Kitabı oku: «Savaş ve Barış II. Cilt», sayfa 5
XII
Seferin başlamasından önce Rostof, anne babasından bir mektup almıştı. Mektupta, Nataşa’nın hasta olduğu ve Prens Andrey ile nişanının bozulduğu (Nataşa istemediği için böyle olduğu ileri sürülüyordu.) kısaca belirtildikten sonra, istifa etmesi ve eve dönmesi bir kere daha isteniyordu. Nikolay mektubu alınca istifa etmek şöyle dursun, izin bile istemeyi düşünmedi. Nataşa’nın hastalığına ve nişanın bozulmasına üzüldüğünü, isteklerini yerine getirmek için elinden geleni yapacağını yazdı. Sonya’ya da ayrı bir mektup gönderdi.
Ruhumun tapındığı sevgi… diyordu mektubunda. Yalnızca onurum, eve gelmemi engelliyor. Seferin başlayacağı şu sırada, mutluluğumu ödevime, aşkımı yurduma tercih etseydim; yalnızca bütün arkadaşlarımın değil, kendi gözümde de onursuz bir kimse olacaktım. Ama son ayrılığımız olacak bu. Bil ki savaştan sonra hâlâ yaşıyor ve senin tarafından seviliyorsam her şeyi bırakıp seni, ateşli bağrımda artık ayrılmamacasına sıkmak için oraya koşacağım.
Gerçekten de yalnızca savaşın başlamak üzere olması Rostof’u verdiği söz gereği geri gelip Sonya ile evlenmekten alıkoymuştu. Otradnoye’de avlarla geçen güz, kış mevsiminin Noel eğlenceleri ve Sonya’nın aşkı; sakin hazlarla ve kış hayatının tatlarıyla dolu ve daha önce bilmediği ama şimdi büyüsüne kapıldığı bir dünya açmıştı ona. Kusursuz bir eş, çocuklar, bir yığın av köpeği, on on iki çift rüzgâr gibi koşan tazı, toprakların yönetimi, komşular, belki de soyluların oyuyla yükleneceğim görevler… diye düşünüyordu. Ama savaş başlıyordu şimdi ve alayında kalmak zorundaydı. Ve böyle olduğu için de Nikolay Rostof, yaradılışı dolayısıyla, alaydaki hayatından daha az hoşnut değildi ve bu hayatı zevkli hâle getirmeyi bilmişti.
İzinden gelince arkadaşları tarafından sevinçle karşılanan Nikolay, at tedarikiyle görevlendirilmiş ve Ukrayna’dan, kendisinin çok beğendiği ve komutanlarının kutlamalarına neden olan çok güzel atlar getirmişti. Bu arada yüzbaşılığa yükseltilmiş ve alay savaş durumuna getirilip mevcudu takviye edilince eski bölüğü yine kendisine verilmişti.
Savaş başlayınca alay, Polonya’ya yöneldi; aylıklar iki katına yükseldi; yeni subaylar, yeni askerler, atlar geldi. Özellikle savaşın başlangıcında görülen neşe, her yanı kapladı ve alay içindeki durumunun avantajlarını bilen Rostof; er geç ayrılacağını bildiği hâlde askerliğin zevklerine ve ödevlerine bütün benliğiyle verdi kendini.
Birlikler, çeşitli siyasal ve taktiksel nedenlerden ötürü Vilno’dan çekilmişlerdi. Çekilmenin her adımına, karargâhta; çıkarların, iddiaların, tutkuların karmakarışık çatışmaları eşlik ediyordu. Ama yazın ortasında bol erzakla gerçekleştirilen bu çekilme, Pavlograd hafif süvarileri için kolay ve tatlı bir işti. Korku, endişe ve entrikaya yalnızca genel karargâhta rastlanıyordu; orduda ise nereye ve niçin gidildiği bile sorulmuyordu. Geri çekilme, alışılmış bir yerden uzaklaşmaya ya da güzel bir Polonyalı kızdan ayrılmaya neden olduğu için esefle karşılanıyordu. İşlerin kötü gittiği düşünülecek olsa bile, iyi bir asker olarak neşe hiçbir zaman kaybolmuyor; genel durum üzerinde durulmuyor ve hemen yapılması gereken işle ilgileniliyordu. Başlangıçta, Polonyalı çiftlik sahipleriyle ahbaplık ederek resmigeçide hazırlanarak ve Çar ya da yüksek komutanlar tarafından teftiş edilerek Vilno kıyılarında tatlı bir zaman geçirmişlerdi. Daha sonra Sventsyanı’ya çekilme ve taşınamayacak erzakı yok etme emri geldi. Sventsyanı, bütün orduda sarhoşluk ordugâhı diye ün saldığından ve ayrıca, çevreden erzak toplamak emri bahanesiyle at, araba ve Polonyalı toprak sahiplerinden halılar toplandığı ve bu yüzden birliklerden çok yakınıldığı için unutulamayan bir yerdi. Rostof, Sventsyanı’yı, buraya ilk geldiği gün bölük eminini değiştirdiği ve kendisinin haberi olmadan beş fıçı eski birayı götüren zilzurna sarhoş olmuş bütün bir bölüğün hakkından gelemediği için hatırladı. Sventsyanı’dan çekile çekile Drissa’ya kadar geldiler. Sonra, Drissa’dan da çekildiler ve Rus sınırlarına yaklaştılar.
