Kitabı oku: «Savaş ve Barış II. Cilt», sayfa 3
VII
Balaşef; Napolyon’un bütün söylediklerinden, öfkelenmelerinden ve soğuk bir şekilde söylenen “Je ne vous retiens plus, Général, vous recevrez ma lettre!” sözlerinden sonra; İmparator’un kendisini görmek istemeyeceğinden ve üstelik, küçük düşürülmüş ve özellikle yakışık almaz davranışlarına şahit olmuş bir elçi olarak da kendisinden kaçınacağından şüphe duymuyordu. Ama aynı gün, Duroc tarafından, İmparator’un masasına davet edilince şaşırdı.
Yemekte Bessière, Caulaincourt ve Berhier vardı.
Napolyon, neşeli ve güleç bir yüzle karşıladı Balaşef’i. Sabahki öfkesinden ötürü zerre kadar sıkıntı ya da pişmanlık duymuyordu ve üstelik Balaşef’in sıkıntısını da gidermeye çalışıyordu. Napolyon’un hiçbir zaman aldanmadığından uzun süredir emin olduğu ve bütün yaptıklarını, iyilik ya da kötülük kavramıyla ilişkisi bakımından değil de kendisi yaptığı için iyi olarak gördüğü besbelliydi.
İmparator, kalabalıkların kendisini coşkuyla karşıladığı ve izlediği Vilno’daki bu at gezintisinden sonra çok neşeliydi. Geçtiği bütün caddelerde pencereler, halılarla, bayraklarla ve armasıyla donatılmıştı ve Polonyalı hanımlar, mendillerini sallayarak selamlıyorlardı onu.
Balaşef’i yanına oturtmuştu ve sadece nezaket göstermiyor; onu, kendi saray mensuplarından, tasarılarını doğru bulan ve başarılarından sevinç duyanlardan biri olarak sayıyormuş gibi davranıyordu. Bir ara, Moskova’dan söz etti ve Balaşef’e, Rus başkenti konusunda sorular sordu. Hem görmeyi tasarladığı bir yer konusunda bilgi edinen meraklı bir yolcu hem de Rus olduğu için Balaşef’in bu meraktan gurur duyması gerektiğine inanıyormuş gibi soruyordu bu soruları.
“Moskova’da kaç kişi yaşıyor, kaç ev var? Bu kente ‘Kutsal Moskova’ dendiği doğru mu? Kaç kilise var?” dedi Napolyon.
İki binden fazla olduğu söylenince yeniden sordu:
“Niçin bu kadar çok kilise var?”
“Ruslar çok dindardır…” dedi Balaşef.
“Zaten, kilise ve manastır sayısının çokluğu geri kalmış halklara özgü bir şeydir…” dedi Napolyon, doğrulaması için Caulaincourt’a bakarak.
Balaşef, nazik bir şekilde, Fransa İmparatoru’nun görüşüne katılmadığını belirtti.
“Her ülkenin kendine özgü töreleri vardır…” dedi.
“Ama Avrupa’da böyle bir şey yok…” diye cevap verdi Napolyon.
“Özür dilerim Majestelerinden ama Rusya’nın yanı sıra İspanya var; kiliseler ve manastırlar, orada da aynı ölçüde çoktur.”
Fransızların İspanya’daki son yenilgisine telmih olan bu sözler, kendisi anlattığı zaman Aleksandr’ın sarayında çok beğenilmiş ama sessizce geçiştirildiği Napolyon’un masasında ilgi uyandırmamıştı.
Sayın mareşallerin ilgisizlik ve şaşkınlık okunan yüzlerinden, Balaşef’in ses tonuyla belirginleştirdiği bu sözün iğneleyici yanının neresi olduğunu kendilerine sordukları belli oluyordu. Yüzleri, “Bu sözlerde bir incelik varsa bile anlayamadık ve hiç de esprili değil bunlar.” der gibiydi. Balaşef’in cevabı o kadar önemsenmedi ki Napolyon dikkat bile etmedi ona ve Moskova’ya doğrudan giden yolun hangi kentlerden geçtiğini safça sordu. Yemek boyunca diken üzerinde oturan Balaşef, “Comme tout ehemin mène à Rome, tout chemin mène à Moscou…”27 dedi.
Birçok yol olduğunu, bunlardan birinin Poltava’dan geçen ve XI. Charles’ın seçtiği yol olduğunu söyledi ve taşı gediğine koymuş olmanın verdiği hoşnutlukla yüzünün kızarmasını engelleyemedi. Ama henüz “Poltava” demişti ki Caulaincourt, Petersburg-Moskova yolunun kötülüğünden söz etmeye, Petersburg anılarını anlatmaya koyuldu.
Yemekten sonra, kahve içmek için Napolyon’un çalışma odasına geçtiler; burası dört gün önce Aleksandr’ın çalışma odasıydı. Napolyon oturdu, Sevres fincanı içindeki kahvesini hafifçe kımıldatarak Balaşef’e, yanında bir yer işaret etti.
