Kitabı oku: «Abay Yolu 1. Cilt», sayfa 4
– O kâfir geliniyle yakınlaşmış… Bana ne tavsiye ediyorsun? Yanıma alıp onunla beraber yaşasam, yarın yüzüme tükürmez misin, diye tamamlamıştı…
İlk kez bu şekilde dile getirilen dedikoduyu halka yayanlardan biri de Süyindik olmuştu. En başta kendilerinin yaydığı bu dedikodu, sonradan canı sıkılan ve bunun peşine düşen bütün ağzı deliklerin hepsini keyiflendirircesine ortaya yayılınca, Süyindik, Jeksen’in yanına bir kez daha gelmiş, artık açık delilini sormuştu. Jeksen kış günü, Kutcan’ın yedisinin verildiği gün, Kodar’ın söylediği bir sözü iddiasına delil yaptı.
Kodar, derdinden sendeleyip canı yanarak otururken:
– Çevremde kimse yok. Allah bunu bana yaptı ya. Kâfir ölsem de artık sakınacağım bir şey yok. Allah bana yaptıysa bunu, benim de Allah’a yapacağım bu, demişti.
Jeksen, “bu Allah’a ne yapacak” diye kendi kendine çok düşünmüş, sonunda “yaptığı gelini oldu” diye kanaat getirmişti.
O günden beri dedikoduyu yaymasının bir sebebi daha vardı: “Kodar’da epeyi toprak var. Bunun kışlağına en yakın hemşerisi benim. Deyiver, rahatı kaçsa da neyime yahu. Buralardan kovdurup göndereyim, bastırıp toprağını ele geçireyim” şeklinde bir hesabı da vardı.
Buradan sıçrayan söz, Sıban boyunun bir toplantısında Soltabay’ın Tobıktıları alaya alarak dile getirmesiyle Kunanbay’a kadar ulaşmıştı. Ondan sonra, belanın devam edeceğini anlayan Süyindik yeniden gelerek Jeksen’e tekrar sormuştu. Yalnızca Jeksen’den değil çevreden de sorup soruşturmuştu. Koyun çobanı Aytimbet başta olmak üzere bütün komşu akrabalar kendi iradeleri ile bu hususun açıklığa kavuşturulması gerektiğini düşünüyordu. Söz peşinde koşmayan uysal akrabaların hiçbiri Kodar’ı karalamadı. Bilakis sadece kaygı çeken dertli hallerini dile getirdiler.
Fakat Jeksen ile Jetpis, bu kaygılı duruş hakkında da şüphe uyandırıcı dedikodular yayıyordu:
– Özellikle böyle yapıyor, böyle görünüyor. Öyle yapmasa olur mu? Bela gece başlıyor yahu, diyorlardı.
Kendisi gerçeği bilmeyen ve “eğer gerçekse, bunu dayanak yapacak olan Kunanbay, Borsak ve Bökenşilere zarar verir” diye düşünen Süyindik, yabancı bir kişiyle konuştuğunda:
– Bu sözler boş laf, diyordu. “Kunanbay’ın önünde de böyle söylerim” diye düşünüyordu. Fakat Kunanbay, bu husustaki kararı onun ihtiyarına bırakmamıştı.
Bunun üzerine, kısa bir süre önce, kendisinin özel olarak Kodar’a gönderdiği Köse Bekten yol boyundaki Jeksen obasına da gitmiş, hatta fitne verip dönmüştü:
– Kodar “Allah da lazım değil, Kunanbay da! Ne yaparsam yapayım kendi seçimim. Benim üzerimde ne hakkınız var yahu” diyerek kovdu beni. Bir de “Allah bunu bana yaptı ya, ben de Allah’a yaptım” dedi. İşte bu sözü, belanın tam kendisi yahu, deyip zehrini damlatmış, kafaları karıştırıp gelmişti.
Kunanbay’ın hiddetinden korunarak dönen Süyindik, kendi gözüyle görmese de sonunda kararını vermişti. Bununla birlikte, Kodar’ın durumu gelip bunun kapısına dayanmıştı…
Kamısbay, Kamka’yı önüne almıştı. “Kaynatasıyla konuşturmayayım(!)” diye, özellikle ok boyu geriden ve duraksayarak geliyordu.
4
Karaşokı Kodar’ın kışlağından uzak değildi. Şınğıs’ın büyük zirvelerinden biriydi. Onun eteklerinde suyu berrak bir ırmak ile sık ağaçlı orman vardı. Burada ince gövdeli kavaklar olsun, dağ kayını veya eğrice kızıl kayın olsun hepsi de yeşerip büyüyordu. Bu arazi verimli ve güzel bir kışlaktı. Bökenşi ile Borsak boyları erken gelip buraya yerleşmiş, yakınlaşarak birbirine alışmıştı.
