Kitabı oku: «Abay Yolu 1. Cilt», sayfa 3
Kunanbay deminden beri omuzları çökmüş gibi oturan yorga Cumabay’ı yeni hatırlamışçasına dönüp ona baktı:
– Bu Cumabay şehre gitti, Ahmet Riyza hazretten fetva aldı da geldi. “Cezası darağacına asılmak” demiş.
– Darağacına, diye ürken Karatay kala kaldı.
Bunu duyan Böjey’in içi paramparça olmuştu. Kunanbay’a tiksinerek bakıyordu. Ona kızgınlığı açıkça belliydi:
– Bütün karar bu mu? İt de olsa, kardeşimiz değil mi, deyince kırılan Kunanbay:
– Ona kardeş diyenin karnı yarılsın! Şeriatla çatışacak mısınız? Kodar değil, isterse nimetim olsun, dönmem de, dinmem de, dedi. Artık boynuna takılan kemendi koparıp götürecek kadar dizgini tutulmaz bir noktaya gelmişti.
Böjey içi buz kesmiş vaziyette oturarak:
– Gözün kesiyorsa! Keyfin bilir, dedi ve aklındakileri yine söylemedi, içine gömdü.
Baysal sessiz bir hâlde sus pus oturuyordu. Kunanbay’ı desteklemese bile, Böjey’i de tasvip etmiyordu.
Süyindik de bu grubun alışkanlıklarına vurgu yaptı:
– Halk da senin, halk içindeki haşarı da senin! Kaçsan da, kovalasan da, varacağın yer kendinin! Yalnız! Ne buyurursan buyur, soruşturduktan sonra buyur! Gerisini kendin bilirsin, dedi. Konuyu nasıl bağlayacağını bilemedi, “onun bir bildiği vardır” diye düşünerek çabucak yüzünü çevirdi, Böjey’in gözüne bakıverdi.
Büyüklerin her biri bu konuşmaları destekledi; teker teker “soruşturduktan sonra bildiğini yap” dediler ve konuşmayı bağlayıverdiler. Lâkin Kunanbay ile araları en başından beri efsunlanmış gibiydi. Toplantıda tartışma bile yapmamışlar, kâh kızarak kâh üzülerek için için önlerindeki yeri incelemişlerdi…
Kodar’ın hiç de nahif olmayan durumunun Kunanbay’ın bir başka hüneri hem de büyük bir marifeti olmak üzere olduğunu bilseydi Böjey, o zaman, nereye yönelirdi? Neye başvururdu? Bilinmez. Ne de olsa, şimdi, bütün yükü Kunanbay kaldıracaktı. Bunlar sendeleyerek onun sözüne katılmış değillerdi. Her şey Kunanbay’ın istediği gibi olmuştu. Esasında, burada oturan kişiler, bu hususta tartışsalar da verdikleri kararın mantığı buydu.
Süyindik ve Böjey tarafının düşüncesi böyle olsa da hesabını önceden ölçüp biçmiş olan Kunanbay içtenlikle kararlıydı. Onun için az önce aldığı sonuçtan başka kayda değer bir şey yoktu. “Şunu yapacağım” diyerek neyi uygun bulduğunu da söylememişti…
Pek çok keseye pek çok hesap koyarak gelen kodamanlardan oluşan bu beş altı kişi, falanca bin evden oluşan Tobıktı soyunun nice düğümü ile çetrefil olayını tam da şimdiki pozisyonlarıyla bu meclise taşımış olan insanlardı.
Kunanbay Ağa Sultan olduktan sonra diğerlerinin önüne geçmişti. Yöneticilik onda idi. Dışarıya karşı da büyüklere karşı da kıymetli idi. Hem de zengin, mallı idi. Konuşmada mahir, davranışında kıvrak ve çalışmasında kabiliyetli idi. Bütün bunlar, kendi gücüyle çevresini bastırıp alt edebilmesine imkân veriyordu.
Fakat Kunanbay’ın sağlam yeri Tobıktı’nın içindeyse, zayıf yeri de bu Tobıktı’nın içindeydi. “Kuş, kanadıyla uçar, kıçıyla sıçar” derler ya! İşte, halk içindeki bu kanat ile kıç, birbirinin akranı olan boy beyleri Baysal ile Böjey idi.
Bunlar son bir yıl boyunca eskisi gibi açık sözlü ve anlaşılır değildi. İçten içe Kunanbay’ı gözetler gibiydiler. Kunanbay bunu biliyordu. Fakat öyle ya da böyle bunları yedeğinde gitmeye özendirse yeterliydi. Esasında, hepsini de gözetleyerek ilişkilerini dengede tutan terazi halk idi. Bu halkın nazarında “alınan kararı, Kunanbay’la birlikte alanlar bunlar” olduktan sonra yeterliydi. Yanarsa, Kunanbay’la birlikte onlar da yanardı. Fakat içlerinde ne saklıyorlardı, işte onu bilmiyordu. Böyle olunca, Kunanbay da, bunların içindekini bilmeyen ve buna da değer vermeyen biri gibi duruyordu…
Tobıktı soyu çok boylu kalabalık bir halk olmakla birlikte bütün büyükler heyetinin dengesi burada oturan beş altı kişinin boylarıyla sağlanırdı. Özellikle boy beyi, bu kişilerin varlıklarıyla ağırlık kazanırdı. Orada Kunanbay’ın sağ tarafında oturan Böjey, nüfusu çok kalabalık olan Jigitek boyunun beyiydi. Eskiden aralarından Kengirbay gibi sert mizaçlı ve sağlam bir bey çıkaran halkın içinde, son zamanlarda, pek çok sataşkan, savaşkan, avcı ve yağmacı delikanlı türemişti. Leb demeden leblebiyi anlayan hatip ve haylaz Jigitekler!