İnsanda öğle yemeği sonrasında duyulan malum bir keyif vardır ki onu kendisinden memnun olmaya, herkesi dost saymaya makul bütün sebeplerden daha kuvvetli zorlar. Napolyon da bu ruh hâli içindeydi. Kendisine tapan insanlarla çevrili olduğunu sanıyordu. Masasında yemek yedikten sonra Balaşef’in de kendi dostu ve hayranı olduğundan şüphe duymuyordu. Tatlı ve hafifçe şakacı bir tebessümle Balaşef’e döndü.
“İmparator Aleksandr’ın odasıymış burası, öyle dediler. Garip değil mi General?” dedi.
Aleksandr’dan daha üstün olduğunu gösteren bir delil olduğu için bu sözü Balaşef’in hoşuna gideceğini bilerek söyler gibiydi.
Balaşef, buna bir karşılık bulamadı ve başını öne eğdi.
“Evet, dört gün önce Wintzingerode ve Stein danışma hâlindeydiler bu odada…” diye devam etti Napolyon, aynı alaycı ve kendinden emin tebessümle. “İmparator Aleksandr’ın, çevresine benim düşmanlarımı toplamasını aklım almıyor. Bunu anlayamıyorum… Benim de aynı şeyi yapabileceğimi düşünmedi mi?”
Bunu hatırlaması, henüz izleri silinmemiş olan sabahki öfkesini yeniden duymasına yol açmıştı şüphesiz.
“Bunu yapacağımdan şüphesi olmasın…” dedi ayağa kalkarak ve kahve fincanını iterek. “Almanya’dan bütün akrabalarını kovacağım; Wurtembergleri, Badeleri, Weimarları… Evet, kovacağım onları. Onlara sığınacak yer arasın Rusya’da!”
Balaşef, ayrılmak istediğini davranışıyla göstermek isteyerek başını önüne eğdi. Başka bir şey yapamadığı için söylenenleri dinliyordu. Napolyon, onun bu davranışını fark edemedi; karşısındakine, sanki düşmanın elçisi değil de şimdi kendisine bütün varlığıyla bağlanmış olan ve eski efendisinin küçük düşürülmesinden memnuniyet duyan bir kimseymiş gibi hitap ediyordu:
“Ordularının komutasını niçin üzerine aldı İmparator Aleksandr? Neye yarar bu? Savaş benim mesleğimdir, onunki hüküm sürmektir, birliklere komuta etmek değil. Böyle bir sorumluluğu niçin üzerine aldı?”
Napolyon, enfiye kutusunu yeniden çıkardı; odada, konuşmadan birkaç adım attı ve beklenmedik bir şekilde Balaşef’e yaklaştı. Hafif bir gülümsemeyle ve onun için sadece önemli değil aynı zamanda hoş bir iş yapıyormuş gibi kendinden emin, çabuk ve basit bir hareketle elini bu kırklık Rus Generali’nin yüzüne doğru kaldırdı, kulağını tuttu, yalnız dudaklarıyla gülümseyerek hafifçe çekti.
Avoir l’oreille tirée par l’empereur,28 en yüce onurlandırma ve iltifat sayılırdı Fransız sarayında.
“Eh bien, vous ne dites rien, admirateur et courtisan de l’Empereur Alexandre?”29 dedi.
Kendi yanında, kendisinden -Napolyon’dan- başkası için courtisan ve admirateur olabilmeyi, komik bir şey olarak görüyor gibiydi.
Balaşef’in selamına başını hafifçe öne eğerek cevap verirken “General için atlar hazırlatıldı mı?” diye ekledi.
“Benimkilerden verin, uzun bir yol var önünde…”
Balaşef’in götürdüğü, Napolyon’un Aleksandr’a yazdığı son mektup oldu. Yapılan konuşmanın bütün ayrıntıları Rusya İmparatoru’na aktarıldı ve savaş başladı.
VIII
Piyer’le Moskova’da yaptığı görüşmeden sonra Prens Andrey; ailesine, işleri için gittiğini söyleyerek ama gerçekte Prens Anatol Kuragin’i bulmak ve onunla hesaplaşmak için Petersburg’dan ayrılmıştı. Piyer, Prens Andrey’in kendisini aradığı konusunda kayınbiraderini uyarmıştı. Anatol Kuragin, Savunma Bakanlığından hemen bir görev almış ve Moldava ordusuna katılmıştı. Petersburg’da kaldığı sırada, Prens Andrey; kendisine her zaman yakınlık gösteren eski generali Kutuzof’la karşılaşmış ve Yaşlı General Kuzutof, başkomutanlığına getirildiği Moldava ordusuna beraber gelmesi için Prens’e teklifte bulunmuştu. Prens Andrey de genelkurmayda görev alıp Türkiye’ye gitti.