Irğızbaylar içinde özellikle bu Karaşokı’ya ilgi duyanlar oldukça çoktu. Burada yerleşen oba, Borsak boyundan Jeksen obası idi. Buraların Borsaklara nasıl göründüğü bilinmese de başka boylar için “sıradaki yakacak odunluk” gibi göründüğü biliniyordu.
Toplantı buradaydı. Jeksen obası dört evden oluşuyordu. Nehre yakın, akarsuyun üzerine çullanırcasına dimdik duran bir uçurumun dibinde yerleşmişlerdi. Kodar ile Kamka’yı buraya getiriyorlardı…
Dışarıdan gelen:
– Geliyor! Alp geliyor… İşte! Kodar, diyen sesler işitildikten sonra Jeksen’in evinde oturan Kunanbay ile maiyetindekilerin tamamı dışarı çıktı. Tepeyi aşarak gelmekte olan Kamısbaylar obaya yetişinceye kadar buradaki bütün kalabalık seçile seçile bir boşluğa doğru yöneldi. Obanın dışında toplaştı. Bu boşlukta burnundan geçirilen iple kazığa bağlanmış ve çöktürülmüş olan büyük ve uzun boylu bir kara atan yatıyordu. İki hörgücünün arası beline atılan teğelti ile yığma yapılarak yükseltilmiş, onun üstüne de bastırarak bir tahtırevan yerleştirilmiş, sımsıkı sarılıp bağlanarak bırakılmıştı.
Kamka topluluktan çok korktu. Yol boyunca sormasa da artık obaya yaklaşınca Kamısbay’a:
– Canım efendim! Sen de insan evladısın yahu… Suçumuz ne? Ne yapacaksınız? Söyleyip öldürsenize, dedi
O ana kadar “leb” demeyen Kamısbay konuşmaya başladı. Fakat sözleri zehir gibiydi:
– Şu kaynatan Kodar ile yakınlaştığın için şimdi ikiniz de darmadağın olacaksınız, dedi. O, bunu söylerken “Kamka ne diyecek” diye düşünmüştü. Baksa ki Kamka’da ses yok. Genç kadın sadece bir kez inledi, aniden yana düşerek attan aşağı doğru kayıverdi. Kamısbay da attan düşeyazdı. Kamka’yı zorlukla tuttu, kucakladı, sıkıca sarıldı. O vaziyette rüzgâr gibi geliverdi topluluğun önüne…
Önce gelenler Kodar’ı attan indiriyordu. Kamka’yı hasta taşır gibi tutarak getiren Kamısbay atından önce kendisi indi, ardından dul gelini indirdi. Kamka’nın inişi, iniş gibi değildi. Küt diye düştü. Düştüğü yerde bayılmış gibi mecalsiz yattı…
Kodar’ın önünde aşağı yukarı yüz kişi vardı: Kunanbay, Böjey, Baysal, Karatay, Süyindik ve Maybasar da bunların arasındaydı. Bunlar öndeydi, hemen arkalarında ise aksakallar, kara sakallılar. Hemen hemen her boydan, pek çok boydan insanlar. Boylarının sadece daimi önde gelenleri buradaydı. İçlerinde de sade giyimli kimse yoktu…
Kodar selam vermedi. Bağlıydı. İçinde dinmeden kaynayan öfke ve kızgınlık vardı.
Kalabalık arasında tek gözü namlu gibi kendisine dikilmiş olan Kunanbay’ı tanıdı. Ona baktı ve boğazı düğümlenerek sertçe haykırdı:
– Vay, Kunanbay! Allah’ın takdirine ağlayışım az mı geldi sana? Bu kastın nedir bana, dedi. Bunu duyan Maybasar’ın öncülük ettiği dangalak yöneticiler:
– Kes sesini!
– Konuşma!
– Kapat çeneni, diyerek çemkirdiler. Kodar’ın az önce söylediği türden Kunanbay’ı paylayarak söylenen sözleri o güne kadar işitmiş değillerdi.
Kodar biraz sessiz kaldı. Az öncekiler sustuktan sonra:
– El âleme maskara edip aşağılayarak şu kör gözünün öcünü benden mi almak istedin, deyince sinirlenen Kunanbay:
– Çıkartmayın sesini! Yok edin nefesini, diye buyruk verdi.
Maybasar:
– Hoşt! Nesepsiz it oğlu it, dedi ve kamçı sallayarak Kodar’ın üzerine yürüyüverdi.
Kodar buna şaşırmadı, karşılık verdi:
– Evet, ben itsem, siz de itsiniz! Susarsınız da, bayıla bayıla yersiniz, dedi. O sırada Kamısbay ile deminki dört yiğit Kodar’ı sürüklemeye başlamıştı. Kodar sürüklenerek götürülürken bütün gücüyle haykırdı:
– Akımı karamı araştırıp bilmediniz mi? Kan içici utanmazlar, diye bağırdı. Kan bürümüş gözleriyle Kunanbay’a döndü ve gözlerini fırlatır gibi baktı.
