Kitabı oku: «Abay Yolu 1. Cilt», sayfa 2
Biniciler bulağın tam yanına, en yakınına yerleşen obaya doğru ilerledi. Beş adet ak kiyiz evden oluşan çok evli bu oba Abay’ın iki annesi Uljan ile Ayğız’ın obası idi.
Bu obaların insanları, obaların kenardaki evlerinden uzaklaşarak akşam yayılımı için batı tarafına doğru otlağa çıkan kısır koyunların içinden geçen ve ortadaki büyük evlere doğru gelen üç atlıyı çabuk tanıdılar. İlk görenler, birbirine bağlanan koyunları avlunun ortasında sağan kadınlardı.
Önlerine önlük takmış, eteklerini kıvırarak bellerine dolamış, kovalarını ellerine almış vaziyette binicilere bakan kadınlar:
– Şehirciler! Şehirciler geliyor, diye bağırmaya başladılar. Yaşlı bir kadın:
– Şu Abay! Abay ya! Kurban olayım sana! Anasına söyleyeyim, dedi. Genç bir yenge de:
– Evet ya, Telğara4 bu… Canım efendim, bu o… Telğara! Ablama söyleyeyim, dedi ve büyük eve doğru seğirtti…
Annesi Uljan da, Baytas yola çıktıktan sonra, özlediği evladının geleceği vakti hesaplamış ve obaya bugün ulaşacaklarını tahmin etmişti. Kırkına yeni giren ve biraz semizleşen sarı saçlı, kızıl yanaklı baybişe5 deminki seslenişlerin hepsini işitmişti. Uljan hemen evin başköşesinde oturan kaynanası Zere’ye haber verdi, yaşlı kadının sağını solunu düzeltti ve çabucak dışarı çıkıverdi.
Kulağı uzun zamandan beri iyi duymayan ninesinin en sevdiği torunu Abay idi. Onu aklından çıkarmaz, duasından eksik etmezdi.
Atlılar evin önüne geldiğinde, o büyük ev ile doğu tarafına kurulan konuk evi arasında, kendilerini bekleyen bir grup insan olduğunu gördüler. Deminki analardan başka, yengeler, komşu evlerin kadınları, nadiren ev dışına çıkan yaşlılar, bu obanın bütün evlerinden çıkıp gelen çocuklar da buradaydı. Obanın büyükleri de her yandan yüksek sesle konuşa konuşa akarcasına bu heyecanlı gruba doğru geliyordu.
Birisi, iki yoldaşını geride bırakarak o topluluğa doğru gelen ve onlardan erken inen Abay’ın atını alıp gidiverdi. Çocuk, kalabalığın içinde en önce kendi annesini gördü ve ona doğru yürüdü. Annesi uzak sayılmayacak bir mesafeden seslendi:
– Ey, gözümün nuru! Canım oğlum! Öbür yanda baban duruyor… Önce ona selam ver, dedi.
Abay annesinin işaret ettiği tarafa bakınca hemen görüverdi. Babası Kunanbay, yanındaki iki üç kişiyle birlikte uzak sayılmayacak bir yerde, konuk evinin dışında duruyordu. Uygunsuz bir şekilde arada kalan çocuk, annesinin bu kadar serinkanlı duruşunun sebebini anladı ve çabucak babasına doğru döndü. Baytas ile yorga Cumabay da, çok uzak sayılmayacak bir mesafede indiği atlarını yedeklerine almış vaziyette yaya yürüyerek Kunanbay’a doğru gidiyordu. Fakat iri yapılı, kır sakallı, bomboz suratlı Kunanbay’ın gözü bunlarda değildi. Arkalarından Azrail kovalar gibi at koşturan dört beş süvari obaya doğru geliyordu. Hepsi de şişman vücutlu olan atlılar varlıklı kodamanlara benziyordu. Bunlar, Kunanbay’ın önceden haber göndererek davet ettiği ve bugün beklediği kişiler olmalıydı. Gözü onların üzerindeydi.
Baytas ile Cumabay yaklaştığında Abay da babasının yanına kadar gelmişti. Üçü birden, her kafadan bir ses çıkarırcasına selam verdi. Kunanbay döndü, çabucak selamlaştı ve kısaca hâl hatır sordu. Oturduğu yerden kalkmadı. Oğlunu yanına da çağırmadı. Az bir süre Abay’ı süzdükten sonra:
– Oğlum, boyun uzamış, akıl baliğ olmuşsun efendim! Molla oldun mu? Bilgin de boyun gibi büyüdü mü, diye sordu. İstihza mıydı, şüphe miydi? Yoksa gerçekten bilmek mi istiyordu?
Çocuk, aklının yettiği günden bugüne kadar, eski püskü kışta güneşin durumuna bakan yaşlı sığırtmaç gibi babasının yüzüne baka baka, onu tanıyarak büyümüştü. Babası da bu oğlunun çok sezgili oluşunu diğer evlatlarından üstünlüğü sayardı. Abay, utanmayı, cevap vermemeyi bağışlamayan baba mizacını iyi biliyordu. O, sabırlı ve uysal görüntüsüyle:
– Şükürler olsun, baba, deyip biraz durdu ve “ders tamamlanmasa da, at geldikten sonra, hazretin iznini ve duasını alıp döndüm” dedi.