13 Temmuz’da Pavlograd hafif süvarileri, ilk olarak ciddi bir durumla karşılaştılar.
12 Temmuz gecesi, harekâttan önce şiddetli bir fırtına patladı; yağmur ve dolu yağdı. 1812 yaz mevsimi, genellikle fırtınalarla başlamıştı.
İki Pavlograd Süvari Bölüğü, büyükbaş hayvanların ve atların çiğneyip ezdikleri başaklanmış bir çavdar tarlasında açık ordugâh kurmuştu. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu ve Rostof, himayesine aldığı Genç Subay İlin yanında olduğu hâlde, aceleyle kurulmuş bir barakadaydı. Kurmaylıktan dönerken yağmura tutulmuş sarkık bıyıklı bir subay, Rostof’un yanına geldi.
“Kurmaylıktan geliyorum Kont. Rayevski’nin kahramanlığını duydunuz mu?” dedi.
Ardından Saltanovka çarpışmasının ayrıntılarını anlatmaya koyuldu.
Rostof; içine yağmur damlaları sızan boynunu kısmış piposunu içiyor, söylenenleri ilgisizlikle dinliyor ve arada bir yanında oturan Genç Subay İlin’e bakıyordu. On altı yaşındaki bu Subay, alaya yeni gelmişti ve Nikolay’a olan ilgisi, yedi yıl önce Nikolay’ın Denisof’a olan ilgisinden farksızdı. İlin her şeyde onu taklit etmeye çalışıyordu ve ona sanki bir kadın gibi vurgundu.
Uzun bıyıklı Subay Zdrjinski, Saltanof Bendi’nin Rusların Termopil’i durumuna geldiğini ve bu bentte General Rayevski’nin Antik Çağ’a yaraşır göz kamaştırıcı bir başarıyı nasıl gerçekleştirdiğini üzerine basa basa anlatıyordu. General, iki oğluyla korkunç bir ateş altında bentte ilerlemiş ve onlarla birlikte saldırıya kalkmıştı. Rostof bu öyküyü dinlerken Zdrjinski’nin coşkusunu paylaşmak için bir şey söylemiyordu ve ters bir şey söylemek de istemiyordu. Anlatılanlardan utanç duymuş gibi görünüyordu. Savaş olayları anlatılırken kendisinin de yaptığı gibi insanların her zaman yalan söylediklerini, Austerlitz’den ve 1807 savaşlarından bu yana kişisel tecrübelerinden biliyordu Rostof. Ayrıca savaşta her şeyin, hayal edildiği ve anlatıldığından bambaşka bir şekilde olup bittiğini bilecek kadar da tecrübesi vardı. Bundan ötürü her zamanki gibi karşısındakinin burnunun dibine sokulup konuşan ve bu daracık barakada onları rahatsız eden koca bıyıklı Zdrjinski de öyküsü de Rostof’un hoşuna gitmemişti. Rostof bir şey demeden bakıyordu ona.
