Kitabı oku: «Tarihin Kuyumcusu – Cüceler Nasıl Dev Olur, Devler Nasıl Cüce?», sayfa 3
Kış Soğuklarını Nasıl Atlattı?
Ortaokula giderken nerede kaldınız?
Özalp yeni kurulmuş bir ilçeydi. Bu ilçe kurulduğu zaman memur evleri odalardan müteşekkildi. Benim nerede kalacağım belli değil. Ortaokulun müdürü maliyecilere haber vermiş, o lojmanlardan birinde bana oda verdiler.
Beton bir bina. Özalp’in kışında yakıt yok, soba yok, fakat döşeğim vardı. Bir de kalın bir yün yorganım vardı. O kışı o yorganın altında geçirdim. Kendimi yorganın içine kapatırdım, ancak nefes alabilecek kadar bir yeri açık olurdu. Kış boyunca ben öyle geçirdim. Bazen gider kahvehanelere bir köşeye çekilir ya bir defter karıştırır ya ödev yapardım. Kahvehane gece yarısına doğru kapanmaya başlayınca beni çıkartırlardı, gider yorganımın altına girerdim.
Senenin birinde de orayı benden aldılar. Bir han, köylülerin hayvanlarını barındıracak bir yer vardı. Hancı Sabri amcanın handa bir odacığı vardı. Babamın söylemesiyle odayı bana verdi. Onun oğlu da benim sınıf arkadaşımdı. Dolayısıyla senenin birini de o handa geçirdim. Bu arada babam o adamın parasını veremedi. O da beni handan çıkardı.
Yemek filan ne yapıyorsunuz?
Her cumartesi günü Saray’a giderdim. Özalp ile Saray arası 17 km’dir. Düşünün; cumartesi günü öğleden sonra 17 km yaya yürüyorum, Saray’a gidiyorum. Pazar günü orada yatıyorum pazartesi günü sabah namazında Saray’dan çıkıyorum geliyorum 9’da derse yetişiyorum.
Otobüs filan yok.
Yoktu hiç yoktu. Hele kışın kar olurdu; böyle gider gelirdim. Her gidiş gelişimde ekmek (bizim yufkalar olurdu böyle) peynir getirirdim, bütün gıdam oydu, peynir ekmek.
Sınıfta 10 kişisiniz. 15 yaşında bir gençsiniz. Arkadaşlarınızdan, halktan, öğretmenlerinizden beraber yemek yiyelim, sahiplenelim diyen yok muydu?
Bazen sınıf arkadaşlarım beni evlerine götürürlerdi. Orada yemek yerdim. Doğrusunu söylemek gerekirse çalışkandım. Çalışkan olduğumdan dolayı arkadaşlarım benden ders alırlardı. Dolayısıyla beni evlerine götürürlerdi. Hem onlara ders verir, hem de orada yer içerdim. Fakat o adam beni handaki odadan çıkarınca bizim köylünün birisi gelmiş Özalp’te bir terzi dükkânı açmış, terzi dükkânını da bir perde ile bölüp içine bir somya koymuş. Aşağı yukarı 2-3 ay o somyada uyudum. Köylümüzle sırt sırta sabahlardık.
Şair Yönünü Kim Keşfetti?
O yıllarda Güneydoğu ve Doğu bölgelerinde medreseler yaygın. Hatta halk yeni rejime karşı çok tepkili. Aman çocuklarınızı devletin okuluna göndermeyin diyorlar. Bir müddet sonra da çocuk askere gidecek, okuyup yazacak, ticaret yapacak, hiç değilse ilkokulu bitirsin diye müsaade ediliyor. Ama kız çocuklarına izin verilmiyor. Buna karşın ilkokulu bitirir bitirmez de dinî eğitime gönderiyorlar. Dinî eğitim veren kurumların yapısı nasıldı?
Az önce bahsettiğim Yekkoş denilen hoca efendi Saray’da 3-4 kişiye ders verirdi. Bir de İran’dan gelen hocama ders verirdi. Onunla İran edebiyatının klasik eserlerini okurlardı. Ben o sıralarda ortaokula devam ediyordum. Okulda öğretilenler bana yetmiyordu. Daha çok şey öğrenmek istiyordum. Dolayısıyla Tahir Hocanın yanında Farsça öğrenmeye başladım. Tabii Tahir Hoca’dan Farsça dersi aldığım dönemlerde birlikte belli zamanlarda Yekkoş’un yanına gidiyorduk.
