Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Tarihin Kuyumcusu – Cüceler Nasıl Dev Olur, Devler Nasıl Cüce?», sayfa 4

Yazı tipi:

Günümüzde Devlet Kürtlere Nasıl Bakıyor?

Ortaokul yıllarında musiki hocasından bahsediyorduk. Muğlalı Osman Daloğlu… Muğlalı Mustafa’nın 33 kişiyi öldürmesine tepkisi “iyi yapmış” şeklinde oluyor. Bugünkü Türkiye’de de Kürt sorunu olarak bahsedilen bir sorun bu. Nihayetinde kaç yıldır Türkiye’nin gündeminde.

Aynı alışkanlıklar bugün de var. Bunlar devletin arşivlerinde kayıtlıdır. Türkiye’de 17.615 kişi faili meçhul olarak katledilmiştir. Bu katledilenlerin büyük ekseriyeti Doğu insanıdır. Hatta ben bir yerlerden duydum; Amerikan ajanları 140 tane kuyu tespit etmişler. Adamlar öldürülüp bu kuyulara atılmışlar. Devlet bunu birçok defa ilan da etti. Gazeteler yazdı.

Şimdi bu kadar Müslüman, hatta Diyanet teşkilatı var. Bunların hiçbirisi bugüne kadar “ayıptır, bunu yapmayın” demedi. Bunu yapanlar da JİTEM elemanlarıydı. Her yerden jandarma birlikleri adamları “ifadeni alacağız” diye evlerinden alıyorlardı. Adam bir daha evine dönmüyordu. Ne oldu? Nereye gitti? Belli değildi. Bir Allah’ın kulu, bir Müslüman kişi çıkıp “Yapmayın, ayıptır.” demedi. Devlet de, Diyanet teşkilatı da demedi. İslam’a göre en büyük suçlardan biri insan öldürmektir. Hele masum insanları öldürmek çok ağır bir suçtur. Peki, Diyanet teşkilatının o kadar din görevlisi var; bunlarda hiç mi duygu yoktu?

Bugün dahi çokları “Ellerine sağlık, iyi yapmış.” diyorlar. Eğitim Fakültesinde kaç adam “iyi yapmışlar, keşke hepsini de öldürselerdi” diyorlar. Yani hâlâ Doğu’da katliam yapma heveslisi olan insanlar aramızda yaşıyorlar.

Hocam sizin PKK’nın Yahudi kurgusu olduğu, Yahudi kuruluşu olduğu şeklinde bir yazınız var. Okuduğum kadarıyla PKK’nın böyle bir misyonu, böyle bir görevi var. Özellikle Kürt nüfusunun yaşadığı bölgede, hatta İran kısmında, Türkiye kısmında, Irak ve şu anda da Suriye kısmında ne gibi bir görev yapıyor?

Evvela Kürt olan vatandaşlar, hatta Kürt partisi olduklarını ileri süren siyasi gruplar dahi PKK ile Siyonizm arasında veya MOSSAD arasında bir ilişki olduğunu düşünemiyorlar. Fakat herkes biliyor, PKK bir Yahudi oyunudur. Fakat Kürt partisinin temsilcileri bunun farkında değiller. Bunu belki bir tek Abdülmelik Fırat biliyordu. Fakat bugünkü Kürt münevverleri maalesef bunu bilmiyorlar. Bunu bilmedikleri için bugün hâlâ Öcalan lehinde gösteriler yapıyorlar. Hatta Cizre’de bir sürü insan sokağa döküldü, Öcalan’ın serbest bırakılması konusunda nümayişler yaptılar. Onu serok (başkan) diye zikrediyorlar. Hâlbuki bu adam Kürtçe de bilmeyen ve ne babası yönüyle ne anası yönüyle Kürt olmayan bir ailenin çocuğudur. Kendisi Arap orijinlidir. Annesi Ermeni orijinlidir. Yani Kürtlerle soyca da bir bağlantısı yoktur. Ama o daha talebe iken MOSSAD onunla ilişki kurmuş ve önce o işçi hareketleri içerisinde, sol örgütler arasında faaliyet göstermiş; daha sonra da MOSSAD onu bu alanda görevlendirmiş. Kürt halkının kurtarıcı bir lideri olarak lanse edilmiş ve bugün hâlâ Kürtler, Kürt vatandaşlar Abdullah Öcalan’ı kendileri için Serok addediyorlar.