Önce saldırılan bent üzerinde korkunç bir kargaşa vardı şüphesiz ve Rayevski oğullarıyla ileri atılmış bile olsa bu davranış ancak en yakınındaki beş on kişi üzerinde etkili olabilirdi. Ötekiler nasıl ve kiminle ileri atıldığını görmezlerdi. Görselerdi bile, coşkuya kapılmazlardı. Çünkü kendi canlarını kurtarmak söz konusuyken Rayevski’nin şefkatli babalık duyguları onlar için ne anlam taşıyabilirdi ki? Sonra bize öğrettiklerine göre Termopil’de olduğu gibi yurdumuzun alın yazısı, Saltanof Bendi’nin alınıp alınmamasına bağlı değildi. Öyleyse neye yarardı böyle bir fedakârlık? Sonra çocukları savaşa bulaştırmak niye? Değil kardeşim Petya’yı, yabancım olan şu efendi çocuğu, İlin’i, bile karıştırmak istemezdim savaşa; güvenlik içinde olacağı bir yere gönderirdim onu… diye düşünüyordu Rostof, Zdrjinski’yi dinlerken.
Ama düşüncelerini açıklamıyordu, bu konuda çok tecrübesi vardı. Bu öykünün, silahlı birliklerimizin onurunu yükselteceğini ve bundan ötürü ona inanıyormuş gibi görünmek gerektiğini biliyordu. Yaptığı da buydu.
Zdrjinski’nin sözlerinin Rostof’un hoşuna gitmediğini fark eden İlin, “Dayanılacak gibi değil…” dedi. “Çoraplar da gömlek de üstümde ne varsa sırılsıklam. Sığınacak bir yer arayayım. Daha az yağıyor galiba.”
İlin çıktı ve Zdrjinski de yola koyuldu.
Beş dakika geçmemişti ki ayaklarını çamurda şaplatarak İlin barakaya koştu.
“Hurra! Hemen gel Rostof. Buldum! İki yüz adım ötede bir han var, bizimkiler yerleşmişler bile. Hiç olmazsa üstümüzü kuruturuz, Mariya Genrihovna da orada.”
Mariya Genrihovna, alay doktorunun karısıydı. Doktor, bu genç ve güzel Alman kadınıyla Polonya’da evlenmişti. Başka bir çaresi olmadığı ya da evliliğinin başlarında genç karısından ayrılmak istemediği için alayla birlikte gittiği her yere onu da götürüyordu ve kıskançlığı, hafif süvari subaylarının her zamanki şaka ve alaylarının konusu oluyordu.
Rostof pelerinini sırtına attı, eşyalarını alıp arkalarından gelmesi için Lavruşka’ya seslendi ve İlin’le birlikte çamurlarda kayarak, sulara batıp çıkarak hafifleyen yağmur altında, kimi zaman uzaklarda çakan şimşeklerle yırtılan gecenin karanlığında yola koyuldu.
“Rostof, neredesin?”
“Buradayım. Amma şimşek ha!” diye konuşuyorlardı.
XIII
Önünde doktorun kibitkası44 duran handa beş altı subay vardı. Sarışın ve tombulca bir Alman kadını olan Mariya Genrihovna; sırtında bir entari, başında gece başlığıyla geniş bir kanapenin üzerinde baş köşeye kurulmuştu. Doktor kocası da arkasında uyuyordu. Rostof ve İlin, kahkahalar ve neşeli bağırışlarla karşılanarak içeri girdiler.
“Bak hele! Çok eğleniyorsunuz galiba…” dedi Rostof gülerek.
“Ya siz nerelerdeydiniz?”
“Şunlara bak. Sırılsıklam olmuşlar. Bizim salonu suya boğmayın!”
“Mariya Genrihovna’nın elbiselerini kirletmeyin!” diyen sesler duyuldu.
Rostof ve İlin, Mariya Genrihovna’yı utandırmadan elbiselerini değiştirebilecekleri bir yer bulmaya çalıştılar. Bölmenin arkasındaki dipteki yere geçmek istediler. Ama boş bir sandığın üzerindeki, bir tek mumun ışığında kart oynayarak burasını tamamen doldurmuş olan üç subay, yerlerini onlara vermek istemedi. Mariya Genrihovna, perde yerine kullanılmak üzere bir etekliğini onlara ödünç verdi ve bu perde arkasında Rostof’la İlin, eşyaları getirmiş olan Lavruşka’nın da yardımıyla ıslak elbiselerini çıkarıp kurularını giydiler.
Kırık dökük bir sobada ateş yakıldı. Bulunan bir tahta, iki eyerin üzerine yerleştirildi ve üzerine bir çul serildi; bir semaver, bir sandık ve yarım şişe rom bulundu. Mariya Genrihovna’dan, ev sahibeliği yapmasını istediler ve hepsi onun çevresinde toplandılar. Biri küçücük ellerini kurulaması için temiz bir mendil veriyor, öteki ayaklarını rutubetten korumak için süvari ceketini yere seriyor, bir başkası hava cereyanını önlemek için peleriniyle pencereyi kapatıyor, başka biri de uyanmasın diye kocasının yüzünden sinekleri kovuyordu.