Kuragin’i yazıyla düelloya davet etmeyi uygun bulmuyordu Prens. Yeni bir bahane olmazsa böyle bir davranışın, Kontes Rostova’nın onurunu zedeleyebileceğini düşünüyordu. Bundan ötürü, düello için yeni bir bahane bulabileceği umuduyla Kuragin’le yüz yüze gelmek istiyordu. Ama gelişinden biraz önce Rusya’ya dönmüş olan Kuragin’le, Türkiye ordusunda da karşılaşamadı. Bu yeni ülkede ve yeni hayat şartları içinde kendisini daha rahat hissetti. Herkesten titizlikle sakladığı için kendisine daha da ağır gelmiş olan nişanlısının ihanetinin darbesinden sonra, mutluluk duyduğu hayat şartları ona çekilmez gelmeye başlamıştı ve bir zamanlar kendisi için çok değerli özgürlük ve bağımsızlık da daha dayanılmaz bir şey olmuştu. Austerlitz savaş alanında ilk olarak zihninde doğan, Piyer’in karşısında geliştirmekten hoşlandığı ve önce Boguçorovo’da, sonra İsviçre’de ve Roma’da yalnızlığını gideren düşüncelere kendisini bırakmak şöyle dursun; önünde sonsuz ve ışıklı ufuklar açan bu fikirleri hatırlamak bile istemiyordu. Şimdi yalnızca, eski uğraşılarıyla ilgisi olmayan günlük ve pratik sorunlar ilgilendiriyordu onu ve eski uğraşıları artık uzaklarda kaldığı için yenilerine daha da hırsla sarılıyordu. Sanki bir zamanlar üzerindeki o sonsuz gökyüzü, ağırlığı altında ezildiği ve içinde her şeyin apaçık, öncesiz, sonrasız ve sırlı olmadığı alçak ve sınırlı bir kubbeye dönüşmüştü.
Yapabileceği şeyler arasında askerlik, en basiti ve en iyi bildiğiydi. Kutuzof’un karargâhında general yaver olarak görevini büyük bir bağlılık ve titizlikle yapıyor; çalışmaktan aldığı tat ve dakikliği, komutanını şaşırtıyordu. Kuragin’i Türkiye’de bulamayan Prens Andrey, onu izleyerek Rusya’ya kadar gitmeyi gerekli görmedi. Ama aradan zaman geçmesine, Kuragin’i küçümsemesine ve onunla karşılaşacak kadar küçülmemek için ortadaki bütün nedenlere rağmen karşısında onu bulunca aç bir insanın bulduğu yiyeceğe saldırmadan edemeyeceği gibi onu kışkırtmadan edemeyeceğini de biliyordu. Ve hakaretin hıncının alınmamış, öfkenin boşalmamış olduğunu düşünmek; yüreğine kurşun gibi oturuyor ve bir bakıma yüksek mevkilere yönelmiş, gösteriş sever gibi görünen çabası sayesinde Türkiye’de kendisine yaratmış olduğu sözde rahatlığı zehirliyordu. Napolyon’la savaş haberi, 1812’de Bükreş’e ulaşınca (Kutuzof, gecesini gündüzünü Balaşka’sının yanında geçirerek iki aydır bu kentte yaşıyordu.) Prens Andrey, batı ordusuna gönderilmesini istedi. Çalışkanlığını, kendi tembelliğine yöneltilmiş bir sitem gibi gördüğü Bolkonski’yi, istediği yere memnuniyetle gönderdi Kutuzof ve ona Barclay de Tolly’nin yanında bir görev verdi.
Mayıs ayında Drissa ordugâhında bulunan orduya katılmadan önce Prens Andrey, babasının malikânesine -Smolensk ana yolundan üç verst uzakta olduğu için yolunun üzerinde olan Lisi Gori’ye-uğradı. Son üç yıl içinde hayatında o kadar büyük değişiklikler olmuş, o kadar çok şey düşünmüş, yaşamış ve görmüştü ki (Batıya da doğuya da gitmişti.) Lisi Gori’ye gelip de en küçük ayrıntısına kadar her şeyi aynı durumda bulunca değişmeyen bu hayat akışı onu çok şaşırttı. Ağaçlıklı yolda ilerleyip taş avlu kapısından geçerken uykuya dalmış sihirli bir şatodan içeri giriyordu sanki. Evde aynı saygınlık, aynı titizlik, aynı sessizlik hüküm sürüyordu; aynı eşyalar, aynı duvarlar, aynı gürültüler, aynı koku ve biraz yaşlanmış ama yine de korku dolu aynı yüzlerdi bunlar. Prenses Mariya, hayatının en güzel yıllarını boşuna ve neşesiz geçirerek korku ve manevi acılar içinde yaşlanan aynı çekingen ve çirkin genç kızdı. Matmazel Bourienne; kendisinden hoşnut, en neşeli umutlarla dolu ve hayatın her anının tadını çıkaran aynı cilveli kızdı. Prens Andrey onu, biraz daha kendinden emin bulmuştu yalnızca; İsviçre’den getirdiği Eğitmen Desalles, Rus biçimi bir redingot giymişti ve Rusçanın kafasını gözünü yararak hizmetkârlara bir şeyler söylüyordu ama aynı dar kafalı, okumuş, erdemli ve ukala eğitmendi.
İhtiyar Prens’te göze çarpan biricik bedenî değişiklik, ağzının kenarındaki bir dişin eksilmiş olmasıydı manevi bakımdan her zamanki gibiydi; yalnızca dünyada olup bitenlere karşı biraz daha öfkeli ve şüpheli olmuştu belki. Sadece Nikoluşka büyümüş, değişmiş, yüzüne renk gelmiş, koyu renk saçları kıvrım kıvrım olmuştu; gülerken ve neşeli bir hâldeyken güzel ağzının üst dudağını, tıpkı Küçük Prenses gibi yukarı kaldırıyordu bilmeden. Yalnızca o; bu sihirli ve uykuya dalmış şatoda, değişmezlik yasasına uymuyordu. Dış görünüş bakımından her şeyin aynı kalmasına rağmen bu insanlar arasındaki yakın ilişkiler, Prens Andrey’in onları görmemesinden bu yana değişmişti. Evde yaşayanlar, yabancı ve düşman iki kampa bölünmüştü; Andrey burada olduğu için şimdi bir araya geliyorlar ve her zamanki hayatlarının dışına çıkıyorlardı. Kampların birinde İhtiyar Prens, Matmazel Bourienne ve kalfa; ötekinde Prenses Mariya, Desalles, Nikoluşka, bütün dadılar, sütanneler yer alıyordu.
