Kitabı oku: «Ejderhaların Yükselişi », sayfa 11
BÖLÜM ON ALTI
Kyra yaz sıcağında açık alanda durmuş etrafındaki dünyayı hayranlıkla izliyordu. Her yer çiçek açmış, göz kamaştırıcı renklere bürünmüştü, Tepeler yemyeşildi, son derece canlıydı, sarı ve kırmızı çiçeklerle bezenmişti. Tüm ağaçlar çiçek açmıştı. İnanılmaz kalınlıktaki yaprakları rüzgârda sallanıyor, dallardan meyveler sarkıyordu. Tepelerde üzüm bağları doluydu. Tüm üzümler olgunlaşmıştı, çiçeklerin ve üzümlerin kokusu yaz havasını dolduruyordu. Kyra nerede olduğunu merak etti. Diğer herkes nereye gitmişti; kış nereye gitmişti?
Gökyüzünden bir çığlık duyuldu ve Kyra başını kaldırıp baktığında Theos’un daireler çizerek uçmakta olduğunu gördü. Yere doğru alçaldı ve birkaç metre uzağında çimlere kondu. Çarpıcı, parlak sarı gözlerini kendisine dikti. Aralarında sözsüz bir iletişim oldu. Bağları o kadar yoğundu ki hiçbir söze gerek kalmıyordu.
Theos aniden başını geriye çekti, çığlık attı ve kendisine doğru ateş püskürttü.
Kyra bir şekilde korkmuyordu. Ateşler üzerine doğru gelirken hiçbir şekilde ürkmedi; bir şekilde onun kendisine hiçbir zaman zarar vermeyeceğini biliyordu. Ateş çatallandı ve iki yanına dağıldı. Etrafındaki her yeri yakarken ona hiçbir zarar vermemişti.
Kyra arkasını dönüp baktığında ateşin kırlara yayılmakta olduğunu görüp dehşete kapıldı. Tüm o canlı yeşilin ve yaz güzelliğinin siyaha dönüşünü gördü. Gözünün önündeki tüm manzara bir anda değişti, ağaçlar cayır cayır yanarken, çimler toprağa döndü.
Ateşler gitgide yükseldi, daha hızlı ve daha uzağa yayıldı ve Kyra uzakta Volis’in ateşler tarafından yutulup geriye kül ve taş yığınlarından başka bir şey kalmayıncaya kadar yanışını dehşet içinde izledi.
Nihayet Theos durduğunda Kyra dönüp ona baktı. Ejderhanın gölgesinde dururken, yaratığın dev boyutları karşısında küçücük kalmıştı ve ne beklemesi gerektiğini bilmiyordu. Ejderha ondan bir şey istiyordu fakat ne olduğunu algılayamıyordu.
Kyra uzanıp ejderhanın pullarında dokunda ve ejderha aniden pençesini kaldırdı, çığlık attı ve yanağını kesti.
Kyra çığlık atarak yatağından kalktı. Yanağını tutuyordu. Korkunç bir acı tüm vücuduna yayılıyordu. Ejderhadan kurtulmak için çırpındı fakat onu sakinleştirmeye, zapt etmeye çalışan insan ellerini görünce şaşırdı.
Kyra gözlerini kırpıştırdı ve başucunda duran ve yanağına bir bez bastıran tanıdık bir yüz gördü.
“Shh,” dedi Lyra, onu teskin ederek.
Kafası karışan Kyra etrafına bakındı ve bir rüya görmüş olduğunu anladı. Evindeydi, babasının kalesinde, kendi odasındaydı hala.
“Sadece bir kâbustu,” dedi Lyra.
Kyra uykuya dalmış olduğunu anladı. Ne kadar zaman geçmişti bilmiyordu. Pencereden dışarı bakınca güneş ışıklarının yerini karanlığın aldığını gördü. Panik halinde dimdik oturdu.
“Günün hangi dilimindeyiz?” diye sordu.
“Gecenin ortasındayız leydim,” diye cevapladı Lyra. “Ay çoktan yükseldi ve battı.”
“Peki ya yaklaşan ordu ne oldu?” diye sordu, kalbi hızla çarpıyordu.
“Henüz hiçbir ordu gelmedi leydim,” diye cevapladı. “Kar hala yüksek ve siz uyandığınızda güneş batmak üzereydi. Bu arada hiçbir ordu yola çıkamaz. Merak etmeyin, sadece birkaç saat uyudunuz. Şimdi dinlenin.”
Kyra derin bir nefes vererek arkasına yaslandı. Elinin üzerinde ıslak bir burun hissetti ve dönüp baktığında elini yalayan Leo’yu gördü.
“Yanınızdan hiç ayrılmadı leydim,” deyip gülümsedi Lyra. “O da öyle.”
Kyra kadının işaret ettiği yere baktığında, ateşin yanında, bir kürk yığınına sarılmış, elinde deri ciltli bir kitapla derin uykudaki Aidan’ı görünce duygulandı.
“Siz uyurken size kitap okudu,” diye ekledi.
Kyra küçük erkek kardeşine karşı sevgiyle dolmuştu ve bu onu yaklaşan sorunla ilgili daha da paniklemiş hale getirdi.
“Nabzınızı hissedebiliyorum,” diye ekledi Lyra yanağına kompres uygularken. “Kötü rüyalar gördünüz. Bu bir ejderhanın izi.”
Kyra onun kendisine anlamlı bir şekilde ve hayranlıkla baktığını fark etti ve merak etti.
“Bana neler olduğunu anlamıyorum,” dedi Kyra. “Daha önce hiç bu şekilde rüyalar görmemiştim. Rüyadan daha farklı bir şey gibi hissediyorum, sanki gerçekten oradaymışım gibi; sanki ejderhanın gözlerinden görüyormuşum gibi.”
Hemşire ona duygulu gözlerle baktı ve ellerini alıp dizlerinin üstüne koydu.
“Bir hayvan tarafından işaretlenmek çok kutsal bir şeydir,” dedi Lyra. “Ve bu sıradan bir hayvan değil. Bir yaratık sana dokunursa onunla bir sinerji paylaşırsın, sonsuza kadar. Onun gördüklerini görebilir, hissettiklerini hissedebilir veya duyduklarını duyabilirsin. Bu akşam olabilir veya gelecek yıl da olabilir fakat günün birinde olacaktır.”
Lyra sorgular şekilde ona baktı.
“Beni anlıyor musun, Kyra? Sen artık dünkü kız değilsin, buradan çıkan kişiyle aynı değilsin. Yüzündeki sadece basit bir iz değil, bir işaret. Bundan sonra üzerinde bir ejderha izi taşıyacaksın.”
Kyra kaşların çattı, anlamaya çalışıyordu.
“Fakat bunun anlamı ne?” diye sordu Kyra, bir şeyler anlamaya çalışıyordu.
Lyra içini çekti ve nefesini uzunca bir sürede bıraktı.
“Bunu sana zaman gösterecek.”
Kyra Lordun Adamlarını ve yaklaşan savaşı düşündü ve içinde bir aciliyet dalgası hissetti. Kürkleri üzerinden fırlatıp ayağa kalktı ve aynı anda sendelediğini hissetti; hiç kendisi gibi değildi. Lyra atılıp omuzlarından yakaladı ve düşmesini engelledi.
“Uzanmalısınız,” dedi Lyra. “Ateşiniz henüz geçmedi.”
Fakat Kyra yardım etmek için sıkıştıran bir aciliyet hissediyordu ve daha fazla yatakta kalamazdı.
“Toparlanırım hemen,” diye cevapladı. Soğuktan korunmak için pelerinini kapıp omuzlarına attı. Gitmeye hazırlandığı anda omuzlarında bir el hissetti.
“Hiç olmazsa şunu için,” diye ısrar etti Lyra, elinde bir kupa vardı.
Kyra kupanın içinde kırmızı bir sıvı olduğunu gördü.
“Bu nedir?”
“Kendi özel karışımım,” diye cevapladı gülümseyerek “Ateşi düşürecek ve acıyı azaltacak.”
Kyra kupayı iki eliyle tutarak büyük bir yudum aldı. Sıvı boğazından geçerken sıvının çok yoğun olduğunu fark etti, yutulması zordu. Suratını buruşturdu ve Lyra gülümsedi.
“Tadı çamur gibi,” diye gözlemini bildirdi Kyra.
Lyra’nın gülümsemesi genişledi. “Tadıyla ünlü olduğunu söyleyemem.”
Fakat Kyra şimdiden iyi hissetmeye başlamıştı, tüm vücudu anında ısınmıştı.
“Teşekkür ederim,” dedi. Daha sonra Aidan’ın yanına gidip, onu uyandırmamaya özen göstererek eğilip alnından öptü. Sonra da dönüp yanında Leo’yla birlikte aceleyle odadan çıktı.
Kyra Volis’in sadece titrek meşalelerle aydınlatılmış, loş koridorları boyunca dolandı. Bu saatte muhafızların çok azı görev başındaydı; onun dışında kale sessizdi, derin uykudaydı. Kyra spiral şekilli taş merdivenleri tırmandı ve babasının bir muhafız tarafından korunan odasının kapısında durdu. Adam Kyra’ya gözlerinde gibi bir ifadeyle baktı ve Kyra haberlerin bu kadar kısa sürede ne kadar yayıldığını merak etti. Adam başıyla selam verdi.
“Leydim,” dedi.
Kyra da başıyla selamladı.
“Babam odasında mı?”
“Babanız uyuyamıyordu. Kendisini en son, çalışma odasına giderken gördüm.”
Kyra koridorlardan aşağı koştu. Spiral yapılı merdivenlerden inip, kubbeli kemerli geçitlerden geçerken başını eğiyordu. Sonunda kalenin uzak ucuna ulaştı. Koridorlar babasının kütüphanesine açılan, büyük, kemerli, ağaç bir kapıda sona eriyordu. Kapıyı açmak için elini uzattığında kapının zaten aralık olduğunu gördü. İçeriden gelen ciddi ve gergin sesleri duyunca aniden durdu.
“Sana söylüyorum, gördüğü şey o değildi,” diyen babasının sesini duydu, öfkeliydi.