Serok?

Başkan demek. Evet, bu şey hâlâ böyle devam edip gidiyor. Daha ne kadar devam edeceği belli değil. Sanıyorum ileride belki bu alanda birtakım aydınlanmalar da olabilir. Mesela ben o yazıyı yazdım ama tamamen güme gitti. Hiç kimse okumadı, hiçbir şey olmadı. Hiçbir tesiri olmadı.

Türkiye’de yeni kurulan Türkiye devletinin, Türkçü ve Turancı bir ayağından bahsediliyor; dolayısıyla bu ayağın varlığının bir şekilde Kürt sorununu ürettiği şeklinde bir yaklaşım var. Fakat Türkiye tarihinde dindar kesimler de genelde sanki bu Türk ve Turanist şeye paralel hareket ettiler. Tabii devlet de onları öyle yetiştirdi. İnsanlarımız öyle eğitim gördüler. Devlette ve dindar kesimlerde dahi Kürtçe konuşmayı çok ayıplarlardı; biz bunları çok defalarca gördük yani. Dindar, Müslüman bir adamdır. Ama birisi Kürtçe konuştu mu dindarlığı biter.

Bu konuyla ilgili Hayrettin Karaman’la bir hatıram var; Senenin birinde Hayrettin Karaman bizim İhsan Süreyya Sırma ile Konya’ya geldiler. Bir panele katılacaklardı. Biz de gittik havaalanında onları karşıladık. Hayrettin Karaman’la İhsan Süreyya Sırma bize doğru geldiler. İhsan Süreyya Sırma benim sınıf arkadaşımdı. Talebeliğimizden beri onunla Kürtçe konuşuruz, birbirimize Kürtçe şiir okuruz. İhsan Süreyya’ya Kürtçe bir şiir okudum.

 
“Here şoku
Here şenge
Bı bıt kurbante canan”
 

gibi böyle şiirler okudum. Hayrettin Karaman, eliyle işaret edip “Ayıp ayıp, çok ayıp!” dedi. Ondan sonra da benimle konuşmadı. El dahi sıkışmadı. Bana arkasını döndü.

Hayrettin Karaman gibi bir adam bu düşüncede neşvünema bulmuş, diğer münevver Müslüman insanlar da bundan farklı değillerdi.

Ancak son zamanlarda bu biraz yıkıldı. Sonra biz ilkokul talebesiyken sınıfımızda Kürt ailelerin çocukları da bulunurdu. Onlar Türkçe bilmezlerdi. Öğretmen de onlarla tek tek meşgul olamazdı. Biz Türkçe bilen çocuklar onlara -Kürt çocuklara- Türkçe öğretirdik. Kürtçe konuşmak yasaktı. Fakat çocuk ağzından Kürtçe bir söz kaçırdı mı öğretmene söylerdik. Kaç kelime Kürtçe konuşmuşsa o kadar eline cetvelle vurarak cezalandırırdı. Yani düşünün, o çağda bile bu kadar ağır bir baskı vardı.

Sizin ortaokula gittiğiniz yıllarda Menderes iktidarı var. 17 yaşında genç bir adamsınız. O zamanki gençliğin Menderes iktidarına, CHP’ye bakışı nasıldı? En azından 17 yaşındaki bir delikanlının bu bakışı önemli. Yani Menderes gelince sizin o bölgelerde ne değişti? Önceden neydi, Menderes hükûmeti ile birlikte neler oldu?

Bir defa Menderes iktidarından önce, yani 50’li yıllarda Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın bütün illere gönderdiği bir genelgesi vardı. O genelgeyi bizim tarihçiler son zamanlarda ortaya çıkardılar. Genelgede Fevzi Çakmak, “Sekenesi Kürt olan köylere okul yapılması yasaktır.” diyordu.

Özalp’in 95 pare köyü var. O köyler içinde sadece Saray’da ilkokul vardı. Bizim çocukluğumuz da böyleydi. Okul yapmak yasaktı yani.

Vanlılar Üniversite İsteyince Ferid Melen Ne Verdi?