Prens Andrey’in Lisi Gori’de bulunduğu sürece, hep birlikte yemek yediler ama hepsi de tedirgindi ve Andrey, kendisi için kural dışı davranılan bir konuk olduğunu, burada bulunuşunun herkesi rahatsız ettiğini hissediyordu. İlk gün, öğle yemeğinde, elinde olmadan bunu hisseden Andrey hiç susmadı; onun bu durumunu fark eden İhtiyar Prens de kasvetli bir sessizliğe gömüldü ve yemekten hemen sonra odasına çekildi. Akşamüstü Andrey yanına gelip de onun ilgisini uyandırmak için Genç Kont Kamenski’nin seferinden söz etmeye başlayınca İhtiyar Prens, durup dururken Prenses Mariya’dan laf açtı ve kör inançları, söylediğine göre kendisine bağlı biricik insan olan Matmazel Bourienne’e yakınlık duymaması dolayısıyla suçladı onu.
İhtiyar Prens, eğer hastaysa Prenses Mariya yüzünden böyle olduğunu; onun, kendisini bile bile üzdüğünü, kışkırttığını, şımartmaları ve saçma laflarıyla Küçük Prens Nikolay’ı bozduğunu söylüyordu.
İhtiyar Prens, hayatı pek tatsız olan kızına kendisinin azap çektirdiğini ama böyle yapmadan edemeyeceğini de biliyor; onun, bunu hak ettiğini düşünüyordu. Bütün bunları gören Prens Andrey, kız kardeşinden niçin söz etmiyor bana? diye düşünüyordu. Kızından, durup dururken uzaklaşan ve Fransız kızını kendine yaklaştıran bir vicdansız ya da ihtiyar bir bunak olduğumu düşünüyor? Anlamıyor durumu, anlatmak gerekiyor, dinlemeli beni… Ve kızının saçma mizacına katlanamayışının nedenlerini açıklamaya koyuldu.
“Bana sorarsanız.” dedi Prens Andrey, babasına bakmadan. Onu, ilk defa kabahatli buluyordu. “Bundan söz etmek istemiyordum ama sorarsanız, bütün bunlar konusunda düşündüklerimi açıkça söyleyeceğim. Maşa ile aranızda yanlış anlamalar ve uyuşmazlıklar varsa onu, bunlardan hiçbir zaman sorumlu tutamam. Sizi ne kadar çok sevdiğini ve saydığını bilirim. Bunu bana sorduğunuzda…” diye sinirlenerek devam etti Andrey. “Ancak şunu söyleyebilirim: Yanlış anlama varsa kabahat, kız kardeşimin yanında bulunmaması gereken o beş para etmez kadınındır.”
“Yanında bulunmaması gereken kim? Ha? Bakıyorum konuşmuşsunuz! Ha?”
“Efendim, yargılamak istemiyorum…” dedi Prens Andrey hırçın ve sert bir şekilde. “Ama bu sözü siz açtınız ve ben de Prenses Mariya’nın değil, bu Fransız kadının kabahatli olduğunu söyledim ve söyleyeceğim…”
“Demek yargıladın! Suçlu buldun beni ha!” dedi İhtiyar Prens alçak sesle.
Ve Prens Andrey onun utandığını sandı ama birden ayağa fırladı, haykırdı ihtiyar:
“Defol! Defol! Bir daha gözüm görmesin seni!..”
Prens Andrey hemen ayrılmak istedi ama Prenses Mariya, bir gün daha kalmasını rica etti. O gün, ortada görünmeyen Matmazel Bourienne ile Tihon’dan başka kimseyi yanına almayan ve gidip gitmediğini birçok kere soran babasını görmedi. Ertesi gün ayrılmadan önce Prens Andrey, oğlunun yanına gitti. Annesi gibi kıvırcık saçlı olan gürbüz oğlan, kucağına oturdu. Prens Andrey de Mavi Sakal masalını anlatmaya başladı ona ama bitirmeden düşüncelere daldı. Dizlerindeki bu güzel çocuğu, oğlunu değil; kendini düşünüyordu. Babasını sinirlendirmesinden ötürü pişmanlık duyup duymadığını anlamaya çalışıyor ama içinde böyle bir şey veya ondan ayrıldığı için bir esef duygusu bulamıyordu. (Hayatında ilk defa arası bozuluyordu onunla.) Daha da kötüsü, küçük çocuğu okşarken ve dizlerine alırken yeniden duyacağını umut ettiği eski sevgisini boş yere arayıp durmasıydı.
“E hadi anlat…” diyordu oğlu.
Prens Andrey, bir şey demeden dizlerinden indirdi onu ve odadan çıktı.