Aynen yetişkin bir adam gibi söylediği bu sözler çocuğun önceden hazırladığı cevabıydı…
Babasının yanında duranlar; Maybasar ile onun ulağıymış. Maybasar, Kunanbay’ın üvey annesinden doğan kardeşiydi. “Dört kumalı” akrabaların analarının birinden doğmuştu. Kunanbay bu yıl, kendisi Ağa Sultan6 olduktan sonra, Maybasar’ı Tobıktılara İdari Başçavuş tayin etmişti.
Maybasar Abay’ın cevabını beğenerek:
– Kendisi hepten ağırbaşlı olmuş, diyecek oldu, Kunanbay onun sözünü tamamlatmadan Abay’a:
– Git, annelerinin tarafına var, onlarla da selamlaş oğlum, dedi…
Abay’ın beklediği de buydu. Kendisini bekleyen, bütün hareketlerini uzaktan izleyen, kendi aralarında konuşup duran annelerine doğru döndüğünde, Abay yeniden kendi yaşına uygun sevinçli çocuk hâline bürünüverdi. Yorga Cumabay ise Abay’ın bugün kendisini nasıl korkuttuğunu anlatmaya başladı. Çocuk sabırsızlıkla öz annesine doğru yürüyüverdi. Cuma’nın hanımı, Kaliyka denen bir yengesi önden gelerek:
– Telğara! Kurbanın olayım Telğara! Cüsseli adam gibi delikanlı olmuşsun efendim, deyip boynundan sarıldı, yüzünden öptü. Başka bir yengesi, Izğuttı’nın hanımı Tobcan da öptü. Ondan sonra büyük kadınlar ve bu gruptaki büyük erkeklerin, ağabeylerin de bir kaçı öptü. Abay’ı gerçek çocuğa dönüştüren işte bu öpüşler idi. O, mahcup olup kızarmakla birlikte bu öpücüklerden kaçıp kurtulamadı. Ne karşı durabildi, ne uygun görebildi. Birçok büyük kadının gözleri yaş doldu, kimileri tutamadı, yanaklarından döküverdi…
Çaresiz sırasıyla önüne çıkan bütün büyüklerin kucağına girdikten sonra, sıyrılıp annesine doğru hızlandı. Abay’ın öz annesi Uljan ile ikinci annesi, güzel yüzlü Ayğız yan yana duruyordu.
Çocuk topluluğun arasından çıktığında yapmacık bir şekilde gülen Ayğız:
– Hay kötü kadınlar! Oğlumuzun yüzünde öpecek yer de bırakmamış, her yerine tükürük bulaştırmış efendim, dedi ve Abay’ı gözünden öptü.
Sıra öz annesine geldiğinde, o öpmedi. Sımsıkı sarılıp bağrına bastı ve alnından koklayıverdi. Abay’ın babasındaki serinlik çoktan beri annesinin de sevimli mizacı olmuştu. Çocuk bundan fazlasını beklemiyordu. Fakat anasının bağrına basışında Abay’ın yüreğini hızlı hızlı attıran başkaca büyük bir yakınlık hissedildi. Bu ana kucağıydı!.. Uljan oğlunu çok tutmadı:
– Ninene git, orada, diyerek, büyük evin kapısına doğru döndürüverdi. Yaşlı ninesi Zere, bastonuna dayanmış bir hâlde:
– Seni sünepe! Önce bana gelmedin de babana gittin ha! Seni sünepe, diyerek kızıyordu. Torunu kucağına geldiğinde ise “seni sünepenin” ardından alelacele “göz bebeğim, gösterişsiz kuzum… Abay’ım, canım…” diye dudağını titreterek ağlamaya başladı…
Ninesinin kucağında büründüğü ruh hâliyle büyük eve giren Abay, karanlık çökünceye kadar orada kaldı. Anneleri ona kâh kımız, kâh söğüşlenmiş soğuk et, kâh çay sunarak dayatıp verse de çocuğun boğazından bir lokma dahi geçmedi. Doğru dürüst bir şey de içmedi. Gün boyu çektiği açlığı unutmuş gibiydi.
Yemek verirken, alışkanlıkları olduğu üzere anneleri ve yengeleri çocuğa:
– Obayı özledin mi, en çok kimi özledin?
– Molla oldun mu?
– Okulu bitirdin mi, gibi soruları tekrar tekrar sordular. Abay başka sorulara doğru dürüst cevap vermedi. Sadece “kimi özledin” diye sorduklarında:
– Ospan nerede? O nerde dolaşıyor, diyerek kendi küçük kardeşini, afacan Ospan’ı birkaç defa sormuştu.
Uljan önce Abay’ın bu sorusunu cevapsız bırakmış, arkasından bir daha soruverince:
– E, dolaşıyor işte, akılsız sünepe! Bugün burada huzur bırakmadığı için, ninenle ikimiz kovup çıkardık, derken ninesini işaret etti.