Baysal da Jigitekler gibi kalabalık bir boy olan Kötibak boyundan idi. Bunlar da sürüsü kalabalık aygır gibi çok kalabalık olduklarından “gür yeleli doru” diye adlandırılmışlardı. Bu boylar, özellikle malı çoğaltmaya ve büyük alan kaplamaya uğraşan, malının ve insanının çokluğuna güvenen, şundan bundan utandığı için o kadar da çok aşırmayan boylar idi.
Süyindik, bu akraba halklar içinde nüfusu en az olan Bökenşilerden idi. Malı ve mülkü az olanlar da bunlardı. Borsak boyu ise Bökenşilerin muhacir akrabası idi. Bunların demin sözünü ettiği Kodar, bu Borsak boyundandı.
Kunanbay ise Irğızbay boyundandı. Bunlar, adam sayısı bakımından Jigiteklerden de Kötibaklardan da azdı. Fakat zengindi. Hem de uzun zamandan beri Tobıktı soyunu yönetip bir arada tutan sülale bunlardı…
Akrabalık açısından bakıldığında ise Baysal Kunanbay’a, Böjey ile Süyindik’ten daha yakındı. Sırtını birine yaslayarak konuşmak gerektiğinde, güce ve sayıya ihtiyaç duyulduğunda, işte bu Baysal’ın halkı olan Kötibaklar Kunanbay’ın sağlam dayanağı oluyordu. Bunu, bugüne kadar, kendisi de aklından çıkarmış değildi.
Karatay ise bunların hepsinden uzak gibiydi. Ara akraba sayılabilecek Kökşe denen boyun yöneticisi idi. Az da olsa becerikli olduklarından ve hayvan gütmeyi bildiklerinden, hiç bir meclisin üyeliğinden geri kalmaz, her türlü sosyal faaliyeti izlerlerdi…
Burada toplanmış olan boy yöneticilerinin tutumu peşlerinden gelen büyüklü küçüklü yöneticilerin, aksakallıların, kara sakallıların hepsine yansır, onlar için usûl olurdu.
Kunanbay’ın yanındaki koyungözlü yakışıklı Maybasar, Başçavuş olduktan sonra, kendi dostlarından da Kunanbay’ın diğer yakınlarından da ayrışmaya başladı. Şimdi Kunanbay’ın önünde küçüklükten beri alışık olduğu gibi sessizce otursa bile, bu, fevkalade asabî ve hırçın bir adamdı. Kunanbay’ın yöneticiliğiyle bahtına mest olan Irğızbayların önde geleni oydu.
Aslında bugün Böjeylerin Kunanbay ile içten içe bozuşmasına sebep olan da bu Maybasar idi.
Bundan iki ay önce iyice huzursuzlanan halk, Böjey’i temsilci olarak göndermiş ve “Maybasar’ı görevden al” diye talepte bulunmuştu.
Kunanbay, Maybasar’ın tutumunu bildiği hâlde onu görevden almadı. Kendisinin kaba gücü, kuvveti gibi olan böyle bir adamın ortalıkta serbestçe gezinmesini uygun gördü. Büyük bir hesabı vardı: “O, halkı, asabî aygır gibi önüne katar, var gücüyle kovalar. Onu şikâyet etmek isteyenler bana gelir ve yan cebime koyarlar” diye düşünüyordu.
Kunanbay, Kodar hakkındaki sözlerin gerçekliğini araştırıp öğrenmemişti. Onların dedikodusunu işitmiş ve ses çıkarmadan devamını beklemişti…
Toplantıda istediği sonuca ulaşan Kunanbay, biraz zaman geçtikten sonra, sözü başka bir konuya taşıdı: “Bu bahar mal doyumu nasıl, otlakların durumu nasıl, göçme yerleşme işleriyle ilgili zamanlama nasıl olacak” gibi hususlar hakkında konuşmaya başladı. Bu yıl da burada oturanların hepsinin fikri Şınğıs eteklerindeki Bakanas ve Baykoşkar’a değin göçmek şeklindeydi. Oralar Kereylerin yaylaları olsa da oraya yakınca yerleşecekler ve her yıl olduğu gibi iki nehrin suyundan faydalanacaklardı. Tobıktı’nın bu tombulları, yıldan yıla kona göçe, o iki nehrin arasını fakir Kereylerin elinden almak niyetindeydi.