Günlük uğraşlarını bıraktıktan ve özellikle mutlu olduğu zamanlardaki yaşam şartlarına döndükten sonra Prens Andrey, daha önce olduğu kadar güçlü bir tiksinti duymuştu yaşamaya karşı ve bu anılardan kaçıp en kısa zamanda bir uğraş bulmak için acele ediyordu.
“Gerçekten gidiyor musun Andrey?” diye sordu kız kardeşi.
“İyi ki gidebiliyorum!” dedi Prens Andrey. “Senin de böyle yapamamana esef ediyorum.”
“Niçin böyle diyorsun?” diye haykırdı Prenses Mariya. “Bu korkunç savaşa katılmak için giderken ve onun bu kadar yaşlanmış olduğu bir zamanda, niçin şimdi söylüyorsun bunu? Matmazel Bourienne, seni sorduğunu söyledi.”
Bu konuya değinir değinmez Prenses’in dudakları titredi ve gözlerinden yaşlar boşandı. Olduğu yerde dönüp odayı arşınlamaya başladı Prens Andrey.
“Ah Tanrı’m, Tanrı’m! Ne aşağılık insanlar! Başkalarının mutsuzluğuna yol açıyorlar!” dedi, Prenses Mariya’yı korkutan bir hınçla.
Küçük gördüğü bu aşağılık insanlardan söz ederken huzurunu kaçıran Matmazel Bourienne’in yanı sıra mutluluğunu yıkan adamdan da söz ettiğini anlamıştı Prenses Mariya.
“Andrey, yalvarıyorum sana, bir tek şey rica ediyorum.” dedi kardeşinin dirseğini tutarak ve gözyaşları içinde parıldayan gözlerle bakarak. “Anlıyorum seni… Başını önüne eğdi. İnsanların mutsuzluğuna başka insanların neden olduğunu sanma. İnsanlar, Tanrı’nın elinde birer araçtırlar.”
Bir portrenin bulunduğu bilinen yere çevrilen kendinden emin bakışlardan biriyle Andrey’in başının biraz üzerine baktı.
“Acılar bize, onun tarafından gönderilmiştir; insanlar tarafından değil. İnsanlar onun elindeki araçlardır ve suçlu değillerdir. Birisinin sana karşı suç işlediğine inanıyorsan unut ve bağışla. Ceza verme hakkımız yok bizim. O zaman bağışlamanın mutluluğunu anlayacaksın!”
“Kadın olsam yapardım bunu Mariya. Kadınların erdemidir bu. Ama bir erkek unutmamalıdır ve bağışlamamalıdır ve böyle yapamaz.” dedi.
Ve o ana kadar Kuragin’i düşünmemiş olduğu hâlde intikamı alınmamış hınç, yüreğinde ansızın kabardı. Prenses Mariya, beni bağışlamaya yöneltmek istediğine göre çoktan cezalandırmam gerekirdi… dedi kendi kendine. Ve daha fazla konuşmayarak Kuragin’le karşılaşacağı büyük öfke anını düşünmeye başladı. (Onun orduda olduğunu biliyordu.)
Prenses Mariya, bir gün daha kalmasını rica etti kardeşinden; Andrey kendisiyle barışmadan giderse babasının ne kadar mutsuz olacağını bildiğini söyledi. Ama Prens, kısa bir zaman sonra ordudan geri dönebileceğini; babasına yazmaktan geri kalmayacağını ve burada daha fazla kalırsa aralarının daha da bozulabileceğini belirtti.
“Adieu, André! Rappelczvous que les malheurs viennent de Dieu et que les homines ne sont jamais coupables.”30
Ayrılırken kız kardeşinden duyduğu son sözler, bunlar oldu.
Başka türlü olamazdı… diye geçiriyordu içinden Prens Andrey, Lisi Gori’nin ağaçlık yolunu geride bırakırken. Zavallı ve masum kız, çocuklaşmış bir ihtiyarın pençesinde. Babam suçlu hissediyor kendisini ama değişemez. Benim oğlan, bütün ötekiler gibi aldatan ya da aldatılan olacağı bu hayattan memnun büyüyor. Orduya gidiyorum ama niçin? Bilmiyorum ve küçümsemediğim bir insanla, ona, beni öldürmek ya da maskara etmek fırsatı vermek için karşılaşmak istiyorum! Eskiden de hayatının ögeleri aynıydı ama birbiriyle uyum içindeydiler o zamanlar, şimdi ise her şey çözülüp dağılıyordu. Yalnızca aralarında hiçbir bağ bulunmayan, anlamdan yoksun görüntüler geçiriyordu kafasından.
IX
Prens Andrey, ordu genel karargâhına haziran ayı sonunda geldi. İmparator’un bulunduğu birinci ordu birlikleri, Drissa’daki tahkim edilmiş ordugâhtaydı; ikinci ordununkiler ise birinciye ulaşmaya çalışarak geri çekiliyordu ve iki kuvvetin arasına sayıları kabarık yabancı birliklerin girmiş olduğu söyleniyordu. Harekâtın gelişiminden hiç kimse hoşnut değildi ama hiç kimse de Rus eyaletlerinin işgali tehlikesini düşünmüyor ve savaşın, Polonya’nın batı eyaletlerinin ötesine kayabileceğini aklına getirmiyordu.
