Kitabı oku: «Ejderhaların Yükselişi », sayfa 9

Yazı tipi:

Bu geceden sonra hayatının bir daha asla aynı olmayacağını biliyordu.

Kyra ormana doğru kıvrılan at izlerini fark etti ve kendi halkını uyarmak için kaçan oğlanı hatırladı. Lordun Adamlarının halkı için geri geleceğini biliyordu.

Kyra dönüp ormana doğru koşmaya başladı. Leo da yanındaydı. Volis’e geri dönmeye ve hala geç kalmadıysa babasını ve tüm halkını uyarmaya kararlıydı.

BÖLÜM ON İKİ

Vesuvius, Trollerin Kralı ve Marda’nın Yüce Hükümdarı, dünyanın altındaki devasa mağarada, otuz metre kadar yüksekteki balkonda durdu ve aşağı baktı. Trol ordusunun çalışmalarını inceliyordu. Binlerce troll mağaralardan oluşan devasa yeraltında çalışıyorlardı; kazma ve çekiçlerle kayaları kırıyor, toprak ve taşları parçalara ayırıyorlardı. Maden çalışmasının sesi oldukça yüksekti. Duvarlarda sayısız meşale asılıydı ve yerin altından geçen lavlar, troller altlarındaki sıcak nedeniyle terler ve güç nefes alırken, parlıyor, ışık yayarak mağarayı aydınlatıyor ve ortamı ısıtıyordu.

Vesuvius genişçe gülümsedi. Trol suratı biçimsiz, bozuk şekilli ve bir insanın iki katı kadardı. Ağzından fillerin dişlerine benzer iki uzun diş çıkıyordu. İnsanların acı çektiğini izlemekten zevk alan boncuk gibi, kırmızı gözleri vardı. Halkının sıkı çalışmasını, her zamankinden daha fazla çalışmasını istiyordu. Atalarının başaramadığı şeyi başarmanın tek yolunun aşırı miktarda çok çalışmak olduğunu biliyordu. Normal bir trolün iki katı, bir insanın ise üç katı büyüklükte olan Vesuvius tam bir kas ve öfke yığınıydı ve farklı olduğunu, kendisinden öncekilerin yapamadığını yapabileceğini biliyordu. Atalarının bile aklına gelmemiş olan bir plan ortaya çıkartmıştı; ulusunun sonsuza kadar zafer kazanmasını sağlayacak bir plan. O güne kadar yapılmış en büyük tüneli yaptırıyordu. Ateş Duvarlarının altından geçip, Escalon’un altına kadar gidecek bir tünel ve her bir çekiç darbesiyle tünel daha da derinleşiyordu.

Halkı yüzyıllar boyunca bir kez bile Ateş Duvarlarını yığınlar halinde nasıl geçeceklerini çözememişti. Orada burada birkaç troll tek başlarına diğer tarafa geçmeyi başarmıştı fakat hepsi de bu intihar görevinde ölmüştü. Vesuvius’un istediği şey tüm ordusunun aynı anda ve tek seferde diğer tarafa geçip Escalon’u tek seferde ve sonsuza kadar yok etmekti. Ataları bunu nasıl yapacaklarını anlayamamışlardı ve kanaatkâr hale gelip, burada, Marda’nın yaban topraklarında bir yaşama çekilmişlerdi. Fakat o bunu kabul etmiyordu. Vesuvius tüm atalarından daha bilge, daha sert, daha kararsız ve daha acımasızdı. Bir gün düşünürken eğer Ateş Duvarlarının içinden veya üzerinden geçemiyorsa belki de altından geçebileceği düşüncesi aklına gelmişti. Bu fikirle büyülenmiş ve acilen planını uygulamaya koymuştu. O günden beri de binlerce trol ve köle trol krallığının en büyük yapıtını inşa edene kadar da durmayacaktı: Ateş Duvarlarının altından geçen bir tünel…

Vesuvius şeflerinden birinin, Batıda yakalayıp getirdikleri yüzlerce diğer köleye zincirledikleri bir insan köleyi kırbaçlamasını keyifle izledi. Adam çığlık atıp yere düştü ve ölene kadar kırbaçlandı. Vesuvius diğer insanların daha hızlı çalışmaya başladığını görüp keyifle sırıttı. Trolleri neredeyse bir insanın iki katı büyüklükte, daha da biçimsiz görünümlü, kabarık kasları ve şekilsiz yüzleri olan ve doyumsuz bir kana susamışlıkla yanan trollerdi. Yakaladıkları insanların troller için içlerindeki şiddetti atmalarını sağlamakta iyi bir araç olduklarını düşünüyordu.

Fakat Vesuvius izlediği sürece yine de memnu görünmüyordu. Ne kadar insan köleleri de olsa, ne kadar çok askerini bu işe de koşsa veya her ne kadar kendi halkını motive etmek için onları kırbaçlasa veya öldürse de işlem yavaş yürüyordu. Kaya çok sert, iş çok büyüktü. Bu hızda bu tünelin kendi ömrü içinde bitmesinin mümkün olmadığını ve Escalon’un işgal etme hayalinin sadece bir hayalden ibaret kalacağını biliyordu.

Marda’da istediklerinden çok daha fazla alanları vardı fakat Vesuvius istediği toprak değildi. İnsanların hepsini zapt etmek, öldürmek, onlara ait ne varsa almak istiyordu; sadece eğlence olsun diye. Hepsini istiyordu ve oraya ulaşmak istiyorsa daha ciddi önlemler almanın vaktinin geldiğini biliyordu.

“Lordum ve Kralım?” diyen bir ses duydu.

Vesuvius dönüp birkaç askerinin gelmiş olduğunu gördüğü. Askerler, trol ulusunun belirleyici, ön tarafında, ağzında bir köpek tutan kükreyen bir yabandomuzu armalarıyla donatılmış yeşil zırhları giyiyordu. Adamları, onun olduğu ortamda yapmak üzere eğitildikleri şekilde saygıyla başlarını eğmiş yere bakıyorlardı.

Vesuvius adamlarının aralarında bir trol asker tuttuklarını gördü. Zırhı parçalanmış, yüzü kül ve çamurla kaplı ve yanık izleri taşıyan bir askerdi.

“Söyleyin,” diye emretti.

Adamlar yavaşça başlarını kaldırıp onun gözlerine baktılar.

“Bu asker Marda içinde, Güneyorman’da yakalandı,” diye bildirdi biri. “Ateş Duvarlarının diğer tarafından dönerken yakalanmış.”

Vesuvius yakalanmış ve zincirlenmiş olan askeri süzdü ve içi iğrenmeyle doldu. Her gün Marda’dan Ateş Duvalarını aşıp diğere tarafa, Escalon’a geçmeleri için birçok adam gönderiyordu. Eğer geçişten sağ kurtulurlarsa insanlar arasında yapabildikleri kadar çok dehşet saçmaları emredilirdi. Hayatta kalabilirlerse de iki Kuleyi aramaları ve Ateş Duvarlarının kaynağı olduğu söylenen efsanevi Ateş Kılıcını çalmaları da emredilmişti. Trollerin birçoğu bu yolculuktan geri dönmemişti. Ya Ateş Duvarlarının geçitlerinde ölmüş ya da Escalon’da insanlar tarafından öldürülmüşlerdi. Görevleri tek yönlü bir görevdi: Ellerinde Ateş Kılıcı olmadığı sürece asla geri dönmemeleri emredilirdi.

Fakat bazen Ateş Duvarlarındaki seyahatleri nedeniyle biçimleri bozulmuş, görevlerinde başarısız olmuş trolleri, Marda’da güvenli limanlarına geri dönmek için gizlice geri kaçarlardı. Vesuvius bu trollerden iğrenirdi ve bunları asker kaçağı olarak değerlendirirdi.

“Batıdan bana ne haberler getirdin?” diye sordu. “Kılıcı buldun mu?” diye ekledi fakat cevabı zaten biliyordu.