Bu konular açılınca az önce beti benzi atmış olan herkesin yüzü gevşedi ve rahatlıkla konuşmaya başladılar…
O esnada Jiyrenşe Abay’a bir işaret çaktı ve dışarıya çıktı…
Abay, “Kodar kim, suçu ne” bunları bilmiyor gibiydi. O sadece, “darağacına asılmak” denilince, içinde bir çeşit tiksinti hissetmişti. Babasına inanamamış, çekinerek bakmış, “bunu yapar efendim” diye düşünmüştü. Fakat düşünüp tartınca darağacı denen şeyin, bu bozkırda, bu ülkede hiçbir zaman bulunmadığını hatırladı. Bunu ne işitmiş ne de görmüş değildi. Onun düşüncesine göre bu, Halife Harun Reşit zamanında o zamanki Bağdat, Mısır ve Gazne’de uygulanan bir ceza gibiydi. Dolayısıyla “darağacına asılmak” diye öylesine söylenmiş olmalı, “bu olmaz, olamaz!” diye düşünüyordu.
Bununla birlikte Abay, babasının Cumabay’la ilgili konuşmalarına da şaşırdı. Şehir ile yolda birlikte oldukları kaç günlük süre içinde bir defa olsun sezdirseydi ya!
“Fetva”, “darağacına asılmak” denen hükümleri kendisinden gizlemiş, üstelik gelip Abay’la yarışmıştı. Hatta şakalaşmış, oynaşmıştı. İçeride hiçbir şey bilmezmiş gibi ses vermeden oturması da cabası. Bugün, gün boyu, akranıymış gibi Abay’la yarışarak at sürüşünden de eser kalmamıştı.
Abay ona bakarak büyüklerin içlerinin böylesine katmerli zorlayıcı düşüncelerle dolu olduğunu düşündü. İçinden “büyüsem, bunların mizacını her daim bilebilsem, tanıyabilsem” diyor, şu büyüklüğe bir kez daha ilgi duyuyor ve kavuşmak için acele ediyordu. Esasında Abay, çabucak büyümeyi çok istiyor, buna meraklanıyordu…
Birden aklına geldi: Şehirdeyken bir gün Cumabay, o zaman anlamlandıramadığı bir takım tavırlar sergilemişti. “Kunanbay gönderdi, Hazrete hediye götürüyorum” diyerek hiç çiftleşmemişlerden semiz bir büyükbaşı yedeğine almış gidiyordu.
Abay’a, onun mollası ve mescidin imamı olan Ahmet Riyza’nın evini sormuş, ardından ona “peşimden gel” demiş ve azı dişleri çıkmış kunan12 olacak atı Abay’la birlikte mollanın evine götürmüştü.
İkisi birlikte huysuz azılı kunanı yedekleyip giderken “haylaz Sağit” denen kavgacı çocuğun başlarına açtığı bir belâyı da hatırladı. Şimdi sıkıymış gibi oturan Cumabay’a baktı, tebessüm ederek gülümsedi.
Bunlar sokak kapısının önünden geçerken pencereden görüp dışarı çıkan Sağit kunana taş atmış, onu ürkütmek için bağırıp çığırmış, huysuz kunanın ürktüğünü görünce de daha fazla kudurmuştu. Yeniden içeri girmiş, bu defa değnek alarak dışarı çıkmış, saklanarak gelmiş, yapıştırırcasına huysuz kunana vurmuştu. O zaman azılı kunan var gücüyle şaha kalkıp firar etmeye yönelince onu tutan Cumabay “bırakmayacağım” diye epey uğraşmıştı. Tay yerinde duramamış ve Cumabay’ı sürüklemişti. Huysuz at bir türlü durmadığı için yularını beline dolamış olan Cumabay ayağını yere direyerek geriye yaslana yaslana yürümek zorunda kalmış, bütün sokağın tozunu kumunu havalandırmış, iyice rüsva olmuştu. Ayakları tarp tarp ederek hızlı adımlarla tayın ardından giden Cumabay’ın kalpağı ve takkesi de başından uçmuş, yere düşmüştü. Parlak güneş altında başının ışıltısı da görününce gayri ihtiyari gülmüştü Abay. O zaman Sağit’le birlikte gözünden yaş gelinceye kadar gülmekten Abay’ın da karnı kasılmıştı.
Cumabay azılı kunanı zorlukla durdurduktan sonra, Abay, Sağit’i daha fazla yaklaştırmadan kovmuş, bu belâdan Cumabay’ı da kunanı da kurtarmıştı…
Bunlar ahırına girip huysuz kunanı at tavlasına bağlarken onları gören Hazret, tayın kendisine getirilen bir hediye olduğunu anlayarak seslenmemişti.
Daha sonra Hazretin evine girdiklerinde Cumabay, Kunanbay’ın selamını söyledi ve:
– Şu oğluna, Sizin öğrencinize “Hazretin duasını al da gel” demişti, dedi.
Hazret kollarını açmış:
– Bârekallah, Bârekallah… Birahmetike ya erhamerrahimin, diyerek Abay için dua etmişti.