Prens Andrey; yanında görevlendirildiği Barclay de Tolly’yi, Drissa kıyılarında yerleşmiş olarak buldu. Ordugâh yakınında hiçbir büyük köy, bir yerleşme yeri olmadığı için orduda bulunan çok sayıda general ve saray mensubu, on verst çapında bir alan içinde, ırmağın iki yakasında bulunan en iyi köy evlerine yerleşmişlerdi. Barclay de Tolly, İmparator’dan dört verst uzakta bir evde kalıyordu. Bolkonski’yi soğuk bir şekilde karşıladı ve görevini belirlemesi için İmparator’a başvuracağını ama bu arada kendi kurmayında yer alacağını söyledi. Prens Andrey’in orduda rastlamayı umut ettiği Anatol Kuragin, orada yoktu; Petersburg’daydı ve Bolkonski, bundan memnun oldu. Yürütülmekte olan büyük harekâtın içine girince ilgi duymaya başladı. Kuragin’i düşünmekten bir süre kurtulduğu için memnun olmuştu. Hiç kimsenin kendisini çağırmadığı ilk dört gün, tahkim edilmiş ordugâhı baştan aşağı gezdi ve hem kendi bilgilerinin hem de uzmanlarla yaptığı konuşmaların yardımıyla, kesin bir fikir edindi. Ama ordugâhın bir avantaj oluşturup oluşturmadığı konusunda sonuca varamadı. Savaşlarda edindiği tecrübeyle, en iyi hazırlanmış planların hiçbir öneminin olmadığına (Austerlitz’de gördüğü gibi), her şeyin beklenmedik ve gözlenmeyen düşman darbelerini karşılamaya ve savaşı yönetenlerin değerine bağlı olduğuna inanıyordu. Bu sonuncu sorunu aydınlığa kavuşturmak isteyen Prens Andrey durumundan ve tanıdıklarından yararlanarak ordunun komutasının, içindeki insanların ve grupların temel niteliklerini iyice kavrayabilmeye çalıştı ve şu sonuca vardı:
İmparator henüz Vilno’da bulunduğu zaman, kuvvetlerimiz üç parçaya ayrılmıştı: Birinci ordu Barclay de Tolly’nin, ikincisi Bagration’un, üçüncüsü Tormasof’un komutasındaydı. İmparator birinci ordudaydı ama başkomutan değildi. Günlük emirlerde, komuta edeceği değil; yalnızca orduda bulunacağı söyleniyordu. Ayrıca, başkomutanlık kurmayı yoktu; sadece imparatorluk büyük karargâhının kurmayı vardı. Yanında imparatorluk kurmayı başkanı, karargâh komutanlığı generali, Prens Volkonski, generaller, yaverler, diplomatlar ve çok sayıda yabancı vardı ama ordu kurmayı yoktu. Bununla beraber, belli bir görevi olmaksızın eski Savunma Bakanı Arakçeyef, rütbe bakımından en kıdemli general olan Kont Bennigsen, Çareviç Büyük Prens Konstantin Pavloviç, Başbakan Kont Rumyantsef, eski Prusya Bakanı Stein, İsveç Generali Armfeldt, sefer planının baş düzenleyicisi Pfuhl, Prusyalı General Yaver Paulucci, Woltzugen ve daha başkaları da İmparator’un yanındaydılar. Bunların, orduda resmî görevleri yoktu ama durumları dolayısıyla etki gösteriyorlardı ve kimi zaman, bir kolordu komutanı ve hatta Başkomutan, Bennigsen’in ya da Büyük Prens’in ya da Arakçeyef’in ya da Volkonski’nin; herhangi bir soruyu niçin sorduğunu ya da niçin bir öneride bulunduğunu, onların açıkladığı tavsiye niteliğindeki bir emrin yerine getirilip getirilmemesi gerektiğini bilmiyordu. Ama bu dış görünüşte böyleydi; İmparator’un ve saraya bağlı bütün bu insanların (İmparator’un karşısında herkes saraya bağlı bir insan oluyordu.) orada bulunuşunun taşıdığı gerçek anlam, kimsenin gözünden kaçmıyordu. İşin içyüzü şuydu: İmparator, başkomutan unvanını almamıştı ama bütün orduları yönetiyordu ve çevresindekiler onun yardımcılarıydı. Arakçeyef, düzenin sadık bekçisi ve İmparator’un fedaisiydi. Bennigsen, Vilno eyaletinde toprak sahibiydi ve bölgenin temsilcisi olarak Hükümdar’ı ağırlayan kimse olarak görünüyordu ama tavsiyeleriyle yararlı olan değerli bir generaldi ve Barclay’ın yerine geçirilmek üzere el altında bulunduruluyordu. Büyük Prens, canı istediği için oradaydı. Eski Bakan Stein ise yararlı tavsiyelerde bulunuyordu ve İmparator, onun niteliklerini çok beğeniyordu. Armfeldt, Napolyon’un can düşmanıydı ve kendine çok güvenen bir generaldi; bu da İmparator’u etkiliyordu. Paulucci, dobra dobra ve kendinden emin konuşmasından ötürü oradaydı. General yaverler de oradaydı çünkü İmparator’un bulunduğu her yerde onlar da bulunuyordu. Son olarak ve özellikle Pfuhl oradaydı çünkü Napolyon’a karşı savaş planını düzenlemiş ve bunun, kusursuz bir plan olduğuna Aleksandr’ı inandırarak bütün harekâtı yönetmeye başlamıştı. Sorunları hemen kesip atan, tepeden bakıp herkesi küçümseyen derin bir kuramcı olan Pfuhl’un düşüncelerini daha anlaşılabilir bir şekilde açıkladığı için Wolzogen de onun yanında bulunuyordu.
