Kitabı oku: «Savaş ve Barış II. Cilt», sayfa 4
Bütün bu adamlar; para, nişan ve rütbe avına çıkmışlardı ve bu avda, İmparator’un ilgi ve lütfunun ne yöne döndüğünü gözlemlemekten başka şey yapmıyorlardı. Bir yöne döndüğünü belirleyince bu eşek arısı sürüsü de aynı yere yöneliyor ve bu yüzden, İmparator’un bir başka yere yönelmesi güçleşiyordu. Durumun belirsizliğinde; her şeye telaşlı bir mahiyet veren tehdit edici tehlikenin ciddiyetinde; karşıt görüşlerin ve duyguların çatışmasının, entrikaların, onurların girdabında; çeşitli uluslardan insanların oluşturduğu bu kalabalıkta; sayıları en fazla olan ve kişisel çıkarlarını düşünenlerin meydana getirdiği bu sekizinci grup, durumu daha da karmaşık ve içinden çıkılmaz hâle getirmekten başka şey yapmamaktaydı. Hangi soruya el atılsa daha önceki konu üzerinde kopardığı patırtıyı henüz bitirmemiş olan bu eşek arısı sürüsü, yeni sorunun üzerine üşüşüyor ve içtenlikle tartışanların sesini, vızıltılarıyla bastırıyordu.
Bütün bu gruplar, Prens Andrey orduya geldiği sırada kendini göstermeye başlayan bir dokuzuncu gruba kaynaklık etmişti. Yaşlı, aklı başında, devlet işlerinde tecrübeli olan ve karışık görüşlerden hiçbirini bir şekilde incelemesini ve belirsizliğe, kararsızlığa, kargaşaya ve zayıflığa son verecek çareleri aramayı bilenlerin oluşturduğu bir gruptu bu.
Bunlar bütün kötülüğün, her şeyden önce İmparator’un ve askerî yardımcılarının ordu içinde bulunmasından ileri geldiğini; saraya uygun düşen ama orduda çok zararlı olan belirsiz ve alışılagelmiş kararsızlığın buraya getirilmiş olduğunu; İmparator’un birliklere komutanlık değil hükümdarlık etmesi gerektiğini; bu duruma bulunacak biricik çözümün, İmparator ve çevresindekilerin buradan ayrılması olduğunu; burada bulunuşunun, kişisel güvenliği için gerekli elli bin kişinin elini kolunu bağladığını; sıradan ama bağımsız bir komutanın, İmparator’un varlığı ve otoritesinin etkisindeki en becerikli komutandan daha iyi olduğunu söylüyorlardı.
Prens Andrey’in Drissa’da, görevi tam olarak belirlenmeden beklediği sırada, bu grubun en gözde üyelerinden biri olan Devlet Sekreteri Şişkof; İmparator’a, Balaşef ve Arakçeyef’in de imzalamayı kabul ettikleri bir mektup yazmıştı. Şişkof bu mektubunda, harekâtın genel olarak gelişmesi üzerindeki düşüncelerini belirtmesi konusunda verdiği izinden yararlanarak İmparator’a, başkent halkını savaş konusunda yüreklendirmek ve coşturmak gerektiği bahanesiyle ordudan ayrılmasını saygıyla teklif ediyordu.
Savaş için coşku yaratmak ve yurt savunması için halka başvurmak gereği, -Rusya’nın zafer kazanmasının başlıca nedeni olan bu millî heyecan- (İmparator’un Moskova’da bulunmasının özellikle yol açması dolayısıyla) evet bu gerek, ordudan ayrılması için bir bahane olarak ona sunulmuş ve onun tarafından kabul edilmişti.
X
Bir gün Barclay, yemek sırasında Bolkonski’ye Türkiye konusunda bilgi almak üzere İmparator’un kendisini görmek istediğini ve aynı gün akşam altıda, Bennigsen’in yanına gitmesi gerektiğini söylediğinde bu mektup henüz İmparator’a sunulmamıştı.