Bundan sonra Hazretle konuşacağı konuya ne şekilde başlayacağını bilemeyen, kem küm ederek eveleyip geveleyen ve yaptığı konuşmayı kendisi bile anlamayan Cumabay, aklındaki konuya hemen başlayamamıştı. İlk sözü; Kunanbay’ın söylediği selamı idi. Meğer “iste gel” deyişinin büyük bir anlamı varmış. Cumabay, bunu söylerken bir Abay’a bir Hazrete bakarak:
– “Fakat bu durumu bir ücrada, gizlice konuş” demişti, dedi. “Oğlum, sen” deyip bir şey söylemek için Abay’a seslendiğinde Hazret de bu durumu sezmiş ve Abay’a:
– İbrahim! Siz şimdi medreseye dönünüz oğlum. Obaya gitmeden önce bana geliniz ve duamı aldıktan sonra yola çıkınız, demişti. Abay da çıkıp gitmişti…
Abay, “Cumabay Hazretle baş başa oturmuş, aklındakini rahatça söylemiş ve deminki fetvayı da o zaman almış ya efendim” diye düşündü.
Abay, Jiyrenşe çıktıktan sonra, kendisinin orada bulunmasını gerekli kılan bir konu görmediği için sessizce dışarı çıktı. O vakit Jiyrenşe, evin yanında eyerli olarak bekletilen sonuncu atı da otlaması için serbest bırakmıştı. Kapının açıldığı yerde Abay’ı gördü ve kısık bir sesle:
– Abay! Beri gel, buraya gel, dedi.
Abay, onun yanına gelir gelmez:
– Oy, Jiyrenşe! Bu Kodar da kim? Ne yapmış? Söylesene, dedi.
– Pek fazla yakını olmayan Kodar tek bir kiyiz evi olan ihtiyar bir Borsak.
– O nerde yaşıyor?
– E! Şu Şınğıs’ın en yakın eteklerinde, Bökenşi geçidinin bağrında.
– Peki, ne yapmış o?
– O, bu yıl kış günü, tek oğlu öldükten sonra, “geliniyle yakınlaşmış” diyorlar. İçeridekilerin “rezillik” dedikleri bu!
– Yakınlaşmış mı? … Nasıl?
– “Nasıl” ne demek? “Başına çökmüş” diyorlar…
– O da ne?
– E! Sığır çökmesini bilmiyor musun? … Buğra ile ingenşe13? … Bilirsin işte, diyen Jiyrenşe, bunu söylerken bir taraftan da çok ama çok kaba el kol hareketleri yapıyordu. Büyüklerin huzurunda otururken içi iyice sıkılmış olan Jiyrenşe, şimdi, serin bozkırda birazcık oynaklaşmıştı. Abay’ı güldürmek istiyordu. Fakat Abay oralı olmadı. Gönlünde kati bir isyan vardı.
Abay, gözlerini dikerek “bu doğru muymuş?” diye sordu. Jiyrenşe ağırbaşlılığını takınarak:
– Evet? Şurası açık ki, tanığı bilinmiyor… Halk dedikodu ede ede Sağır Sultana bile işittirdi böyle. Süyindik’in, deminki “hakikatini bilelim” çıkışı da bundan ya, dedi.
– Bu, içi boş bir iftira olmasın?
– Öyle diyenler de çok elbette! Fakat o gün Kuneken14 Sıbanlar arasında bir kalabalığın yanına gittiğinde Soltabay Töre bu meseleyi yüzüne vurmuş. Baban Töre’ye “nasıbayı15 atsana” deyince, o da “ben nasıbayı atayım, fakat sen de Şınğıs’daki saçlı şeytana mâni olsana” demiş. “Ayyuka çıkan dedikoduları Kunekenin yüzüne vurmuş” diyorlar. Demin içeride olanlar, buna öfkelenen babanın asabîliği ya, dedi.
Abay babasının “darağacına asmak” derken ki ayazlı soğuk yüzünü anımsadı. Bir süre sessiz durdu, kaşlarını çattı, sertçe iç çekti ve arkasını dönüverdi. İç çekişi, hasta bir bedenin zorlanan iniltisine benziyordu. Annesinin evine doğru yöneldi. Jiyrenşe, başka bir şeyler konuşmak için arkasından seslendi. Fakat Abay vedalaşır gibi sağ elini kaldırarak sol omzunun üstünden Jiyrenşe’ye kısa bir bakış atarken de ses vermedi. Öylece gitti…
3
Gelininin yeni ısıtıp getirdiği kurutulmuş yoğurtla pişirilen konuk köjesini16 arada sırada yudumlayarak oturan Kodar:
– Güzelim! Kamka! Bugün Cuma değil mi, diye sordu.
– Cuma! Mezar başına gidip, Kur’an okuyup dönsek ya, diyen Kamka iç çekerek “Tanrı’nın kudreti işte, bu gece oğlunuz bir başka girdi düşüme” dedi.
– Kusursuz Allah! Allah, diyen Kodar da cüsseli gövdesine büyük gelen ve onu tam ortadan ikiye bölen derdi ortaya döktü: “Hey gidi yüce Tanrım! Düşle teselli eder hemi!” deyiverdi. Bu gece, Kutcan’ı, bir tanecik merhum evladı kendi düşüne de girmişti. Fakat Kamka eskiden olduğu gibi görülen düşü dayanak bilirdi. “Düşünü söylesin. Çocuğun gönlü bütünüyle boş kalacağına bununla avunsun” diye düşündü ve “hayra tebdil olsun” diyerek gelinini dinlemeye başladı. Gelini:
– Tam uyanıkmış gibiydim, evin önüne gelip attan indi, aceleyle, neşeyle girdi içeri: “Babam ve sen niye ağlıyorsunuz, niye feryat ediyorsunuz? Beni gerçekten öldü mü sanıyorsunuz? Ben geldim işte… Ölmüş değilim. Yapma Kamka! Gözünü açsana!” dedi ve bir şekilde acımı dindirdi, dedi.