Onlar ders çalışırken ben de onları anlamaya çalışıyordum. Bir defasında Tahir Hoca, “Mikâil şiir yazıyor.” dedi. O da benden bir şiir okumamı istedi. Ben de halk türü bir şiiri ona okuyunca hoşuna gitti. O andan itibaren bana aruz dersi vermeye başladılar. Yani hem Yekkoş Hoca hem onun talebesi olan Tahir Hoca bana aruz dersi vermeye başladılar.
Ben aşağı-yukarı bir sene yaz tatili boyunca o iki hocamdan hem Farsça öğrendim, hem aruz ilmi okudum. Tabii liseye gidince o öğrendiklerim çok işime yaradı. Özellikle lisede. Ortaokulda daha çok saz çalmaya özeniyordum. Doğrusu saz çalmayı, âşıklık yapmayı istiyordum. Birkaç tane de âşık görmüştüm, zaten bizim ailede de vardı. Az önce dedim ya amcam böyle şiir yazarmış. Bazı âşıklar Saray’a gelirlerdi. Gelenlerden birisi Tercanlı Davut Sulari idi. Benim talebe olduğum sıralarda Davut Sulari Saray’a gelirdi. Saray’da da onu dinlemeyi çok severlerdi. Onlara para hesabından çok buğday verirlerdi. Sonra Erzurum Tortum’dan âşık Ummanî Can Saray’a her yaz gelirdi. Özellikle de harman zamanı gelirdi. Âşık Ummanî’ye çok yardım ederlerdi.
Âşık Ummanî’ye, Davut Sulari’ye, Reyhani’ye özenerek ben de saz çalmaya çalıştım ve arzum da âşık olmaktı. Çıkacağım yollara para toplayacağım gibi düşünüyordum. Hatta bir köylümüz ben âşık olduğumda bana yardımcı olup para kazanmayı hayal ediyordu. O yüzden beni o yöne sevk etmeye çalışıyordu.
33’ler Olayının Aslı Nedir?
33’ler olayını anlatır mısınız?
Tarih 12 Haziran 1943… Saray, hemen İran hududunun yakınında. Çıplak gözle dahi hudut taşlarını görebiliyorsun. O yörede bazen İranlılar geliyorlar, Türkiye’ye giriyorlar, hayvan çalıp götürüyorlar. Bizimkiler de İran’a gidip hayvan çalıp getiriyorlar. Hayvan kaçakçılığı yapıyorlar yani.
Şimdi senenin birinde bizim Saray’ın sığır sürüsü hududa çıkıyor. Orada otlayacak. İki tane de çoban var. İran’dan bir grup insan hududu geçip çobanlardan birinin elini ayağını bağlıyor, öbürü kaçıyor.
Önlerine bir miktar sığırı katıp İran’a sürüyorlar. Kaçan çocuk Saray’a haber veriyor. Tabii Saray’dakiler de hemen gidip süvari taburuna haber veriyorlar. “İran’dan geldiler sığırlarımızı götürüyorlar. Hududa çıkınca kurtarın sürülerimizi…” diyorlar. Tabur komutanı harekete geçiyor, kaymakam harekete geçiyor.
Bu sefer köylüler silahlarını alıp hududa gidiyorlar. İranlılarla müsademeye girişiyorlar. İranlılar önlerine kattığı hayvanların arasına giriyorlar tabii ateş sırasında da hayvanlar isabet alıyor. İranlılar hayvanları siper gibi kullanıyorlar, çok sayıda hayvan telef oluyor.
Fakat sonunda İranlılar bırakıp kaçıyorlar. Bizimkiler de gidiyorlar hayvanlarını geri getiriyorlar. Tabii birçok hayvan telef olunca bizimkiler ondan sonra Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye bir dilekçe yazıp tabur komutanını, kaymakamı şikâyet ediyorlar. Hududa asker göndermedikleri için hayvanları kurtaramadıklarını söylüyorlar. Şikâyet mektubu cumhurbaşkanına gidince cumhurbaşkanı Diyarbekir Kolordu Komutanı Mustafa Muğlalı’ya durumu bildiriyor.