Mariya Genrihovna, çekingen ve mutlu bir şekilde gülümseyerek “Bırakın onu…” dedi. “Geceyi uykusuz geçirdi, top patlasa uyanmaz!”
Subay, “Olmaz Mariya Genrihovna, doktora çok iyi bakmalı…” dedi. “Belki o da ayağımı ya da kolumu keseceği zaman şefkatle davranır.”
Yalnız üç bardak vardı ve su çok bulanık olduğu için çayın koyu mu açık mı olduğu belli olmuyordu. Semaver de ancak altı bardaklık su alıyordu. Ama bardağı, kıdem sırasına uygun olarak Mariya Genrihovna’nın kısa tırnaklı ve pek temiz olmayan elinden almak da çok hoştu. O gece, bütün subaylar Mariya Genrihovna’ya gerçekten vurulmuş gibiydiler. Bölmenin arkasında kâğıt oynayan subaylar bile oyunu bırakıp semavere yaklaştılar, genel havaya uydular ve Mariya Genrihovna’ya kur yapmaya başladılar. Böyle seçkin ve terbiyeli gençlerle sımsıkı sarılmış olan Mariya Genrihovna’nın yüzü mutlulukla parlıyordu. Saklamaya çalışmasına ve arkasında uyuyan kocasının her hareketinden korkuyla irkilmesine rağmen belliydi bu.
Bir tek kaşık vardı ve şeker boldu. Ama herkesin çayını karıştırması çok uzun sürdüğü için Mariya Genrihovna’nın sırayla karıştırmasını önerdiler. Rostof bardağını aldı, içine rom koydu ve karıştırmasını rica etti Mariya Genrihovna’dan.
Kendisinin ya da başkalarının söyledikleri çok eğlenceli şeylermiş gibi durmadan gülümseyen Mariya Genrihovna, “Ay! Şekersiz mi içiyorsunuz?” dedi.
“Bana şeker gerekli değil, bardağımı güzel elinizle karıştırmanız yeter…” dedi Rostof.
Mariya Genrihovna, birisinin aşırdığı kaşığı aramaya başladı.
“Küçük parmağınızla karıştırın.” dedi Rostof. “Daha tatlı olur.”
Mariya Genrihovna kızardı. “Ama sıcak!”
İlin; su dolu kovayı aldı, içine biraz rom damlattı ve parmağıyla karıştırmasını Mariya Genrihovna’dan rica etti:
“Bu benim fincanım, parmağınızı sokun, hepsini içeceğim.”
Semaver boşalınca iskambil kâğıtlarını alan Rostof, Mariya Genrihovna ile kral oyunu oynamayı önerdi. Onunla oynamak için kura çektiler. Rostof’un teklifiyle kral olan, Mariya Genrihovna’nın elini öpme hakkını kazanacaktı; sonda kalan da doktor uyanınca ona yeni bir semaver hazırlayacaktı.
“Ya Mariya Genrihovna kral olursa?” diye sordu İlin.
“O bizim kraliçemiz zaten, sözleri yasa sayılır!”
Oyuna başladıkları sırada Mariya Genrihovna’nın arkasından, doktorun karmakarışık yüzü yükseldi birden. Çoktandır uyumuyor ve söylenenleri dinliyordu. Bütün bu sözlerde ve davranışlarda, gülünecek ya da eğlenceli hoş bir yan bulmadığı belliydi. Yüzünde sıkıntı ve bezginlik okunuyordu. Subayları selamlamadı, biraz kasındı ve çıkmak için yol istedi onlardan. Dışarı çıkar çıkmaz bütün subaylar kahkahalarla gülmeye başladılar. Mariya Genrihovna, ağlayacak gibi kıpkırmızı oldu ve bu, subayların gözünde daha da çekici yaptı onu. Geri dönen doktor, karısına (Artık eskisi gibi neşeyle gülümsemiyor ve kocasının söyleyeceklerini bekleyerek korkuyla bakıyordu ona.) yağmurun dindiğini, geceyi geçirmek için kibitkaya gitmek gerektiğini yoksa her şeyi çalıp götüreceklerini söyledi.
“Bir iki emir eri gönderirim doktor, yapmayın…” dedi Rostof.
“Ben nöbet tutarım…” diye atıldı İlin.