O sırada Kamka’nın da Kodar’ın da gözlerinden dökülen sessiz yaşlar salya sümüğe karışarak oluk oluk akıyordu.
Ölüm sessizliğindeki evin kapısına yakın bir yerde oturan Kamka’nın kulağına dışarıdan bir vızıltı sesi geldi. Bununla birlikte birkaç defadır, şimdiki gibi sabah saatlerinde, Kamka’nın kulağına böyle vızıltı sesleri geliyordu.
Kanı kaçarak apak bozarmış yüzünü evin başköşesinde oturan kayın babasına doğru döndürerek dikkatlice dinledi. İki gözü yaşla dolmuş, ağlamaktan ağzı burnu kızarmıştı. İncecik yüzündeki yeşil damarlar fark edilebiliyordu. Onun dışarıdan gelen sese dikkat kesildiğini gören Kodar:
– Şınğıs’ın yamaç rüzgârı ya, güzelim, dedi.
– Vızıltısı da neyin nesi?
– Ahırın tepesi açılmış. Onun da eskimişliği yetmez mi? Deliklerden başını çıkaran eski kamışlar var. Kahrolası rüzgâr esince vızıltı yapıyor, dedi.
Biraz sonra ikisi de dışarı çıktı. Yeteri kadar eskimiş olan tek kiyiz ev, yapayalnız, küçücük, eski cızıltılı ahırın duldasına sığınmış gibi duruyordu. Etrafta ne kışlık bir dam, ne bundan başka bir kiyiz17 ev, ne de diri bir can yoktu. Kendisinin göçecek aracı olmayınca hiç kimseden yardım da istememiş, kışlık damdan göçmek için harekete de geçmemişti…
Önceden oğlu araç getirir, “biçare gibi yatacak mıyız?” diyerek babasını heveslendirir, halkın çoğu ovaya göçse ovaya yaylaya göçse yaylaya eklenirdi. “Mal doyumu, iş yoğunluğu” diye hesaba girmezdi. Deyiver, tam genç olduğu için zahmetten kaçınmaz gibiydi. O zaman Kodar, kendisi de; “en kötü ihtimalle süte talim ederiz, birinden azıcık süt sağar içeriz” der ve halkın peşinden gitmelerine karşı gelmezdi.
Bu yıl ise “akrabalar bilmez mi, oğlum öldü ya” dedi. Onların kendiliğinden bir iyilik yapmasını umar gibi araç istemek için birilerinin kapısına gitmeyi kendisine layık görmedi.
Kamka da, Kutcan’ın toprağı kurumamış kabrini azıtıp, onu yalnız bırakıp, “yayla var, seyran var” diyerek gitmek istemedi. Gece gündüz dökülen gözyaşı ile inleyen dertliler, evin merteğini kara toprağın bağrında bırakıp gidecek dermanı da kendilerinde görmedi.
Bunlarda “mal” denecek hayvan da azdı. Bu kışlağın etrafındaki otları birazcık olsun yaz kış yemişlerse de dağ eteğindeki ot tümseklerinin görünüşünü dahi bozamamışlardı. Tek evin elindeki malın tamamı; hepi topu yirmi otuz koyun ve keçi ile oğlaktan oluşan davar sürüsü ve bir tane buzağılı sığır ile iki danadan oluşan büyükbaş idi. Bu mala bakmalık bineği ise bir tanecik konur at! Kutcan’ın konur atı…
Oğlu öldükten sonra Kodar, kış günü, bu halkın içine sonradan giren ve herkesin yanında ücretli çalışan bir ihtiyarın yeğeni olan Jempeyis’i yanına almıştı. Jempeyis’in hanımı da, çocuğu da, evi de yoktu. Hayatı düzen görmemiş bir biçare idi.
Kodar, Kutcan için Kur’an okumaya gelen Jempeyis’e derdini dökmüş, “iki yarım bir bütün edelim. Kime güveneceğiz? Omuz tıpışlayıp gün görelim” demiş ve onu yanına almıştı. Şimdi varı yoğu bütün hayvanlarını konur atla yayıp getiren bu Jempeyis idi.
Malda endişeleri, evde işleri yoktu… Bu kederli iki insan, ömrünün kalan vaktini geçiren bir yaşlı ile derdinin acısını çeken bir biçare olarak aheste adımlarla yürüye yürüye gönülsüzce mezar başına gitti.
Pırıl pırıl parlayan Mayıs günü bir başkaca nurlu ve sükûnetli görünüyordu. Gökyüzünde sadece pamuksu ufacık ak bulutlar göze çarpıyordu. Bu mevsimde çevredeki yazı ile tepeciklerin tamamı alabildiğine yeşildi. Her yer kısa ve fazla uzun olmayan türden sık ve yoğun yem bitkileriyle kaynıyordu. Gelincik, safran, düğün çiçeği, kardelen gibi çiçekler canlanıp etrafı sarmış; kızıl, sarı, mavi renkleriyle yemyeşil otlar arasından fışkırıyordu. Ses çıkararak uçan kelebek gibi çok renkli, nice türlü sevimli böcekler bile onlara yaşama sevinci veremiyor, bir an olsun yüzlerini gülümsetemiyordu.