Aynı gün, Napolyon’un ordu için tehlike oluşturacak yeni bir hareketine ilişkin olan ve daha sonra yanlış olduğu ortaya çıkan bir haber, İmparator karargâhında duyuldu. Aynı sabah Albay Michaux, İmparator ile birlikte Drissa istihkamlarını gezerek Pfuhl tarafından kurulan ve Napolyon’un mahvolmasına yol açacak bir taktik “chefd’oeuvre”ü31 olarak kabul edilen bir ordugâhın, saçma bir şey olduğunu ve Rus ordusunun mahvolmasına yol açacağını ona göstermişti.
Prens Andrey, ormanın tam kıyısında küçük bir konağı seçmiş olan Bennigsen’in konakladığı yere geldi. Bennigsen de İmparator da yoktu orada ama İmparator’un yaverlerinden biri olan Çernişef, Bolkonski’yi karşıladı ve Majestelerinin, değerinden şüphe duyulan Drissa ordugâhını aynı gün ikinci kere gözden geçirmek üzere General Bennigsen ve Marki Paulucci ile birlikte gittiğini söyledi.
Çernişef birinci salonda, pencerenin yanında bir Fransız romanı okuyordu. Burası bir balo salonuydu şüphesiz, üzerine halıların yığılmış olduğu bir org duruyordu hâlâ ve Bennigsen’in yaverinin yatağı bir köşedeydi. Yaver oradaydı. Bir ziyafet ya da çalışma yüzünden hâlsiz düştüğü belli oluyordu; dürülü yatağın üzerine oturmuş, uyuklamaktaydı. Salonun iki kapısından karşıdaki eski salona, sağdaki ise çalışma odasına açılıyordu. Birinci kapıdan, Almanca ve ara sıra da Fransızca konuşanların gürültüsü duyulmaktaydı. Orada, eski salonda, bir savaş kurultayı değil (İmparator kesin tespitlerden hoşlanmazdı.); içinde bulunulan güçlükler dolayısıyla görüşlerini öğrenmek istediği kimseler toplanmıştı. Bir savaş kurultayı değildi bu ama İmparator’un kendisi için bazı sorunları çözümleyecek olan bir çeşit seçkinler toplantısıydı. Çağırılmış olanlar şunlardı: İsveçli General Armfeldt, General Yaver Wolzogen, Napolyon’un “Kaçak Fransız Uyruğu” dediği Wintzingerode, Michaux, Toll, askerlikle ilgisi olmayan Kont Stein ve nihayet Andrey’e dendiğine göre işin la “cheville ouvrière”i32 olan Pfuhl. Prens Andrey, bu adamı iyice inceleme fırsatını bulmuştu. Çünkü kendisinden biraz sonra gelmiş ve salona geçmeden önce Çernişef ile konuşmak için biraz durmuştu.
Sırtında eğreti duran, kötü kesilmiş Rus generali üniformasıyla tebdili kıyafet geziyormuş gibi görünen Pfuhl; hiç görmediği hâlde Prens Andrey’e ilk ağızda tanıdık biri gibi gelmişti. Weirother’den, Mack’ten, Schmidt’ten ve 1805’te tanıma imkânı bulduğu öteki kuramcı Alman generallerinden bir şeyler vardı onda ama hepsinden daha tipikti. Öteki Alman kuramcılarının bütün ayırt edici özelliklerini bu ölçüde bir araya getiren başka bir Alman’ı görmemişti hiç.
Pfuhl, ufak tefek, çok zayıf, ama sağlam yapılı, kaba çizgili, geniş kalçalı, kürek kemikleri iri bir adamdı.