Şimdi burada bir çelişki var; yani öğretmen okula gelip Kürt ailenin çocuğunu Türkçe bilmiyor diye cezalandırıyor, devlet de bir taraftan Kürtlerin bulunduğu köye okul yapmayarak onların Türkçe öğrenmesini sağlamamış oluyor.

Biraz sonraki yıllara ait olmuş olacak ama konuyu aydınlatması bakımından önemlidir.

Bizim Ferid Melen diye bir milletvekilimiz vardı. Maliye Bakanlığı yaptı. Ferid Melen kendisini Saray’a nisbet eder, ben Saray doğumluyum der. Hâlbuki yalan, Saraylı değil Bursalıdır. Fakat babası bizim orada hudutta gümrükte muhafaza memurluğu yapmış, ondan dolayı Van’la bir ilgisini kuruyor ve Van’dan milletvekili seçildi birkaç devre.

Şimdi Van’da senenin birinde toplandılar. Ferid Melen partisinin durumunu anlatıyor. Halk da onu takip ediyor. Halil Alpay adındaki bir zat Ferid Melen’e “Efendim artık İstanbul, Ankara’nın dışında da vilayetlere üniversite yapılıyor. (O sıra Trabzon’da Karadeniz Teknik Üniversitesi kurulmuş.) Van’da da bir üniversite kurulsun. Bu yönde bir çalışma yürütseniz. Van’a da bir üniversite yapılsın.” diyor.

Ferid Melen ona kızarak “Ne münasebet, Van’da üniversite, Kür-dolara.” der.

Aynen bu tabiri kullandı. “Kürdolara üniversite yapılır mı?” dedi. Kürt çocukları gelip burada okuyacaklar.“Olur mu öyle şey?” diye azarladı. Onun oğlu Mithat Melen geçen dönem MHP milletvekiliydi.

Münevverlerin mentalitesi böyleydi.

Biz ortaokulu bitirdik, benimle beraber mezun olan arkadaşların hepsi Van’a gidip liseye kayıt oldular. Babam liseye gitmemi istemiyor. Babam, “Askerlik çağın gelmek üzere git askerliğini yap, askerden dönünce de ben emekli olacağım, sen de benim yerime tahsildar ol.” dedi.

Babamın en büyük ideali onun yerine tahsildar olmamdı. Babam bunu düşünüyor. Diyorum işte arkadaşlarımın hepsi gittiler liseye kaydoldular. Ben de gideyim diyorum. Babam rıza göstermiyor. En sonunda birileri sanıyorum babama demiş, o da rıza gösterdi. Fakat sanat mektebine gitmemi istedi. Van’da da lise seviyesinde iki okul var. Bir sanat mektebi bir de lise var, düz lise. Van’a gittim arkadaşlarımla görüştüm. Baktım arkadaşlarımın hepsi düz liseye gitmişler, ben de gittim düz liseye kaydımı yaptırdım. Babam iki-üç ay sonra öğrendi düz liseye gittiğimi.

Tabii bir de yurt lazım. Van’da da hiç yurt yoktu. Başkale’den, Adilcevaz’dan, Ahlat’tan, Patnos’tan, Erciş’ten, Muradiye’den gelen talebeler hep evlerde kalırlardı. Ben bu çocuklarla birlikte evde kalamazdım, çünkü param yoktu. Ben de mecburen camide kalıyordum. Van’ın en büyük camisi Büyük Cami’dir. Yatsı namazından sonra cemaat dağılınca camiye gidiyordum. Üst kattaki seccadelerden, halılardan kendime yatak yapıp yatıyordum. Sabahleyin de erkenden uyanırdım. O seccadeleri yerine koyardım, aşağı iner abdestimi alır, sabah namazını cemaatle birlikte kılardım.

İmamın, müezzinin haberi yok bu durumdan.

