Kitabı oku: «Tarihin Kuyumcusu – Cüceler Nasıl Dev Olur, Devler Nasıl Cüce?», sayfa 2
Küresinliler Hamidiye Alaylarında Görev Aldılar mı?
Küresinliler Van’a yerleşmeden önce Ermeni meselesinden dolayı Hamidiye Alayları kuruluyor. Hamidiye Alaylarının bir benzeri de Nusayrilere karşı kuruluyor. Okuduğum metinlerde Nasranî olarak geçiyor.
1908 sonrası bir şekilde yine II. Abdülhamid’in desteğiyle Gelani, Fizali, Şikak ve Simko’nun aşireti de dâhil olmak üzere orada da Hamidiye Alayları şeklinde bir çalışma yapılıyor.
Hamidiye Alayları dönem dönem kendi bölgelerinde aşiretvâri faaliyetlerde bulunmuşlar. İran bölgesinde bu Gelani, Fizali, Şikak ve Simko’nun aşiretleri Nasturilere karşı kurulan güçlerden yararlanarak bölgede ciddi haksızlıklar yapmışlar. Sizin aileniz de Hamidiye Alayları türü yapılanmalarda görev alıyor mu?
II. Abdülhamid’in kurduğu Hamidiye Alaylarının mensupları Van’ın muhtelif yerlerinde faaliyet gösterirlermiş.
II. Abdülhamid’in bir usulü vardı; Hamidiye Alaylarını teşkil ederken oradaki aşiretlerin nüfuslarına göre aşiretlerin ağalarına birer rütbe veriyordu. Mesela bizim Saray ve Özalp bölgesinin Osman adında bir ağası vardı. Osman Ağa’ya binbaşı rütbesi vermişlerdi. Ondan sonra Patnoslu Kör Hüseyin’e paşa ünvanı verdiler. Bakın bunların sayısı yüz binden fazla olduğu için onlara paşa unvanı veriliyordu.
Adilcevaz’da Medeni Paşa, Hakkâri’de Kerem Ağa, Başkale’de Mahmut Ağa var. Bunlar II. Abdülhamid’in kurduğu teşkilatta bakiyeleri olan kişiler. Fakat Cumhuriyet hükûmeti kurulduktan sonra, bunları birbirine düşürdü ve bunlar kıyasıya savaşa tutuştular.
Çok partili hayata geçtiğimizde Demokrat Parti Başkaleli Mahmut Ağa’yı destekledi. Halk Partisi de Kerem Ağa’yı destekledi. Şimdi Kerem Ağa ile Mahmut Ağa senenin birinde birbirleriyle kavga ederek karşılıklı 80 tane adamlarını öldürdüler. Ondan sonra Kör Hüseyin Paşa ile Medeni Paşa da birbirleriyle kavga ediyorlardı. Aralarında husumet vardı; birbirlerinden gizli adam öldürüyorlardı. Nitekim Medeni Paşa öyle öldürüldü ve bu Medeni Paşa’nın adamları Kör Hüseyin Paşa’nın ileri gelen adamlarına suikast düzenleyip öldürdüler. Dolayısıyla biz Küresinliler tamamen bunların dışındaydık.
Said Nursi de Hamidiye Alaylarının bir ferdiydi. Said Nursi ve onun gibi molla çevrelerinde de Hamidiye alaylarının mensupları vardı. Said Nursi’nin arkadaşlarından Molla Resul, Molla Yusuf da din adamlarıydı. İçlerinde Yüksekovalı Şeyh Taha adında çok nüfuzlu bir şahıs vardı. Manevi nüfuzunu bizim o bölgelere kadar kullanırdı.
Bu Şeyh Taha, Hamidiye Alaylarının bir nevi mürşidiydi. Hatta Şeyh Taha kızını da İsmail Ağa’ya vermiş. Dolayısıyla bu yönüyle de İsmail Ağa biraz Hamidiye alaylarına bağlıydı. Bu tür olaylar cereyan ettiği dönemlerde Kürtler ve Sünniler tamamen bunların dışında kaldılar. Yalnız İran’dan göçtükleri zaman, söz gelimi, bir dönemde benim anne tarafım az önce adını söylediğim Osman Ağa’nın himayesine girmişler. Sonra Osman Ağa da bunları sevmemiş olmalı ki onları Satmanis’te ağırlamış.