Yüzünde çok kırışık vardı ve gözleri çukurdaydı. Saçlarının, önde ve şakaklarında acele fırça darbeleriyle düzleştirilmiş olduğu görünüyordu ama başının arkasında el değmediği belli, tutamlar hâlinde dikilmişti. Yöneldiği salonda her şey onu korkutuyormuş gibi, çevresini tedirgin ve işkilli bakışlarla süzerek içeri girdi. Kılıcını acemice tutarak Çernişef’e döndü ve İmparator’un nerede olduğunu Almanca sordu. Odadan elden geldiğince çabuk geçmek; selamlaşmaları, kibarca lafları kısa kesmek ve kendisini rahat hissettiği haritanın başında hemen çalışmaya başlamak istediği belliydi. Çernişef’in söylediklerine hemen başını sallayarak cevap verdi ve İmparator’un, kendisi yani Pfuhl tarafından kuramlarına uygun olarak tahkim edilmiş mevkisini gözden geçirmeye gittiğini öğrenince alaycı bir şekilde gülümsedi. Kendinden emin Almanlara özgü sert bas sesiyle, tek başına konuşuyormuş gibi “dummkopf”33 ya da “zu Grunde die ganze Geschichte”34 ya da “S’wird was gescheites d’raus werden.”35 cinsinden sözler etti. Prens Andrey, söylediklerini iyi duymadı ve oradan uzaklaşmak istedi. Ama Çernişef, savaşın başarılı bir şekilde sona ermiş olduğu Türkiye’den geldiğini belirterek onu, Prens Pfuhl’la tanıştırdı. Pfuhl, Prens’e değil de ötelere bir göz atarak güldü ve “Da muss ein schöner tactischer Krieg gewesen sein.”36 dedi.
Sonra hor gören bir tavırla bıyık altından gülerek yüksek sesli konuşmaların geldiği salona girdi.
Her zaman acı acı alay etmekten hoşlanan Pfuhl’un, düzenlediği ordugâhın, kendisi olmadan gezilmesine ve hakkında karar verilmesine kalkışılmasından ötürü bugün özellikle çok sinirli olduğu görülüyordu. Pfuhl ile bu çok kısa görüşmesi, Austerlitz anıları sayesinde Prens Andrey’in bu insan hakkında çok net bir fikir edinmesine yetti. Almanlar; kendilerine duydukları güveni sadece soyut bir fikir, yani bilim, yani mutlak hakikatin sözde bilgisi üzerinde temellendirdikleri için sadece onlar gibi kendisine ölesiye güven duyan bir kimseydi Pfuhl. Fransız; kendine güven duyar çünkü hem fiziğiyle hem de kafasıyla, kadınlar üzerinde olduğu gibi erkekler üzerinde de karşı konulamaz bir etki gösterdiğine inanır. İngiliz; dünyanın en iyi örgütlenmiş devletinin vatandaşı olduğu, ne yapmak gerektiğini İngiliz olarak her zaman bildiği ve İngiliz olarak yaptığı her şey tartışılmaz bir şekilde iyi olduğu için güven duyar kendine. İtalyan; heyecanlı olduğu, hem kendini hem başkalarını hemen unuttuğu için güvenle doludur. Rus da hiçbir şey bilmediği ve hiçbir şey bilmek istemediği ve bir şeyin tamamıyla bilinebileceğine inanmadığı için kendine güven duyar. Alman’ın güveni; en kötüsü, en inatçısı, en tiksindiricisidir. Çünkü hakikati, yani kendisinin icat ettiği ama bir mutlak hakikat olarak kabul ettiği bilimi kavradığını hayal eder. Pfuhl da böyle bir kimseydi şüphesiz. Büyük Frederik’in savaşlarından çıkarılmış yanlama hareket kuramına, bu bilime sahipti o ve son zamanlarda yapılan savaşlar hakkında edinebileceği bilgiler, saçma şeyler olarak geliyordu ona. Bunlar, çarpışan tarafların sayısız hata işlediği karmakarışık bir kör dövüşüydü ve savaş adına bile layık değillerdi; kurama uymuyorlardı ve bundan ötürü bilimin konusu olamazlardı.