Yukarıda adı geçen Ruslardan ve yabancılardan (özellikle, kendi çevreleri dışındaki bir çevrede çalışanlara özgü bir ataklıkla Tanrı’nın her günü beklenmedik yeni fikirler ileri süren bu yabancılardan) başka, ikinci derecede önemli birçok kimse de efendileri orada olduğu için ordudaydı.
Bu kaynayıp duran, parlak ve gururlu kalabalık içinde ortaya çıkan görüşlerde ve kanaatlerde, kesin çizgilerle ayrılan eğilimlerin ve grupların oluşturduğu alt bölümleri açıkça görüyordu Prens Andrey.
Birinci grupta; çapraz hareket, çevirme vs.leri kapsayan değişmez birtakım yasalara dayanan bir savaş biliminin varlığına kesinlikle inananlar yer alıyordu. Bunların kuramcıları Pfuhl idi. Pfuhl ve taraftarları, bu sözde savaş kuramının sağlam yasaları uyarınca ülkenin içine doğru çekilmek gerektiğini ileri sürüyorlar ve bu kurama aykırı her düşünceyi bir barbarlık, bilgisizlik ve kötü yüreklilik olarak görüyorlardı. Bu grupta Alman prensleri Wolzogen, Wintzingerode ve çoğu Alman olan başka kimseler vardı.
İkinci grup birincinin karşıtıydı. Her zaman olduğu gibi bir aşırı ucun yanında, öteki aşırı ucun temsilcileri yer almıştı. Vilno’dan beri, Polonya’ya saldırmayı ve önceden düzenlenen hiçbir plana bağlı kalmamayı isteyenler bu grupta idi. Eylemde atılganlıktan yana olmalarından başka bunlar, ulusalcı ruhla da doluydular ve bundan ötürü tartışmalarda daha da tekelci bir tutum benimsiyorlardı. Bunlar Ruslardı: Bagration, sivrilmeye başlayan Yermolof ve başkaları. Yermolof’un İmparator’dan, tek inayet olarak kendisini Almanlığa terfi ettirmesini rica ettiği ağızdan ağıza dolaşıyordu. Bu gruptakiler Suvorof’u anarak uzun uzadıya düşünmek, haritaların üzerine iğneler tutturmak yerine; dövüşmek, düşmanı yenmek, onun Rusya’ya girmesini önlemek ve birliklerin moralinin bozulmamasını sağlamak gerektiğini ileri sürmekteydiler.
İmparator’un en fazla güvendiği üçüncü grupta ise bu iki eğilimi uzlaştırmak isteyen saray mensupları bulunuyordu. Çoğu sivil olan bu kimseler (ve özellikle onlar arasında yer alan Arakçeyef), bir görüş ve inanışları olmayan ama varmış gibi görünmeye çalışan bütün insanlar gibi düşünüyor ve konuşuyorlardı. Bonapart (Napolyon’a yeniden “Bonapart” deniyordu.) gibi bir dâhiye karşı girişilecek savaşta enine boyuna düşünmek; derin bilgilere sahip olmak; Pfuhl’un bu açıdan eşsiz olduğunu ama kuramcıların, genellikle dar bir açıdan baktıklarını da kabul etmek ve bundan ötürü onlara körü körüne inanmamak; Pfuhl’un karşısındakilere, işe önem veren bu tecrübeli insanlara da kulak vermek ve bu iki karşıt eğilim arasında ortayı bulmak gerektiğini ileri sürüyorlardı. Bunlar, Drissa ordugâhını Pfuhl’un planına uygun olarak muhafaza edip öteki iki ordunun harekâtını değişikliğe uğratmayı kabul ettirmiş bulunmaktaydılar. Böylece iki amaçtan hiçbiri elde edilmemiş olmasına rağmen bu gruptakiler, bunu çok daha iyi olduğuna inanıyorlardı.
Dördüncü eğilimin en önde gelen temsilcisi Veliaht Büyük Prens’ti. Fransızları büyük bir gözü peklikle yeneceğini düşünerek başında miğferi, sırtında süvari muhafız ceketiyle, resmigeçitteymiş gibi muhafız birliği başında ilerlerken birden kendini en ileri hatta bulan ve o büyük kargaşa içinde canını zor kurtaran Veliaht, Austerlitz’deki bu hayal kırıklığını hiç unutamıyordu. Bu gruptakilerin yargılarında, içten olma üstünlüğü ve kusuru vardı. Napolyon’dan korkuyorlardı; onda kuvveti, kendilerinde güçsüzlüğü görüyor ve bunu açıkça söylüyorlardı. Durmadan şöyle tekrarlıyorlardı:
“Bütün bunlar mutsuzluk, utanç ve felaketten başka şey getirmeyecek! Vilno’yu bıraktık, Vitebsk’i elden çıkardık, Drissa’yı da bırakacağız! Yapabileceğimiz tek şey, Petersburg’dan kovulmadan önce en kısa zamanda barış yapmaktır!”