Sabahları her zaman Şınğıs’a doğru esen yamaç rüzgârı huzur verici serinlik hâlinde idi. Şimdi de güneşin sıcaklığını hafifletiyor, rahatlatıcı küçük bir esinti gibi üfürüyordu. Fakat bu yaraşırlılık, bu tazelik kimler içindi?
Elbette bunları gören ve varlığını fark eden herhangi birinin rahatı, herhangi birinin mürüvveti, herhangi birinin sefası için olabilirdi. Bütün bunlar sadece bu iki karalı için yoka denkti.
Bunların önünde, sadece, küçücük yeşil tepeciğin kıble tarafındaki uzun taşı tek başına duran münzevi yeni mezar vardı. Gözleri de, gönülleri de ordaydı.
İlkbahar mevsimi, Kutcan’ın, daha geçen yıl bu dönemlerde, gülüp eğlenerek yaşadığı sağlıklı günlerindeki diri olduğu zamanları hatırlatıyordu. Hatırlattıkça da yeniden dalgalanarak gelen kasvete boğuyor, adeta yüreğin üzerine safra ve zehir dökülür gibi oluyordu…
Kodar iri yapılı, altmışına yeni giren, saçı sakalı ağarmış bir yaşlı idi. Yalnızlık ile bu yaslılık omzuna bastırmasa hayatın bunu çökertecek gücü yok gibiydi.
O, gençliğinde mızrakçı bir batırdı. Bu yaşına kadar haysiyetini kirletecek fenalıklardan da uzak yaşamıştı.
Kadı kim, halk kim, bahtına mest çılgın kim? O, hiçbirini de bilmezdi. Kendi hayatı ve kendi evinin işiyle uğraşır, kendi yoğurdunu yer, gün geçirirdi.
Evden çıkmaz, herhangi bir konuşmaya ve dedikoduya karışmazdı. O yüzden, uzaktakiler bir yana, akrabaları içinde dahi bunu bilenler azdı. Kendisi de bir kısım Borsak ile Bökenşilerden başka kimseyi tanımazdı.
Son altı aydır onu bunaltan tek kaygısı biricik evladı Kutcan’ın vefatıydı.
Peki ya şimdiki ümidi neydi? Tenhalaşan fâni ömründeki dayanağı neydi? Düşünse de bu soruların cevabını bulabilmiş değildi. Bulamayacağını bildiği için de son dönemlerde pek düşünmüyordu bu meseleleri.
Kodar’ın tek acıyanı, aynı kaygıyla sönmekte olan, düşüne düşüne sararıp solan biçare geliniydi. Peki ya onun geleceği nasıldı? Ne olacaktı? Bunun cevabını bulamadığı için kaskatı kesilen göğsü ona nefes aldırmıyordu. “Ölen kocasının mezarını bırakıp gider mi” diye düşünmeye cesareti yetmiyordu. Bu soru aklına gelince sevgili oğlu Kutcan’ı, bir defa değil, iki defa ölmüş gibi oluyordu.
Gelini Kamka ile Kutcan arasındaki iyi geçimlilik bir başkaydı. Bu biçare, yetim bir kız idi. Ta uzaktaki Sıbanlar içinde yaşayan akrabalarını ziyaret eden Kutcan oradan kaçırıp getirmişti. Onun ardından gelecek, ona sahip çıkacak kimsesi de yoktu. Bu yüzden miydi bilinmez, her nasılsa, Kutcan’ın isteklerine ve bu evin işlerine bütün içtenliğiyle koşturuyordu. Kodar bunu biliyordu ve Kamka’yı kendi evladı Kutcan’dan bir zerre dahi daha az sevmiyordu. Onun da, bunun da, aynı derecede ortak babası olmuştu.
Dirayetli, sağlam mizacına uygun olarak “bu duyguyu, ölünceye kadar korur, mezara kadar götürürüm” diye düşünüyordu…
Kutcan’ın vefatı üzerinden pek çok gün geçmişti. Jempeyis, komşu köylerin koyun çobanlarıyla görüştükten sonra, dağda işittiği kötü niyetli sözlerden bir kısmını anlatmaya başladı. Kodar, anladığı kadarına kızarak lafın kalanını dinlemek istemedi ve tam anlamadan kestirip attı, tamamını söyletmedi. İşittiği sözlere bakılırsa, hayattaki dedikoducu akrabaları boş oturmuyordu. Onların yakıştırmacasıydı bunlar yahu.
“Bu Kodar, niye kışlık damdan çıkmıyor, ine girmiş gibi yatıyor” diyorlarmış. “Bu Kodar’ın gelini ne bekliyor? Ne düşünüyor” diye soruyorlarmış.
Böyle dedikoduların içindeki zehri, bu lafların estireceği soğukluğu sezer gibiydi Kodar. Ona göre, bu tür konuşmaların ardında dul kalan gelinine kayınları arasından bir koca bulma arzusu vardı: Mal çıkarmadan, başlık parası ödemeden, birinin evine bedava zevce sokmak arzusu! Kodar’ın malına sahip olacak mirasçıyı arayıp bulmak arzusu!