Bizimkiler tabur komutanını, kaymakamı şikâyet edince kaymakamla tabur komutanı da köylüleri şikâyet ediyor, Saraylıları şikâyet ediyor. Bunlar birbirleriyle akraba. İran’daki akrabaları geliyor, bunlar onlara yataklık yapıyorlar, kaçakçılık yapıyorlar.
Tabii iki taraftan da şikâyetler gidince cumhurbaşkanı, “Saray’da devlet ile halk birbirine giriyor. Git duruma vaziyet et!” diye Mustafa Muğlalı’ya talimat veriyor. Muğlalı general de Diyarbekir’den Van’a geliyor. Van valisiyle Van’daki yetkililere “Kimin İran’da akrabası varsa bunları tespit edin.” diyor.
Bizim Saray’ın hemen yanı başında bir köy var; Sırımlı. Sırımlı Köyü hududa daha yakın olduğu için şüpheler bu Sırımlı Köyü üzerinde toplanıyor. Sırımlı köylüler kendi akrabalarını getirdiler, kendi köylerinde onları barındırdılar ondan sonra sürüsünü götürüyorlar. Ondan sonra gidiyorlar, o Sırımlı Köyü’nde İran’da akrabası olan aileleri tespit ediyorlar. Anlatıldığı kadarıyla 173 kişi tespit ediyorlar. Bu tespit edilen 173 kişiden bir kısmı o Sırımlı köyünden, bir kısmı da Saray’ın içinden, hatta babam dahi var. Bizim de akrabalarımız var orada.
Bu kişileri tespit ediyorlar. İkinci bir emirle Mustafa Muğlalı, Saray’daki tabur komutanına diyor ki o Sırımlı köyündeki İran’daki akrabası olanların hepsini toplayın ve götürün hudutta kurşuna dizin.
Tabur komutanı jandarmalarla birlikte Sırımlı Köyü’ne gece gidiyor. Işığı yanan evlerdeki erkekleri topluyorlar. Bir ev var; Temo’nun askerden oğlu yeni geldiği için köylüler oraya hoşgeldine gitmişler. Temo, Timur’un Kürtçesi. O eve gelip, o çocuğu ziyarete gelenlerin hepsini topluyorlar. Netice itibariyle 33 kişiyi topluyorlar. Saray’daki karakola getiriyorlar. Erken saatte bu 33 kişiyi önlerine katıp sınırda Engiz denilen bir köye götürüyorlar. Götürülenler arasında askerden izne gelen o çocuk da var. Ondan sonra bir başka köyden İsmail adında birisi var, o köye misafir olarak gelmiş. Kapıköy dediğimiz bir yerden bir adam var. Bunları alıp Engiz’e dereye iniyorlar. Bunları zincirle birbirine bağlıyorlar. Orada ot biçen köylüler varmış. Onların hepsini oradan kovuyorlar. Ondan sonra bunlara yaptıkları suçlamayı söylüyorlar. Arkasından birlikler ateş vaziyeti alıyor. Köylüler yalvarıyorlar, ağlıyorlar… Ne kadar dil döküyorlarsa dinletemiyorlar. En son da Serhenk adında birisi “Bize müsaade edin bir namaz kılalım.” diyor. Namaza müsaade ediyorlar. Derenin dibine iniyorlar, birbirlerine bağlı olarak abdest alıyorlar. Sonra Serhenk bir ezan okuyor. Ezandan sonra topluca namaz kılıyorlar. Namazları biter bitmez askerler ateş ediyorlar ve öldürüyorlar. İçlerinden biri ölmüyor. O adamı ben gördüm, biliyorum.
Öldü zannediliyor!
Evet. Ben o zaman 3 yaşındaydım. Silah seslerinden sonra çevredeki köylü de sese koşup geliyor. Olay yerine geldiklerinde insanların ölüsünü görüyorlar. Ve o ölüleri kaldırmaya çalışırken birisinin sağ olduğu anlaşılıyor. Sağ olan çocuğun da zincirlerini koparıp İran’a götürüyorlar.