Bu görüş, ordunun üst düzeylerinde çok yaygındı ve hem Petersburg’da hem de başka nedenlerden, yani devletin varlığına ilişkin nedenlerden dolayı barış isteyen Başbakan Rumyantsef tarafından destekleniyordu.
Beşinci olarak, bir insan olarak değil de savunma bakanı ve komutan olarak Barclay de Tolly’yi tutanlar geliyordu. Bunlar şöyle diyorlardı: “Kusurları ne olursa olsun (Hep bu sözlerle başlanıyordu söze.), namuslu, ciddi bir adam bu ve daha iyisi yok. Ona gerçek yetkiyi verin, savaşın başarıyla yönetilmesi için gerekli bir şart olan komuta birliğini sağlayın, bakın Finlandiya’da gösterdiği gibi neler yapacak! Ordumuz örgütlüyse, güçlüyse ve Drissa’ya kadar hiçbir yenilgiye uğramadan çekildiyse bunu yalnızca Barclay’a borçluyuz. Şimdi yerine Bennigsen getirilse her şey mahvolacak çünkü Bennigsen, işe yaramadığını 1807’de gösterdi.”
Altıncı grubu oluşturan Bennigsen taraftarları da aynı şekilde; ondan daha becerikli ve tecrübeli kimse bulunmadığını, ne yapılırsa yapılsın sonunda ona dönüleceğini ileri sürüyorlardı. Ve Drissa’ya kadar çekilmemizi, en utanç verici bir yenilgi ve hatalar zinciri olarak görüyorlardı. “Yanlışlar ne kadar çoğalırsa o kadar iyi…” diyorlardı. “En azından, böyle devam edilemeyeceği anlaşılacak. Bize gerekli olan, Barclay gibi biri değil; 1807’de kendisini göstermiş olan ve Napolyon’un bile hak verdiği Bennigsen gibi bir adam ve otoritesi seve seve kabul edilecek bir komutandır; bu da Bennigsen’den başkası olamaz.”
Yedinci grup, hükümdarların -özellikle genç hükümdarların- çevresinde her zaman bulunan ve İmparator Aleksandr’ın yanında sayıları çok kabarık olan ve ona, hükümdarlığından çok kişiliğinden dolayı ve Rostof’un 1805’te bağlı olduğu gibi çıkar gözetmeksizin büyük bir saygı ve hayranlıkla içten bağlı olan ve sadece bütün erdemleri değil insanca üstünlüklerin hepsini de atfeden generaller ve yaverler bulunuyordu. Bunlar, Hükümdar’ın, ordulara komuta etmemekle gösterdiği alçak gönüllülüğe hayran kalmakla birlikte, bu aşırı alçak gönüllülükten ötürü onu kabahatli buluyorlar ve bir tek şey istiyorlar, bir tek şey üzerinde ısrar ediyorlardı: Taparcasına bağlı oldukları Hükümdar’ın, bu kendine güvensizliği bırakarak ordunun başına geçtiğini açıklamasını, başkomutanlık kurmayını nezdinde hemen oluşturmasını, gerekiyorsa kuramcılara ve tecrübeli uygulamacılara danışmasını ve böyle davranarak coşturup yüreklendireceği birlikleri bizzat yönetmesini istiyorlardı.
En kalabalık ve ötekilere oranı doksan dokuza bir olan sekizinci grup ise sadece tek bir şeyi, yani ötekilerin hepsinden daha temel olan şeyi; kendileri için en fazla yarar ve zevki isteyen kimselerden oluşuyordu. İmparator’un büyük karargâhında kaynaşan ve birbirine karışan entrikaların bulanık suyunda, başka zaman hayal edilemeyecek şeyler başarılabilirdi. Kimi, kendisine büyük avantajlar sağlayan görevini elden kaçırmamak için bugün Pfuhl’un görüşlerini, yarın hasmının görüşlerini benimsiyor, öbür gün de İmparator’un hoşuna gitmek ve sorumluluktan sıyrılmak için o konuda hiçbir görüşü olmadığını söylüyordu. Kimi de avantajlar sağlamak istediği için İmparator’un bir gün önce hafifçe değindiği bir konu üzerine gürültü koparıyor, itiraz edenleri düelloya davet ediyor ve böylece, genel iyilik için kendini fedaya hazır olduğunu gösteriyordu. Bir üçüncü; hasımları bulunmadığı elverişli bir zamanda, reddedilmesine vakit olmadığını bilerek sadakat dolu hizmetlerine karşı para yardımı yapılması için ricada bulunuyordu. Bir dördüncü, İmparator ne zaman baksa işi başından aşkın olarak çalışıp duruyordu. Bir beşinci; çoktandır istediği şeyi -İmparator’un masasına çağrılmak- gerçekleştirmek için yeni ortaya atılmış bir görüşün doğruluğunu ya da yanlışlığını canını dişine takarak göstermeye çalışıyor ve bu amaçla, şu ya da bu ölçüde çarpıcı ve yerinde deliller ileri sürüyordu.