Bir Siirtli müezzin vardı. Bir ara onun haberi oldu. Fakat ben kendisine kalacak yerim olmadığı için camide kaldığımı söyledim. Tabii bu dediğim okulun ilk açıldığı aylarda oldu. Daha sonraki dönemlerde arkadaşların yanlarına gidiyordum. Bir dönem Adilcevazlıların arasına girdim, Adilcevazlıların yanında kaldım. Bir dönem de bir defasında camide çok ağır bir şekilde hastalanmışım, üşütmüşüm. Öyle üşütmüşüm ki hiç hâlim yok. Tir tir titriyorum. Ne yapayım, ne edeyim, kahvesine gittiğim bir otel vardı. Erciş Oteli. Erciş Oteli’ne gittim. Dedim bana bir yatak verin. Adam da baktı bana, durumumun kötü olduğunu fark etti. Beni üst kata çıkarttı. Bana bir yatak verdi, ben o üst katta (teras katıydı) yatağa girdim ısınamıyorum bir türlü. Fakat o çocuk da (genç çocuk, otele bakan çocuk) ara ara geliyor bana bakıyor benim durumumun kötü olduğunun farkına varmış. Biz arkadaşlarla onların otelinin bahçesine gelirdik. O gitmiş bizim arkadaşları bulmuş. “Yahu sizin arkadaşınız ölüyor!” demiş. İki arkadaş çıktılar geldiler otele benim durumumu gördüler. Onlar gittiler bir eczacıyı alıp getirdiler. Eczacı anlaşılıyor ki bana penisilin vurdu. Onun yaptığı iğnelerle ben kendime geldim. Ve ondan sonra da o hastalığımdan dolayı yedi gün rapor aldım. O yedi gün rapor süresinde köye gittim. Köyde iyileşmeye çalıştım. Fakat döndükten sonra o arkadaşlardan Aziz Açışlı diye bir arkadaşıma Demokrat Parti binasında oda vermişler; o da fakir ailenin bir çocuğuydu. Gelince “Sen yatak getir, benim odam geniştir. Sen de benim yanımda kal.” dedi. Dediğini yaptım, yatağımı sırtladığım gibi Demokrat Parti binasına getirdim. O seneyi Aziz Açışlı’yla birlikte Demokrat Parti binasında geçirdik.

Hem Aziz Açışlı hem de benim matematik derslerimiz çok kuvvetliydi. Geometri, cebir, fizik derslerimiz çok iyi olurdu. DP’li bazı kişilerin çocukları gelirdi, onlara ders verirdik. Oranın kirasını da o şekilde ödemiş olurduk. Ayrıca cebir dersi zayıf olan arkadaşlarımız vardı. Onlara da ders verirdik. Onlardan da para aldığımız olurdu. Tabii derslerimizin kuvvetli olması hasebiyle lisede de hocalarımız bizi himaye ederlerdi. Mesela DP binasında kaldığımız sıralarda sobamız vardı ama yakıtımız yoktu. Lisemizin müdürü “Bir at arabası getirin, buradan odun doldurun kendinize götürün.” dedi. Dolayısıyla biz lisenin odunlarını getirip odamızı ısıtırdık. Bazen de ders verdiğimiz arkadaşlar odun getirirdi.

Yemekleri kendiniz mi yapıyordunuz?

Yemek genellikle ekmek, zeytin, peynir olurdu. Onunla idare ederdik. Köyden getirdiğimiz yiyecekleri yerdik. Bir ara Aziz Açışlı’yı birisi lokantasına abone etmiş. Aziz Açışlı yemek zamanları beni de yanına alıyor, yemeğinin yarısını da bana veriyordu.

Aziz Açışlı çok genç vefat etti. O yüksek tahsil de yapamadı. Fakat bankaların kurslarına devam etti. Sonra Van’da banka müdürü iken vefat etti.

Lise yıllarında Açışlı’yla aranız nasıldı?

Lise yıllarında Aziz Açışlı’yla çarşıya çıktığımız zaman yakınımızda radyo tamir atölyesi vardı.

Said Nursî ile Nasıl Tanıştı?

O zaman radyo topluma yeni yeni girmiş. Radyo tamirciliği de önemli bir meslek. Hatta benim küçüklüğümde lambalı radyolar vardı. Lambalı radyoları transistörlüye çevirirlerdi. İnsanlar radyolarını tamir ettirmek için köyden gelirlerdi. Lambalı radyo geç ısındığı için transistörlüye çevirmek istiyorlardı.