O çocuk iki sene İran’da kaldı. Ondan sonra Türkiye’ye döndü. Hiç unutmuyorum, bizim eve gelmişti. Evde tandırın üzerine bir kürsü konulur, genişçe bir yorgan serilir, onun üzerine insanlar ısınmak için ayaklarını uzatırlardı.
Konya’nın köylerinde de olur.
Bizim evde kürsünün etrafında kadınlar toplanmışlar, adam bir şeyler anlatıyor, kadınlar da ağlıyorlardı. Ben de o zaman kendi kendime “Ne söylüyor onlara da bunlar ağlıyorlar?” diyordum. Onu idrak edemiyordum. Meğer adam o olayı anlatıyormuş. Dolayısıyla 33’ler katliamının bütün tafsilatını da o adamdan öğreniyoruz.
33’ler Olayı Dönemin Basınına Yansıdı mı?
Resmî tarih 33 kurşun olayından nasıl bahsediyor?
O günün basınından Ulus Gazetesi’nde “Acaba olayı nasıl vermiş?” diye baktım. Ulus Gazetesi’nin yazdığı aynen şöyledir: Saray’da 33 kaçakçı İran’a kaçıyorlarmış, bizimkiler de onların arkasından geliyorlarmış. İran’dan da bir grup bunları İran’a sokmamaya çalışıyor, dolayısıyla bunlar iki tarafın ateşinin arasında kalıp ölmüşler. Ulus gazetesinin yazdığı aynen böyledir.
Sizin anlattığınız şekliyle hiçbir kayıtta, belgede yer almış mı?
Var, yazanlar oldu. Evvela bu olayı ilk defa dile getiren Osman Yüksel Serdengeçti’dir, 1950’li yıllarda Demokrat Parti iktidara geldikten sonra Serdengeçti 33’ler konusunda küçük broşür yazdı. Tabii o da İsmet İnönü ile mücadele ediyordu. İsmet İnönü’yü hırpalamak amacıyla böyle bir şey yayımladı.
Fakat Demokratlar daha iktidara gelmeden önce propaganda safhasında bu olayı dile getiriyorlardı. İktidara geldikleri takdirde bunun hesabını soracaklarını ifade ediyorlardı. Nitekim Demokratlar iktidara geldiler ve bu 33’ler davasını gündeme getirip mahkeme kurdular.
Bizim yöreden görgü şahidi olarak belki 10 kadar insanı Ankara’ya götürdüler. Mahkemede dinlediler. Mustafa Muğlalı bütün olanların sorumluluğunu üstlendi. Aslında Demokratların amacı İsmet İnönü’yü mahkûm etmekti. Fakat General Mustafa Muğlalı “Kendi insiyatifim ile yaptım bu işi, hiç kimsenin sorumluluğu yoktur.” diyerek İnönü’yü kurtardı. Hâlbuki normalde kaymakam da suçluydu, tabur komutanı da suçluydu, doktor da suçluydu.
Esas emri veren cumhurbaşkanıydı.
Mustafa Muğlalı da suçluydu fakat Mustafa Muğlalı böyle bir ifade verince bütün bunları da kurtarmış oldu. Tabii kendisi de 2 yıl hapis yattı ve öldü.
Çok az ceza almış.
Evet, ona 20 sene ceza verdiler. Fakat ölümüyle hepsi bitti.
Mustafa Muğlalı, Tansu Çiller’in Akrabası mı?
Mustafa Muğlalı’nın Tansu Çiller’le bir akrabalığı var mı?
Mustafa Muğlalı Tansu Çiller’in anasının dayısıdır. Dolayısıyla Tansu Çiller’in akrabasıdır. Tansu Çiller başbakan olduğu dönemde askeriye ile iyi ilişkiler kurdu. Onun döneminde Mustafa Muğlalı’ya iade-i itibar çıkardılar. Sonra Özalp’teki tabura Mustafa Muğlalı Kışlası adı verildi. O kışlanın adı bir süre öyle kaldı.