Asker yutkundu. Dehşete kapılmış görünüyordu.

Yavaşça başını salladı.

“Hayır, Lordum ve Kralım,” dedi, sesi titrekti.

Vesuvius öfkelendi.

“Peki, o halde neden Marda’ya döndün?” diye sordu.

Trol başı öne eğik durmaya devam etti.

“Bir grup insan tarafından tuzağa düşürüldüm,” dedi. “Şansım vardı kaçabildim ve buraya gelebildim.”

“Fakat neden geri geldin?” diye baskı yaptı Vesuvius.

Asker ona baktı, şaşırmış ve gerilmişti.

“Çünkü görevim bitmişti, Lordum ve Kralım.”

Vesuvius hiddetlendi.

“Görevin Kılıcı bulmaktı veya denerken ölmek.”

“Fakat Ateş Duvarlarını geçtim!” diye kendini savundu. “Birçok insan öldürdüm! Ve geri döndüm!”

“Peki, bana söyler misin,” dedi Vesuvius sakince, bir elini trolün omzuna koydu ve balkonun kenarına doğru yürüdüler. “Geri dönmen halinde yaşamana izin vereceğimi gerçekten düşündün mü?”

Vesuvius aniden trolü sırtından yakalayıp öne doğru bir adım attı ve onu balkondan aşağı fırlattı.

Asker havada çığlık atarak uçarken zincirlerinin izin verdiği ölçüde sağa sola sallandı. O düşerken aşağıdaki tüm işçiler durup yukarı bakarak onu izledi. Yirmi metre kadar düştükten sonra sonunda aşağıdaki sert kayanın üstüne çakıldı.

İşçiler yukarıya Vesuvius’a bakarken o da işçilere baktı. Bunun, hata yapanların başına ne geleceğini hatırlamalarına yardımcı olacağını biliyordu.

İşçiler hemen çalışmaya geri döndüler.

Vesuvius, hala öfkeliydi ve bunu birilerinden çıkartması gerekiyordu. Geri dönüp kanyon duvarına oyulmuş dönen merdivenden gösterişli bir şekilde indi. Adamları da onu takip ediyordu. Gelişmeleri bizzat yakından gözlemlemek istiyordu. Hazır aşağı inmişken öldüresiye dövebileceği hastalıklı bir köle bulabileceğini düşündü.

Vesuvius siyah kayalara oyulmuş merdivenlerden, art arda katları inerek, aşağı yaklaştıkça daha da sıcaklaşan, devasa mağaranın zeminine indi. Mağara zemininde azametle yürüyüp, lav akıntılarının arasından ve çalışan yığınlarının arasından zikzak çizerek yürürken düzinelerce askeri de onu takip etti. O ilerlerken binlerce asker ve köle çalışmalarına ara verip, ona yol açarken başlarını eğdiler.

Aşağısı sıcaktı. Zemin sadece terleyen adamlar yüzünden değil, aynı zamanda zeminin altından akan ve duvarlardan sızan lav akıntıları ve adamlar kazma ve küreklerle kayalara vurdukça kayalardan yükselen kıvılcımlar nedeniyle ısınmıştı. Vesuvius geniş mağara zeminini geçip tünelin ağzına geldi. Orada bir süre durup baktı. Kazılmakta olan tünel otuz metre genişlikte on beş metre yüksekliğindeydi dünyanın derinliğinde, kademeli olarak daha derine doğru gidiyordu. Günü geldiğinde Ateş Duvarlarının altında bir ordunun saklanmasını sağlayabilecek kadar derindi. Bir gün yüzeye çıkacak ve Escalon’a saldıracaklar ve binlerce insanı köle olarak alacaklardı. O günün hayatındaki en muhteşem gün olacağını biliyordu.

Vesuvius ileri yürüdü, bir askerin elinden kırbacı aldı, yukarı kaldırdı ve askerleri kırbaçlamaya başladı. Hepsi işinin başına dönmüş, kayalara öncekinin iki katı hızda vuruyor, bir toz bulutu yükselene kadar siyah sert kayaları eziyorlardı. Daha sonra insan kölelere yöneldi. Escalon’dan kaçırdıkları ve buraya geri getirmeyi başardıkları kadın ve erkekler… Bunlar en çok zevk aldığı görevlerdi. Sadece Batıyı dehşete düşürmek için yaptırdığı görevler. İnsanların çoğu dönüş yolundaki geçitlerde ölmüştü fakat yeteri kadar kısmı, çok kötü yanmış ve sakatlanmış da olsa bura, tünellerinde ölümüne çalıştırılıyorlardı.

Vesuvius onlara dikkat kesildi. Kırbacı bir adamın eline tutuşturup bir kadını işaret etti.

“Öldür onu!” diye emir verdi.

Adam titreyerek olduğu yerde duruyordu ve belli belirsiz başını salladı.

Vesuvius adamın elinden kırbacı kapıp onu kırbaçlamaya başladı. Adam direnmeyi bırakıp ölene kadar kırbaçladı.

Diğerleri işlerinin başına döndü; onun gözüne çarpmamaya çalışıyorlardı. Vesuvius kırbacı fırlattı. Hızla nefes alıyordu ve mağaranın ağzına baktı. Ezeli düşmanına bakıyor gibiydi. Yarım şekil almış bir yaratımdı, hiçbir yere ulaşmıyordu. Her şey çok yavaş ilerliyordu.

“Lordum ve Kralım,” diyen bir ses duydu arkasından.

Vesuvius yavaşça arkasını döndü ve en iyi birliklerine özel hazırlanmış siyah yeşil zırhları giyen, elit troll birliği Mantra’dan askerleri gördü. Orada gururlu bir şekilde duruyor, yanlarında baltalı kargılarını tutuyorlardı. Bunlar Vesuvius’un saygı gösterdiği sayılı trollerdendi ve onları görmek kalp atışlarını hızlandırmıştı. Bunun bir tek anlamı olabilirdi: Yeni haberler getirmişlerdi.

Vesuvius Mantra’yı aylar önce özel bir göreve atamıştı: Büyük Orman’da gizlenen ve binlerce trolü öldürmüş olduğu söylenen devi bulmak. Hayali bu devi yakalayıp buraya getirmek ve onun kas gücünü tüneli tamamlatmak için kullanmaktı. Vesuvius görev üstüne görev yaptırmıştı ama geri dönen olmamıştı. Gönderdiği adamların hepsi dev tarafından öldürülmüş olarak bulunmuştu.

Vesuvius bu adamlara bakarken kalbi umutla dolup daha hızlı atmaya başladı.

“Konuş,” diye emretti.

“Lordum ve Kralım, devi bulduk,” diye bildirdi bir tanesi. “Onu köşeye kıstırdık. Adamlarımız emirlerinizi bekliyor.”

Vesuvius yavaşça gülümsedi. Hatırlayabildiği kadarıyla uzun zamandır ilk defa memnundu. Kafasında planı kuvvetlenirken gülümsemesi genişledi. Nihayet planı mümkün olacak, nihayet Ateş Duvarlarını aşabilecekti.

Karşısında azimle duran ve söylenecek her şeyi yapmaya hazı bekleyen kumandana baktı.

“Beni ona götürün.”

BÖLÜM ON ÜÇ

Kyra asasından destek alarak, artık dizlerini geçen karın içinde, artık tam bir tipiye dönmüş yağışın arasında Dikenli Ormanın içinden geçmeye çalışıyordu. Fırtına o kadar şiddetlenmişti k artık kalın dalların arasından geçebiliyor, dev ağaçları ittiriyor, şiddetli rüzgâr neredeyse ağaçları ortadan ikiye bölüyordu. Şiddetli rüzgâr ve kar yüzünü kırbaçlıyor, görmesini yine imkânsız hale getiriyordu. Hatta ayakta durmakta bile zorlanıyordu. Rüzgâr şiddetini artırmaya devam ettikçe, birkaç adım atmaya çalışması bile tüm gücünü almaya başlamıştı.

Kan kırmızısı ay sanki fırtına tarafından yutulmuşçasına çok önce kaybolmuştu ve artık yönünü bulabilmesi için bir ışığı yoktu. Işığı olsaydı bile herhangi bir şey görmesi neredeyse imkânsızdı. Onu ayakta tutan tek şey Leo’ydu. Yavaş yürüyen, yaralı ve kendisine yaslanan hayvanın varlığı tek tesellisiydi. Her adımıyla sanki daha derine batıyormuş gibi hissediyordu ve hiç ilerleyip ilerleyemediğini merak ediyordu. Halkına geri dönmek ve onları uyarmak için acele ediyordu fakat her adımıyla çabası daha da boş hale geliyordu.

Kyra başını kaldırıp etrafa bakmaya çalıştı. Gözlerini kısıp uzak da olsa bir işaret, hiç olmazsa doğru yöne gittiğini gösterecek herhangi bir şey görmeye çalıştı. Fakat beyaz dünyada kaybolmuştu. Ejderhanın yanağında açtığı yara, sanki orada ateş varmış gibi yanıyordu. Elini kaldırıp yanağına dokundu ve eli kan oldu; tüm evrende sıcak kalmış tek şey. Yanağı, sanki ejderhadan iltihap kapmış gibi zonkluyordu.

Oldukça kuvvetli bir rüzgâr onu geri ittirdiğinde Kyra daha fazla devam edemeyeceğini anladı. Barınacak bir yer bulmak zorundaydılar. Volis’e Lordun Adamlarından önce varmak konusunda umutsuzdu fakat böyle yürümeye devam ederse orada bir yerde öleceğini de biliyordu. Güvendiği tek şey, eğer yardımcı evine dönebilmiş olsa bile Lordun Adamlarının bu havada saldırıya geçemeyecekleri gerçeğiydi.

Kyra bu kez bir barınak bulmak amacıyla etrafına baktı fakat onu bulmak bile imkânsızdı. Beyazdan başka bir şey göremez, sert esen rüzgârın uğultusundan hiçbir şey düşünemez hale gelen Kyra panik yapmaya başladı. Kendisinin ve Leo’nun orada donacağı ve bir daha hiç bulunamayacağı fikri aklında dolaşmaya başladı. Eğer kısa zamanda bir şey bulamazsa sabaha kesinlikle ölmüş olacaklarını biliyordu. Bu durum yavaşça etrafını sarmıştı ve şimdi daha da umutsuz hale gelmişti. Volis’i terk edebileceği tüm geceler içinde en kötüsünü seçtiğini şimdi anlamıştı.

Sanki yeni niyetini anlamış gibi Leo inlemeye başladı ve aniden dönüp kendisinden uzaklaştı. Bir açıklığı geçip açıklığın diğer ucuna vardığında bir kar yığınını şiddetli bir şekilde kazmaya başladı.

Leo uluyup, şiddetle pençe atıp karda daha derine doğru kazdıkça Kyra mera içinde onu izledi ve ne bulmuş olduğunu merak etti. Sonunda yolu açtığında, iri bir kayaya oyulmuş küçük bir mağarayı ortaya çıkarttığını görünce şaşırdı. Kalbi umutla doldu ve aceleyle o tarafa geçti. Eğilip baktığında mağaranın ikisini korumaya yetecek kadar geniş olduğunu gördü. Ayrıca içinin kuru ve rüzgârdan korunaklı olduğunu görünce heyecanlandı.

Eğilip kurdun başını öptü.

“Başardın oğlum.”

Kurt da onu yaladı.

Dizlerinin üstüne çöküp sürünerek mağaraya girdi. Leo da hemen arkasındaydı. İçeri girdiklerinde içini bir rahatlama duygusu kapladı. Nihayet sessizlik vardı. Rüzgârın sesi buraya ulaşmıyor ve ilk defa yüzüne veya kulaklarına vurmuyordu. İlk defa kuruydu. Yeniden nefes alabiliyormuş gibi hissetti.

Kyra çam iğnelerinin üzerinde mağaranın derinliklerine doğru süründü. Ne kadar derine gittiğini merak ediyordu. Sonunda mağaranın arka duvarına ulaştı. Oturdu ve sırtını duvara yaslayıp dışarı baktı. Bir miktar kar içeri giriyordu fakat kendisinin olduğu derinliğe ulaşamıyordu ve mağara çoğunlukla kuruydu. Uzun zamandır ilk kez gerçekten rahatlamıştı.

Leo da hemen yanına geldi ve başını dizlerine koydu. Kyra sırtı duvara dayalı şekilde titreyen hayvanı kucaklayıp göğsüne bastırdı. Onu sıcak tutmaya çalışıyordu. Kürkündeki ve üzerindeki karları temizledi, onu kurulamaya çalıştı ve yarasını inceledi. Şansı vardı; yara derin değildi.

Kyra yarayı temizlemek için kar kullandı ve yarasına dokununca kurt inledi.

“Sişşşt,” dedi.

Cebine uzanıp ona son parça kurutulmuş eti Verdi; hayvan bunu iştahla yedi.

Kyra karanlıkta yeniden arkasına yaslanıp şiddetli rüzgârın sesini dinleyerek, yeniden birikmeye başlayan ve görüşünü kapatan karı izleyerek oturdu ve bunun dünyanın sonu olduğunu hissetti. Gözlerini kapatmaya çalıştı. Ölümüne yorgun hissediyordu, donmuştu ve umutsuzca dinlenmeye ihtiyacı vardı fakat yanağındaki zonklayan yara onu uyanık tutuyordu.

Fakat en sonunda göz kapakları ağırlaştı ve yavaşça ağırlaştı. Altındaki çam iğneleri tuhaf bir şekilde rahattı ve vücudu kayaya dönüşürken, tüm çabalarına rağmen bir süre sonra kendini tatlı bir uykunun kollarına dalarken buldu.

*

Kyra bir ejderhanın sırtında uçuyordu. Ejderha tiz sesler çıkarıp kanat çırparken, mümkün olduğunu bildiği en yüksek hızdan daha hızlı gidiyorlardı ve sımsıkı tutunmuştu. Çok büyük ve muhteşemdiler. Onları izlediği sırada daha da büyürlerken, tüm dünyayı kaplayabilirmiş gibi görünüyorlardı.

Aşağı baktı ve aşağıda Volis’in alçaklı yüksekli tepelerini görünce yüreği ağzına geldi. Burayı hiç bu açıdan, bu kadar yukarıdan görmemişti. Yeşil tepeleri, geniş ormanlıkları, hızla akan nehirleri ve bereketli üzüm bağlarıyla yemyeşil bir kırsalın üzerinden uçtular. Bu arazi ona çok tanıdık geliyordu ve kısa süre sonra Kyra babasının düzensiz kalesini tanıdı. Kadim taş duvarları kırsal alanı örtüyor, duvarların dışında koyunlar geziniyordu.

Fakat ejderha dalışa geçtiğinde Kyra aniden bir şeylerin ters gitmekte olduğunu fark etti. Duman yükseldiğini gördü; baca dumanı değil, oldukça yoğun siyah bir duman… Daha yakından baktığında babasının kalesinin ateşler içinde olduğunu görüp dehşete kapıldı. Ateş dalgaları her şeyi sarıyordu. Ufukta Lordun Adamlarının ordusunu gördü. Kaleyi kuşatıyor ve ateşe veriyorlardı. Aşağıdan gelen çığlıkları duyduğunda, tanıdığı ve sevdiği herkesin katledilmekte olduğunu biliyordu.

“HAYIR!” diye bağırmaya çalıştı.

Fakat kelimeler boğazında düğümlendi ve sesi çıkamadı.

Ejderha boynunu kaldırmış, kafasını çevirmiş onun gözlerine bakıyordu ve Kyra kurtarmış olduğu ejderhayı görünce şaşkınlığa düşmüştü. Delici sarı gözleri doğrudan gözlerinin içine bakıyordu. Theos.

Sen beni kurtardın, dediğini duydu kafasının içinde. Şimdi ben seni kurtarıyorum. Artık ikimiz biriz, Kyra. İkimiz biriz.

Aniden Theos keskin bir dönüş yaptı ve Kyra dengesini kaybedip düştü.

Havada çırpınırken çığlık attı. Hızla yere yaklaşıyordu.

“HAYIR!” diye çığlık attı Kyra.

Kyra karanlıkta çığlık atarak kalktı. Nerede olduğundan emin değildi. Çok hızlı nefes alıyordu. Nerede olduğunu anlayana kadar etrafına baktı ve mağarada olduğunu hatırladı.

Leo hemen yanı başındaydı ve inledi; başı dizlerindeydi ve onu yalıyordu. Derin bir nefes alıp nerede olduğunu hatırlamaya çalıştı. Dışarısı hala karanlıktı. Fırtına aynı şiddetle devam ediyor, rüzgâr uğulduyor ve kar birikiyordu. Yanağındaki zonklama daha da kötü hale gelmişti. Uzanıp yaraya dokundu ve eline bulaşan taze kanı gördü. Kanamanın durup durmayacağını merak etti.

“Kyra!” diyen gizemli bir ses duydu; ses adeta bir fısıltı gibiydi.

Kyra irkildi. O mağarada, onunla birlikte karanlığa gizlenmiş kim olabileceğini merak etmişti. Etrafına baktı ve mağaranın içinde, başında dikilen tanımadığı bir insan şekli gördü. Uzun siyah bir cüppe ve pelerine giyen ve bir asa taşıyan bu şekil, kapüşonundan çıkan beyaz saçlarıyla, yaşlıca bir adama benziyordu. Asası parlıyor ve karanlıkta yumuşak bir ışık yayıyordu.

“Sen kimsin?” diye sordu dik oturup savunma pozisyonu alarak. “Buraya nasıl girdi?”

Adam bir adım ileri attığında, yüzünü görmek istedi fakat adamın yüzü hala gölgede kalıyordu.

“Peşinde olduğun şey nedir?” diye sordu adam; adamın kadim sesi onu sakinleştiriyordu.

Soru üzerine düşündü, anlamaya çalıştı.

“Özgürlüğün peşindeyim,” diye cevapladı. “Bir savaşçı olmanın peşindeyim.”

Adam yavaşça başını salladı.

“Bir şeyi unutuyorsun,” dedi. “Hepsinden de önemli olan şeyi. Peşinde olduğun şey nedir?”

Kyra kafası karışmış şekilde baktı.

Sonunda adam bir adım daha attı.

“Sen kaderinin peşindesin.”

Kyra bu sözler üzerine meraklanmıştı.

“Ve dahası,” dedi, “kim olduğunu bulmaya çalışıyorsun.”

Bir adım daha ileri attı. Çok yakın durmasına rağmen hala gölgedeydi.

“Sen kimsin, Kyra?” diye sordu.

Kyra boş bir şekilde ve cevabı bilmek isteyerek baktı fakat o anda hiçbir fikri yoktu. Artık hiçbir şeyden emin değildi.

Kimsin sen?” diye sordu tekrar; sesi çok yüksekti, mağaranın duvarlarında yankılanıyor, kulak zarlarını acıtıyordu.

Kyra elini yüzüne doğru kaldırdı, adam yaklaşırken cesaretini toplamaya çalışıyordu.

Kyra gözlerini açtığında artık kimsenin olmadığını görünce şoke oldu. Neler olduğunu anlayamamıştı. Yavaşça ellerini indirirken olup bitenler sırasında tamamen uyanık olduğunu fark etti.

Parlak güneş ışığı mağaranın içinde parlıyor, ışık kardan, duvarlardan yansıyor göz kamaştırıyordu. Kyra gözleri kısık, dengesi bozuk bir şekilde kendini toplamaya çalıştı. Şiddetli esen rüzgâr gitmişti; kör edici kar gitmişti. Onun yerine sadece mağaranın girişini kısmen kapatan kar vardı. Dışarıda ise masmavi bir gökyüzü ve şakıyan kuşlar… Sanki dünya yeniden doğmuş gibiydi.

Kyra durumu güçlükle kavrayabiliyordu; uzun bir geceden sağ kurtulmuştu.

Leo pantolonunun paçalarından nazikçe ısırıp sabırsız bir şekilde onu sürüklemeye çalıştı.

Dengesi bozuk olan Kyra yavaşça ayağa kalktı ve aynı anda acıdan yalpaladı. Yalnızca aldığı darbeler ve girmiş olduğu mücadele yüzünden vücudu ağrımıyordu, aynı zamanda ve daha fazla, yanağı alev alev yanıyordu. Ejderhanın pençesini hatırladı ve uzanıp yarasına dokundu. Sadece bir çizik olmasına rağmen hala gizemli bir şekilde nemliydi ve kanla kaplıydı.

Ayakta durduğu sırada başının döndüğünü hissetti. Bunun bitap düşmüş oluşundan mı, açlığından mı yoksa ejderhanın çiziğinden mi olduğunu bilemiyordu. Mağaranın dışına doğru sabırsız bir şekilde ilerleyen ve çıkışı genişletmek için karları kazan Leo’yu dengesiz bir şekilde takip ederken, kendinde değilmiş gibi hissediyordu.

Kyra eğilip dışarı çıktığında kendini kör edici bir beyaz dünyanın içine dalmış buldu. Ellerini göz hizasına kaldır. Görüntü başını ağrıtıyordu. Hava oldukça ısınmış, rüzgâr gitmiş, kuşlar şakıyordu ve güneş ağaçların arasından orman açıklığına süzülüyordu. Bir ıslık sesi duydu ve dönüp baktığında oldukça büyük bir kar yığınının çam yaprakları üzerinden uçup orman zemine yol açtığını gördü. Eğilip baktığında uyluk kemiklerine kadar karın içinde durduğunu gördü.

Karın içinden zıplayarak giden Leo kılavuzluk ediyordu ve Kyra onun Volis’e doğru gittiğinden emindi. Ayak uydurmakta zorlanarak da olsa onu takip etti.

Fakat Kyra attığı her adımla daha da zorlandığını fark etti. Dudaklarını yaladı ve başının daha fazla döndüğünü hissetti. Yanağındaki kan basınç yapıyordu. Gerçekten iltihap kapmış olup olmadığını merak etti. Değişmekte olduğunu hissediyordu. Tam olarak açıklayamıyordu fakat sanki ejderhanın kanı damarlarında dolaşıyor gibiydi.

“Kyra!”

Uzaktan bir ses geldi, ses sanki dünyalar ötesinden geliyor gibiydi. Ardından onun adını seslenen başka sesler de duyuldu. Bağırışları kar ve çamlar tarafından emiliyordu. Sesleri tanıması biraz zamanını aldı. Babasının adamları. Oradalardı ve onu arıyorlardı.

Kyra büyük bir rahatlama hissetti.

“Buradayım!” diye seslendi. O bağırdığını düşünüyordu fakat sesinin bir fısıltıdan çok da ileri gitmediğini görünce şaşırdı. O anda ne kadar zayıf düşmüş olduğunu anladı. Yarası ona bir şey yapıyordu; tam olarak anlayamadığı bir şey…

Aniden dizlerinin bağı çözüldü ve Kyra kendini karların üzerine düşerken buldu; direnecek gücü yoktu.

Leo kesik kesik sesler çıkarttı, sonra dönüp uzaktan gelen seslere doğru koştu.

Kyra ona seslenmek istedi, herkese seslenmek istedi ama artık çok güçsüzdü. Karın içinde yattı ve beyaz dünyaya baktı, kör edici kış güneşine ve gözlerini derin bir uykuya kapattı; artık daha fazla devam etmeye direnci kalmamıştı.