Ninesi kendisiyle ilgili bir hususta konuşulduğunu görüp:
– Ne diyor? Ne diyorsunuz, işitmedim, dedi. Abay, Ospan’ın durumunu sorarak yüksek sesle konuştu:
– Nine, efendim! Bıldır böyle değildin… Kulağına ne oldu, niye işitmiyorsun, diye sordu. Herkesin ortasında otursa da mecburen yapayalnız kalarak soyutlanan ninesine acıdı, yanlamasına sarılarak dizinin üstüne uzandı.
Ninesi söyleneni anladı ve azıcık sesini yumuşatarak:
– Ey oğlum! Ninendeki kuru gövde de olmasa, ne endamı kaldı şu hayatta, dedi, kendisinin alıştığı derdine kederine yönelir oldu. Torunu onun bu içlenişine kıyamadı:
– Kendiliğinden iyileşir mi? Tedavi edilse nasıl olur, diye sordu.
Evdekiler de, ninesi de sadece boş boş güldü.
Yaşlı babaannesi gülerken “torununun keyfi kaçmasın” diye arzular gibi yaparak:
– Okuyup üflense, bazen açılıyor. Okuyup üflemek iyi geliyor, dedi… Ayğız durur mu? O da gülerek lafa karıştı:
– Okunup üflenecekse, şu oğlun molla olup geldi ya! Okutup üflet ona, dedi.
– Okuyup üflesin, okuyup üfleyiversin torunu.
– Biçare ihtiyarın gönlüne bu da bir destek yahu, diyen evdeki büyükler ve özellikle yengeler, Abay’dan içtenlikle bir şeyler umut eder gibiydiler.
Abay bu sözlere içten içe öfkelendi. “Okuyup üfleme, içimlik muska yazma ve kaside okumanın” halkın benimsediği türden mollalık alışkanlıkları olduğu doğruydu… Çocuk gönlüne çok iğrenç görünen falcılık, büyücülük gibi işlerle uğraşan baksıya eşdeğer mollalar ve hocalar da az değildi. Abay bunu hatırladı. Kendi durumunu hicveder gibi azıcık gülümsedi ve aniden doğrularak ninesinin başını ellerinin arasına aldı. Fısır fısır fısıldayarak artarda bir şeyler söyledi. Oradakiler alabildiğine esnemeye başlarken “başına dualar okuyor” diye söyleştiler. Bunun üzerine Abay, tecrübeli bir molla gibi diz çöktü, yüzünü astı, ellerini kaldırdı:
Diyerek, kimsenin anlamadığı şiiri yüksek sesle okudu, söyleyiş tarzını da “Tebâreke” suresini okuyan mollalar gibi uzattıkça uzattı:
“Sizinle karşılaşsa bir kez yiğitler,
Seyre dalarlar, kendinden geçer.
Gider kuvveti, yumulur gözler
Niye felç gibi, tutmaz olur dizler?”
Diyerek yaklaştı. Gözünü yumup dudaklarını kımıldatarak ninesinin kulağını açtı ve “pü-üf” deyiverdi. Bu, kendisinin bu yıl ilkbaharda Nevaî ve Fuzulî’yi okuduğu günlerde yazdığı bir şiirdi. Oturanlar daha hâlâ rehavet içindeydi. “Hakikaten dua okudu” diyenler, şüphe duyanlardan daha çok idi. Çocuk onların hâlini bildiğinden, dalga geçer gibi aldatıverdikten sonra, sesini netleştirip sertleştirmeye başladı. Tekrar gözünü yumup, suratını asıp, Kur’an okuyan molla gibi, ileri geri sendeleyerek:
“Uçan boz serçe sığınır inanarak,
Basarsın ayağını sıkılaştırarak,
Yaşlı ninem işitmez, inanıversin,
Vereyim şiirimi içten şifalayarak.”
Deyip yaklaştı ve tekrar “pü-f-f” deyiverdi. Evdekiler şimdi anlamıştı ve şamatayla gülüştüler. Son şiir sırasında söyleneni duyabilen ninesi de torununun niyetini anlamıştı. Ses çıkarmadı, mutlulukla gülümsedi ve torununun başını kaldırıp arkaya iterek alnından kokladı…
Abay gülmüyor, dalga geçer gibi bakıyordu. Ninesine yapışırcasına yaklaştı:
– Nasıl, kulağın açıldı mı, diye sordu. Ninesi:
– E, iyi oldu. Umutların gerçek olsun oğlum, diyerek teşekkür etti…
Büyükler çocuğun bu mizacına bir şaştı, bir güldü, nihayet hayran kaldılar. Herkesin gözü kendisine dikilince kara simalı çocuk mahcup oldu, yüzü kızardı. Lakin gözünde şimşek gibi yanan ateş fark edilebiliyordu. Uljan’ın bu çocuğunda, diğer çocuklarının çehresinden başkaca bir ihtiras ve şuur ateşi var gibiydi.
Uljan, sevimli olmakla birlikte tenkitçi bir anaydı. Oğlunun deminki mizacını bir süre düşünerek oturdu. Bu yıl boy atan oğlu, mizacı bakımından da olgunlaşmış gibiydi. Uljan herkesle birlikte gülmemişti. Oğluna dikkatle baktı, önce bir “hah!” etti:
– Oğlum efendim! “Şehirden mollalık getireceksin” diye düşünürken, hısımlarına mı çektin sen, diye iğneledi.