Son zamanlarda Mustafa Muğlalı’nın ismi de kışladan kaldırıldı sanıyorum
Evet, AK Parti hükûmetleri döneminde kaldırıldı. Bir de bizim oranın insanları Mustafa Muğlalı’nın isminin kışlaya verilmesini şikâyet etmişlerdi. Sonuçta AK Parti’nin ilk icraatlarından biri Mustafa Muğlalı’nın ismini kışladan kaldırmak oldu.
O olayda sağ kalan kişi uzun süre yaşadı mı?
İran’dan geldikten sonra bir süre yaşadı ve öldü. Zaten sakat bir adamdı. Çok sakatlıkları vardı. Sonuçta kurşun yemişti. O yaraların etkisiyle öldü.
Saray İlçesi Neden Köy Yapıldı?
Küçük yaşta anneninizi kaybettiniz. Babanız da yeniden evlendi. O zaman hayat sizin için daha mı zor oldu?
1954 yılının mart ayında annem vefat etti. O zaman 14 yaşındaydım. Tabii annem vefat edince biz altı kardeş öksüz kaldık. Babam yeniden evlendi. Babamın evlenmesiyle birlikte ortaya bir üveylik problemi çıktı. Üstelik biz yalnız da değiliz. Amcamın çocukları var. Amcamın çocukları da evlilik çağına gelmiş adamlar. Hepimiz aynı evde yaşıyoruz. Üstelik amcamın oğullarından birisi de evli ve çocukları var.
Babam evlendikten sonra amcamın oğulları kısa aralıklarla evlendiler. İyi yerlere gidip kendilerine ev kurmaya çalıştılar. Çoluk çocukları ile baş başa kaldılar. Babam, üvey annemden dolayı beni de Özalp’te ortaokula yazdırıp evden uzaklaştırmış oldu.
Saray ilçesi sınıra kaç km mesafedeydi?
Saray sınıra 5 kilometredir. 5 kilometre sonra İran sınırına geçiliyor. Çıplak gözle hudut taşları gözükür. Bu arada Saray’da bir tabur vardı. Büyükçe bir birlikti. Süvari taburu olduğu için çok atları olurdu. Bir dönem İtalya’da binicilik yarışması yapılmış, o binicilik yarışmasında birinci olan Yüzbaşı Salih Koç Saray’daydı. Biz çocukken, Salih Koç’u seyrederdik. O yıllardan hayal meyal hatırladığım bir şey var; o dönemlerde İkinci Cihan Savaşı’nda Almanlar Azerbaycan’a girmişler, İran’ı, Azerbaycan’ı işgal etmişler. Arkasından da Almanlar mağlup olunca Alman askerleri Kadana denilen büyük atlarla gelmişler oralara. Almanların atları sınırı geçerek Türkiye’ye giriyor. Türkiye’ye girince bütün o taburdaki askerler çıkıyorlar, o hududu geçen atları yakalamaya çalışıyorlar. Tabii halk onlara yardım ediyor. Halk da çıkıyor oralara bu atları yakalıyorlar ve atların hepsini tabura getiriyorlar. Sonra da bir emirle bu atları alıp götürdüler. Fakat kısa bir süre sonra da bu tabur lağvedildi. Ethem Menderes’in Millî Savunma Bakanı olduğu dönemlerde.