“Hayır beyler, siz uykunuzu aldınız ama iki gecedir gözümü kırpmadım ben…” dedi doktor.
Ve asık suratla karısının yanına oturup oyunun sonunu beklemeye başladı.
Yan gözle karısını süzen doktorun somurtkan yüzüne bakan subaylar, daha da neşelendiler ve yeri gelince kahkahalarını koyvermekten alamadılar kendilerini. Doktor, karısını alıp çıkarak onunla kibitkaya yerleşince subaylar, ıslak kaputlarına sarınarak handa yattılar. Ama uzun süre doktorun surat asması, karısının neşesi üzerinde çene çaldılar ya da merdivenlere kadar gidip arabada olup bitenleri anlatarak uyumadılar. Birkaç kere başını örterek uyumak istedi Rostof ama birisi yeniden bir söz attı ortaya, yeniden bir konuşma başladı ve ardından nedensiz, neşeli ve çocukça kahkahalar yeniden yükseldi.
XIV
Bölük emini gelip Ostrovno denilen yere hareket edilmesi emrini getirdiğinde saat sabahın üçüydü ve daha kimse uyumamıştı.
Subaylar çene çalıp neşeyle yeniden gülerek hızla hazırlandılar, bulanık suyla semaveri kaynattılar. Ama Rostof, çayı beklemeden bölüğe gitti. Ortalık ağarmış, yağmur dinmiş, bulutlar dağılmıştı. Hava rutubetliydi ve iyice kurumamış elbiseler üşütüyordu insanı. Handan çıkarken Rostof ile İlin; sabahın alaca karanlığında, doktorun yağmurda parıldayan meşin kaplı kibitkasına göz attılar. Doktorun bacakları meşin perdenin dışına taşmıştı; ortada, bir yastık üzerinde karısının gece başlığı görülüyor, solumaları duyuluyordu.
Rostof, “Çok hoş bir kadın gerçekten…” dedi İlin’e.
“Çok nefis bir kadın!” diye cevap verdi İlin, on altı yaşın büyüklük taslamasıyla.
Yarım saat sonra süvari bölüğü, sıraya dizilmiş yolun üzerinde duruyordu.
“At bin!” komutu duyuldu.
Askerler haç çıkararak atlarına bindiler. Rostof başa geçip “İleri!” komutunu verdi.
Hüsarlar;45 dörtlü sıralar hâlinde, çamurdan duyulan şapırtılı nal sesleri, kılıç şakırtıları ve mırıldanmalar arasında, iki yanında kayın ağaçları bulunan geniş yolda, piyadenin ve topçunun arkasından yola koyuldular.
Rüzgâr, tan yerinde kıpkırmızı kesilmiş darmadağınık laciverdimsi mavi bulutları önüne katmış sürüyordu. Ortalık gittikçe aydınlanıyordu. Yan yollarda her zaman biten o kıvır kıvır, yağmurda iyice ıslanmış otlar; rüzgârda sallanan ve sağa sola saydam damlalar serpen ıslak kayın ağacı dalları iyice görünüyordu şimdi. Askerlerin yüzleri de gittikçe daha belirginleşmişti. Yanlarından ayrılmayan İlin’le birlikte Rostof, yolun kenarındaki çift sıra kayın ağaçları arasında ilerliyordu.
Rostof cephede, alay atına değil de kazak atına biniyordu. Attan çok iyi anlıyordu ve bu işin meraklısıydı. Kısa bir süre önce ak yeleli, sert, iri bir don atı edinmişti. Bu atla herkesi geçiyordu. At büyük bir zevk veriyordu Rostof’a. Yolda ilerlerken atını, doktorun karısını düşünüyor; ağaran günü seyrediyordu. Kendilerini bekleyen tehlike, aklının ucundan bile geçmiyordu.
Savaşa giderken korkardı eskiden, oysa şimdi en hafif bir korku yoktu içinde. Bunun nedeni savaşa alışmış olması (Tehlikeye alışılmaz.) değil, tehlike karşısında kendine hâkim olmasını öğrenmesiydi. Çarpışmaya giderken kendisini en fazla ilgilendirmesi gereken şeyden, bekleyen tehlikeden başka her şeyi düşünme alışkanlığını edinmişti. Bütün çabalarına, kendini korkaklıkla suçlayıp durmasına rağmen ilk zamanlar yapamadığı bu şey; yıllar geçince kendiliğinden oluşmuştu. Ve şimdi dallardan eline gelen yaprakları ara sıra kopararak, kimi zaman ayağıyla atının sağrısına dokunarak içip bitirdiği pipoyu geri dönmeksizin arkasındaki hüsara vererek yanında İlin olduğu hâlde, sanki gezmeye çıkmış gibi kayın ağaçları arasında sakin ve kaygısız ilerliyordu. Sinirli sinirli konuşan İlin’in yüzünü görünce üzülmekten de kendini alamıyordu. Dehşeti ve ölümü beklerken insanın çektiği korkunç azabı kendi tecrübelerinden biliyordu ve buna zamandan başka hiçbir şeyin kâr etmeyeceğinden de şüphesi yoktu.