Bu söz, büyüklerin hepsi için çok manidar idi. Deminki muzip çocuğun mizacını tam olarak ortaya koyar gibiydi, evdeki kalabalığı tekrar güldürüverdi. Uljan’ın kimi kastettiğini anlayanlar:
– Tabii, sivri dilli!
– Biytan, Şiytan9!
– Tonteke’nin yeğeniyim diyor yahu, diyerek Abay’ın akrabasını andılar. Oradakilerin aklına, Tontay’ın, ölüm döşeğindeyken “iyileşe iyileşe ayıp oldu hocaya mollaya, artık ölmezsek olmaz bu kadarı da” dediği de gelmişti. Abay:
– Anacığım! Şimdi baksı ya da büyücü kılığına bürünerek kuzu kürkü toplayacağıma, Tonteke’ye benzesem daha iyi olmaz mı? Ha” diyerek kendini savundu.
– Tamam, o hâlde! Olgunlaşmışsın oğlum, dedi annesi de.
Tam o anda Maybasar’ın ulağı girdi içeriye. Bu, demin, akşamüstü Kunanbay’ın yanında duran kaba sakallı, kara benizli Kamısbay idi:
– Abay! İki gözüm, baban seni çağırıyor, dedi.
Evdekiler ses çıkarmadı. Abay, deminden beri ortaya koyduğu serbest, hareketli, çocukça mizacından sıyrıldı, kendisini toparladı. Sessizce oradan çıktı ve babasının oturduğu eve geldi…
Konukevi annelerinin evi gibi değildi, içi dışından da soğuk, sessizdi. Abay daha eşikten girerken, yüksek sesle, belirgin bir şekilde evde oturan büyüklere selam verdi. Büyükler de onun selamını sesli olarak aldı. İçeride çok adam yoktu: Kunanbay ile Maybasar ve Cumabay’dan başka, Tobıktı soyunun bu bölgedeki tanınmış büyüklerinden Baysal, Böjey, Karatay ve Süyindik vardı. Yine bunların yanına ilişen genç arkadaşı, Baysal’ın torun kardeşi, delikanlı Jiyrenşe vardı. Yaşı Abay’dan biraz büyük olsa da yaşıtıymış gibi dostça ilişki içindeydi.
Babasının az önceki akşamüstü konukevinin önünde beklediği kişiler bu büyüklerdi. Abay’ın çocukluğundan beri sezdiği bir hâl; babasının böyle kişilerle, özellikle tam da bu dört beş kişiyle, bir araya gelmesinin bölgede başlanacak büyük ve münferit bir işe işaret etmesiydi. Babası bunları kıdemleri dolayısıyla özel olarak çağırtmış gibiydi.
Bundan önce Abay, bu tür konuşmalara ne karışmış ne de bu konuşmaları dinlemişti. Bugün ilk defa özel olarak içeri alınıyordu. Bir an Abay, “bana bir şey mi diyecekler” diye düşündü ve etrafına bakındı. Fakat bu düşüncesini haklı çıkaracak hiçbir işaret bulamadı…
Abay gelip oturur oturmaz bu büyükler, ondan şehrin vaziyetini, kendisinin eğitim durumunu ve sağlığını sordu. Diğer büyükler içinde Abay’a özellikle ilgi gösteren kişi, hatip olan, parlak yüzlü Karatay idi. O, Abay’a bakarak Kunanbay’ın diğer çocuklarını da hatırlattı:
– Bu Iskak bir hârikulâde! Becerikli ve bir başka türlü uyanık sümsük, dedi.
– O evvelki hanımı Künke’nin elindeki mi, diye lafa karışan Böjey “doğru, rüzgâr gibidir” diyerek Karatay’ı tasdik etti.
– Evet! Doğru efendim, o ateşlidir, diyen Baysal da onların sözüne katıldı. Zikzak çizerek yapılan bütün bu konuşmalar esasında Kunanbay’a iltifattı.
Ses vermeden, boğazı düğümlenmiş gibi, beti benzi atmış hâlde oturan Kunanbay o sözlerden pek etkilenmiş değildi. Bilakis, orada olmayan oğlu hakkında yapılan övgüleri ters görmüş gibi başını çevirip Abay’a bakarak:
– Ondan her ne beklentiniz varsa, bu kötü karadan da umsanıza, dedi.
Karatay, Kunanbay’ın bu oğlunu buraya çağırtacağını ve az önceki gibi yaparak bunlara tanıtacağını başkalarından önce anlamıştı. O, tecrübesiyle yumuşak başlılığa yönelerek Kunanbay’ın deminki simasına bürünüp Abay’ı anlatmaya başladı. Böjey ve Baysal’a bakarak:
– Sizler bunu sünnet ettirdiğinizde ne dediğini işitmiş miydiniz, diye sordu ve biraz güldü. Abay kendisinin çocukluktaki sığ davranışlarından birini böyle soğuk görünüşlü büyüklerin önüne sürmekte olan Karatay’ın yaptığından hiç memnun değildi. Utandı, sıkıntılanmaya başladı. Fakat durduracak gücü yoktu. Sonunda, yapabildiği; o çocuk kendisi değilmiş gibi sessizce donup kalmak oldu.