Babası öfkeliydi, dolayısıyla, beklemenin daha iyi olacağına karar verip kapının önünde durdu. Seslerin kesilmesini bekleyerek kapının önünde dururken kimlerin konuştuğunu, ne hakkında konuştuklarını merak etti. Kendisi hakkında mı konuşuyorlardı acaba?
“Eğer gerçekten de bir ejderha gördüyse,” diyen çatlak bir ses duyuldu ve Kyra sesin sahibini hemen tanıdı; babasının en yaşlı danışmanı Thonos’tu konuşan “o zaman Volis küçük bir umut var demektir.”
Babası anlayamadığı bir şeyler mırıldandı ve Thonos içini çekerken uzun bir sessizlik oldu.
“Kadim parşömenler,” diye cevapladı Thonos, sesi yorgun çıkmıştı, “ejderhaların uyanışından bahseder. Hepimizin ateşleri altında ezileceğimiz zamanlardan… Onları dışarıda tutabilecek duvarımız yok. Tepeler ve gökyüzünden başka hiçbir şeyimiz yok. Ve eğer geldilerse, bir sebep için buradalardır.”
“Fakat ne sebeple?” diye sordu babası. “Bir ejderhayı dünyanın öbür ucuna gelmeye mecbur bırakan ne olabilir?”
“Belki daha iyi bir soru, Kumandanım,” diye cevapladı Thonos, “onu ne yaralamış olabilir?”
Ardından sadece ateşlerin çatırtısının duyulduğu uzun bir sessizlik oldu. Sonra Thonos tekrar konuşmaya başladı.
“Korkarım size en çok endişelendiren ejderha değil, öyle değil mi?” diye sordu Thonos.
Daha sonra yeniden bir sessizlik oldu. Kyra kapı dinlememesi gerektiğini biliyordu fakat kendine hâkim olamadı ve öne eğilip kapı aralığından içeri baktı. Babasını orada, başı ellerinin arasında, düşüncelere dalmış görmek içini burkmuştu.
“Hayır,” dedi babası, sesi halsizlikle doluydu. “değil,” diye itiraf etti.
Kyra ne hakkında konuşuyor olduklarını merak etti.
“Kehanetler üzerinde duruyorsunuz, değil mi?” diye sordu Thonos. “Onun doğum günü yüzünden mi?”
Kyra öne eğildi, kalbi kulaklarından çıkacak gibiydi, kendisiyle ilgili konuşulduğunu hissediyordu fakat ne demek istediklerini anlayamıyordu.
Babası cevap vermedi.
“Ben de oradaydım Kumandanım,” dedi Thonos sonunda. “Sizin olduğunuz gibi.”
Babası içini çekti fakat başını kaldırmadı.
“O sizin kızınız. Ona söylememiz gerektiğini düşünmüyor musunuz? Doğumundan, annesinden bahsetmek… Kim olduğunu bilmeye hakkı yok mu sizce?”
Kyra’nın kalbi göğsünden çıkacak gibiydi. Sırlardan nefret ederdi, özellikle de kendisi hakkındalarsa… Ne demek istediklerini öğrenmek için can atıyordu.
“Şimdi zamanı değil,” dedi babası sonunda.
“Fakat hiçbir zaman zamanı olmayacak, öyle değil mi?” dedi yaşlı adam.
Kyra derin bir nefes aldı, incinmiş hissediyordu.
Aniden arkasını dönüp koşmaya başladı. Babasının sözleri kulaklarında çınlarken göğsünde bir ağırlık hissetti. Onu milyonlarca bıçakla yaralamışlardı, Lordun Adamlarının ona fırlatabileceği her şeyden daha fazla yaralanmıştı. İhanete uğramış hissediyordu. Babası ondan bir sır saklıyordu, hem de hayatı boyunca saklamış olduğu bir sır. Babası ona yalan söylüyordu.
Kim olduğun bilmeye hakkı yok muydu?
Kyra, tüm hayatı boyunca insanların ona farklı bir şekilde baktığını hissetmişti. Sanki kendisi hakkında onun bilmediği bir şey biliyor gibiydiler. Sanki o bir yabancıymış gibi bakıyorlardı ve bunun nedenini hiçbir zaman anlayamamıştı. Fakat artık anlıyordu. Sadece herkesten farklı olduğunu hissetmekle kalmıyordu, o farklıydı. Fakat nasıl?
Kimdi o?
BÖLÜM ON YEDİ
Vesuvius Büyük Ormanın içinden, arkasında yüz kadar trolle birlikte, atların yürüyebilmesi için aşırı dik olan, keskin şekilde yükselen arazide yürüyordu. Büyük bir kararlılıkla ve ilk defa bir iyimserlikle ilerliyordu. Bir çalılığın içinden kılıcıyla keserek geçti. Kesmeden de geçebileceğini biliyordu fakat canı öyle istemişti, bir şeyleri öldürmekten zevk alıyordu.
Attığı her adımda Vesuvius, esir alınmış devin, gitgide artan ve altlarındaki zemini titreten kükremesini duyabiliyordu. Onu takip etmekte olan trollerinin yüzlerindeki korkuyu fark etti ve bu onu gülümsetti. Bu, yıllardır görmeyi umduğu bir korkuydu; tüm söylentilerden sonra nihayet devin bulunmuş olduğu anlamına gelen korku…
Çalılıkların son parçalarını da keserek ilerledi ve tepeye ulaştı. Tepeden sonra önünde orman büyük bir açıklığa çıkıyordu. Vesuvius aniden durdu, gördüklerine hazırlıksız yakalanmıştı. Açıklığın uzak ucunda kemerli ağzı otuz metre yüksekliğinde olan dev bir mağara vardı. Mağaranın kayalarına, her biri el ve ayak bileklerine bağlı, on beş metre uzunluğunda ve doksan santim kalınlığında zincirler olan, hayatında gördüğü en muazzam ve en çirkin yaratık zincirlenmiş duruyordu. Bu gerçek bir devdi, doğanın iğrenç bir yaratığı… Yaklaşık otuz metre boyunda, dokuz metre genişliğinde, insana benzeyen bir vücuda sahip fakat dört gözlü, burnu olmayan ve ağzı tamamen dişler ve çeneden oluşan bir yaratıktı. Yaratık ağzını açıp korkunç bir sesle kükredi. Hiçbir şeyden korkmayan, en dehşet verici yaratıklarla karşılaşmış olan Vesuvius bile korktuğunu itiraf etmek durumundaydı. Dev her biri bir buçuk metre uzunluğunda sivri dişlerle doldu ağzını açtı. Tüm dünyayı yutmaya hazır bir görüntüsü vardı.
Ayrıca dev öfkeden kudurmuş gibi görünüyordu. Ayaklarını yere vurarak tekrar tekrar kükredi. Bağlı olduğu zincirlerden kurtulmaya çalışıyor, yeri göğü, mağarayı, tüm dağ çevresini sarsıyordu. Sanki dev tek başına koca dağı yerinden oynatıyormuş gibiydi. Sanki zapt edilemez bir enerjiye sahip gibiydi. Vesuvius sırıttı; bu tam da ihtiyacı olan şeydi. Böyle bir yaratık tünelini trollerinin açamadığı kadar büyük bir hızda açabilirdi.
Vesuvius ilerledi ve açıklığa girdi. Açıklığa adımını attığında etraftaki yüzlerce ölü askerini gördü. Diğer askerleri de onu gördüklerinde esas duruşa geçmişlerdi. Hepsinin yüzlerinde korkuyu ve hiçbirinin yakaladıkları bu devle ne yapacakları hakkında hiçbir fikirlerinin olmadığını belli eden ifadeleri görebiliyordu.
Vesuvius açıklığın ucunda, devin zincirlerinin ulaşabildiği noktanın biraz uzağında durdu. Sonunun ölü askerlerininki gibi olmasını istemiyordu. Aynı anda dev ona yönelip uzun pençelerini savurarak saldırdı fakat birkaç metreyle kaçırıyordu.
Vesuvius olduğu yerde durmuş deve bakarken komutanı arkasından koşarak geldi. Devin çevresinden, onun ulaşamayacağı noktadan geçmeye dikkat ediyordu.
“Lordum ve Kralım,” dedi komutan, saygılı bir şekilde başını eğerek. “Dev yakalandı. O artık sizindir. Fakat onu bağlayamıyoruz. Bağlamayı denerken çok fazla asker kaybettik. Ne yapacağımızı bilmiyoruz.”
Vesuvius elleri belinde yaratığı incelerken trolünün gözlerinin üzerinde olduğunu hissediyordu. Dev, harika bir yaratıktı ve kendisini baştan aşağı süzüp ona hırlıyordu; onu parçalarına ayırmak için can atıyordu. Vesuvius problemin ne olduğunu görebilmişti. Her zaman olduğu gibi, problemi nasıl çözeceğini de ilk bakışta keşfetmişti.
Vesuvius bir elini komutanının omzuna koydu ve yaklaştı.
“Siz ona yaklaşmaya çalışıyorsunuz,” dedi yumuşak bir tonda. “Onun size gelmesine izin vermeli ve onu savunmasız yakalamalısınız. Ancak o zaman onu bağlayabilirsiniz. Ona istediğini vermeniz lazım.”
Komutanı kafası karışmış bir şekilde bakıyordu.
“Peki, ne istiyor Lordum ve Kralım?”
Vesuvius komutanını ileri doğru iterek yürümeye başladı. Açıklıkta deve doğru yürüyorlardı.
“Neden sen olmayasın,” diye yanıtladı Vesuvius sonunda, dünyadaki en doğal şey buymuş gibi konuşmuştu ve komutanını tüm gücüyle itip, bir şeyden kuşkulanmayan askerin açıklığın ortasına yuvarlanmasını sağladı.
Vesuvius güvenli alana geri çekildi ve devin şaşırmış bir şekilde önüne bakıp gözlerini kırpmasını izledi. Asker ayağa kalkıp kaçmaya çalıştı fakat dev çok hızlı tepki vermişti. Pençeleriyle askerin üzerine atılıp onu kaptı ve gözünün hizasına kaldırırken belinden sıktı. Askeri daha yakınına alıp ısırarak kafasını koparttı ve çığlıklarını yuttu.
Vesuvius beceriksiz bir komutandan kurtulmuş olduğuna memnun, gülümsedi.
“Eğer ne yapacağınızı size benim öğretmem gerekiyorsa,” dedi bir zamanlar komutanı olan cesede, “ne diye komutanlarla uğraşıyorum ki?”
Vesuvius döndü ve askerlerinin geri kalanına baktı. Hepsi orada taş kesilmiş halde duruyor, şoke olmuş şekilde bakıyordu. Yakınında duran bir askere işaret etti.
“Sen,” dedi.
Trol gergin bir şekilde baktı.
“Emredin Lordum ve Kralım!”
“Sıradaki sensin.”
Trolün gözleri büyüdü, dizlerinin üstüne çöküp ellerini kavuşturdu.
“Yapamam Lordum ve Kralım!” diye ağladı. “Size yalvarıyorum! Beni seçmeyin! Başkasını seçin!”
Vesuvius ona yaklaştı ve dostane bir şekilde başını salladı.
“Peki,” diye cevapladı. Bir adım ileri atıp hançeriyle trolün gırtlağını kesti ve trol yüzüstü yere düşüp, ayaklarının dibinde öldü. “Seçerim.”
Vesuvius askerlerine döndü.
“Şunu kaldırın,” diye emretti. “ve devin ulaşabileceği alan atın. Dev yaklaşırken iplerinizi hazır tutun. O yeme giderken siz de onu bağlayacaksınız.”
Yarım düzine kadar asker koşup cesedi yerden aldı ve açıklığa fırlattı. Diğer askerler ellerinde dev ipleriyle açıklığın iki tarafına koşup Vesuvius’un komutunu beklemeye başladı.
Dev, önüne atılan yeni trole baktı, sanki karar vermeye çalışıyor gibiydi. Fakat sonunda Vesuvius’un kumara tutu ve dev kısıtlı zekâsını sergileyip ileri atıldı ve Vesuvius’un olacağını bildiği şekilde cesedi kaptı.
“ŞİMDİ!” diye bağırdı.
Asker ipleri devin arkasından geçirip iki taraftan uçlarını tutup çekmeye başladılar ve onu yere indirdiler. Daha fazla asker ileri atılıp iplerini attı ve devin boynunu, bacaklarını ve kollarını bağladı. İplere sıkıca asılıp onu çembere aldılar. Yaratık gerildi, debelendi, öfkeyle kükredi fakat yapacak hiçbir şeyi kalmamıştı. Yüzlerce askerin tuttuğu düzinelerce kalın iple bağlanmış olarak yüzüstü çamura yığıldı; çaresizce kükrüyordu.
Vesuvius yürüdü ve kısa bir süre önce hayal bile edilemeyecek şekilde yaratığın başında durup, zaferinden tatmin olmuş bir şekilde baktı.
Nihayet, onlarca yıldan sonra genişçe gülümsedi.
“Artık,” dedi yavaşça her bir kelimesinin keyfini çıkartarak, “Escalon benim olacak.”
BÖLÜM ON SEKİZ
Kyra odasının penceresinde söken şafağı içinde bir beklenti ve korku duygusuyla izleyerek duruyordu. Babasının sözlerini duyduktan sonra, kâbuslarla boğuşup bir o yana bir bu yana dönerek uzun bir gece geçirmişti. Sözler hala kafasının içinde yankılanıyordu:
Kim olduğunu bilmeye hakkı yok mu?
Bütün gece peçe takan, yüzü görülmeyen bir kadınla ilgili rüyalar görmüştü; annesi olduğunu kesin olarak hissettiği bir kadın. Tekrar tekrar kadını arıyor fakat yatağında soluk soluğa bir hiçliğe uyanıyordu.
Kyra artık neyin rüya neyin gerçek olduğunu, neyin doğru neyin yalan olduğunu bilmiyordu. Bunca zamandır kendisinden ne kadar sır saklanmıştı? Ona söylemedikleri şey neydi?
Kyra nihayet, yarası yüzünden hala sızlayan yanağını okşayarak şafakta uyandı ve annesini merak etti. Tüm hayatı boyunca annesinin onu doğururken öldüğü söylenmişti ve aksine inanması için hiçbir nedeni yoktu. Kyra ailesinden veya kaleden kimseye benzemediğini fark etti ve bunun üzerine düşündükçe, herkesin kendisine biraz farklı bakmış olduğunu biraz daha fark etti, sanki oraya ait değilmiş gibi. Fakat hiçbir zaman bu bakışların ardında bir şey olduğunu, babasının ona yalan söylediğini, ondan bazı sırları sakladığını hayal bile etmemişti. Annesi hala hayatta mıydı? Onu neden kendisinden saklamak zorundaydılar?
Kyra içi titreyerek penceresinde durdu, son günlerde hayatının nasıl keskin bir şekilde değişmiş olduğuna hayret ediyordu. Ayrıca damarlarında yanan bir ateş hissediyordu, ateş yanağından omuzlarına ve oradan bileklerine yayılıyordu ve artık eski Kyra’yla aynı kişi olmadığını biliyordu. Ejderhanın sıcaklığının içinden aktığını, içinde titreştiğini hissedebiliyordu. Bütün bunların ne demek olduğunu merak etti. Tekrar aynı kişi olabilir miydi?
Kyra aşağıdaki insanlara baktı. Bu kadar erken saatte yüzlerce insan sağa sola koşuşturuyordu. Aşağıdaki tüm koşuşturmaya hayret etti. Normalde günün bu diliminde kale sakin olurdu; fakat şimdi… Lordun Adamları yaklaşan bir fırtına gibi onlar için geliyordu ve halkı bir cezalandırmaya maruz kalabileceklerini biliyordu. Bugün havadaki ruh da bir farklıydı. Halkı genelde çok çabuk geri çekilirdi fakat bu sefer ruhları kuvvetlenmiş görünüyordu ve onları savaşa hazırlanırken görünce heyecanlandı. Babasının bir grup adamı toprak yükseltileri sağlamlaştırıyor, kapılardaki muhafızları iki katına çıkarıyor, surlarda konuşlanıyor, pencereleri demirliyor ve hendek kazıyorlardı. Adamlar silahlarını alıp keskinleştirdi, sadaklarını okla doldurdu, atlarını hazırladı ve avluda gergin bir şekilde toplandılar. Hepsi hazırlanıyordu.
Kyra bütün bunların tetikleyicisinin kendisi olduğuna inanmakta zorlanıyordu; aynı anda hem suçluluk hissediyor hem de gurur duyuyordu. Halkının Lordun Adamlarına doğrudan yapacakları bir saldırıdan çıkamayacaklarını biliyordu; ne de olsa arkalarında Pandesia Ordusu vardı. Direnebilirlerdi belk ama Pandesia tüm gücüyle saldırdığında ölecekleri kesindi.
“Ayakta olmana sevindim,” diyen neşeli bir ses duydu.
Kyra irkilerek kapıya döndü, yanında duran Leo da irkilmişti. Bu vakitte kalede uyanık başkalarının da olduğunun farkına varmamıştı ve Anvin’i yüzünde büyük bir gülümseme ve yanında Vidar, Arthfael ve babasının birkaç adamıyla birlikte görünce rahatladığını hissetti. Ekip ona bakarken bu kez bakışlarının farklı olduğunu hissetti. Bu kez bakışlarında farklı bir şey vardı: Saygı. Ona artık bir genç kız gözüyle bakmıyorlardı, daha çok bir gözlemci gibi, sanki onlardan biriymiş gibi bakıyorlardı. Onlarla eşit biri gibi…
Bu bakış moralini yerine getirdi ve hepsine değdiğini hissettirdi. Hayatta bu adamların saygısını kazanmaktan çok istediği başka bir şey yoktu.
“Daha iyi misin?” diye sordu Vidar.
Kyra bu soru üzerine biraz düşündü, ellerini açıp kapattı, kollarını gerdi ve gerçekten de daha iyi olduğunu hissetti, hatta daha önce olmadığı kadar güçlüydü. Adamlara başıyla onay verdi ve adamların bakışlarında başka bir şey daha fark etti: Korkunun dokunuşu. Bilmedikleri veya güvenmedikleri bir güce sahipmiş gibi bakıyorlardı.
“Yeniden doğmuş gibiyim,” diye cevapladı.
Anvin genişçe gülümsedi.
“Güzel,” dedi. “Buna ihtiyacın olacak. Mümkün olduğunca çok güce ihtiyacımız olacak.”
Kyra şaşırmış ve heyecanlanmış bir ifadeyle baktı.
“Bana sizinle savaşma şansı vermek mi istiyorsunuz?” diye sordu kalbi yerinden çıkacak gibiydi. Onu bundan daha fazla heyecanlandıracak başka bir haber olamazdı.
Arthfael gülümsedi ve öne çıkıp omuzlarını tuttu.
“Fakat babana sakın söyleme,” dedi.
Leo öne çıkıp adamların ellerini yalarken onlar da Leo’nun başını okşadılar.
“Sana küçük bir hediyemiz var,” dedi Vidar.
Kyra şaşırmıştı.
“Bir hediye mi?” diye sordu.
“Eve dönüş hediyesi gibi kabul et,” dedi Arthfael, “sadece yanağındaki yarayı unutmana yardımcı olacak küçük bir şey.”
Daha sonra herkes kenara çekildi ve Kyra kendilerini takip etmesini istediklerini anladı. Daha fazla istediği hiçbir şey olamazdı. Hatırladığı kadarıyla oldukça uzun bir süredir ilk defa keyifle gülümsedi.
“Sizin saflarınıza katılmak için gerekli olan şey bu muydu?” diye sordu gülümseyerek. “Lordun Adamlarından bel tanesini öldürmem mi gerekiyordu?”
“Üç,” diye düzeltti Arthfael. “Hatırladığım kadarıyla iki tanesini Leo öldürmüştü.”
“Evet,” dedi Anvin. “Ve tabii bir ejderhayla yüzleşip sağ kurtulmanın da önemi var.”
*
Kyra yanında Leo’yla birlikte babasının kalesinin açık alanında adamlarla beraber yürürken çizmelerinin altında ezilen karlar çatırdıyordu. Etrafındaki işleyişe hayranlıkla baktı; kale son derece meşguldü, görev bilinciyle dolmuştu ve şafakta şoke edecek kadar canlıydı. Marangozlar, ayakkabıcılar, saraçlar, inşaatçılar kendi tezgâhlarında sıkı şekilde çalışıyor, sonsuz adam kılıçları ve diğer bıçakları bileyliyordu. Onlar yürürken Kyra insanların çalışmaya ara verip kendisine baktıklarını fark etti ve kulakları kızardı. Hepsi de Lordun Adamlarının neden geliyor olduğunu, onun ne yapmış olduğunu biliyor olmalıydı. Çok göze battığını düşündü ve halkının ondan nefret etmesinden korktu. Fakat insanların yüzlerinde bir hayranlıkla ona baktıklarını gördü ve başka bir şey daha, büyük ihtimalle de korkuyla… Onun bir ejderhayla karşılaşıp sağ kaldığını öğrenmiş olmalıydılar ve ona nasıl davranmalarını bilmiyor gibiydiler.
Kyra başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Theos’u iyileşmiş, yüksekte uçup etrafında daireler çizerken görebilmeyi umutsuzca istiyordu. Fakat gökyüzünde hiçbir şey göremedi. Acaba şimdi neredeydi? Hayatta mıydı? Tekrar uçabilecek miydi? Çoktan dünyanın diğer tarafına dönmüş müydü?
Kalenin içinden geçerlerken Kyra nereye gittiklerini merak etmeye başladı; onun için ayırdıkları hediye ne olabilirdi?
“Nereye gidiyoruz?” diye sordu Anvin’e, dar parke taşlı bir sokağa girdiklerinde. Kar küreyen köylülerin yanından geçtiler. Dev kar ve buz sarkıtları kil çatılardan sarkıyordu. Köyün her yanındaki bacalardan tüten dumanların kokusu kış gününde tütüyordu.
Bir sokağa daha girdiler ve Kyra karla kaplı, kızıl meşe kapılı, büyük bir yapı gördü, diğerlerinden ayrılan ve anında tanıdığı bir yapı…
“Burası demirci ocağı değil mi?” diye sordu.
“Öyle,” dedi Anvin hala yürüyordu.
“Fakat beni neden oraya götürüyorsunuz?” diye sordu.
Kapıya ulaştılar ve Vidar kapıyı açıp içeri girerken gülümsedi.
“Kendin görmelisin.”
Kyra alçak kapıdan geçerken eğildi ve ocağın içinde ayağa kalktı. Leo peşinden geliyordu ve diğerleri de arkasındaydı. İçeri girer girmez sıcaklık yüzüne vurdu, ocağın ateşleri içeriyi ısıtıyordu. Demirci örsünde duran silahları fark etti ve silahlara hayranlıkla baktı. Kılıçlar ve baltalar hala hazırlanmaktaydı, bazıları hala kor haldeydi ve dövülüyordu.
Demircinin yanında yüzleri is içinde ve kalın siyah sakallarının arasından ifadesiz yüzle bakan üç çırağı oturuyordu. Çevresi silahlarla kaplıydı, yerlerde ve kancalara takılı halde her yanda silah vardı ve demirci bir seferde bir düzine silah yapıyor gibiydi. Kyra, kısa ve tıknaz, sonsuza dek konsantre olmuş bir ifadeye sahip düşük kaşlı, çok az konuşan, ciddi ve silahları için yaşayan demirci Brot’u tanıyordu. Huysuzluğuyla bilinir, insanlara pek önem vermezdi. Onun için önemli olan tek şey bir miktar çelikti.
Gerçi Kyra onunla birkaç kez konuşmuş ve Brot huysuz dış görünüşünün arkasında aslında çok nazik bir adam olduğunu ve silahlardan konuşurken son derece tutkulu olduğunu göstermişti. Her ikisi de silahlara karşı bir aşk beslediğinden olsa gerek adam Kyra’yla aralarında bir benzerlik olduğunu sezmişti.
“Kyra,” dedi, onu gördüğüne memnun olmuş bir şekilde. “Gel, otur.”
Kyra adamın karşısındaki boş sıraya oturdu, sırtı ocağa dönüktü, sıcaklığı hissediyordu. Anvin ve diğerleri etraflarını sarıp Brot silahlarını kurcalarken onu izlediler. Bir mızrak, bir orak, hala yapılmakta olan, zincirleri şekil verilmeyi bekleyen bir gürz… Kyra bir kılıç gördü, kenarları hala kabayı ve bileylenmeyi bekliyordu. Adamın arkasında çırakları çalışıyordu ve araçlarının sesi içeriyi dolduruyordu. Biri bir baltayı dövüyor, her yana kıvılcımlar saçıyor, bir diğeri uzun kıskacıyla uzanıp ocaktan akkor halinde bir çelik şeridi alıp örsün üzerine koyuyor ve dövmeye hazırlanıyordu. Üçüncü çırak kıskacıyla bir baltalı kargıyı örsünden alıp geniş demir bir leğene koyuyor, leğendeki sular silahın sokulmasıyla tıslamaya başlıyor ve bir buhar bulutu yayıyordu.