O zaman Ethem Menderes Saray’a geldi. Tabii Saray’a gelince o taburdan bir kısım askerler meydana çıktılar. Önce taburu denetledi. Saraylılar da büyük bir tepeden bakanın gelişini seyrediyorlar. Bakan o askerî birlikleri denetledikten sonra döndü Saraylılara, “Nasılsınız?” diye sordu. Saraylılardan karışık sesler çıktı. Kimi “Ömrün çok olsun.”, kimi “Sağ ol, var ol.” dediler. Bakan baktı ki bunlar Kürt değil, döndü Saraylılara “Siz Azeri misiniz?” diye sordu. Bizde Azeri’nin ne demek olduğunu hiç kimse bilmiyor. O zamanlarda Demokrat Partililerin arasında Şah Veled Emmi diye ileri gelen biri vardı. Şah Veled Emmi sağa sola döndü durdu ne demek istiyor? Birileri Şah Veled Emmi’ye fısıldadılar: “Ne milletsiniz diye soruyor?” dedi. Öyle deyince Şah Veled Emmi de bakana, “Kürtlerin içine gedirik bize Türk deyirler. Türklerin içine gedirik bize Acem deyirler. Biz de ne olduğumuzu bilmirik” diye cevap verdi. Bakan da gülerek “Ekinleriniz nasıldır?” diye sordu. O zaman daha ekinlerin oluşmaya başladığı devreydi. Şah Veled Emmi bu sefer “Çok kolaydır.” dedi. Bu sefer de bakan onu anlamadı. Bakana biri gelip fısıldadı, “İyi değil demek istediler.” dedi. O ziyaretten sonra taburu dağıttılar. O tabur hudut bölüğüne dönüştü.
Türkiye’nin doğusunda, özellikle Erzurum, Kars civarında at biniciliği, cirit filan var. Sizin orada da at beslenir mi?
Bizde de at beslenir fakat böyle oyunlar ancak düğünlerde olurdu. Düğün olduğu zaman herkes, özellikle delikanlılar atlara binerler, cirit atarlar ve sonra da bir yarış yapılır. O yarışa “gelin börkü yarışı” derler. O yarışta birinci olan gelinin börkünü alır.
Börk, takkedir. Gelinin börkü ona hediye edilir. Onun için o yarışmaya gelin börkü yarışması derler. Böyle bir gelenek vardı. Ama atlama, yüksek atlama gibi şeyler yoktu. Ancak o süvari taburunda vardı. Süvari sürekli olarak o oyunları yapardı. Salih Koç’un da siyah bir atı vardı. O at yarışmalarda en yüksek atlıyordu. Biz de çocukken o oyunları taklit ederdik. Bacaklarımızın arasında bir sopa sokardık. Kendimiz at olur, başlardık yüksekten atlamaya.
Âşık Sarayî Kimdir?
Saray’a bazen tanınmış âşıklar gelip giderlerdi. Mesela en çok gelenlerden birisi Erzurum’un Tortum kazasında Âşık Ummani Can’dı. Hemen her yaz Saray’a gelirdi. Ondan sonra Tercanlı Davut Sulari’nin Saray’a geldiği olurdu.
Konya’daki âşıklar bayramına da katılıyorlardı değil mi?
Evet, onlar katılıyorlardı. Sonra Reyhani Saray’a gelirdi. Tabii onların Saray’a gelip gitmelerinden dolayı ben biraz âşıklığa meylettim; âşık olmak istedim. Hatta elime bir cura aldım. Curamı çalıyordum, o curamla türküler çağırıyordum.
Ortaokula gidince de o âdetim ortaokulda çok makbul bulundu. Hocalarım beni çok sevdiler. Âşık diye “Âşık Sarayi” mahlası kullanmaya başladım. Âşık Sarayî geldi, Âşık Sarayî gitti gibilerinden konuşulmaya başlandı. Hatta bazen okul içerisinde toplantılar olduğu zaman ben çıkardım, sazımla bir şeyler söylerdim. Söylediğim şarkıların şiirlerinde genellikle arkadaşlarımı veya çevremi, çevremdeki insanları hicvederdim. Arkadaşlara hiciv sadedinde yazdığım şiirleri türkü olarak çağırırdım. Bunlar da çok kabul görürdü.
Farsça’yı Nasıl Öğrendi?
Ortaokulda arkadaşlarınıza hiciv yazacak kadar iyi şiir yazıyormuşsunuz.