Karatay gülerek:
– Sünnet edildiğinde, zorlanarak ağlamış ve “ey Allah’ım, bu zulmü çektireceğine, niye kız olarak yaratmadın ki” demişti. O zaman annesi “ey akılsız oğlum, kız olsan çocuk doğurmaz mıydın, ondan da mı zor oldu ki” diye sorunca, bu, “eyvah, bir de bu mu vardı” demiş ve ağlamayı bırakıp, dişini sıkmıştı, dedi. Nihayet gülmeye başlayan diğer büyüklerle birlikte katıla katıla güldü.
Kunanbay bu sözleri işitmemiş gibi hiçbir tepki göstermedi. Onunla Baysal’ın yüzüne bakınca bunun gibi konuşmaların çok uzamayacağı anlaşılıyordu. Abay için uygun olan da buydu. Yoksa büyük adam gibi aralarına çağırıp, sonra da, ahmak çocuk yerine koyarak kendisine gülüşmelerinden memnun kalmayı düşünmüyordu…
Bu arada Ospan içeri girdi. Abay’ın küçük kardeşi! Obaya geldiğinden beri sorsa da göremediği, yaramaz olan, ele avuca sığmayan kardeşi.
O da selam vermeyi unutmadı. Fakat babası ile başka hiç kimseye bakmadan dosdoğru gelip Abay’ı kucakladı. En sevdiği akrabası; ağabeyi Abay idi. İkisinin arasında beş altı yaş fark vardı. Ospan gelince, o da kucağını açmış, yüzünden öpmüştü. Büyükler, bunların yeni görüştüğünü anlayarak hâllerini anlayışla karşıladı. Fakat sadece bir dakika sonra Ospan kendisinin haşarılığını göstererek itibarlı durumundan uzaklaşmaya başladı. Dizüstü oturan ağabeyinin boynuna sarıldı, kendine doğru çekti ve “neredeydin” diye soran Abay’ın kulağına bir şeyler fısıldadı. Söylediği sözler çok kötü ve ayıp sözlerdi. Bu sözleri, yandaki evde oturan ağabeyi Takejan’dan öğrenmişti. Özlediği ağabeyiyle ilk konuşması işte böyleydi.
Abay iğrenerek kulağını uzaklaştırdı:
– Of, ne diyorsun, deyiverdi. Ospan can havliyle atılıp tekrar sarıldı ve babasının tarafını göstererek:
– Söyleme, söyleme diyorum ona! Ona söyleme, dedi. Abay’ın ağzını açmasına fırsat vermeden sırtüstü yıkıverdi.
Abay bir yandan zoraki gülerken öte yandan mahcubiyet içinde kendisini toparlamaya çalışıyordu. İri vücutlu, bileği kuvvetli Ospan ondan önce ayağa kalktı ve bir daha sırtüstü yıktı. Bu da yetmezmiş gibi çabucak Abay’ın döşünü açtı, cebine sakladığı salyalı sert bir şeyi çıkararak onun çıplak göğsüne sürtüp attı. Abay iğrenerek Ospan’ın elinden kurtulmaya çalışıyordu…
Şu haşarı çocuk, büyük kişi gibi oturan öğrenciyi bir anda küçük çocuk gibi tartıştırıp çatıştırıvermişti.
Ospan onun iğrenmesine mest oldu, babasını unutmuş bir hâlde yüksek sesle gülerek:
– Kurbağa! Kurbağa attım gömleğine, diyerek Abay’ı eskisinden de beter iğrendirdi.
Kunanbay kendisinin arka tarafında oturan çocuklarının ne yaptığına bakmamıştı. Ancak haşarı Ospan’ın alışık olduğu mizacı kudururcasına artınca kızdı, aniden hızla dönerek onlara baktı. Olup biteni gördü. Alpçesine iri olan âsi kara oğlu Abay’ın üstüne oturmuştu ve kalkmasına engel oluyordu.
Kunanbay kendi huzurunda yapılan bu görgüsüzlüğe çok sinirlendi. Ospan’ı sol eliyle tutup hırpalayarak kendine doğru sürükledi ve silleledi. Ospan iki yanağı ateş gibi yanar vaziyette büyük gözleriyle kor gibi bakarak dondu kaldı. Kunanbay’ın oğlunu silleleyişinden zerre kadar ürperen de, “yapma”, “etme”, “çocuktur işte” diye ses veren de olmadı. Bütün bunları gören Süyindik, Baysal’a fısıldayarak:
– Canım efendim! “Kurt çocuk” işte bu yahu, deyince Baysal da:
– “Kuj”10 desene! Bundan da bu çıkar efendim, diyerek homurdandı.
Kunanbay ulağa kati emir verdi:
– Gel! Al götür şu lanetlenmişi, dedi. Ospan’ın yüzünü kapıya doğru çevirdi ve savurur gibi iteledi. Çocuk yuvarlanarak düşerken, ulak sımsıkı tutup kaldırıverdi. Ospan, tam da babasından kurtulmayı beklermiş gibi ulak onu tutup kaldırdığında evdekilerin hepsine işittirerek arkasından yel çıkarttı, “tırrt” etti de gitti. Maybasar Karatay’a göz kırptı, dudaklarının ucunu kıvırarak gülümsedi ve çenesini sağa sola sallayarak:
– Tüh! Bu itibarsız, sahip olduğu itibardan da bir anda ayrıldı ya, dedi. Konukların bir kısmı gülüverdi.