Küresinliler ile Kürtlerin Arasında Sorun Var mıydı?
Yerli halk gelenleri nasıl karşılıyor? Gelenlerin dindarlık seviyeleri, orada yaşayanlarla uyuşuyor mu? Örfleri, ananeleri dışlanıyor mu?
Küresinliler göç ettiklerinde, bölgedeki Kürtler bunları hoş karşılamamış. Zaman zaman aralarında kavgalar da çıkmış. Nitekim bu durum Saray’da da oldu. Saray’a Kürt ailelerden de gelip yerleşenler oldu. Dolayısıyla Saray’da biri Küresinli, biri Kürt olmak üzere iki mahalle vardı.
Ayrı ayrı mahallelerde oturan Kürtler ve Küresinliler senenin birinde birbirlerine girdiler; iki taraftan da insanlar öldü.
Van’da Buriki Aşireti var. Bu aşiret Kafkasya’dan göç edip Van’a yerleşmiştir. Bunların başı da Kinyas Kartal’dı. Kinyas Ağa derlerdi. Kendisi Kiev’de tahsil görmüş. Rusya’da yüzbaşı iken Bolşevik İhtilali sonrasında karısı ile birlikte kaçıp Türkiye’ye gelmiş.
Burukililer Küresinlileri pek sevmezler. Hatta Küresinliler biraz da Buruki Aşiretinden korkarlar. Onların şerrinden korunmak için birbirleriyle daha sıkı dayanışıyorlardı.
Erciş gölü kıyısında Karagündüz diye bir köy var; onlar da bizim akrabalarımızdır. O bölgede de Burukililer yoğunluktaydı. Burukinliler insanlara göz açtırmazdı.
Bugün hâlâ Van bölgesinde Kürtler, Küresinlileri sevmezler. Ama devlet himaye ettiği için Küresinlilerin bu bölgede barınmaları mümkün oldu. Fakat sonraki yıllarda büyük ölçüde bölgeden göçtüler. Mesela benim kardeşlerim Çanakkale’ye göç etmiştir.
Aileniz ne işle uğraşıyordu?
Biz Saray’a yerleşince devlet 100 dönüm tarla vermiş. Ermenilerden kalan tarlaları vermişler. Her aileye 100 dönüm arazi vermişler. Bir de hayvancılık yapmaları için her aileye çayır vermişler. Aileler ziraatla uğraşıyorlar. Fakat Saray’a gelince kaymakam babamı yanına müstahdem olarak almış. O da kaymakamın odacısı olmuş.
Amcam Abdullah milis olmuş. Milislere silah da veriyorlardı. Yörede o hudut işlerini milislere gördürüyorlardı. Benim amcam da milis olmuş, tabii milis olunca devlet belli şahısları gözüne kestiriyor; milise mesela 200 lira verip “Git Zeynel Ağayı öldür gel.” diyor. O da gidiyor, Noşar Köyü’nde Zeynel Ağa’yı ve adamlarını öldürüp geliyor. Bu şekilde hayatını sürdürüyordu. Nitekim sonradan kendisi de o yolda öldü.
Bir defasında gitti Dünyamalı diye bilinen bir kişinin önünü kesip öldürdü. Dünyamalı’nın adamları da onu öldürdüler.
O dönemde yeni harfleri bilen adam yokmuş. Kaymakam babama yeni harfleri öğretmiş. Babam yeni harfleri öğrenip memur olmuş. Harf inkılabının yapıldığı 1928-30’lu yıllar. Babam Latin harflerini öğrenince, ona makbuz kesmeyi öğretmiş ve sonra belediye zabıta memurluğu vermiş. Babam işi biraz daha ilerletince maliye tahsildarı olmuş.
O sıralarda herkes tahsildarlık yapamıyormuş. Çünkü tahsildarlar köylere gidiyorlar, köylülerden vergi topluyorlar. Tehlikeli iş. Şehre dönerken yolunu kesip tahsildarı öldürüyorlar, parayı alıp kaçıyorlar. Bizim orada böyle birçok tahsildar vardı, adam öldürdüler, devletin parasını da alıp kaçtılar. Babam silah kullanmada maharetli, biraz da korkusuz bir adamdı. Abisinden kendisine intikal eden bir yiğitliği vardı; dolayısıyla, gider köylerden para toplar, getirir devletin kasasına teslim ederdi.
Babanız nerede evlenmiş?
Babam İran’dan geldiğinde, annemin tarafı da İran’dan gelip Saray’a yerleşmiş. Babam ve annem 1932 ya da 1933 yılında orada yani Saray’da evleniyorlar. Tabii az önce amcamın öldürüldüğünü söyledim. Amcamın ölümünden sonra 4 çocuğu ve iki karısı ortada kalıyor. Babam hepsini himayesi altına alıyor. Aslında babamın himayesine almasına da gerek yok. Çünkü zaten onların evinde yaşıyormuş. Genç delikanlı imiş.
Babam daha evlenmeden iki yengesi, bir yetişmiş kızı ile birlikte yaşıyor. Bunların yanına bir de annem gelmiş. Düşünün; bir evde dört kadın var. İkisi yenge, biri yeğen, bir de annemi getirmiş.
Hâlbuki amcamın hanımlarının babamı evlerine sokmamaları lazımdı. İslamî kaide böyledir. Hiç kimse babamı ikaz etmemiş. Bir evin içinde bir odada yaşıyorlarmış. Genişçe bir evmiş. Araya çuvalları çekip ayrı bölüm yapmışlar. Sağlıksız ortamda yaşıyorlarmış. Yani olacak şey değil.
Bunun kültürle bir alakası var mı? Yoksa yoklukla mı ilgili?
Herhâlde yokluk. Biraz da babamın abisinin malına konmak, abisinin malını elden çıkarmamak için yaptığını düşünüyorum. Yetimlerin malını gasbetti.
Anadolu köylerinde de vardır bu usul. Biri askerden gelmediğinde onun hanımını hemen küçük çocukla evlendirerek aileye dışarıdan birisini katmamış olurlar. Evdeki mallara da bir şekilde sahip çıkmış olurlar.
Amcam öldürüldüğünde babam annemle nişanlıymış. Annem tarafı kızlarını vermek istememişler. “İki tane genç yengesi var. Onlarla evlenebilir.” demişler. Babam annemin tarafını “Sizleri kurşun yağmuruna tutacağım.” diye tehdit etmiş. Annemin babası mecbur kalmış, vermiş.
Hocam, Küresinliler dindar insanlar mıydı?
Küresinlilerin dindarlıkları çok zayıftır. Çünkü Küresinlilerin arasında din adamı yoktur. Bakın, bugün dahi İran’da 80 tane köyümüz var ve o köylerin hiçbirinde din adamı yoktur.
Bunun bir sebebi var mı? Mesela Şiiliğe karşı bir tepki olabilir mi?
Bizimkilerin Şiiliğe karşı bir kinleri var. Ama Şiiliğe karşı kendilerini savunabilecek bilgileri yoktur. Küresinliler İran’da hâlâ öyledir. Hatta din adamı yetiştirmek gibi bir endişeleri de olmamış. Ben bugüne kadar Küresinli olup da din adamı olan birini görmedim. Küresinlilerin içinde ilahiyat okuyup dinî eğitim alan ilk kişi benim.
Şii-Sünni Ayrımı Toplumsal Hayata Yansıyor muydu?
Küresinlilerin ticari hayatta, politikada, dinî sahada meşhurları var mı?
Şimdi İran’da kalan Küresinlilerin aralarında okumuşu hemen hemen hiç yok. Zaten İran’ın rejimi itibariyle de okumalarına pek imkân sağlanmış değil. Okuyamıyorlar. İran’daki Sünni çocuklar polis, asker olabilecekleri kritik mekteplerde okumazlardı. Dolayısıyla bunların o köy içerisinde kalmaları sağlanmaya çalışılırdı.
Bizim zamanımızda da İranlılar sürekli olarak o bölgenin halkını Şiileştirmek için birtakım propagandanistler göndermişlerdir. Özellikle âşıklar gelmiş. Âşıklar gelip Şiiliği, imamları övücü kasideler söylerler ve bizim yörenin insanlarını, bizim Küresinlileri Şiileştirmeye çalışırlarmış.
Bizim yörede Kotur Vadisi var. Vadi boyunca köyler var. O köylerin halkı Moğol imişler. Ben sonradan Moğolları tanıdıktan sonra onların Moğol kökenli olduklarını keşfettim.
O köylerin adı Moğolcadır. Mesela “Kotur” sarp, dik demek. Bizim Gazan Mahmut Han’ın vezirinin adı Kotur’dur. Kotur Kalesini de o yapmış. Kotur’un hemen yanı başında Eretil diye bir köy var. Bu da Moğolca. Eretil, erler yeri demektir. Oralı olan insanların adları da Moğolca’dır.
Moğollar bir yere hâkim oldukları zaman geçit yerlerini kapatıyormuş. Nitekim Anadolu’da da bunu görüyoruz. Çukurova’dan Gülek Boğazına açılan Moğol yerleşim yerleri var. Ulukışla onlardan birisidir. Ulukışla Moğolcadır. Ulu da, kışla da Moğolcadan Türkçeye girmiş.
Ondan sonra Göksu Vadisi var; o da bir geçittir. Göksu Vadisinde Sertavul Geçidi var; Moğolca. Hiç değişmemiş kelime. Mut kelimesi de Moğolca’dır. Mû bir kabiledir. Sondaki “t “ çoğul demektir, Mûlar demektir. Bunun gibi daha birçok kelime oralarda yerleşmiş.
İşte bizim orada da Kotur Deresi var. Kotur Deresi’nin köyleri Türkiye’ye geçiş yeridir. O köylere de Moğollar yerleştirilmiş. İsimleri, töreleri ile Moğol kültürü hâlen yaşıyor orada.
Küresinlilerde kadınlar ile erkekler arasında dindarlık ölçüsü farklı mı? Mesela kadınlar erkeklerden daha fazla dindar olabilirler mi?
Yok! Öyle bir ayrımı hiç görmedim. Yani erkekler de kadınlar da aynı derecede. Dine karşı biraz lakaytlik var. Yalnız, yaşlı nineler Müslüman görünümünde olurlardı.
Bir anneannem vardı (Allah rahmet eylesin). Biraz dindarlık taslardı. Yaşlandığında namaz kılışını görürdük. Kendine mahsus bir namaz kılış şekli vardı, hoşumuza giderdi.
Bir de benden bir-iki yaş büyük ağabeyim vardı, ben delikanlıyken öldü. Ağabeyimle birlikte anneannemizi zevkle seyrederdik. Fakat dayılarımda hiç dindarlık yoktu. Hatta son dönemler hep Halk Partili olurlardı ve hatta dayım tarafından bazı kişilerin MİT’e çok hizmet ettiklerini müşahede ettim. MİT’çiydiler. Mesela Bekir dayım ve diğer dayım MİT’çiydi. Polislerle içli dışlıydılar.
Küresinli Aşiretinde kadın daha özgür gibi. Oysa İran ve Türkiye’de kadın biraz daha geridedir. Ama sizin anlattığınız bu tabloda sanki kadın hayatın merkezinde gibi.
Evet, hayatla iç içe. Aralarında kaç-göç yoktur. Sonra kadınlar at biniciliği de yaparlardı. Hiç unutmuyorum, annem beni terkisine alırdı. Atıyla bir köyden başka köye giderdik. Atı da çok hızlı sürmekten hoşlanırdı.
Ailenin kaçıncı çocuğusunuz? Kaç kardeşsiniz?
Babamın ilk çocuğu olan abim 1937 doğumluydu, 19 yaşındayken romatizmadan öldü. Ben ailenin ikinci çocuğuyum.
Annem bir gece rahatsızlandı. Doktora yetiştirilemedi.
Annem iki gün kıvrandı. Meğer mide kanaması geçiriyormuş vefat etti. Sonradan mide kanaması geçirdiğini öğrendik.
Fevzi Çakmak Köye Neden Okul Yaptırdı?
Köyünüzde ilkokul var mıydı?
Halkı Türk olduğu için Saray’da ilkokul vardı. O dönemde Fevzi Çakmak’ın bir genelgesi “Sekenesi Kürt olan köylere okul yapılmaması” şeklindeydi. Dolayısıyla bizim Saray bundan muaf idi. Çünkü hem ilçe idi hem de halkı bir ölçüde Türk idi.
Küçükken köyümüzde bir “Kur’ân Kursu” vardı. Benden dört-beş yaş büyük olan dayım da o kursa gidiyordu. Annem beni de dayımın yanına koştu, hatta bir tane de defter verdi. Ben de dayımla birlikte kursa gittim. Öyle hatırlıyorum ki bir hafta, on gün kursa devam ettim. Fakat bir gün kurstayken birdenbire orayı polisler bastı. Kurs dediğim yer böyle bodrum gibi bir yerdi. Tabanına ot serilmişti. Otların üstünde oturarak okurduk. Kursu basan polisler tahminen 18-20 kişi vardı. Hepimizi hükûmet binası diye bir yere getirip babalarımızı çağırdılar. Bizleri babalarımıza teslim ettiler. “Bunları kursa değil okula kaydedeceksiniz.” diye tembihlediler. İşte o sene ben de okula kaydoldum. Okula kaydoluşum o baskından sonraki günlere denk geliyor.
İlkokul birinci sınıfı okumadan ikinci sınıfa geçtim. Birinci sınıfı hiç okumadım. Beni kuzu gütmeye gönderirlerdi. Fakat bir sene sonra babama, “Senin oğlun var, sen niye oğlunu okula göndermedin?” diye kızmışlar.
Babam da “Artık oğlum büyüdü, ikinci sınıfta okuyacak değil. Onu biraz yüksek sınıflara kaydedin ve okusun.” demiş. O zaman öğretmen de beni üçüncü sınıfa kaydetmiş. İkinci sınıf okumadan üçüncü sınıfta tekrar tahsile başladım. Yöremizde başka okul yoktu. Sadece Van’da vardı. Van da bize çok uzak, gidip okuyabilecek imkânımız da yoktu. Üç sene açıkta kaldım, hiç okumadım.
Bu arada aileye tarla işlerinde yardım ediyordunuz.
Köy işlerinde çalışıyordum. O işleri yapmayı çok severdim. Ot biçerdim, buğday biçerdim, arpa biçerdim. Onları harman edip kaldırmak hepsi benim işlerimdi.
Edebiyatla Nasıl Tanıştı?
Siz o yaşlardayken Küresinliler dışında Saray’da mukim olan insanlardan, arkadaşlarınızdan bu arkadaşın babası dindar, camiye gidiyor, bizim aile gibi değil dediğiniz; etkilendiğiniz; özü sözü bir, Allah’ı, kitabı biliyor dediğiniz arkadaşlar, aileler var mıydı?
Bizim Saray’da lakabı Yekkoş olan Abdülkadir Efendi adında bir müftü vardı. Yekkoş, tek kulaklı demektir. Adamın anadan doğma bir kulağı yoktu. Onun için birisi ile konuştuğu zaman kulağı olan tarafı çevirirdi ve iyi dinlerdi. İyi bir âlim ve şairdi. Farsça, Kürtçe, Türkçe şiirler yazabilen bir adamdı. Şimdi onun şiirleri oğlunun elindedir; hâlâ yayımlamadı.
O zatın Saray’da manevi bir otoritesi vardı. Böyle ailelerde dinî meseleleri soruşturdukları zaman gider ona danışırlardı. Aynı zamanda camilerde vaaz ederdi.
Ben küçükken ilkokul 4. ya da 5. sınıfta cuma namazlarına gitmeye başladım. Bir grup arkadaşımızla birlikte cuma namazlarına giderdik. Küresinli ailesinden olan İsmail Emmi diye birisi vardı. O aile kızını bir mollaya vermiş, o molla da gelir sürekli onların evinde kalırdı ve o ailenin fertlerine din öğretirdi. O molla dediğim adam Fakı Tahir diye bilinirdi. Fakı Tahir tahsilini Tebriz’de yapmış, Tebriz Sanat Meslek Lisesinden mezundu. Çok güzel yazı yazar ve güzel Farsça bilirdi. İşte o ailenin fertlerine, yani kayınbiraderlerine dersler verirdi. Fakı Tahir’in kayınbiraderlerinden biri de benim sınıf arkadaşımdı. Ben de bu vesileyle o hoca efendiyi tanıdım ve derslerine devam ettim. En azından kayınbiraderine öğrettiğini o da bana öğretirdi, bu şekilde ondan yararlandım.
Bunun dışında böyle dinî bir hava mevcut değildi. Fakat şunu biliyorum, o Yekkoş hayatta olduğu sürece çok uzak yerlerden birileri Yekkoş’tan ders almak için Saray’a gelirlerdi. Mesela Başkale müftüsü geldi, bir ay Saray’da kalıp Yekkoş’tan ders aldı. Yekkoş derslerinde sırf şiir ve şiir usulü öğretir, aruz ilmi okuturdu.
Dinî bir ders değil yani?
Edebiyat öğretirdi, edebiyatı çok iyi bilirdi. Şiir yazma, şiirleri tahlil etme, şiirleri şerh etme gibi bir birikimi vardı. Bu Yekkoş denilen zatın Küfrevi şeyhleriyle teması vardı. Küfreviler bizim Doğu Anadolu’da bir ailedir. Bitlis’te Şeyh Muhammed Nesimuddin Efendi’nin dergâhı vardı. Bu Yekkoş dediğim kişi o dergâha bağlıydı.
Senenin belli zamanlarında Bitlis’e gider, Şeyh Nesimuddin Efendi’den ders alırdı. Bu Şeyh Nesimuddin de Erzurumlu Alvarlı Efe’nin hocasıdır. Dolayısıyla bizim o Yekkoş Bitlis’e gidip geldiği için Alvarlı Efe’yi tanırdı. Hatta bir tane de şiiri vardı, Erzurumlu Efe’ye diye onu metheden bir şiir yazmış. Divanında mevcut.
Bir de tabii bu Nesimuddin Küfrevi Efendi’nin üç oğlu vardı. Cesim Küfrevi, Besim Küfrevi, Kasım Küfrevi.
Kasım Küfrevi Demokrat Partisi milletvekiliydi.
Evet. Bu Yekkoş rahmetli, Demokrat Parti zamanında Kasım Küfrevi’ye mektup yazardı. Kasım Küfrevi’den gelen mektupları da açar ve o az önce söylediğim talebesine okurdu. O mektup bir defa değil, birkaç defada okunurdu.
Kasım Küfrevi de çok güzel inşa bilen bir adamdı. Hatta Cevdet Sunay’ın bir Afganistan seyahati olmuş o zaman tercüman olarak da Kasım Küfrevi’yi götürmüşler. Çok güzel Farsça bilmesi sebebiyle Afganistan’da Kasım Küfrevi’ye büyük bir hayranlık duymuşlar.
Tabii talebelik dönemimde üniversiteye başladığım sıralarda Kasım Küfrevi hayattaydı. Ankara’da onun yanına da birkaç defa gittim.
Kasım Küfrevi’nin abisi olan Cesim Küfrevi de sık sık Van’a gelirdi. Ben lisede talebeyken Cesim Küfrevi gelmiş diye bizim arkadaşlar arasında ona ilgi duyanlar olurdu. Onlarla beraber Cesim Küfrevi’yi nasıl dinleyebiliriz gibilerden. Cesim Küfrevi bir parkta ya da başka bir yerde oturduğu zaman ben de onların arasına katılıp giderdim. Yani bizim dinî çevremiz aşağı yukarı bunlardan ibaretti.
Özalp’e Ortaokulu Kim Yaptırdı?
Burada ortaokul okudunuz mu?
Senenin birinde bizim Özalp’te ilkokul öğretmenleri Adnan Menderes’e bir mektup yazmışlar. Adnan Menderes’ten ilçemizde ortaokul yapılmasını istemişler. Adnan Menderes’in de bu çok hoşuna gitmiş. “Yörenin insanları okul talep ediyorlar diye emir vermiş, buraya okul yapacaksınız.” demiş.
Saray’a mı Özalp’e mi?
Özalp’e. Saray’ı o zaman köy durumuna getirmişlerdi. Saray. 33’ler olayından sonra Fevzi Çakmak Genelkurmay Başkanı, uçakla Saray’a gelmiş. Saray’da bir düzlük yer var, uçak oraya inmiş.
Fevzi Çakmak Saray’a gelince, bakmış karşıda hudut var. “Hudut’a yakın bir ilçe olursa bu tür olaylar eksik olmaz, kazayı buradan kaldırın” diye emir vermiş. Hududa 20 km. içeride Özalp denilen ilçeyi kurdular.
Devletin politikası böyle. Mesela Trakya’da da Edirne’ye devletin pek böyle ciddi yatırımlar yapmadığı söyleniyor.
İran’dan geldiniz; sizin aşiretten kızlar komşunun çocuğunu beğendik veya annesi babası biz bu adamlara kız verebiliriz veya onlardan bir kızı beğendik, onlardan bir kız alalım, onlarla münasebetimiz olsun, akraba olalım geçinelim veya mesela Saray’daki mukimler biz bunlardan kız almayız, gelinimiz olmasın filan mı dediler?
Evet. Saray’a gelen Küresinlile genellikler kendi içlerinde evlenirlerdi. Yani akraba evlilikleri olurdu. Amca çocukları, dayı çocukları gibi böyle evlilikler olurdu. Fakat bizde galiba kız çocuğu sayısı fazla ki Kürtlerden de (çevredeki) Küresinlerden de kız almayı çok makbul bulurlardı. Dolayısıyla benim emsalim olan kız çocuklarının birçokları köylerde Kürtlerle evlendiler, Kürtler onlara çok değer verirlerdi. Bu şekilde evlenmeler olurdu ama dediğim gibi genel olarak kendi içinde evlenmeleri çok olurdu.
Saraylılar Devleti Neden Mahkemeye Verdi?
Ortaokuldan devam edelim.
Saray köy durumuna getirildi. Hatta birkaç sene köy olarak kaldı. Ondan sonra nahiye yaptılar. Daha sonraki dönemlerde nahiyeyi de ortadan kaldırdılar. Saray gene köy durumuna geldi.
Süleyman Demirel 1990’lı yıllarda cumhurbaşkanı olunca bizim köylüler bir dava açıp devleti mahkemeye veriyorlar. Dilekçelerine de şöyle yazıyorlar:
“Bizim 33 tane adamımızı öldürdünüz, ondan sonra bizi de cezalandırdınız, ilçeminizi köy durumuna getirdiniz.”
Demirel, Saray’a telefon ediyor. Telefona Cabbar Emmi çıkıyor. Cabbar, dangul dungul konuşan birisiydi. Demirel onlara açtıkları davayı hatırlatmış. Cabbar Emmi de “He biz bir dava açtık. Hem bizi öldürdünüz hem de bizi köy yaptınız.” demiş. Demirel de “O davanızı kaldırın ben sizi ilçe yaptım.” demiş. Dolayısıyla Saray tekrar ilçe oldu.
Ortaokul Neden Öğrencisiz Kaldı?
Kendisine gönderilen mektuptan memnun kalan Menderes, Özalp’e ortaokul yaptırıyor.
Evet. Ancak açılan ortaokula talebe bulamıyorlar. Bir iki memur çocuğu var talebe olabilecek ama, çevrede başka talebe yok. Babama diyorlar “Senin de ilkokul bitiren bir oğlun var, hele oğlunu ver ortaokula kaydedelim.”
Ben ilkokulu bitireli üç sene olmuş. O kocaman hâlimle babam beni ortaokula kaydetti. Ondan sonra çevrede yerli halktan da 10 kişilik grup oluştu. O on kişiyle okul açıldı.
Yıl 1955. Tabii bu ortaokul açılınca okula öğretmen lazım. İdari işleri Millî Eğitim Müdürü olan Vahab Bey yürütüyor. İki tane de ilkokul öğretmeni var. Onların yanında kaymakam, şube reisi, tabur komutanı, bir tane doktor var; bunlar hepsi ortaokula öğretmen oldular.
Biz dolayısıyla ilk iki sene aşağı yukarı bunların öğretmenliğinde yetiştik. Kaymakamı severdik. Kaymakam Turan Bayazıt’tı. Sonra Halk Partisi milletvekili oldu, bakan oldu. Hanımı da Türkan Hanım’dı.
Ortaokula başladığımda 15 yaşındaydım. Biz ortaokulda çok iyi yetiştik. 10 kişilik bir gruptuk. Kaymakam çok güzel ders veriyordu. Ondan sonra doktor da iyi öğretmenlik yapıyordu. O sene vali ortaokulu teftişe geldi. Sınıfa girince 10 kişi heykel gibi valinin önünde durduk. Vali arkadaşın birisine “Böbreklerin nerededir?” diye sordu. Çocuk düşündü, bilemedi. Vali güldü, sonra bıraktı gitti. Vali gidince doktor geldi “Ulan insan böbreğinin nerede olduğunu bilmez mi?” dedi. Çocuğu aldı masanın üzerine yatırdı, kalemle böbrek resmini çizdi. Böyle bir hatırayı o zaman yaşamıştık.
Ortaokuldayken nerede kalıyordunuz hocam?
Babam getirdi, ortaokula kaydetti. Kayıttan sonra babama kravat takacağım, şapka giyeceğim söylendi. Babam nereden alınacağını bilmiyordu. Adam bir yer tarif etti. Gidip aldık. Eve gelince hepimiz kravatın başına toplandık. Kravatın nasıl bağlanacağını bilmiyoruz.
Biz de Konya’da ortaokula başladığımızda bir hocamız bize uygulamalı kravat bağlamayı öğretmişti.
Tabii o zaman bizim gömleklerin yakası da farklı. Kravatı onun içine nasıl bağlayacağız? Ben de kravatı boynuma taktım, kördüğüm vurdum.
Hoca baktı “Yav sen ne biçim kravat bağlamışsın?” dedi. Getirip beni yanına oturttu kravatın nasıl bağlanacağını öğretti. “Bu gömlek olmaz, böyle yakalı bir gömlek alacaksın.” O zaman gidip Van’dan bir gömlek alıp getirdiler. Böyle böyle ortaokula talebe olmaya alıştık.
Ortaokul ikinci sınıftayken üç öğretmen tayin ettiler. Osman Daloğlu adında bir öğretmen Muğlalıydı. İsmet Güneş adındaki öğretmen İnegöllüydü. Hidayet Pasin adındaki öğretmen de Erzincanlıydı. Bu üç adam öğretmen olarak Özalp’e tayin edildi.
Şimdi o gelenlerden birisi Osman Daloğlu musiki öğretmeniydi. Bir iki ders geldi, bana saz çalmayı öğretti. Hatta ben o zamanlar şiir yazmaya başlamıştım. “Seni ben mihman eylerim.” gibi şiirleri de o zaman bilirdim. O şiirden dolayı evvela sazın olacak, saz olmazsa saz çalmayı öğrenemezsin. Ben de gittim bir cura aldım. Ama teli yoktu. Öğretmen gitti, Van’dan tel aldı. Başladı bana saz öğretmeye. Hatta hiç unutmuyorum bir defasında Osman Daloğlu’na arkadaşın biri “Senin hemşehrin Mustafa Muğlalı bizim burada 33 kişiyi öldürdü.” filan deyince o da “Eline sağlık çok güzel yapmış.” dedi.