Böyle sıradan dedikodular, akraba mizaçlı, acıyan mizaçlı kurnaz yöneticilerin hevesle sarıldığı söylentilerdi.
Kodar, halk arasına karışmazken, halkın gelmesini de istemezken özellikle böylesinden korkuyordu. “Hiç olmazsa evladımın yıldönümü geçsin” diye, bu söylentilerin arkasını hiç düşünmeden konuyu kapatmaya uğraşıyordu.
“İşte, bu! Jempeyis sayesinde, koyun çobanları sayesinde, ömür ayazının ilk esintisi olarak gelen acımasız soğuk bu” diye düşünmüştü…
Kodar sıkıntılanıp asabileşince, Jempeyis de işittiklerinin hepsini anlatmadı. Söylemek istese de konuşmayı bilmeyen, sözü kişiye uygun bir dille söyleyemeyen, çok beceriksiz bir adam idi. Bu özelliğinden de çekinerek “Kodar’ı daha fazla zora sokmayayım” diye anlatacaklarını yarım bırakmıştı.
Fakat bir gün, bozkırda, yaşlı bir koyun çobanı buna rezilce bir söz etmişti:
– “Kodar geliniyle yakınlaşmış” diyorlar. Sen bu konuda ne biliyorsun, demişti.
Jempeyis buna çok kötü bozularak:
– Onmayayım ki böyle rezillik işitmedim. Sözünü geri al… Geri al kâfir! Bu sözünü geri al, diye tepki vermişti. Savunmuş muydu? Yoksa şaşırmış mıydı? Bilmek mümkün değildi.
Deminki rezilce sözü söyleyen koyun çobanı Aytimbet art niyetli biri değildi. İçinden, “bu yaygaracı bilse böyle bir tepki vermezdi. Demek ki ya onlar iyi kişiler ya da bu hiçbir şey bilmiyor, sezmiyor” diye düşünüvermişti. Hatta daha sonra Kodar’la arada sırada görüşen fakir fukaranın etrafında dolaşıp mevzular açarak ve “iyi kişilerdendir” diye överek onu deminki iftiradan korumaya çalışmıştı.
Fakat yanındaki yoksul böyle dese de bu dedikoduyu tekrar tekrar çıkarıp halka yayan başka bir “göz” vardı. Aytimbet ne yaparsa yapsın, bu iftira, Jempeyis’den ilk sorduğu günden başlayarak dönüp dönüp Kodar’a yapışan bitmez bir bühtan olmuştu…
Şu son günlerde Kodar’da, Kutcan’ın ölümüne duyduğu kederinden ayrı başkaca bir memnuniyetsizlik vardı. Bunun sebebi, bundan üç gün önce, Süyindik’in ona bir kişi göndermesiydi. Bir kenara çekip konuşan Bekten adlı köse hatip, her bir şeyi karıştırdıktan sonra, buna:
– Halkın ağzına kim kapak olacak? Kan gövdeyi götürüyor. Canı acıyan iyiler bu dedikoduyu bastırmak istese de, gücü yetmiyor, diyerek Süyindik’ten söz etmiş, onu şöyle bir övmüştü. Sonrasında bir kez daha sözü dolaştırıp getirerek:
– Kötü söylüyorlar… Seninle bu gelininin adını kötüye çıkaracaklar, diye lafı koyunca, Kodar:
– Oy! Canım, neler kuruyorsun, diyerek Köse Bekten’i tiksintiyle kovar gibi olmuştu. Fakat o insafsız gidecek gibi değildi:
– Bu sözlere inanan Kunanbay sana sert bir ceza verilmesini buyuracakmış gibi görünüyor. Süyindik öz kardeşine kıyar mı? Beni sana özellikle gönderdi. “Sözün hakikati ortaya çıkıncaya kadar dayansın, inadından vazgeçsin” diyor, demişti.
Kodar baskıdan ölürcesine bunaldı ve hiddetle yerinden fırlayarak:
– Höst! Git şurdan, yok ol! Allah’ın gazabını görmüş olan Kodar, Kunanbay’ın hiddetinden mi korkar diyorsun? Defol buradan, deyip daha fazla ileri gitmesini engellemişti…
Bu konuşma aklına geldikçe Kodar’ı öfkeden kudurtuyordu. Fakat Kamka ile bu hususta konuşmayı düşünmüyordu. Ondaki “babalık” duygularını biliyordu. Kodar’daki “çocukluk” yakınlığı da Kamka tarafından biliniyordu. Bu üzüntüyle her gün birbirlerine dert yanarak ve iç çekerek kederlenmeleri ikisini de gelin ve kayınbaba hâlinden uzaklaştırmış, kaygısı ortak kaynana ile gelin gibi ya da baba ile oğlu gibi yakınlaştırmıştı. Bu bir anlamda insanın insanla tanışması, buluşmasıydı. Fakat ikisi de başka pek çok hususu ayıklayıp bükmeden açıkça konuşsa bile Kodar’ın cesareti deminki rezilliği ağzı var dili yok biçare dertli evladına söylemeye yetmiyordu…
İkisi aheste adımlarla gönülsüzce mezar başına geldi. Kodar Kur’an okumayı bilmiyordu. Kamka da okumuş değildi. Fakat ikisi de Kutcan’la ilgili dileklerini, dertlerini, hayallerinde sakladıklarını içlerinden dile getiriyordu. İki can dostu devamlı ılık ılık gözyaşı döküyor, yakınlarının kabrine tekrar tekrar baş yaslıyor, omuz omuza, gözlerini mezardan kaldırmadan, uzun uzun sessizce oturuyorlardı. Yine her zaman olduğu gibi uzunca bir vakit oturup kalmışlardı. Ancak bu defa bunların arkasından gürültü çıkararak gelen birkaç atlının patırtısı duyuldu.