Bir defa şunu ifade edeyim, biz ortaokulda da çok iyi yetişiyorduk. Ortaokulun ilk talebeleriydik. Sınıfımız sekiz kişiydi. Sekiz kişilik sınıfta hocalar bize birebir ders anlatıyorlardı. İngilizce dersimize gelen tabur komutanı Rıza Saygılı çok iyi ders anlatırdı. Turan Bayazıt çok iyi yurttaşlık bilgisi dersi verirdi. Tabii o dönemde ortaokul hayatımda bir zat vardı. O da İran’dan gelen Molla Tahir’di. Çevrede Fakı Tahir diye de bilinirdi. Fakı, fakih demektir. Dediğim gibi bu Tebriz Lisesi’nden mezundu. Tebriz’de liseyi bitirmiş fakat ailece göçmüşler. Güzeldere Köyü’nde otururlardı. O bana Farsça öğretmeye başladı. Farsça şiirler okuyor, bana tercüme ediyordu. Şiir usul ve esaslarını öğretiyordu. Böyle çok neşeli bir muhabbetimiz olurdu Molla Tahir’le.
Onun medresesi mi vardı?
Medresesi yoktu. Kimsesiz bir adamdı.
Nasıl temas kuruyordunuz?
O bizim müftüyle ders okuyordu. Tabii kendisi de liseden mezun olmasına rağmen müftü çok âlim bir adamdı. Biraz hocalık öğrenip din görevlisi olma amacındaydı. Nitekim bir süre sonra bir köye imam oldu. O ders almak için müftünün yanına gittiği zamanlarda bazen ben de ona katılırdım. Rahmetli Yekkoş dediğimiz müftünün yanına giderdik. Müftü ona ders verdiği zaman ben de kenarda durur onları dinlerdim.
Fakih Tahir’le muhabbetimiz liseyi bitirinceye kadar devam etti. Fakih Tahir daha sonraki dönemlerde Van Emniyet Müdürlüğünde Farsça yazışmaları idare eden bir adam olarak görevlendirildi. İran’a mektup yazarlardı. İran’dan mektuplar geldiği zaman o İran’a mektupların yazılmasında, gelen mektupları tercüme etmekte, Emniyet Müdürlüğünde tercümanlık yapardı. Onun için o da Van’da olurdu. Ben de talebe olarak derslere devam ettiğim zaman hemen her gün ikindiden sonra Fakih Tahir ile buluşurduk. Ve sürekli onunla Farsça konuşurduk, Farsça okurduk, Farsça divan okurduk.
Tabii ortaokul süresi içerisinde dediğim gibi biz çok iyi yetiştik. Yaz tatillerinde Saray’da oluyordum. Saray’a vardığım zaman hep tarla işlerinde çalışırdım. Tırpan çekerdim, orakla buğday biçerdim. Bu işlerle uğraştığım sıralarda da yanımda kitabım eksik olmazdı. Şöyle bir boş zaman bulduğum zaman sırtımı ekin saplarına dayayıp başlardım kitap okumaya. O zaman okuduğum kitaplar da Kerem ile Aslı, Köroğlu gibi halk hikâyeleriydi. Bir de çok okuduğum kitaplardan biri Emrah ile Selvehan idi.
Babam ile hala çocuğu olan, İran’dan gelme Davut Telli diye bir akrabamız vardı; Âşık Davut Telli. Çok meddah bir kişiydi. Onun babası da âşıkmış. Babasının adı Âşık Mahmut imiş. Bu Davut Amca kalaycıydı. Köylere gidip kap kalaylardı.
Gündüz bakırcılıkla, kalaycılıkla meşgul olurken geceleri de belli evlerde hikâye anlatırdı. Mesela Köroğlu Hikâyesi anlatırdı. Dört beş gece Köroğlu anlattığını bilirim. Emrah ile Selvihan’ı, Âşık Masem’a-anlatırdı. Onları dinlemeyi çok severdim. Onun tesiriyle ben de Kerem ile Aslı, Köroğlu hikâyeleri, Emrah ile Selvihan hikâyelerini, Karacaoğlan şiirlerini okuyordum. Çok da şiir ezberliyordum. Tabii bu okuduklarım ortaokulda çok işime yaradı. Türkçe derslerinde en yüksek notu ben alıyordum.
Şah İsmail’i çok okurduk. Üstelik de Şah İsmail’i severdik. Severek okurduk. Ancak Berberya’yı bilmem. Yalnız Şah İsmail okunurdu. Üstelik yörede de insanların Şah İsmail’e karşı muhabbetleri vardı. Hatta babam dahi Şah İsmail’den şiirler bilirdi. Şah İsmail böyle tutulan bir adamdı.