est un grand signe chez moi”20 demişti.
“Oder’i ya da Vistül’ü boşaltmak gibi teklifler, Bade Prensi’ne yapılabilir…” dedi âdeta bağırarak ve buna kendisi de şaşırarak. “Bana Petersburg ve Moskova’yı verseniz de bu şartları kabul etmem. Savaşı benim çıkarttığımı söylüyorsunuz. Peki, ordusunun yanına ilk giden kim? İmparator Aleksandr, ben değil. Milyonlar harcamamdan, İngiltere ile ittifak kurmanızdan sonra durumunuz kötüyken görüşme teklifi yapıyorsunuz bana, öyle mi? İngiltere ile ittifakınızın amacı nedir? Ne sağladı size?” diyordu soluk almadan.
Barışın yararlarını övmek ve imkânlarını araştırmak için değil de yalnızca haklı ve güçlü olduğunu, Aleksandr’ın hatalarını ve haksızlıklarını göstermek için konuştuğu belliydi.
Konuşmaya başlarken durumunun üstünlüğünü belirtmek ama yine de görüşmelerin başlamasını kabul ettiğini açıklamak amacını güttüğü açıktı. Ama konuştukça söyledikleri, kontrolden daha çok çıkmaya başlamıştı.
Konuşmasının şimdiki amacı ise kendisini yüceltmek ve Aleksandr’ı küçük düşürmekti, yani konuşmaya başlarken yapmak istediği şeyin tam tersiydi şüphesiz.
“Türklerle barış yaptığınız söyleniyor, öyle mi?”
Balaşef, “evet” der gibi başını eğdi:
“Barış yapıldı…” diye başladı.
Ama Napolyon sözünü kesti. Yalnızca kendi sözlerini dinlemek ihtiyacını duyduğu belliydi. Şımarmış insanların kontrolsüz belagati ve heyecanıyla devam etti:
“Evet biliyorum; Moldavya’yı, Valaşi’yi almadan Türklerle barış yaptınız. Oysa ben Finlandiya’yı verdiğim gibi bu bölgeleri de İmparator’unuza verebilirdim. Evet, Moldavya ve Valaşi’yi İmparator Aleksandr’a vermek konusunda sözüm vardı ve verebilirdim ama şimdi bu güzel bölgeleri elde edemeyecek. Oysa imparatorluğuna katabilirdi onları ve tek bir saltanat altında Rus sınırlarını, Botni Körfezi’nden Tuna ağzına kadar genişletebilirdi. Büyük Katerina daha fazlasını yapamazdı…” diye devam etti Napolyon.
Gittikçe kızışarak odada dolaşıyor ve Tilsit’te, Aleksandr’a söylediklerini kelimesi kelimesine tekrarlıyordu Balaşef’e.
“Tout cela il aurait dû à mon amitié. Ah! Quel beau règne, quel beau règne!”21 dedi ardı ardına. Durakladı, cebinden altın bir enfiye kutusu çıkardı ve açgözlülükle bir tutam çekti. “Quel beau règne aurait pu être celui de l’Empereur Alexandre!”22
Acıyarak baktı Balaşef’e ve bir söz söylemesine izin vermeden hemen yeniden konuşmaya başladı:
“İstediği ve aradığı ne olabilir ki benim dostluğumda bulmasın onu?” dedi omuz silkerek. “Ama çevresine düşmanlarımı topladı, hem de hangilerini? Steinleri, Armfeldtleri, Bennigsenleri, Wintzingerodeleri çağırdı yanına. Stein, ülkesinden kovulmuş bir haindir; Armfeldt, bir sefih ve dalaverecidir; Wintzingerode, kaçak bir Fransız uyruğu… Benningsen ötekilerden biraz daha fazla askerdir ama 1807’de elinden hiçbir şey gelmemiş olan ve İmparator Aleksandr’da korkunç anılar uyandırması gereken bir acizdir. Bir şey yapabilselerdi, yararlanılabilirdi onlardan.” diye devam etti Napolyon, haklı ya da güçlü olduğunu (Onun gözünde, bu ikisi aynı şeydi.) kendisine gösteren yığın yığın delili dile getirecek kadar hızlı konuşamadan. “Ama böyle bir durum da yok, bu adamlar ne savaşa ne barışa yarar! Barclay, hepsinden becerikli diyorlar ama ilk davranışlarına bakarak böyle bir şey söyleyemem. Peki ne yapıyor bunlar, bütün bu saray mensupları? Pfuhl teklif ediyor, Armfeldt tartışıyor, Benningsen araştırıyor ve Barclay’a gelince harekete geçmesi istendiğinde hangi tarafı tutacağını bilmiyor ve zaman geçiyor. Yalnızca Bagration bir savaş adamıdır. Kalın kafalıdır ama tecrübelidir, hemen görür ve karar verir. Bu güruh arasında Genç İmparator’unuz ne gibi bir rol oynuyor? Bu adamlar onu lekeliyorlar ve olup bitenlerin sorumluluğunu ona yüklüyorlar. Un souverain ne doit être à l’armée que quand il est général.”23 diye sözlerini bitirdi.
Son cümleyi İmparator’a doğrudan doğruya açıklanmış bir meydan okuma gibi söyledi.
“Harekât başlayalı bir hafta oldu, Vilno’yu savunmasını bilemediniz. İkiye bölündünüz ve iki Polonya eyaletinden geri atıldınız. Ordunuz sızlanıyor.”
Kendisine söylenenleri zar zor kavrayabilen ve havai fişekleri andıran bu sözleri güçlükle izleyen Balaşef “Tam tersine, sire…” dedi. “Birliklerimiz büyük bir sabırsızlıkla…”
“Her şeyi biliyorum…” diye sözünü kesti Napolyon. “Her şeyi biliyorum, taburlarınızın sayısını benimkileri bildiğim gibi kesin olarak biliyorum. İki yüz bin askeriniz yok, bende ise üç misli kadarı var; şerefim üzerine söylüyorum…” diye de ekledi, verdiği şeref sözünün hiçbir değeri olamayacağını unutarak… “Je vous donne ma parole d’honneur que, j’ai cinq cent trente mille hommes de ce côté de la Vistule.24 Türkler, size yardım edemezler! Bir işe yaramaz onlar ve bunu sizinle barış yaparak gösterdiler. İsveçlilerin alın yazısı da deli krallar tarafından yönetilmektir. Kral deliydi, değiştirdiler ve bir başkasını tahta getirdiler: Bernadotte’u. O da hemen çıldırdı çünkü bir İsveçli ancak deliyse Rusya ile ittifak yapabilir.”
Napolyon kötü kötü gülümsedi ve enfiye kutusunu yeniden burnuna götürdü.
Bu sözlere karşı çıkmak istiyordu Balaşef, konuşmak istediğini belirtip duruyor ama Napolyon fırsat vermiyordu ona. İsveçlilerin deliliği konusunda Balaşef, bu ülkenin arkasında Rusya olduğu zaman bir ada sayılabileceğini söylemek istedi. Ama Napolyon öfkeyle haykırdı onun sesini bastırmak için. Haklı olduğunu kendine kanıtlamak isteyen bir kimsenin durup dinlenmeden konuşmasına yol açan bir taşkınlık içindeydi. Balaşef’in durumu güçleşiyordu: Elçi olarak itirazlarda bulunmayarak görevini gerektiği gibi yerine getirmemekten endişeleniyordu; insan olarak da Napolyon’un, pençesine düşmüş olduğundan şüphelenilmeyecek olan gereksiz öfkesi karşısında manen büzülüyordu. Napolyon’un şu anda söylediklerinin önemli olmadığını, yatışınca bunlardan utanacağını biliyordu. Başı öne eğik, onun titreyen kalın bacaklarına bakıyor ve onunla göz göze gelmekten kaçınıyordu.
“Sizin müttefiklerinizin ne önemi var?” diye devam etti Napolyon. “Benim de müttefiklerim var: Polonyalılar. Seksen bin asker, aslanlar gibi dövüşüyorlar. Sayıları iki yüz bine çıkacak.”
Ve belki de bu sözle bir yalan söylemiş olmasına ve Balaşef’in başına gelene razı olmuş gibi karşısında durmasına daha da sinirlenerek birden geri döndü, ona iyice yaklaştı ve beyaz elleriyle enerjik ve hızlı hareketler yaparak neredeyse avazı çıktığı kadar bağırdı:
“Prusya’yı üzerime sürmeye kalkarsanız, bu ülkeyi haritadan sileceğimi bilin…” dedi öfkeden bembeyaz kesilmiş olarak ve ufacık ellerinden birini hızla ötekine vurarak. “Evet, sizi Dvina’nın, Dinyeper’in ötesine atacağım ve Avrupa’nın büyük bir cürüm işleyerek ve körcesine davranarak yıktığı seddi, size karşı yeniden kuracağım. Evet, sizi bekleyen bu işte, benden uzaklaşarak kazandığınız şey bu!”
Omuzlarını sarsarak birkaç adım attı. Enfiye kutusunu yeleğinin cebine koydu, yeniden çıkardı, birkaç kere burnuna götürdü ve Balaşef’in karşısında durdu. Bir an sesini çıkarmadı, alaycı bir havayla onun gözlerinin içine baktı ve sakin bir sesle şöyle dedi:
“Cependant quel beau règne aurait pu avoir votre maître!”25
Cevap vermesi gerektiğini hisseden Balaşef, Ruslar açısından durumun bu kadar karanlık görünmediğini söyledi. Napolyon, alaycı bir şekilde bakarak hâlâ susuyordu ve şüphesiz, söylediklerini dinlemiyordu. Balaşef, Rusların savaştan en iyi sonuçları beklediklerini belirtti. Napolyon, hoş gören bir eda ile “Göreviniz gereği böyle konuşuyorsunuz ama söylediklerinize inanmıyorsunuz, sizi ikna ettim.” der gibi başını salladı.
Balaşef sözünü bitirince Napolyon enfiye kutusunu yeniden çıkardı, bir tutam çekti ve işaret olarak ayağıyla parkeye iki kere vurdu. Kapı açıldı; saygıyla iki büklüm olmuş bir mabeyinci, şapkasını ve eldivenlerini uzattı İmparator’a; bir başkası da mendilini verdi. Napolyon onlara bakmaksızın Balaşef’e döndü.
“Benim adıma, geçmişte olduğu gibi şimdi de kendisine sadık olduğumu İmparator Aleksandr’a iletiniz. Kendisini çok iyi tanır ve yüksek niteliklerini çok takdir ederim. Je ne vous retiens plus, Général, vous recevrez ma lettre à l’Empereur.”26
Ve Napolyon hızla kapıya yöneldi. Salonda bulunanların hepsi, merdivenlerden aşağıya koşuştular.