Kodar da Kamka da dönmedi. Atlılar yakına geldi ve attan indi. Gelenler beş kişiydi. Maybasar’ın kara sakallı ulağı Kamısbay ile iki Bökenşi ve iki de Borsak… Kamısbay attan inerken:
– Gördün mü sahtekârı, diye kükredi. Kodar ile Kamka’yı bu hâlde görmeyi ummadığı belliydi. Başkası olsa, sevdiklerinin mezarı başında böyle sarılıp kalan dertlileri görünce yüreği kıyılır idi. Yanındakiler attan inmekte tereddüt etti. Fakat Kamısbay “saç al dense, baş alan”, Maybasar’dan da beter, dik başlı, arabozucu, cani biriydi:
– İnin, diye buyurdu ve hepsini atlarından indirtti. Borsaklardan biri ona destek çıktı. O, Jeksen adlı devasa ihtiyarın kardeşi Jetpis idi. Jetpis:
– Mezardan baş çevirmeyenin, başı mezara girsin, dedi.
Kodar bunların özellikle geldiklerini anlayarak geriye döndü. Sabırlı ve serinkanlı bir yüzle:
– Neyiniz var, canlarım, diye sordu.
Kamısbay öfkeyle bastığı yeri tozutarak tepinircesine karşısına geldi:
– Neyimiz olacak ki? Büyük yöneticimiz sizi çağırıyor. Şu Karaşokı’da, halkın hayırlıları ve iyileri toplandı, sizi bekliyor, dedi.
– İyin kim? Büyük yöneticin kim?
– Büyük yöneticim Başçavuş Maybasar’ın amiri Kunanbay! Şu gelininle seni ifade vermeye çağırttı. Kalkın, gidiyoruz!
– Boş konuşuyorsun. Buna ne hakkın var?
– Ne diyorsun? Yönetici çağırıyor, “ne hakkın var” mı diyorsun?
Kan beynine sıçramışçasına öfkelenen Kamka:
– Bu Allah’tan korkmaz kibirlenen de kim böyle, dedi.
– Allah’tan korkmayan sensin saçlı Şeytan! Sizsiniz! İki utanmaz, diyerek onu bastıran Kamısbay kamçısına sarıldı. “Haydi, alın! Alın bunları! At bindirin ikisini de” diye bağırarak yanlarında duran yiğitlere buyruk verdi.
Dört yiğit önce Kodar’a yöneldi.
– Hey Allahsız! Senin neyin var, diye bağıran Kodar yanına ilk gelen iki yiğidi yumrukladı. Burnunun üstüne yumruk yiyen yiğitlerden biri uçarak yuvarlansa da diğer dördü çok geçmeden Kodar’ın sağından solundan yapıştı, kolunu arkaya burktu, hazır bulundurdukları urganla sımsıkı bağladı. Kamka’yı da sürükleyerek atların yanına getirdiler ve Kamısbay’ın önüne bindirdiler.
Kodar’ın arkasına da Jetpis bindi. O da kavgacı biriydi. Onların peşi sıra diğerleri de at bindi. Doğu tarafındaki Karaşokı’ya yönelerek tepeleri aşmak üzere yola çıktılar. Kodar “savuracak kılıç, atacak ok, bunlarla konuşacak söz yok. Ne de olsa büyük yöneticisiyle konuşurum” diye düşünüyordu.
Kendisiyle aynı boya mensup olsa da yol boyunca Jetpis’le bir cümle dahi konuşmadı.
Esasında, Kodar ile Kamka’nın duçar olduğu bu duruma sebep olanlar da işte bu Jetpis ile onun şirret ve müfteri ağabeyi Jeksen idi…
Bunlar Kodar’ın en zengin akrabalarıydı. Başlangıçta, bu ilkbaharda, Kutcan öldükten sonra halk Jeksen’i suçlamaya başlamıştı.
“Kodar aynı boydan akrabası idi. Hem fakir, hem yalnız, hem de kimsesiz kalmıştı. Zengin Jeksen onu himaye etse ne olurdu? Göçmesi için araç vermedi, bir çiftlikte yalnız bırakıp gitti” diye suçluyorlardı. Bir değil, iki değil! Bu sözü devamlı işiten Jeksen ilk defasında kendisinin yardımlaşmayışına bahane olsun diye:
– O kahrolasından tiksiniyorum. “Yardımlaşmayayım” demiyorum, fakat dehşete kapılıyorum, demiş, Bökenşi ve Borsakların ortak toplantısında belalı sözün başını delikten ilk kez çıkarmıştı.
Süyindik bu lafın ne anlama geldiğini sorunca, sözünü: