Kitabı oku: «Ejderhaların Yükselişi », sayfa 10
BÖLÜM ON DÖRT
Oğlanlarla dolu taşıyıcı, tüm gece yaptığı gibi, kır yolunda sertçe sarsılarak ilerlerken Alec başını ellerinin arasına adlı; baş ağrısını dindirmeye çalışıyordu. Tümsekler ve çukurlar hiç bitmeyecek gibiydi ve tahta tekerlekli, demir parmaklıklı bu ilkel tahta araba sanki olası en yüksek rahatsızlığı vermek üzere üretilmişti. Her tümsekte Alec kafasını arkasındaki oduna vuruyordu. Daha ilk tümsekten sonra bu şekilde daha fazla devam edemeyeceğini anlamıştı. Yol en kısa zamanda bitmek zorundaydı.
Fakat saatler geçtikçe hiçbir şey değişmemiş ve sanki yol çok daha kötü bir hale gelmişti. Tüm gece uyanıktı. Uyumaya dair bir umudu yoktu. Tümsekler ve oğlanların kokusundan bir şekilde uyumayı başarsa bile oğlanların dirsek atmaları ve onu itip kakmaları uyumasını engelliyordu. Gece boyunca birçok köyde durmuş, daha fazla oğlan toplamış ve hepsini karanlıkta taşıyıcılara tıkıştırmışlardı. Alec diğerlerinin ona tepeden baktığını, onu gözden geçirdiklerini hissediyordu. Bir yığın kederli yüz kendisine bakıyordu ve gözleri hiddet doluydu. Yaşça daha büyüklerdi, sefillerdi ve bir kurban arıyorlardı.
Alec başlarda, hepsi bu işin içinde birlikte olduklarından, hepsi birlikte Ateş Duvarlarında hizmet etmek üzere askere alındıklarından, aralarında bir dayanışma olacağını düşünmüştü. Fakat durumun öyle olmadığını kavraması çok çabuk olmuştu. Burada her oğlan kendi başına bir adaydı ve Alec bir iletişim kurduysa bile bu sadece saldırganlık şeklinde olmuştu. Bunlar sert yüzlerdi. Tıraşsız, bazılarında yaralar olan, burunları birçok kavgada kırılmış gibi yüzler. Alec yavaş yavaş, bu taşıyıcıdaki tüm oğlanların sadece on sekiz yaşına ulaşmış olmadıklarını anlamaya başlamıştı. Bazıları daha yaşlı, hayattan daha fazla darbe yemiş, suçlu, hırsız, tecavüzcü, katil görünümlüydü ve hepsi aynı taşıyıcıya tıkılmış Ateş Duvarlarında koruma görevine gönderiliyordu.
Alec sert odunun üstünde oturuyordu, sıkışmıştı ve bu yolculuğun cehenneme doğru gittiğini düşünüyordu. Daha kötü hale gelemeyeceğinden emindi fakat taşıyıcının durakları bitmek bilmiyor ve her durakta onu hayrete düşürecek şekilde daha çok oğlan topluyordu. Alec ilk bindiğine taşıyıcının içinde bir düzine kadar oğlan vardı ve kıpırdamalarını imkânsız hale getirecek kadar sıkışık görünüyordu fakat şimdi iki düzinenin üzerinde oğlan tıkılmıştı taşıyıcıya ve giderek de artıyordu. Alec güçlükle nefes alabiliyordu. Kendisinden sonra taşıyıcıya tıkılan oğlanlar ayakta durmak zorundaydı ve tavana veya herhangi bir şeye tutunmaya çalışıyorlardı fakat taşıyıcının her sıçrayışında kayıyor ve birbirlerinin üzerine düşüyorlardı. Birçok öfkeli oğlan düşenleri geri ittiriyordu ve sayısız kavga çıkmıştı. Gece boyunca oğlanlar birbirlerini dirsekledi ve ittirdi. Alec bir oğlanın diğerinin kulağını ısırarak koparışını hayretler içinde izledi. Onları koruyan tek lütuf yumruk atmak için kollarını kaldırmaya yetecek kadar bile hareket alanı olmamasıydı. Dolayısıyla kavgaların kısa kesilmekten başka şansı olmuyordu ve daha sonra hesaplaşma sözleriyle sona eriyordu.
Alec kuşların şakıdıklarını duydu ve uykulu gözlere etrafına bakıp demir parmaklıklar arasından şafağın sökmekte olduğunu gördü. Günün bittiğine ve hayatının en uzun gecesinden sağ kurtulduğuna hayret ediyordu.
Güneş taşıyıcıyı aydınlatmaya başladığında Alec yeni tıkılan oğlanlara daha iyi göz atma imkânı bulmuştu. İçlerindeki açık ara en geç kendisiydi ve görünüşe göre en tehlikesiz olan da yine oydu. Kas yığını, çabuk öfkelenen, hepsinde yara izleri, bazılarında dövmeler olan, toplumun unutulmuş çocukları gibi görünen oğlanların vahşi bir topluluğuydu. Uzun bir gece nedeniyle hepsi de barut gibiydi ve Alec taşıyıcının her an patlamaya hazır olduğunu hissetti.
“Burada olmak için çok genç görünüyorsun,” diyen kalın bir ses duyuldu.
Alec arkasında omuz omuza oturan, kendisinden muhtemelen bir veya iki yaş büyük oğlanı görmek için dönüp baktı. Alec bunun gece boyunca ezildiğini hissetmesine sebep olan oğlan olduğunu anladı. Geniş omuzları, güçlü kasları ve bir çiftçinin masum ve solgun yüzüne sahip bir oğlandı. Yüzü diğerlerinden farklıydı, açık ve dostçaydı, hatta belki bir parça toydu da ve Alec onunla benzer ruhlara sahip olduklarını hissetti.
“Ağabeyimin yerini aldım,” dedi Alec düz bir şekilde, ne kadarını söylemesi gerektiğini merak ediyordu.
“O korktu mu?” diye sordu oğlan şaşırmış bir şekilde.
Alec başını salladı.
“Topal,” diye düzeltti Alec.
Oğlan anlayışla başını salladı ve yeni bir saygıyla Alec’e baktı.
Bir süre sustular ve Alec oğlana bir göz gezdirdi.
“Peki, sen?” diye sordu Alec. “Sen de pek on sekiz yaşında görünmüyorsun.”
“On yedi,” dedi oğlan.
Alec meraklandı.
“Pek o zaman neden buradasın?” diye sordu.
“Gönüllü oldum.”
Alec donakalmıştı.
“Gönüllü mü? Ama neden?”
Oğlan yere baktı ve omuz silkti.
“Uzaklaşmak istedim.”
“Neden uzaklaşmak?” diye sordu Alec, kafası karışmıştı.
Oğlan sessizliğe gömülürken Alec oğlanın yüzüne bir kasvet çöktüğünü gördü. Oğlanın cevap vermeyeceğini düşünerek o da sustu fakat sonunda oğlan mırıldandı: “Evden.”
Alec oğlanın yüzündeki üzüntüyü gördü ve anladı. Belliydi ki oğlanın evinde bir şeyler çok ters gitmişti ve oğlanın kollarındaki morluklar ve öfkeyle karışık üzgün görünümünden Alec neler olduğunu tahmin edebiliyordu.
“Üzüldüm,” diye yanıtladı Alec.
Oğlan şaşırmış bir ifadeyle kendisine baktı; bu taşıyıcının içinde böyle bir şefkat gösterisi beklemiyormuş gibiydi. Aniden elini uzattı.
“Marco,” dedi.
“Alec.”
El sıkıştılar. Oğlanın elleri Alec’in ellerinin iki katıydı ve kavrayışı o kadar güçlüydü ki elini acıtmıştı. Alec Marco ile arkadaş olacaklarını düşündü ve önündeki onlarca yüzün arasında bir rahatlama hissetti.
“Sanırım buradaki tek gönüllü sensin,” dedi Alec.
Marco etrafına bakındı ve omuz silkti.
“Sanırım haklısın. Buradakilerin çoğu askere alınmış veya hapsedilmiş.”
“Hapis mi edilmiş?” diye sordu Alec şaşırarak.
Marco başını salladı.
“Koruyucular sadece askere alınanlardan oluşmuyor, aynı zamanda oldukça çok suçlu da içeriyor.”
“Sen kimse suçlu diyorsun adamım?” diyen yabani bir ses duyuldu.
İkisi birden dönüp zor hayatı nedeniyle erken gelişmiş, kırklarında görünen fakat yirmi yaşından büyük olmayan, çiçek bozuğu yüzü ve boncuk gibi gözleri olan oğlana baktılar. Çömelmişti ve Marco’nun yüzüne bakıyordu.
“Seninle konuşmuyordum,” dedi Marco meydan okuyarak.
“Artık konuşuyorsun,” dedi diğeri öfkeli bir şekilde. Belli ki kavga aranıyordu. “Tekrar söylesene. Suratıma karşı suçlu demek ister misin?”
Marco kızardı ve dişlerini sıktı. Kendine kızıyordu.
“Yarası olan gocunur,” dedi Marco.
Diğer oğlan öfkeyle doldu ve Alec Marco’nun meydan okuyuşuna, korkusuzluğuna hayran oldu. Diğer oğlan Marco’nun üzerine atladı ve ellerini boğazına geçirip tüm gücüyle sıkmaya başladı.
Her şey çok hızlı olmuştu ve Marco tamamen savunmasız yakalanmıştı. Bu kadar iç içe bir ortamda, hareket edecek çok az alanı vardı. Nefes alamaması nedeniyle gözleri yuvalarından fırlamıştı. Oğlanın ellerinden kurtulmaya çalışıyor ama başarısız oluyordu. Marco daha iriydi fakat oğlanın elleri, büyük ihtimalle yıllardır adam öldürüyor olması nedeniyle çok sıkı ve nasırlıydı; Marco ellerini gevşetemiyordu.
“VUR! VUR!” diye bağırıyordu diğerleri.
Diğerleri gönülsüzce şiddeti izliyordu; gece boyunca çıkan düzinelerce kavgadan biriydi.
Marco, çırpınıyordu; hızla öne atılıp oğlana kafa attı ve burnuna vurdu. Bir çatırtı sesi geldi ve oğlanın burnundan kan fışkırdı.
Marco daha avantajlı bir konum almak için ayağa kalkmaya çalıştı fakat başka bir oğlan çizmeleriyle omzuna bastı ve onu yerde tuttu. Aynı anda hala burnundan kan gelmekte olan diğer oğlan beline uzanıp parlak bir şey çıkarttı. Nesne sabahın ilk ışığı altında parladı ve Alec bunun bir hançer olduğunu fark edip şoke oldu. Her şey çok hızlı gelişiyordu ve Marco’nun tepki vermesine yetecek zamanı yoktu.
Oğlan Marco’nun kalbini hedef alarak ileri doğru atıldı.
O sırada Alec harekete geçti. İleri atıldı ve oğlanın bileğini iki eliyle kavradı. İkisi birden yere düşerken Marco’yu bıçak göğsüne girmeden, ölümcül bir darbeden kurtarmıştı. Bıçak ucu Marco’nun bluzunu kesmişti ama tenine değememişti.
Alec ve diğer oğlan yere düşmüş hançeri almak için boğuşuyordu. Aynı anda Marco diğer saldırganın ayak bileğini yakalayıp döndürdü ve kırdı.
Alec yüzünde yağlı bir el hissetti. Oğlanın uzun parmakları yüzünü çiziyor ve gözlerine ulaşmaya çalışıyordu. Alec hızlı hareket etmesi gerektiğine karar verip hançere ulaşmaktan vazgeçti, etrafında döndü ve dirseğini savurdu. Dirseği oğlanın çenesine sağlam bir şekilde vurmuştu.
Oğlan üzerinden fırlayıp yüzüstü yere düştü.
Alec hızla nefes alıyor, yüzü çiziklerden yanıyordu. Bir şekilde ayağa kalkmayı başardı. Arkasında Marco’yla diğer oğlanların arasında ayakta duruyor, yerde hareketsiz yatan saldırganlarına bakıyorlardı. Alec’in kalbi göğsünden fırlayacak gibi atıyordu ve ayakta durduğu sırada tekrar oturmamaya karar Verdi. Oturunca yukarıdan gelen saldırılara daha açık hale geliyordu. Yolculuk ne kadar uzun olursa olsun yolun geri kalanında ayakta durmayı tercih ederdi.
Alec çevresine bakındı ve kendisine bakan saldırgan gözleri gördü fakat bu kez dışarı bakmak yerine o da onlara baktı. Bu oğlanların arasında hayatta kalmak istiyorsa biraz özgüven gösterisi yapması gerektiğini fark etmişti. Nihayet diğerleri ona saygı duyarmış gibi baktılar ve bakışlarını çevirdiler.
Marco eğilip hançerin neredeyse kalbine girmek üzereyken bluzunda yaptığı kesiğe baktı. Daha sonra Alec’e baktı. Yüzü minnettarlıkla doluydu.
“Artık ömür boyu bir arkadaşın var,” dedi Marco saygıyla.
Alec’in koluna uzanıp arkadaşça sıktı ve bu ona iyi geldi. Bir arkadaş, tam da ihtiyacı olan şeydi.
BÖLÜM ON BEŞ
Kyra yavaşça gözlerini açtı. Dengesi bozuktu ve nerede olduğunu merak ediyordu. Yattığı yerin üzerinde taş bir tavan gördü. Duvarlarda meşale ateşleri vardı ve bir yatakta rahat kürklerin üzerinde yattığını hissetti. Bir anlam veremedi. Hatırladığı son şey öleceğinden emin olarak karların üzerine düşmüş olduğuydu.
Kyra başını kaldırıp karlı bir orman görmeyi bekleyerek etrafına baktı. Fakat onun yerine bir grup tanıdık yüz görünce şaşırdı, babası, erkek kardeşleri Brandon, Braxton ve Aidan, Anvin, Arthfael, Vidar ve babasının en iyi savaşçılarından bir düzine kadarı oradaydı. Kaleye dönmüştü. Odasındaydı, yatağındaydı ve hepsi ona ilgiyle bakıyordu. Kyra kolunda bir basınç hissetti. Dönüp baktığında ela gözleri, uzun, gri saçlarıyla kale sağlıkçısı Lyra’nın orada olduğunu ve nabzını kontrol ettiğini gördü.
Kyra artık ormanda olmadığını anlayarak gözlerini tamamen açtı. Bir şekilde geri dönmeyi başarmıştı. Yanında bir inleme duydu ve elinin üzerinde Leo’nun burnunu hissetti. Onu arayanları Leo’nun yönlendirmiş olduğunu anladı.
“Neler oldu?” diye sordu, hala kafası karışıktı ve parçaları birleştirmeye çalışıyordu.
Onun uyandığını gören kalabalık büyük ölçüde rahatlamış görünüyordu ve konuşmaya başlamışlardı. Babasının yüzünde pişmanlık ve rahatlama vardı; öne çıkıp kızının elini sıkıca tuttu. Aidan koşturup diğer eline sarıldı. Küçük erkek kardeşini kendi yanında görmek onu gülümsetmişti.
“Kyra,” dedi babası şefkat dolu bir sesle. “Artık evindesin. Güvendesin.”
Kyra babasının yüzündeki suçluluğu gördü ve her şeyi hatırladı, bir gece önce yaptıkları tartışmayı… Sonuçta onu evinden uzaklaştıran babasının sözleriydi.
Lyra uzanıp soğuk bir bezle yanağına dokunduğunda Kyra bir batma hissetti ve acı içinde bağırdı. Bezin içinde bir çeşit merhem vardı ve yarası önce yanmış sonra serinlemişti.
“Zambak Suyu,” diye açıkladı sakinleştirici bir şekilde. “Bu yarayı hangi merhemin iyileştireceğini bulmak için altı farklı merhem denedim. Şanslısın ki tedavi edebildik; iltihap çoktan kötüleşmişti bile.”
Babası endişeli bir ifadeyle yanağına baktı.
“Bize neler olduğunu anlat,” dedi. “Sana bunu kim yaptı?”
Kyra bir dirseğini üzerinde doğruldu ve bu sırada başı döndü. Odadaki tüm adamların gözlerini dikmiş ona baktığını ve sessizce beklediğini hissetti.
“Hatırladıklarım…” diye başladı, sesi boğuktu. “Fırtına… Ateş Duvarları… Dikenli Orman…”
Babasının yüzü endişeyle asıldı.
“Buna nasıl cesaret ettin?” diye sordu. “Neden böyle bir gecede o kadar uzağa gittin?”
Hatırlamaya çalıştı.
“Ateş Duvarlarını kendi gözlerimle görmek istedim,” dedi. “Sonra… Bir barınağa ihtiyacım oldu. Düşler Gölü… ve sonra… bir kadın…”
“Bir kadın mı?” diye sordu babası. “Dikenli Ormanda mı?”
“O… çok yaşlıydı… kar ona dokunmuyordu.”
“Bir cadı,” dedi Vidar.
“O tür şeyler Kış Ayı gecesinde ortaya çıkar,” diye ekledi Arthfael.
“Peki, sana ne dedi?” diye sordu babası, meraklanmıştı.
Kyra herkesin yüzündeki kafa karışıklığı ve endişeyi görebiliyordu ve kendini tutmaya, onlara kehanetten, kendi geleceğinden bahsetmemeye karar verdi. Kendisi henüz konuyu tam olarak değerlendirememişti, eğer onlara söylerse delirdiğini düşüneceklerinden korktu.
“Ben… hatırlayamıyorum,” dedi.
“Bunu sana o mu yaptı?” diye sordu babası yanağına bakarak.
Kyra başını salladı ve yutkundu. Boğazı kurumuştu. Lyra imdadına yetişti ve bir keseyle su verdi. Suyu, dilinin damağının ne kadar kurumuş olduğunu fark ederek içti.
“Bir çığlık vardı,” diye devam etti Kyra. “Daha önce duyduklarıma hiç benzemiyordu.”
Doğrulup oturdu. Her şeyi hatırlarken daha berrak hissediyordu. Babasının gözlerinin içine baktı, ne tepki vereceğini merak ediyordu.
“Bir ejderha çığlıydı,” dedi düz bir şekilde, verilecek tepkilere karşı kendini hazırlarken, ona inanıp inanmayacaklarını merak ediyordu.
Odadaki inanmama belirtisi bir ses çıkarttı, herkesin ağzı açık kalmıştı. Adamların üzerine gergin bir sessizlik çökmüştü ve hepsi de hiç görmediği kadar donakalmış görünüyordu.
Ona sonsuzluk kadar gelen bir süre boyunca hiç kimse konuşmadı.
Sonunda babası başını salladı.
“Ejderhalar binlerce yıldır Escalon’u ziyaret etmedi,” dedi. “Başka bir şeyin sesini duymuş olmalısın. Belki de kulakların sana oyun oynamıştır.”
Eski kralın tarihçisi ve filozof, artık Volis’te yaşayan Thonos öne çıktı, uzun gri sakalı bastonunun üzerinde kıvrılıyordu. Çok nadir konuşurdu fakat konuştuğu zaman da büyük bir saygı görürdü, kadim bilgi ve bilgelik hazinesiydi.
“Kış Ayında,” dedi, sesi narindi, “bu tip şeyler olabilir.”
“Onu gördüm,” diye ısrar etti Kyra. “Onu kurtardım.”
“Kurtardın mı?” diye sordu, ona sanki çıldırmış gibi bakıyordu. “Sen, bir ejderhayı mı kurtardın?”
Tüm adamlar ona sanki aklını kaçırmış gibi baktı.
“Yarası yüzünden,” dedi Vidar. “Yarası beynine zarar vermiş.”
Kyra kızardı, umutsuzca kendisine inanmalarını istiyordu.
“Hayır, beynime zarar falan vermedi,” diye diretti. “Yalan söylemiyorum!”
Herkesin yüzüne umutsuzca baktı.
“Benim yalan söylediğimi ne zaman gördünüz?” diye sordu talepkar bir şekilde.
Hepsi ona baktı, emin olamamışlardı.
“Kıza bir şans verelim,” dedi Vidar. “Önce bir hikâyesini dinleyelim.”
Babası başıyla onay verdi.
“Anlat bakalım,” diye teşvik etti.
Kyra dudaklarını yaladı, sırtını dikleştirdi.
“Ejderha yaralıydı,” dedi. “Lordun Adamları onu köşeye sıkıştırmıştı. Onu öldüreceklerdi. Ölmesine izin veremezdim; o şekilde değil…”
“Ne yaptın peki?” diye sordu Anvin, sesi diğerlerine göre daha az şüpheciydi.
“Onları öldürdüm,” dedi, boşluğa bakıyor, yaşananları tekrar tekrar görüyordu. Sesi sertti ve hikâyesinin ne kadar çılgın olduğunun farkına varıyordu. Neredeyse kendisi bile inanmayacaktı. “Hepsini öldürdüm.”
Odaya uzun bir sessizlik çöktü öncekinden daha ağırdı.
“Bana inanmadığınızı biliyorum,” diye ekledi sonunda.
Babası boğazını temizledi ve kızının elini sıktı.
“Kyra,” dedi, kasvetli bir şekilde. “Seni bulduğumuz yerin yakınlarında beş ölü adam bulduk—Lordun Adamları. Eğer bu söylediklerin doğruysa, bunun ne kadar ciddi olduğunun farkında mısın? Ne yapmış olduğunun farkında mısın?”
“Başka çarem yoktu Baba,” dedi. “Ailemizin mührü—yaralı bir hayvanı ölüme terk etmemiz kesinlikle yasak.”
“Ejderha bir hayvan değildir!” diye karşılık Verdi kızgın bir şekilde. “Bir ejderha…”
Fakat sesi canlılığını yitirdi, boşluğa bakarken ne diyeceğini bilmediği belli oluyordu.
“Lordun Adamları öldüyse eğer,” diye araya girdi Arthfael sessizliği bozarak, sakalını sıvazlıyordu, “ne fark eder kir? Onların kızın öldürdüğünü kim biliyor? İzler bize kadar nasıl gelebilir ki?”
Kyra midesinde bir burkulma hissetti fakat onlara olanları tüm gerçekliğiyle anlatması gerektiğini biliyordu.
“Biri daha vardı,” diye ekledi isteksizce. “Bir yardımcı. O tanık oldu her şeye. Oradan bir ata binip kaçtı.”
Hepsi birlikte ona baktılar, yüzlerine kasvet çökmüştü.
Maltren kaşlarını çatarak öne çıktı.
“Peki, o halde neden bir kişinin yaşamasına izin verdin?” diye sordu.
“Sadece bir çocuktu,” dedi. “Silahsızdı. Evine dönüyordu. Ona da bir ok mu saplamalıydım?”
“Herhangi birine bir ok sapladığından da şüpheliyim,” diye çıkıştı Maltren. “Öyle olduğunu varsayarsak, bir çocuğun yaşamasına izin vermek hepimizi ölüme sürüklemekten daha mı iyi?”
“Hiç kimse bizi ölüme sürüklemedi,” diye Maltren’i tersledi babası, kızını koruyarak.
“Öyle mi?” diye sordu. “Eğer yalan söylemiyorsa, bu durumda Lordun Adamları ölü ve bir görgü tanıkları var, dolayısıyla Volis’i suçlayacaklar ve hepimiz mahvolduk demektir.”
Babası Kyra’ya döndü. Yüzü hiç görmediği kadar sertti.
“Bu gerçekten de kara haber,” dedi, sesi son derece yaşlı çıkmıştı.
“Çok üzgünüm Baba,” dedi. “Size bir sorun yaratmak istememiştim.”
“İstememiş miydin?” diye karşı çıktı Maltren. “Tabii, Lordun Adamlarından beş tanesini yanlışlıkla öldürdün yani? Ve hepsi ne için?”
“Size söyledim,” dedi. “Ejderhayı kurtartmak için.”
“Hayali bir ejderhayı kurtarmak için,” dedi Maltren kıs kıs gülerek. “Bu her şeye değer tabii. Bir ejderha, tabii gerçekten varsa, seni parçalarına ayırırdı.”
“Beni parçalarıma ayırmadı,” diye karşılık verdi.
“Bu ejderha saçmalığı bu kadar yeter,” dedi babası, sesi yükselmişti ve tedirgindi. “Şimdi bize doğruyu söyle. Burada hepimiz erkeğiz. Her ne olduysa söyle. Seni yargılamayacağız.”
İçinden ağlama isteği geldi.
“Size zaten söyledim,” dedi.
“Ben ona inanıyorum,” dedi yanında duran Aidan. Bunun için erkek kardeşine minnettar oldu.
Fakat karşısında duran onlarca surattan başka hiç kimsenin ona inanmadığını anlayabiliyordu. Odaya uzun bir sessizlik çöktü.
“Bu mümkün değil Kyra,” dedi babası sonunda yumuşakça.
Aniden, “Mümkün,” diyen kalın bir ses duyuldu.
Herkes dönüp hızla açılan kapıya baktı. Babasının birkaç adamı içeri girmiş, kürklerindeki ve saçlarındaki karları temizliyordu. Sesi duyulan adamın yüzü soğuk nedeniyle hala kırmızıydı ve sanki hayranlık dolu bir ifadeyle Kyra’ya bakıyordu.
“İzlerini bulduk,” dedi. “Nehrin yakınında. Cesetlerin bulunduğu yere yakın. İzler dünya üzerindeki herhangi bir canlı için çok büyük. Bunlar bir ejderhanın izleri.”
Adamlar dönüp tekrar Kyra’ya baktı, bu sefer emin değillerdi.
“Peki, şu an ejderha nerede öyleyse?” dedi Maltren.
“İzler nehre doğru gidiyor,” diye bildirdi adam.
“Uçamıyordu,” dedi Kyra. “Dediğim gibi, yaralıydı. Akıntıya doğru yuvarlandı ve bir daha da görünmedi.”
Odaya uzun bir sessizlik çöktü ve bu sefer herkesin inandığı belli oluyordu. Ona büyük bir hayranlıkla bakıyorlardı.
“Bu ejderhayı gördüğünü söylüyorsun yani?” diye sordu babası.
Kyra başıyla onayladı.
“Şu an seninle benim olduğumuz kadar yakınında durdum,” diye yanıtladı.
“Peki, nasıl hayatta kaldın?” diye sordu.
Şöyle bir yutkundu, kendinden emin değildi.
“Bu yara da işte o zaman oldu,” dedi yanağına dokunarak.
Adamların hepsi yanağına farklı bir gözle baktı, hepsi donakalmış görünüyordu.
Kyra parmağını yarasının üzerinde gezdirirken bu yaranın görünüşünü sonsuza dek değiştireceğini hissetti fakat garip bir şekilde bu durumu umursamıyordu.
“Fakat bana zarar vermek istediğini düşünmüyorum,” diye ekledi.
Ona sanki deliymiş gibi baktılar. Onlara o yaratıkla arasındaki bağı anlatmak istedi fakat hiçbirinin anlayabileceğini düşünmüyordu.
Orada onlarca yetişkin erkek şaşkınlık içinde ona bakıyorlardı. Sonunda babası sordu:
“Neden bir ejderhayı kurtarmak için hayatını tehlikeye attın? Neden hepimizi tehlikeye attın?”
Bu güzel bir soruydu ve buna Kyra’nın da verebilecek bir cevabı yoktu. Bir cevabı olmasını diledi. Hissettiklerini, duygularını, yaratığın yakınındayken yaşadığı kader algısını kelimelere dökemiyordu. Dökebilse bile bu adamların anlamayacağını düşünüyordu. Fakat diğer taraftan hepsini tehlikeye atmıştı ve bunu için berbat hissediyordu.
Tüm yapabildiği başını kaldırıp “Affet beni Baba.” Demek oldu.
“Bu mümkün değil,” dedi Maltren tedirgin bir biçimde. “Bir ejderha ile böyle karşılaşıp hayatta kalmak mümkün değil.”
“Tabii eğer,” dedi Anvin Kyra garip bir şekilde bakıyordu. Daha sonra babasına döndü. “Tabii eğer kızın bir—”
Babası aniden Anvin’e bir bakış attı ve Anvin derhal kendini durdurdu.
Kyra bakışlarını iki adam arasında gezdirdi. Şaşırmıştı ve Anvin’in ne demek üzere olduğunu merak ediyordu.
“Tabii eğer ne değilsem?” diye sordu Kyra.
Fakat Anvin bakışlarını kaçırdı ve başka bir şey söylemedi. Aslında tüm oda sessizliğe gömülmüştü ve Kyra herkesin yüzüne bakıp cevap ararken sanki odadaki herkesin bildiği ama kendisinden sakladıkları bir sır varmış gibi onunla göz göze gelmekten kaçındıklarını fark etti.
Babası aniden yatağın kenarından kalkıp kızının elini bıraktı. Toplantının bitmiş olduğunu ifade edecek şekilde ayakta duruyordu.
“Şimdi dinlenmen lazım,” dedi. Daha sonra sakince adamlarına döndü. “Bir ordu gelecek,” dedi usulca, sesi otorite doluydu. “Hazırlanmamız gerek.”