Karatay ve Baysalgil, kendi içlerinden, Ospan’ın gidişini “korkarak gitmedi, çatışarak gitti” diye değerlendirmişlerdi.
Eskiden de Kunanbay’ın boğazının düğümlendiği, söyleyeceği söze başlayamadan hiddetlenip oturduğu vaziyetler olmuştu. Bu durumda tekrar hevesi kaçmış, somurtmaya başlamıştı. Evdekiler bir vakit ses çıkarmadan öylece oturup kaldı.
Nihayetinde, biraz surat asarak oturduktan sonra, Kunanbay tekrar kıpırdandı ve aklındaki söze başladı…
2
Konuk evindeki yuvarlak masanın üstünde pembe renkte mecalsiz ışık veren bir kandil yanıyordu. Hâlsiz kandil ara sıra duvarın alt tarafından vuran yelin esintisiyle değişiyor, bazen alevlenerek alazlanıyor, sonra tekrar eski cılız hâline dönerek yanmaya devam ediyordu. Abay, yan tarafında oturan babasının büyük ve irice siluetini tam göremese de ona bakıyordu.
Kunanbay’ın rengi soğuktu. Kara duman rengi yüzünde bozaran tüyler de çıkmıştı. Sadece kendisi konuşuyordu. Güçlü sesinde öfke ve hiddet vardı. Uzun konuşması sırasında bazen Abay’a ilginç görünen kimi atasözleri ile deyimleri de kullanıyordu.
Abay babasının söz akışını, konuşmanın temel muhtevasını anlamış değildi. Sadece bazı atasözleri ile deyimleri seçebiliyordu. Buradaki büyüklerin mevcut geleneğine göre babası da üstü kapalı, dolambaçlı, anlaşılmaz bir biçimde konuşuyordu. Babasının bir sözünü diğer sözüne eklemeyi başaramayan Abay, şaşırıp kalıyordu. Kendine kalsa, hemen, deminki gönlü hoş eve, annesinin yanına giderdi. Fakat babası çağırdıktan sonra, artık çıkıp gitmek olmazdı.
Dolayısıyla o, bir süre, babasının konuşmasının şeklini ve ses akımını dinledi. Kendisinin ilk defa duyduğu için bilmediği anlaşılması zor kimi sözleri kullandığını fark ediyordu. Kelimelerden herhangi birine bastırarak ve çok sinirlenerek konuşan babasının sesi bazen buna bir yağmalama narası, çarpışmaya giden mülteci haykırışı ya da uzun bir nağme gibi geliyordu. Bu anlaşılmaz konuşmadan içi daralıyor, babasının siluetine ve fiziki yapısına bakarken arada sırada dalıp gidiyordu.
Esasında, uzun zaman kımıldamadan ve gözlerini ayırmadan masalcı ve şair gibi çeşitli konuşmacı kişilere bakmak Abay’ın küçüklük günlerinden beri âdeti idi. İnsanların görünüşü buna her zaman olağanüstü, farklı, ilginç bir resim gibi gelirdi. Özellikle, yüzünde kırışığı çok olan büyüklerin görüntüsü ilginç birer hikâye gibiydi. O, kimi insanların çizgi çizgi kırışıklıklarında, sarkık avurtlarında, buruşuk alınlarında, ışıltısı kaybolan gözlerinde ve her çeşit sakal ile bıyığında kendince nice türlü canlı, cansız dünyevî özellikleri görür gibiydi: Kınalanmış çatlakları çok mu taşlı? Yoksa seyrek çalılık mı? Yulaf ya da kara pazı mı? Yoksa duran bir hayvan mı, kaçan bir av mı? … Baktığı insanların simalarında bunlara benzeyen görüntüler bulurdu…
Mesela at yanaklı olan babasının biraz uzunca başının kulaktan yukarı yeri kaz yumurtası gibiydi. Bunsuz da uzun ve büyük olan yüzüne upuzun şekilde ve yuvarlakça biten sakalı da eklendiğinde babasının kafası geniş bir alan gibi görünüyordu. Kunanbay’ın sağ gözü ise onun yüksekçe burnunun sol omzuna çıkan, tek başına uyuklamadan hedefine bakan ve yerinden ayrılmadan ufku gözetleyen bir muhafız gibiydi. Hem de; gevşekliği olmayan, uykusu hafif ve gaddar bir bekçi! Hiç olmazsa onu serbest bıraksaydı ya!
Bu tek göz, gömülüce değil, pörtlekçe idi. Bir an bile kapanmadan öfkeyle bakıyordu. Kirpiğini de seyrek kırpıyordu. Bota derisinden diktirdiği dışı kumaş kaplı kaftanını omzuna almış olarak böbürlene böbürlene konuşan Kunanbay bu evdeki tek bir kişinin yüzüne bakıyordu. Gözünü tam karşısında oturan Süyindik’e dikmiş, öylece konuşuyordu.
Saçı sakalı kara kırçıl aynı renkte olan Süyindik arada sırada Kunanbay’a baksa da gözünü dikerek devamlı bakmıyordu. Bakışlarını aşağı düşürüyordu. Abay onun görünüşünü çok karşılaştığı “az konuşan” insanlara benzetti.
Böjey de o kadar farklı değildi. Yalnız rengi soluk gibiydi. Kendisi kızıl kahve sakallı ve iri burunlu olan Böjey burada oturanların hepsinden yakışıklıydı. Yüzündeki kırışıklıkları da daha azdı. Fakat Abay’ın gözünü ona yönlendiren şey birbirine yakın ve küçücük görünen gözleriydi.
Kunanbay uzun uzun konuşurken Böjey yerinden kıpırdamadı, kimseyle fısıldaşmadı. Gözünü de bakışlarını aşağı düşürmüş durumdaki vaziyetinden çıkarmadı. Dolayısıyla o, uyukluyor muydu yoksa düşünüyor muydu belli değildi. Salınarak kalkan sarkık göz kapağı gözünü azıcık göstermeden tekrar siper alır gibiydi.
Konuklar içinde kartal gibi cesurca gözünü ayırmadan Kunanbay’a bakan kişi tam başköşedeki Baysal idi. Kızıl yüzlü ve al don sakallı Baysal’ın bedeni iri, kendisi cüsseli idi. Büyük mavi gözleri, hem serin hem sır vermezcesine sabırlı idi.
Benzi atmış soğuk bakışlı insanlar içinde en canlısı, en hareketlileri, ince yapılı Karatay ile Abay’ın yanındaki Maybasar idi.
Büyükler arasındaki iki genç ise; beri tarafta babasından aşağıda oturarak gözünü ayırmadan ona bakan Abay ile öteki tarafta tam da onun gibi yaparak oturduğu yerden bütün dikkatiyle Kunanbay’ı dinleyen genç delikanlı Jiyrenşe idi.
Jiyrenşe, Kötibak boyundan Baysal’ın yakın akrabası Şokan’ın oğlu idi. Baysal, onu her daim maiyetine alır ve gittiği yere beraberinde götürürdü. Hem yiğitlerinden biriydi, hem de sözden anlayan, “adam olur” denen yeni nesildendi. O, konuşmanın sonunu bağlamayı iyi bilirdi. Konuşurken ilgi çekici kılarak anlatırdı. Kendisi komikti. Abay’ı şımarttığı dönemler de olmuştu. Şimdiki bu toplantıda Abay’ın tek başına görüşmeyi uygun gördüğü ve istediği tek kişi oydu.
Fakat onun büyüklere içtenlikle mi yoksa öylesine mi baktığı anlaşılmıyordu. Her nasılsa, şimdi, Kunanbay’ın konuşmasından başka bütün her şeyi unutmuş gibi görünüyordu. Bununla birlikte Abay’ı da bir yana bırakmış gibiydi.
Jiyrenşe kaşlarını çattı, kımıldandı. Abay, o anda, babasının sözünü tamamlamak üzere olduğunu fark etti:
– Kodar zaliminin bu yaptığı, başka halklar nazarında yalnızca bana karşı yapılan bir saygısızlık olsa da, kendi halkımızın nazarında hepimize, burada oturan herkese yapılan bir saygısızlık. Sizlere saygısızlık, dedi ve biraz duraksadı. Süyindik’e dikilen tek gözünü, başköşede oturan Baysal’a çevirdi ve ondan sonra kendisinin sağında oturan Böjey’e dikti.
Fakat Böjey de, Baysal da istifini bozmadı. Oturan diğer kişilerin hepsi konuşmanın ağırlığı ile sonucunu kendi sırtlarında hissetmiş gibi kımıldandı, salındı…
Kunanbay:
– Öyleyse, utanç ölümden güçlü! Yurdun görmediği rezilliğe, halkın görmediği ceza gerek, diye sözünü bağladı. Yeniden yumuşayacak hâli yoktu. Kördüğüm gibi bağlanmış, taş gibi pekişmiş görünüyordu.
Oturanlar bu hâli iyi tanıyordu. Kunanbay’ın bu tür yönelişlerinin geri çevrilecek dönüşü yoktu, bunu hepsi iyi biliyordu.
Ya konuşup tartışarak gitmek vardı ya da bunun gibi içten onaylamadıkları durumlar olduğu zaman Baysal ve Böjey’in yaptığı gibi yapmak; meseleyi ona başlatmak ve devamını da yine kendisine yaptırtarak yükümlülüğü Kunanbay’a bırakmak âdeti vardı.
Onlar, taraftarlık gerektirmeyen durumlar olduğunda bu son tutumu çok kullanıyordu. Hepsi de dişini çatlatırcasına sıkıyor, sabrediyor, konuşmuyordu.
Fakat Kunanbay’ın bu söylevi sessiz kalmalarına izin vermese de konuşmalarına da fırsat bırakmıyordu. Üzerlerine büyük bir ağırlık çöktü. Evdekiler bir süre sessizce oturdu…
Abay Kodar’ı tanımıyordu. Bu ad, ona, evvela “Kozı Körpeş ve Bayan’ın11” Kodar’ını hatırlattı. “Zalim” deyişine bakıldığında da geçen yıl ozan Baykökşe’nin annelerine okuyuverdiği Kodar’ın sureti aklına geldi. “Kodar diyerek, ona benzeyen birini, özellikle o isimle mi söylüyor” diye düşündü.
Sepsessiz oturan topluluk içinden bu hususta ilk konuşan ince yapılı Karatay oldu. O:
– Zalim olduğu doğru! Oğlunun kızının başına vermesin. Gerçeği söylemek gerekirse; bu, kâfir halklara yaraşır bir iş yahu, dedi. “Kodar’ın suçu gerçek mi, değil mi” şeklinde kendi akıllarında bulunan şüpheye şöyle bir dokunarak, kıvırıverdi.
Kodar’ınbutoplantıdakiakrabasıSüyindikidi.Kunanbay, deminden beri öfkesini kusarken, gözlerini özellikle ona dikmişti. Onu da herkes tanıyordu. Kunanbay’ın, Kodar’ın terbiyesizliğinin karşılığını vermesi için, öncelikle kendi akrabasına “suçlu”, “kabahatli” dedirtmesine, bunu, onun ağzından söylettirmesine ihtiyacı vardı.
Süyindik, o sözü kopkolay ve lafı hiç döndürmeden söylerse yarın kendi akrabaları arasında sıkıntı olurdu. Kunanbay’ın söylediği Kodar’ın bu kabahatlerini kendi gözleriyle de görmüş değildi. O, Karatay’ın araya girme çabukluğundan bir fayda sağlamış gibi oldu. Özellikle onun “gerçeği söylemek gerekirse” dediği yumuşatıcı ifadeye tutundu:
– Bu suçu kesinse; durdurup boğazlayalım! Fakat bu gerçeği gören var mı, deyiverdi. Kunanbay ellerini kaldırırken ileri doğru yekindi:
– Ey, Süyindik, deyip yeltenince omzundan kayan kaftanını düzeltirken kızarak konuşmaya başladı. “Al karısı da gözünün içine bakarak basar. Yönetici hem beceriksiz hem şerefsiz olunca, iblisi cini ona dadanmasın da ne yapsın? “İyi niyetli” desek, “zararsız” desek can verelim, aklayalım, ahrette de suçunu kendi boynumuza alalım. Fakat benim iki canım yok. Buna boyun eğecek olursan, canını da verirsin. Verir misin, canını” derken elini kendi döşüne çarparak yapıştırdı.
Süyindik, Kunanbay’ın bir süreden beri ortaya döktüğü öfkesinden artık iyice rahatsız olmaya başlamıştı:
– E-eh! Verilmeyecek canım yok! “Soruştur” demeyip de “canımı al” diye kefil olarak mı gelmişim, deyip suratını buruşturdu. Birdenbire bağırmakla Kodar’ı koruyormuş gibi yaptı. Bu adamın elinden gelen, verebileceği bütün karşılık buydu. Kunanbay bunu sezdi ve kazanmak için son darbeyi vurmak üzere gelişmeleri ileri sürdü:
– Soruşturacaksan, Kodar zalimini efsane yapıp herkese yayan halkı soruştur. Halk bir yana, dünkü toplantıda meseleyi “küt” diye yüzümüze vuran, lafını sakınmadan konuşan düşmanı soruştur. Bunu da yaptılar işte! Git de “yalan” diye onları ikna etsene, halkın ağzına kapak ol da gelsene. Fakat elinden gelmez bu… Öyleyse; ya erkek gibi akla ya da inan da cezalandırsana! Gözümün nuru! Sadece, çiğliğini gösterme, kararsızlığını ve tutarsızlığını uzak tut meclisimizden de, dedi. Süyindik ses çıkaramadı.
DemindenberiKunanbay’arenkvermeyen,soğukkanlılıkla oturup bakan Baysal biraz tereddüt ettikten sonra:
– “İbret olsun” diye cezalandırıldığı gün, bunun cezası ne olacak, deyiverdi. Kunanbay:
– Cezası, şeriat yolu! Şeriat ne buyurmuşsa o olacak. Böyle zalimlik karşısında Kazakların gösterdiği yol yok. Esasında, önceki atalarımız bizden bahtlı imiş. Böyle bir laneti kendi yakınlarında görmemiş. Hükmünü de vermemiş, dedi.
Kunanbay bu aşamaya kadar kızgınlık ve öfkeyle gelmişti. Artık bu vakitte bezginlik hâli göstererek toplantıya katılanların belini kırmak istiyordu.
Hepsi de aynı noktaya gelmişti. Aynen deliksiz at burnu gibi gürültüsüz bir odaya girmişçesine kimse ses vermedi, sözünden dönmedi.
Böjey biraz düşündü. İçinden “okumuşu çok şeriat bu dedikodulara doğru düzgün bakar herhâlde, başı yok, gözü yok, yularını vermez rast gelenin eline” der gibiydi.
Fakat bu düşüncesini yüksek sesle söylese Kunanbay meseleye tekrar dalar, uzattıkça uzatırdı. Bu yüzden ses çıkarmadı. Çabuk davranan Karatay:
– Ya şeriat! Şeriat bu terbiyesiz Kodar’a ne buyurur ki, diye sordu.