Radyo tamircisi Mehmet Kuralkan diye biri vardı. Bu Mehmet Kuralkan Said Nursi’nin talebelerindendi. Said Nursi’nin Van’da olduğu dönemlerde Said Nursi’yi bilen bir adamdı. Dükkânının camekânına Risale-i Nurları koymuş. Sözler, Lemalar, Şualar böyle, camekâna koymuş. Biz de dükkânın önünden geçerken bir süre camekânın önünde dikilip kitaplara bakardık. Bir gün Mehmet Kuralkan Bey bize “Buyurun içeride bakın kitaplara.” dedi. Canımıza minnet oldu. İçeriye girip kitapları biraz karıştırdık. Tabii kitapları alacak paramız yoktu. Çıkarken bize Şualar’ı verdi. “Bunu götürün okuyun. Sonra getirirsiniz.” dedi. Götürdük, “Şualar”ı içer gibi hevesle okuduk.

Dili ağır değil miydi sizin yaş seviyeniz ve eğitiminize göre?

Biraz Farsça bildiğimden bana ağır gelmiyordu. Aziz de biliyordu. Said Nursi’nin “Şualar” kitabı ahiret inancı üzerinde durur, ahiret inancının felsefesini yapar, ondan sonra biraz tasavvufi terimlerin açıklamasını yapar. Hatta Said Nursi’nin kitaplarından “Mektubat”ı da almıştık.

Şimdi tabii konu buraya gelmişken Risale-i Nur bahsine deyinmek lazım.

Said Nursi’ye ateşin bir zekâ diyorlar. Gitmiş İstanbul’da tartışmalara girmiş.

Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte kendince mücadelesi var, tabii onların endişesi şu; “Yeni bir devlet kuruluyor halk pozitif bir eğitimle dinden uzaklaştırılıyor, biz ne yapabiliriz insanların imanını muhafaza edecek şekilde, amentünün birtakım maddelerini akli olarak inandırmak için.”

Aziz Açışlı’yla Risale-i Nurları okurken Mehmet Kuralkan bize “Burada medrese var, o medreseye de gidin medresede de birileri hocalık yapıyor.” dedi. Risale-i Nur medresesi. Hocalık yapanların yanına gitmemizi öğütledi. Biz orayı öğrendikten sonra arada bir de genellikle pazar günleri de medreseye gidiyorduk. Orada Risale-i Nur okuyorduk.

İkinci senede Hacı Davut Camisinin imamı Molla Zeki adında Bitlisli bir zat bizi çok seviyordu. Abdestli, namazlı görünce beni himaye ediyordu. O odasını bana vermişti. Hoca Tahir ile o küçük hücrede kalırdık. Orada yatar kalkardık. Bir sene neredeyse orada geçirdik. Öyle ders okuduk. Camiye gelenlerden birisi eskiden Osmanlı memurluğu yapmış bir zattı. Topal Kâmil Efendi. Topal Kâmil Efendi cami cemaatindendi. Fakat bu işleri bilen birisiydi. Kendisini bizim hücreye alırdık, o hücrede Topal Kâmil Efendi bize bazı şeyler okuturdu. Özellikle bana Fuzuli Divanı’nı okuturdu, yani Osmanlıca’yı da öğrenmişim artık, Fuzuli Divanı’nı Kâmil Efendi’den okuyorum. İnanır mısın, o Kâmil Efendi Fuzuli Divanını âdeta ezbere biliyordu. Herhangi bir şiirin birinci beytini okurdum, o devam ederdi. Böyle bir adamdı. Sonra tabii Kâmil Efendi hayatını bize anlatırdı, biz pek anlayamazdık onu.

Kubilay Menemen’de Neden Linç Edildi?

Kâmil Efendi neler anlatmıştı?

Anlattığı şey şuydu: Bunlar Yüksekovalı idi. Ailecek Batıya sürülmüşler. Bu da Menemen’e sürülmüş. Oraya gidince PTT memurluğuna başlamış. Çünkü kitabeti, yazısı çok güzeldi. Ufak tefek bir adamdı. Bunu PTT’ye almışlar. Orada memurken Erbilli Mehmet Esad’ın müridi olmuş. Menemen olayı sırasında da oradaymış. Kâmil Efendi’nin anlattığına göre, bir defasında camideymişler. Bu Kubilay atla camiye girmiş ve onlara hakaret etmiş. Orada da camidekiler bunun üstüne saldırmışlar, attan düşürmüşler, linç etmişler, orada öldürmüşler. Kubilay’ın hadisesini böyle anlatıyor. Tabii onlar Kubilay’ı linç ederlerken etrafta bekleyen askerler de camiye girip camidekilerin hepsini yakalamışlar.