Güneş, bulutlar arasındaki tertemiz bir boşluğa çıkınca rüzgâr da bu güzel yaz sabahını bozmak istemiyormuş gibi dinmişti. Yağmur damlaları hâlâ damlıyordu ama sağa sola değil, dikine düşüyorlardı toprağa. Güneş ufukta iyice yükseldi ve ince uzun bir bulutun içinde kayboldu. Biraz sonra, bulutun kenarını yırtarak eskisinden daha parlak bir şekilde yeniden göründü. Her şey daha parlak, daha ışıltılıydı şimdi. Ve parlak ışıkla birlikte, sanki ona bir cevap veriyormuşçasına top sesleri duyuldu.
Rostof, kendini toparlayıp ne kadar uzaklıkta ateş edildiğini kestirmeye çalışıyordu ki Kont Osterman-Tolstoy’nun bir yaveri Vitebsk’ten dörtnala çıkageldi ve tırısa kalkılması emrini getirdi.
Süvari bölüğü çabuk ilerlemek için acele eden piyadeyi ve topçuyu geride bıraktı, sırtı aştı, terk edilmiş boş bir köyden geçti, yeniden bir sırta tırmandı. Atlar köpürmeye, askerlerin yüzü kızarmaya başlamıştı.
Tümen komutanının sesi duyuldu:
“Dur! Hizaya gir!”
“Sağa çark, adımla ileri, arş!” komutu yükseldi ileriden.
Hüsarlar, birlikler boyunca ilerleyip sol kanada yöneldiler ve ilk hatta yer alan Uhlanların arkasında durdular. Sağda, piyademizin yoğun hattı göze çarpıyordu ve bunlar yedekleri oluşturuyorlardı. Onların üzerinde tepeden, apaçık ve tertemiz havada, sabahın eğri ve parlak ışıkları altında, tam ufuk hattında toplarımız görülüyordu. İleri hattımız, derede düşmanla savaşa tutuşmuş; mermi yağdırıyordu.
Çoktandır duymadığı bu sesler sanki canlı bir musikiymiş gibi coşturmuştu Rostof’u. “Trap-ta-ta-tap” diye silah sesleri ansızın aralıklı ya da art arda duyuluyordu. Sonra her şey susuyor ve üzerine basılmış kestane fişeklerinin patlaması gibi sesler yeniden işitiliyordu.
Hüsarlar, oldukları yerde bir saat kadar durdular. Bu sefer topçu ateşi başlamıştı. Maiyetiyle süvari bölüğünün arkasından geçen Kont Osterman, durup alay komutanıyla konuştu ve sonra topların olduğu yere yöneldi.
Biraz sonra Uhlanlara verilen komut şuydu:
“Kol hâlinde saldırıya hazır ol!”
Öndeki piyadeler, süvarilerin geçmesi için ikiye ayrılmıştı. Uhlanlar, kargılarının tepesindeki küçük bayrakları dalgalandırarak ilerlediler. Sırtın sağ eteğinde görünen Fransız süvarilerine doğru tırısa kalktılar.
Uhlanlar harekete geçer geçmez topçuları korumak üzere hüsarların tepeye yönelmesi emri verildi. Hüsarlar, Uhlanların yerini alınca ateş hattında boşa gitmiş kurşunlar vızıldayıp ıslık çalarak havada uçuşmaya başladı.
Uzun süredir duymadığı bu sesler, ilk silah seslerinden daha fazla coşturdu Rostof’u. Doğruldu ve tepeden görülen savaş alanına baktı. Yüreği sanki Uhlanların yanındaydı. Uhlanlar Fransız dragonlarına saldırıyorlardı. Duman içinde her şey birbirine karıştı ve beş dakika sonra Uhlanlar; geriye, ilk bulundukları yere değil, daha sola çekildiler. Al atlara binmiş turuncu üniformalı Uhlanların arasında ve yoğun bir kitle hâlinde arkalarında, kır atlara binmiş mavi Fransız dragonları görünüyordu.