1806’da Pfuhl, Jena ve Aurstaedt’le sonuçlanan savaş planının düzenleyicilerinden biriydi. Ama ona göre savaşın böyle sonuçlanması, kuramının yanlış olduğunu hiçbir şekilde göstermiyordu. Tam tersine kuramına aykırı olarak yapılan hareketler, başarısızlığın biricik nedenleriydi ve her zamanki alaycılığıyla “Ich sagte ja dass die ganze Geschichte zum Teufel gehen werde.”37 diyordu.
Pfuhl, kuramına; amacını, pratik uygulanmasını unutacak kadar dalmış kuramcılardan biriydi ve kuram aşkı yüzünden her uygulamadan nefret ediyor ve hepsini alaya alıyordu. Başarısızlıklara bile seviniyordu çünkü kuramın uygulamadaki çiğnenmesinden doğan bir başarısızlık, kuramının doğruluğunu ispatlıyordu ona.
Prens Andrey ve Çernişef’e her şeyin kötü gideceğini önceden bilen ve bundan hiç de hoşnutluk duymayan bir adam tavrıyla birkaç kelime etmişti. Ensesinde dikilip duran saç tutamları ve acele taranmış şakakları, çok güzel bir şekilde dile getiriyordu bunu.
Öteki odaya geçti ve bas sesinin gürleyişi o saat duyuldu.
XI
Prens Andrey, bakışlarını Pfuhl’dan henüz çevirmişti ki Kont Bennigsen telaşla içeri girdi ve Bolkonski’ye başıyla selam vererek ve yaverine emirler yağdırarak öteki salona geçti. Arkasından İmparator geliyordu ve Bennigsen, bazı önlemler alıp onu karşılayabilmek için önden gelmişti. Çernişef ve Prens Andrey perona çıktılar. İmparator, yorgun bir tavırla atından indi. Marki Paulucci, bir şeyler söylüyordu ona. İmparator; Paulucci’nin heyecanlı bir şekilde söylediklerini, başı sola eğik ve sıkıntılı bir hâlde dinliyordu. Konuşmayı kesmek istediği belli olacak bir şekilde ileriye doğru birkaç adım attı. Ama kıpkırmızı kesilmiş ve çok heyecanlanmış olan İtalyan, bütün kuralları unutarak sözüne devam edip peşinden geldi.
“Quant à celui qui a conseille ce camp, le camp de Drissa…”38 diyordu.
O sırada İmparator, merdivenlerden çıkıp Andrey’i görmüş ve kendisi için yeni olan bu yüzü incelemeye başlamıştı.
“Quant a celui, Sire.”39 dedi Paulucci, her şeye hazır ve kendisini tutamayan bir adam tavrıyla. “Qui a conseille le camp de Drissa je ne vois pas d’autre alternative que la maison jaunc ou Ie gibet.”40
İtalyan’ın sözlerini duymamış gibi davranan ve kesen İmparator, Bolkonski’yi tanıyarak iltifat dolu bir tavırla “Seni gördüğüme çok memnun oldum…” dedi. “İçeriye toplantıya gel, beni bekle.”
İmparator çalışma odasına girdi. Ardından Prens Piyotr Mihailoviç Volkonski ve Baron Stein onu izlediler ve kapılar kapandı. Prens Andrey, İmparator’un izni uyarınca Türkiye’de tanıdığı Paulucci’yi izledi ve toplantının yapıldığı salona girdi.
Prens Piyotr Mihailoviç Volkonski, İmparator’un Genelkurmay Başkanlığı görevini yapıyordu. Çalışma odasından çıktı ve elindeki haritaları masanın üzerine yayarak tartışılacak sorunları toplantıdakilere açıkladı. Gerçekten de geceleyin, Fransızların Drissa Kampı’nı çevirdikleri haberi gelmişti. (Daha sonra yalan olduğu anlaşıldı.)
İlk olarak General Armfeldt söz aldı ve karşılaşılan güçlüğü göğüslemek için hiçbir gerekçe gösterilemeyecek yepyeni bir yerde mevzilenmek teklifinde bulundu. (Gerekçe olsa olsa General’in kendisinin de bir görüşe sahip olabileceğini gösterme isteğiydi.) Burası, Petersburg ve Moskova yollarından uzaktı ve görüşüne göre, ordu burada toplanmalı ve düşmanı beklemeliydi. Bu planın Armfeldt tarafından uzun süreden beri düşünülmüş olduğu ve asla cevap vermediği ve şimdi ortaya çıkmış olan sorunları çözmek için değil, bu fırsattan yararlanıp açıklanması için ileri sürüldüğü anlaşılıyordu. Savaşın nasıl bir hâl alacağının bilinmediği zamanlarda ileri sürülen ve herhangi biri kadar iyi olan görüşlerden biriydi bu. Kimi bu görüşe karşı çıktı kimi de savundu. Albay Tolly, İsveçli General’in tasarısını büyük bir hararetle eleştirdi ve yan cebinden çıkardığı notlarla dolu bir defteri okuma izni istedi. Uzun bir açıklama yaparak İsveçli General’inkiyle olduğu gibi Pfuhl’unkiyle de taban tabana zıt bir savaş planı önerdi. Tolly’yi eleştiren Paulucci, içinde bulunulan belirsizlikten ve kapandan (Drissa ordugâhı için söylüyordu bunu.) kurtulmanın biricik çaresi olan kendi savunma ve saldırı planını önerdi. Pfuhl hor gören bir tavırla burnundan soluyup duruyor ve bu tür budalalıkları tartışacak kadar alçalmayacağını gösteriyordu böylece. Tartışmayı yöneten Prens Volkonski, görüşünü açıklamasını isteyince Pfuhl yalnızca şunları söyledi:
“Neden bana soruyorsunuz? General Armfeldt, cephe gerisi açık çok iyi bir savaş durumu önerdi. Ya da bu İtalyan beyefendi, çok iyi bir savaş planı sundu. Bana sorulması gereksiz. Her şeyi, benden daha iyi biliyorsunuz!”
Ama Volkonski kaşlarını çatıp İmparator adına bunu sorduğunu söyleyince Pfuhl hemen kalktı ve birden canlanarak konuşmaya başladı:
“Her şey berbat edildi. Herkes benden daha çok şey biliyor ama şimdi de bana soruluyor, durum nasıl düzelecek diye. Düzelecek bir şey yok! Açıkladığım ilkeleri olduğu gibi uygulamak gerek…” dedi kemikli parmaklarıyla masayı tıkırdatarak. “Güçlük neredeymiş? Saçma bu, Kinderspie.”41
Masaya yaklaşıp parmağını haritaya uzatıp hızla konuşmaya; hiçbir durumun Drissa ordugâhının değerini azaltamayacağını, her şeyin önceden hesaplanmış olduğunu, bir çevirme hareketi yapacak olursa düşmanın mutlaka yok edileceğini ileri sürmeye başladı.
Almanca bilmeyen Paulucci, ona Fransızca sorular sordu. Woltzogen, Fransızcayı kötü konuşan şefinin imdadına koştu;
olup biten her şeyin ve olabilecek olanların tümünün planda öngörülmüş olduğunu, ortaya çıkan aksaklıkların her şeyin gerektiği gibi uygulanmamasından doğduğunu ispatlamaya çalışan Pfuhl’un söylediklerine zorla yetişerek onları çevirmeye başladı. Pfuhl, alaylı alaylı gülümseyip duruyor ve anlatıyordu. Sonunda, küçümseyen bir tavırla ispatlamaya çalışmayı bıraktı. Doğru çözüldüğü kanıtlanmış olan bir problemi, başka yöntemlerle doğrulamaktan vazgeçen bir matematikçi gibiydi. Woltzogen, onun yerine geçerek Pfuhl’un fikirlerini Fransızca açıklamaya girişti. Arada bir “Nicht whar, Excellenz?”42 diye soruyordu.
Çarpışmanın heyecanı içinde kendi tarafındakilere de ateş eden birisi gibi Pfuhl, yardımcısı Woltzogen’e de çıkıştı:
“Nun ja, was soll denn da noch expliziert werden?”43
Paulucci ve Michaux, ikisi birden Fransızca konuşarak saldırıyorlardı Woltzogen’e. Armfeldt, Pfuhl’a Almanca hitap ediyordu. Tolly her şeyi Rusça olarak açıklıyordu Prens Volkonski’ye. Prens Andrey, sesini çıkarmadan dinliyor ve gözlüyordu bunları.
Bu adamlar arasında Prens Andrey’in en fazla yakınlık duyduğu kimse; öfkeli, kararlı ve kendisinden delice emin olan Pfuhl’du. Aralarında yalnızca o, kendisi için herhangi bir şey istemiyor ve kimseye kişisel düşmanlık duymuyordu. Tek bir şey istiyordu o: Üzerinde yıllarca çalıştığı bir kuramın sonucu olan planını uygulatmak. Gülünç ve alaycılığı tatsız bir kimseydi ama düşüncelerine bütün varlığıyla bağlı oluşu ister istemez saygı uyandırıyordu. Ayrıca Pfuhl dışında, bütün ötekilerin söylediklerinde, 1805 Savaş Kurultayında görülmeyen bir ortak özellik vardı: Napolyon’un dehasından duydukları ve saklamaya çalıştıkları panik uyandırıcı bir korkuydu bu. İtirazlarının her birinde kendini gösteriyordu bu korku. Onun her şeyi yapabileceği kabul ediliyor, aynı anda her yandan boy göstermesi bekleniyor, birinin teklifi çürütülmek istendiğinde onun korkunç adından yararlanılıyordu. Yalnızca Pfuhl, kuramına karşı çıkanların tümü gibi Napolyon’u da bir barbar olarak görür gibiydi. Ama Pfuhl, saygının yanı sıra, acıma da uyandırıyordu Prens Andrey’de. Saray mensuplarının ona davranışları, Paulucci’nin İmparator’a söyleme cesaretini gösterdiği sözler ve özellikle Pfuhl’un kendisinde gözlenen bir çeşit umutsuz şiddet, yakında gözden düşeceğini hem başkalarının hem de kendisinin bildiğini gösteriyordu. Kendine güvenine ve Almanvari alaycılığına rağmen şakaklarda düz taranmış ama ensede dikilmiş saçlarıyla acıma uyandırıyordu. Sinirli ve küçümseyici dış görünüşü altında; kuramını, çok büyük bir ölçüde ispatlamak ve doğruluğunu tüm dünyaya göstermek için yakalamış olduğu bu biricik fırsatı elinden kaçırmak üzere olduğunu görüp umutsuzluğa düştüğü belliydi.
Tartışmalar uzun sürdü; uzadıkça haykırmalara ve kişisel suçlamalara kadar vardı ve söylenenlerden genel bir sonuç çıkarma imkânı gittikçe kayboldu. Çeşitli dillerde yapılan bu tartışmaları, varsayımları, planları, karşı çıkmaları ve haykırışları dinleyen Prens Andrey; söylenenlere şaşırmaktan başka bir tepki gösteremiyordu. Askerlik hayatı boyunca sık sık ve eskiden beri aklına takılan bir savaş bilimi olmadığı ve bundan dolayı “askerî deha” denen şeyin de olamayacağı düşüncesi, şimdi ona, apaçık bir hakikat olarak görünüyordu. Şartları ve durumları bilinmeyen ve belirlenemeyen etkileyici güçlerinin belirlenmesi de daha az mümkün olan bir işte bir kuram ve bilim söz konusu olabilir miydi? Ordumuzun ve düşmanın durumunun yarın ne olacağını kimse bilemezdi, şu ya da bu birliğin gücünü de kimse kestiremezdi. Kimi zaman, ilk saflarda bulunan ve “Mahvolduk!” diye bağıran, kaçan bir ödleğin yerine coşkulu ve yürekli bir asker “Hurra!” diye bağırdığında beş bin kişilik bir birlik, Schoengraben’de görüldüğü gibi otuz bin askere bedel olurdu ve kimi zaman Austerlitz’deki gibi elli bin kişi, sekiz bin kişinin önünden kaçabilirdi. Bütün pratik sorunlarda olduğu gibi, hiçbir şeyin önceden kestirilemediği ve her şeyin, ne zaman gerçekleşeceğini kimsenin bilmediği bir anda önemleri belli olan sayısız koşula bağlı olduğu bir işte bilim söz konusu olabilir miydi? Armfeldt, ordumuzun irtibatının kesildiğini söylerken Paulucci, Fransız ordusunu iki ateş arasında bıraktığımızı ileri sürüyordu; Michaux, Drisse ordugâhının kusurunun arkasında ırmak bulunmasından ileri geldiğini, Pfuhl ise bu durumun ordugâhın kuvvetli yanı olduğunu savunuyordu. Tolly bir plan teklif ediyor, Armfeldt bir başka plan ileri sürüyordu; hepsi yararlı ya da kusurluydu bunların, tekliflerin üstün yanı ancak olay gerçekleştiği an belli olacaktı. Öyleyse neden herkes askerî dehadan söz ediyordu? Peksimetin dağıtılmasını tam zamanında emretmesini ya da birinin sağa, birinin sola gitmesi konusunda emir vermesini bilen kimse mi askerî dehaydı? Generaller sadece, şatafat ve iktidara bürünmüş olduklarından ve bir alçaklar güruhu, onlara olmayan sıfatlar yakıştırarak iktidara dalkavukluk ettiği için kendilerine dâhi diyor. Tam tersine, tanıdığım en iyi generaller kalın kafalı ya da dalgın kimselerdi. Aralarında en iyisi Bagration’dur. Napolyon da kabul etmiştir bunu. Ya Napolyon? Austerlitz savaş alanında, kendinden hoşnut ve kaba yüzünü hatırlarım onun. İyi bir komutan için dehada özel nitelikler de gerekli değildir; tam tersine insanın en yüksek, en iyi niteliklerinden, sevgiden, şiirden, şefkatten, felsefi şüpheden yoksun olması gerekir onun. Dar görüşlü, yaptığı işin çok önemli olduğundan kesinlikle emin -yoksa sabrı taşar- bir kimse olmalıdır; o ancak o zaman yiğit bir komutan olacaktır. Birini sevmekten, birine acımaktan, haklı ve haksız üzerinde düşünmekten Tanrı korusun onu! Kudretli olduklarından, eski zamanlardan beri onlar için deha diye bir şey uydurulmuş olması kolayca anlaşılıyor. Savaştaki başarı onların eseri değildir çünkü zafer ya da mağlubiyet, ilk saflarda bulunan ve ilk olarak “Hurra!” ya da “Mahvolduk!” diye bağıran askere bağlıdır aslında ve yararlı olmaya kesinlikle inanarak ancak saflarda hizmet edilebilir.
Tartışmaları dinlerken işte böyle düşüncelere dalıp gitmişti Prens Andrey ve toplantı dağılırken Paulucci seslendiğinde kendini toparladı.
Ertesi gün resmigeçitte İmparator, Prens Andrey’e nereye atanmak istediğini sordu ve Prens, Majestelerine bağlı olmak yerine orduda hizmet etmek iznini isteyince saray mensuplarının gözünde eline geçen büyük şansı geri dönüşü olmayacak bir şekilde kaybetmiş oldu.