Yani Kubilay bir piyon gibi kullanılmış. Tahrik ettirip tuzağa düşürmüşler.

Evet, daha genç bir subaymış.

Kubilay’ın camiye o şekilde gelmesi doğru değil ama öldürülmesi de yanlış. Hani “Vurun Kahpeye” filmi var ya; aynı. Anadolu’da böyle bir cezalandırma şekli var.

Çok enteresandır, oradaki alay komutanı da Mustafa Muğlalı’dır. Yani Özalp’te Saray’daki 33 kişiyi öldüren adam Menemen’de de komutan. Tabii bunları toplayıp askerî garnizona götürmüşler. Askerî garnizona bunlar teker teker sokulurken ufak tefek, topallayarak yürüyen Kamil Efendi’yi gören bir subay “Sen necisin?”diye sormuş. “Ben PTT’de memurum.” demiş. “Mademki memursun, bunların arasında ne işin var senin.” deyip ensesine bir tokat vurmuş. Ardından “Çek git!” diyerek bunu salıvermiş. O gün 30 kişi götürülmüş ve hepsi asılmış. Kâmil Efendi orada kalsaymış o da idam edilecekmiş. Bizim Özalp Müftüsü Yekkoş lakaplı Abdülkadir Efendi ve Fakı Tahir gibi kişiler Küfrevî şeyhlerine bağlıydılar.

Van’da bir de Abdülhakim Arvasi var. Ona bir ara temas edelim.

Evet, onu pek tanımam, onun oğlunu bilirim. Senin dediğin Necip Fazıl’ın şeyhi olan Abdülhakim Arvasi. Van’da bir Abdülhakim daha vardı. Cahit Zarifoğlu, Van müftüsü Kasım Arvasi’nin kızıyla evliydi.

Arvasiler’in Türkiye Gazetesi, Işıkçı gruplar, belki de bu Abdül-hakim Arvasi şeyhiyle Hüseyin Hilmi Işık’ın birliktelikleri var gibi. Zaten Türkiye Gazetesi’nin bir köşe yazarının soyadı Arvasi.

TGRT radyosunun bir müdürü Ataullah Arvasi benim sınıf arkadaşımdır. Yani Arvasilerle epeyce tanışıklığım vardı.

Arvas orada bir köy mü, bölge mi?

Arvas Köyü var. Onların sağlam bir şecereleri de var. Ta 7’nci asra kadar uzanan bir soy silsileleri var. Onlar o zaman gelmişler, oralara yerleşmişler.

Belki de seyit ve şeriftirler.

Onun için kendilerini seyit diye nitelendirirler. Bir de bizim o bölgede Gorandest şeyhleri var. Onlar da Çatak denen yerde Müküs’ün oradalar. Onlardan da Müslih Görentaş oralıydı. O da milletvekili oldu. Hatta sanıyorum iki devre milletvekilliği yaptı.

Said Nursi’nin Amacı Neydi?

Burada Risale-i Nur’un ne yapmak istediğini tarif etmek lazım. Yani İslami mücadelede Risale-i Nur’un bir karşılığı var mı? Niye toplumun önderleri o gün insanlara “Kur’ân-ı Kerim”i anlatmıyordu mesela?

Evet, Said Nursi’ye en fazla isnat ettikleri suç Kürtçülük idi. Kürt kökenli olmasından dolayı. Hâlbuki Kürtçe eser yazmış değil. Eserlerini Türkçe yazıyor. Buna rağmen, ona Kürtçülük isnat ediyorlardı.

Palulu Şeyh Said, isyan etmeden önce Said Nursi’ye bir mektup yazmış. Harekete giriştiğinde kendisine destek vermesini istemiş. Said Nursi’nin ona yazdığı cevap var. Cevabında, “Bu kavim necip ve İslam’a hizmet etmiş bir kavimdir. Bu kavmin nesline, soyundan gelene kılıç çekilmez; bunlarla savaşmak caiz değildir.” diye öğütte bulunmuş. O zaman Said Nursi Van’daymış. Said Nursi yazdığı bu mektupla kurtulmuş. Birçok dönemlerde Said Nursi’yi öldürmeye niyet etmişler, zehirlemeye çalışmışlar, mahkemelerde suçlamaya çalışmışlar; mahkemelerde de beraat etmesini sağlayan şey Şeyh Said’e yazdığı mektuptur. Bu bakımdan Said Nursi’nin Kürtçülük diye bir davası mevcut değildir. Tamamen onu mutazarrır etmek için, onu ortadan kaldırmak amacına yönelik olarak böyle bir söylem yayılıyordu.

Said Nursi’nin şakirtleri ona Bediüzzaman diyorlar. Yani o her yüzyılda bir gelen müceddit gibi. Bir de Said Nursi Risale-i Nur’un kendisine ilham edildiğini söylüyor. Bir nevi vahiy gibi. Bu yönüyle de kitabına kutsiyet atfediyor. Mesela 5’inci Şua’da “Deccaliyet” kavramı var. O günkü siyasi aktörlerin birçoğu bu deccal kavramının içerisinde yer alabiliyor. Dolayısıyla o gün hem Van’da, hem Van çevresinde sizin aşina olduğunuz çevrelerde Nursi ile Mehdilik, Mücedditlik boyutuyla ilişki kuran var mıydı? Yani bugün Fethullah Gülen’in üstlendiği misyonla bir ilişki kurabilir miyiz?

Bunlar eskiden beri bu tezi öne sürüyorlardı. Said Nursi’nin 20. yüzyılın müceddidi olduğunu sık sık söylüyorlardı. Tabii mücedditlerin sayısı Türkiye’de çok fazla. Diyelim ki bu Arvasilerde, onlarda kendilerine göre 20. yüzyılın müceddidi Abdulhamid’dir. Onlar da II. Abdülhamid üzerinde duruyorlar. II. Abdülhamid’in müceddit olduğunu söylerlerdi.

Nurcular bu tezi öne sürdükleri zaman Van’da kabul edilmiyordu. Özellikle Arvasiler Nurcuların bu tezlerini kabullenmiyorlardı ve bu yüzden de Said Nursi için “Nevresi” tabirini kullanıyorlardı. Nevresi “yeni yetme” demektir. Nursi yerine Nevresi diyorlardı.

Tabii Nurcular arasında bu düşünce hâlen mevcuttur.

Fethullah Gülen kendisini Said Nursi’nin temsilcisi olarak görmektedir. Nurcular da onu öyle görüyorlar. Risale-i Nur talebelerinin lideri konumunda görüyorlar ve Risale-i Nur’u belki en iyi yaşayan, anlatan kişi olarak onu görüyorlar.

Üniversite yıllarında Ankara’da yurtta olduğumuz bir gün arkadaşlar bir eve gidileceğini, o evde Risale-i Nur okunacağını söylediler. Hatta İhsan Süreyya Sırma da vardı. Grup hâlinde gittik. Küçükesat’ta bir eve vardık. Ev gayet geniş bir ev. Bir binbaşının evi. O binbaşı da Nurcu. Binbaşıdan da Nurcu olmaz ya, işte öyle takdim ediyorlardı. Biz eve geldiğimiz zaman Aykut Edibali evdeydi. Aykut Edibali bizden önce eve gelmiş. Muhtemelen o evde misafirmiş. Yemiş içmişler ve bizi bekliyorlar. Gelenlerin büyük çoğunluğu Nurcu arkadaşlardı.

Risale-i Nur okumak üzere birisi bir kitap açtı. Hukuk mezunu olan Edibali müdahale etti. Said Nursi’nin Kürt ve Risale-i Nurların zararlı olduğunu, Risale-i Nur okuyacağımıza “Kur’ân-ı Kerim” okumamız gerektiğini söyledi.

Hasan Basri Çantay’ın mealini orta yere getirdi ve o meali okudu. Arkasından da Mehmet Akif’in “Safahat”ından bir bölüm okudu ve oraya gelenlerin Risale-i Nur okumalarını engelledi. Hem binbaşı hem Edibali birlikte Risale-i Nur okunmasını engellediler.

Ben ilk defa o zaman anladım ki hem o binbaşı hem Edibali MİT’ten idi. İnsanları bir araya toplayıp Nurculuğun aleyhinde faaliyet göstermelerini sağlamaya çalışıyorlardı.

Lise yıllarınızda Van’da Risale-i Nur talebelerinden, Arvasilerden, bir de Kâmil Efendi diye birinden bahsettiniz.

Evet, müritlerinden.