XV
Uhlanlarımızı kovalayan mavi üniformalı dragonları keskin avcı gözleriyle ilk görenlerden biri, Rostof olmuştu. Bozguna uğramış Uhlanlar ve onların peşindeki Fransız dragonları gittikçe yaklaşıyorlardı. Tepeden küçücük görünen bu insanların karşılaşmaları, çarpışmaları, kollarını ve kılıçlarını sallamaları seçiliyordu.
Rostof, ilerisinde olup bitenleri bir sürek avında gibi seyrediyordu. O anda, hüsarlarıyla Fransız dragonlarına saldırsa onları dağıtacağını içgüdüsüyle seziyordu. Ama hemen, o anda yapmak gerekiyordu bunu; yoksa gecikmiş olacaktı. Çevresine bir göz attı. Yanındaki yüzbaşı da aşağıdaki süvarilere gözünü dikmişti.
“Andrey Sevastiyaniç…” dedi Rostof. “Şunları darmadağın ederiz, değil mi?”
“Yaman iş olur doğrusu…” dedi yüzbaşı.
Rostof onun sözünü bitirmesini beklemeden atını mahmuzlayıp bölüğün önüne geçti ve gönülleri aynı duygularla dolu askerleri, verdiği emri duyar duymaz hep birlikte arkasından atlarını sürdüler. Rostof, nasıl ve niçin böyle bir davranışta bulunduğunu bilmiyordu. Bütün bunları tıpkı avdaki gibi düşünmeden, ölçüp biçmeden yapmıştı. Dragonların çok yakında olduklarını, dağınık bir hâlde dörtnala geldiklerini görüyordu. Dayanamayacaklarını, bunun anlık bir mesele olduğunu, bu anı kaçırırsa bir daha hiçbir zaman elde edemeyeceğini biliyordu. Kurşunların ıslık sesleri onu öylesine kışkırtıyor, atı ileri atılmak için öylesine sabırsızlanıyordu ki tutamamıştı kendini. Atını mahmuzlayıp haykırarak komut verdi ve aynı anda, arkasından gelen bölüğün nal seslerini duyarak tam tırısa geçip sırttan aşağı dragonlara doğru süzüldü. Sırtın eteğine varınca atlar kendiliğinden dörtnala kalktı. Uhlanlarımıza ve peşlerindeki Fransız dragonlarına yaklaştıkça daha hızlı koşmaya başladılar. Dragonlar çok yakındaydı şimdi. Hüsarları görünce öndekiler geri döndü, arkadakiler de durdu. Rostof, bir kurdun yolunu kesmek için at sürdüğü zamanki aynı duyguyla don atını doludizgin sürüp Fransız dragonlarının dağınık saflarına dümdüz daldı. Bir Uhlan durdu, bir piyade çiğnenmemek için kendini yere attı, binicisiz bir at hüsarların arasına girdi. Hemen hemen bütün Fransız dragonları atlarını geri çevirmişlerdi. Rostof kır ata binmiş birini seçip peşine düştü. Önüne bir funda çıktı, cins atı sıçrayarak aştı engeli ve eyerin üzerinde güçlükle tutunan Rostof, seçmiş olduğu düşmana neredeyse yetiştiğini gördü. Üniformasına bakılırsa subay olması gereken bu Fransız; eyere kapanmış, kılıcıyla vurarak atını dörtnala sürüyordu. Bir an sonra Rostof’un atı, göğsüyle subayın atının arkasına çarptı. Subay neredeyse düşüyordu ve aynı anda Rostof, nedenini bilmeden kılıcını kaldırıp Fransız’a vurdu.