Kyra için demirci ocağı her zaman Volis’teki en heyecan verici yer olmuştu.
Adamları çalışırken izlediği sırada kalbi daha hızlı atıyor ve bu adamların kendisine nasıl bir hediye hazırladıklarını merak ediyordu.
“Maceralarını duydum,” dedi Brot gözlerine bakmadan, uzun bir kılıca bakıyor, ağırlığını kontrol ediyor, kılıcı inceliyordu. Hayatında gördüğü en uzun kılıçlardan biriydi. Adam kılıcı kaldırdı, kaşlarını çattı ve gözlerini kıstı; tatmin olmamış görünüyordu.
Kyra araya girmemesi gerektiğini biliyordu ve oluşan sessizlikte sabırla adamın devam etmesini bekledi.
“Utanç verici,” dedi sonunda.
Kyra kafası karışmış bir şekilde baktı.
“Efendim?” dedi.
“Şu öldürmediğin oğlan,” dedi. “Onu öldürmüş olsan bu belaya bulaşmamış olurduk, öyle değil mi?”
Adam hala onun gözlerine bakmamıştı, kılıcı tartıyordu. Kyra kızardı. Adamın haklı olduğunu biliyordu fakat yaptıklarından da pişman değildi.
“Sana bir ders,” diye ekledi. “Hepsini öldür, her zaman. Beni anlıyor musun?” diye sordu, sesi sertti. Başını kaldırıp çok ciddi bir ifadeyle Kyra’nın gözlerine baktı. “Hepsini öldür.”
Haşin ses tonu ve sözünü sakınmayışına rağmen Kyra Brot’un her zaman inandığını ve diğerlerinin söylemeye korktuğu şeyleri söylemesine hayran oldu. Ayrıca onun korkusuzluğuna ve Pandesia tarafından ölüm cezası ile yasaklanmış çelik silahlara sahip oluşuna da hayran oldu. Babasının adamlarının silahları onlar Ateş Duvarlarını koruduğu için kapsam dışı bırakılmıştı fakat Brot düzinelerce başka adama da gizli bir orduyu desteklemek için yasa dışı şekilde silah üretmişti. Her an yakalanabilir ve öldürülebilirdi fakat bir an olsun görev yapmaktan çekinmemişti.
“Benim için getirdiğiniz hediye bu muydu?” diye sordu, kafası karışmıştı. “İnsanları öldürmem konusunda bana tavsiye vermek mi?”
Brot önündeki örsün üzerinde bir kılıcı döverek bir süre çalıştı ve kendisi hazır olana kadar Kyra’yı görmezden geldi. Hala yere bakıyordu.
“Hayır. Onları öldürmene yardım etmek için.”
Kyra kafası karışık bir şekilde gözlerini kırptı. Brot arkasına uzanıp bir çırağına işaret etti ve çırak koşup kendisine bir nesne verdi.
Brot Kyra’ya baktı.
“Geçen gece iki silah kaybettiğini duydum,” dedi. “Bir yay ve bir asa, doğru mu?”
Kyra onun nereye varmak istediğini merak ederek başıyla onayladı.
Brot hoşnutsuz bir şekilde başını salladı.
“Çubuklarla oynadığın için böyle oldu. Çocuk oyuncakları. Lordun Adamlarının beş tanesini öldürdün, bir ejderhayla yüzleştin ve hayatta kaldın ve bu, bu odadaki herkesten çok büyük bir iş. Sen artık bir savaşçısın ve bir savaşçının silahlarını hak ediyorsun.”
Arkasına uzanıp bir çırağının uzattığı nesneyi aldı ve geri dönüp, kırmızı kadifeye sarılı uzun bir nesneyi masaya koydu.
Kyra sorgular şekilde adamın yüzüne bakarken kalbi beklentiyle çarpıyordu ve adam başıyla bir hareket yaptı.
Kyra uzanıp yavaşça kumaşı çekti ve gördüğü şey karşısında nefesi kesildi. Önünde oymalı ve işlemeli, kâğıt inceliğinde parlak bir metal ile kaplı olan bir uzun yay duruyordu. Daha önce gördüğü hiçbir yaya benzemiyordu. Yayı eline alıp hafifliğine hayranlıkla bakarken,
“Alkan çeliği,” diye açıkladı Brot. “Dünyanın en sağlam çeliği ve ayrıca en hafifidir. Çok nadir bulunur, şövalyeler kullanır. Bu adamlar ödemesini yapmak için buradalar ve adamlarım bunu gece boyunca döverek hazırladılar.”
Kyra arkasına dönüp baktığında Anvin ve diğerlerinin gülümseyerek baktığını gördü ve kalbi minnettarlıkla doldu.
“Hafifliğini hisset,” diye teşvik etti Brot. “Hadi durma.”
Kyra yayı eline alıp tartarken eline nasıl iyi oturduğunu da şaşkınlıkla gördü.
“Benim ağaç yayımdan bile daha hafif,” dedi şaşkınlıkla.
“Altında Huş ağacı var,” dedi. “Daha önce sahip olduğundan daha sağlam ve daha hafif. Bu yay hiçbir zaman kırılmaz ve okların çok daha uzağa gider.”