Aynı anda bütün heyecanı uçup gitti. Kolunu, dirseğinin yukarısından hafifçe yaralayan kılıç darbesinden çok, atın sarsılmasından ve korkudan düşmüştü subay. Atını durduran Rostof, kimi tepelediğini görmek için baktı. Fransız subayı, bir ayağı üzengiye takılmış hâlde sekip duruyordu. Her an yeni bir darbe bekliyormuş gibi gözlerini kırpıştırarak, yüzünü korkuyla buruşturarak dehşet içinde yukarıya, Rostof’a bakıyordu. Çukur çeneli, parlak mavi gözlü, sararmış, çamura belenmiş sarışın ve genç yüzü, savaş alanlarına yaraşır bir düşman yüzü değil; uysal bir muhallebi çocuğu yüzüydü. Rostof, ona ne yapacağını kararlaştırmadan subay bağırdı:
“Je me rends!”46
Ayağını üzengiden kurtarmak için boşuna çabalıyor ve korku dolu gözlerle Rostof’a bakıyordu. Koşup gelen hüsarlar, subayı bu durumdan kurtarıp eyere oturttular; şimdi her yanda, dragonlarla çarpışıp duruyorlardı. Dragonlardan biri yaralıydı, yüzü kana bulanmıştı ama atını vermek istemiyordu. Bir başkası, bir hüsara kollarını dolayıp onun atının terkisine yerleşmişti; bir başkası da bir hüsarın yardımıyla atına binmeye çalışıyordu. Fransız piyadeleri önlerinde, ateş ederek kaçıyordu. Hüsarlar, esirleriyle birlikte aceleyle geri döndüler. Rostof; yüreğinde tatsız bir duygu, bir çeşit acıyla, ötekilerle birlikte dörtnala geri döndü. Bu Fransız subayını esir etmesi ve vurduğu kılıç darbesi sonucunda ne olduğunu açıkça anlayamadığı belirsiz ve karışık bir şey kaplamıştı benliğini.
Kont Osterman-Tolstoy, geri dönen hüsarları karşılamaya geldi; Rostof’u kutladı, yiğitliğini İmparator’a bildireceğini ve ona “Georgiy Haçı” verilmesini rica edeceğini söyledi. Kont Osterman’ın yanına çağırıldığı zaman, saldırıya emir verilmeden giriştiği ve disiplini bozduğu için mutlaka cezalandırılacağını düşünüyordu Rostof. Bundan ötürü, Osterman’ın övgüleri ve bir ödül alacağı konusunda verdiği sözün, onun için tatlı bir sürpriz olması gerekirdi. Ama o belli belirsiz ruhi bunalım, Rostof’un yakasını yine de bırakmamıştı. General’in yanından ayrılırken; Peki, içimi kemiren kaygı ne? diye soruyordu kendine. İlin mi? Hayır, sapasağlam o. Kötü bir hareket yapmış olmam mı? Hayır! Hiçbiri değil. Pişmanlık gibi bir şey azap veriyordu ona. Evet evet, çukur çeneli Fransız subayı bunun nedeni! Kaldırdığım zaman kolumun, nasıl bir an durduğunu hatırlıyorum.
Rostof esirlerin götürüldüğünü görünce çukur çeneli Fransız’a bakmak için atını hızla sürdü. Sırtında acayip üniforması, güçlü bir hüsar atının üzerinde çevresine kaygıyla bakınıyordu Fransız. Kolundaki kılıç yarasına, yara denemezdi pek. Sıkıntıyla gülümsedi Rostof’a ve elini sallayarak selamladı onu. Rostof, hâlâ tedirginlik ve belirsiz bir pişmanlık duyuyordu.
O gün ve ertesi gün, dostları ve arkadaşları, Rostof’un sıkıntılı ve öfkeli olmasa da sessiz, dalgın ve düşünceli olduğunu gördüler. Tat almadan içiyor, yalnız kalmaya çalışıyor ve bir şeyler düşünüyordu.
Rostof, Georgiy nişanını kazanmasını sağlayan (Buna şaşmıştı.) ve bir kahraman olarak ün kazanmasına yol açan parlak yiğitlik başarısını düşünüyor ve hiçbir şey anlamıyordu. Demek ki onlar bizden de fazla korkuyorlar… diyordu kendi kendine. Öyleyse kahramanlık dedikleri bu mu? Ben bunu vatan için mi yaptım sanki? Çukur çenesi ve mavi gözleriyle kabahati neydi onun? Ne kadar da korktu! Kendisini öldüreceğimi sandı. Ne diye öldürecektim? Elim titredi. Ve bana Georgiy nişanı verdiler. Anlamıyorum, hiçbir şey anlamıyorum.
Rostof; düşüncelerine açıklık getiremeden bu sorular üzerinde uzun uzadıya dururken talihin çarkı, çoğunlukla olduğu gibi onun yararına dönüyordu. Ostrovno Savaşı’ndan sonra terfi etmiş ve bir hüsar bölüğü komutanlığına getirilmişti. Yiğit bir subay gerektiği zaman, ona görev veriliyordu.