Ancak tam o anda boynuna bir urgan geçirildi. Dört yiğit iri yarı Kodar’ı geri geri hızla çektiler, deminki boş alanda yatmakta olan kara atanın sağ tarafına getirip başına çuval gibi bir şey geçirdiler. Beş altı kişi deveyi yıkmış, üzerine çullanmış, hareket ettirmeden tutuyordu. Kodar tekrar lanet okuyacak, bağırıp çağıracak oldu. Ancak arkasından sert bir tekme yemiş gibi eli ayağı sağa sola savruldu. Kodar’ın arkasından çarpan şey ayağa kalkan devenin kaburgasıydı. Bu çarpmadan sonra canını sökerek alıp götürecek dağ gibi ağır bir güç boynuna bastı, demir gibi sıktı, “tırk” ettirdi. Sanki dünya devrilmiş, gelip üstüne düşüvermişti. Gözünde bir ateş parladı, sonra sönmeye başladı.
Kalabalıkta “çıt” yoktu.
Kodar’la aynı şekilde devenin öteki tarafına asılan Kamka, devenin kalkmasıyla birlikte bir anda ölüp gitmişti. Onu herkes görüyordu. Kodar ise bir büzüldü bir süzüldü, çabuk ölemedi… Alpçe büyük bedeni her süzülüşünde eskisinden daha fazla uzuyor, genç devenin boyuna denkleşir gibi oluyor, basacakmış gibi yere yaklaşıyordu. Deveyi ayağa kaldırdıklarından beri epeyce bir süre geçmiş olmasına rağmen kalabalık hâlâ konuşmadan seyrediyordu. İki canın ölüm azabını yüklenmiş olan deve de sessiz duruyordu…
Tahammül edemeyen Baysal, arkasını döndü ve oradan uzaklaştı. Konuşanlar, yalnız çok alçak ses tonuyla konuşuyordu. Karatay fısıldayarak Böjey’e:
– Ölemedi! Zorlandı efendim zavallı biçare! Şimdi anladım, asil biriymiş yahu, dedi.
Böjey, iyice atmış benziyle, bunun yüzüne parçalayacakmış gibi baktı:
– Asilini artık aslan yedi, dedi ve arkasını dönerek gitti.
Meydandaki halk fısıldaşıyordu:
– Ölmedi, hâlâ ölmedi, diyorlardı.
Kodar’ın vücudu, gerçekten de hâlâ kıpırdar gibi titriyor, arada sırada büzüşüp tekrar düşüyordu.
Kunanbay, halkın fiskosunun arttığını fark etti. Öldürmekten de eziyet çeker gibi sağ koluyla sert bir işaret yaptı, “deveyi çökert” diye buyurdu.
Deve çökünce Kamka serilip kaldı ama Kodar ölmemişti, bükülerek düştü. Bu arada Kunanbay, halkın aklını başına toplamasına fırsat vermeden yandaki uçurumu göstererek:
– Alıp çıkarın şunun başına! Oradan atın kâfiri aşağıya! Bitsin bununla, dedi.
Deminki Kamısbay ile yiğitler Kodar’ı ses çıkarmadan boylu boyunca devenin üstüne yatırdılar, halatla bağladılar ve dağ başına yöneldiler. Bu uçurumun arka sırtı düzlüktü. Alabildiğine geniş ve çayırlı bir düzlük…
Bekleyen kalabalık içinden tahammül edemeyenler birer birer uzaklaşıp gitmek istiyordu. Kunanbay öfkelendi:
– Hey! Dağılmayın hele, diye gürleyerek emir verdi. Kalabalık geri döndü.
Kodar’ı götüren yiğitler bir süre sonra uçurumun başına çıktılar, oradan obadaki topluluğa baktılar. Kunanbay ayağa kalkıp biraz öne çıktı ve “at” der gibi elini aşağı doğru salladı. Yukarıdaki dört yiğit Kodar’ın vücudunu tuttu, ileri geri salladı, bir anda atarak aşağı yolladı. Bu katı yürekli adam, kalbi yokmuş gibi, gözünü ayırmadan uçarcasına düşen Kodar’a bakıyordu.
Bunsuz da eza gören, zulüm çeken ölü vücut, yol boyunca hiçbir taşa, hiç bir çıkıntıya çarpmadan dosdoğru aşağı geldi, bütün ağırlığıyla “tars” ederek yere çakıldı. Zaten şok olmuş gibi yığılıp kalmış olan kalabalığın tam önüne düştü. Uzakta duranların bile işitebileceği şekilde bütün kemikleri birer birer kütürdeyerek kırılmış gibiydi…
Tam o vakitte, aşağıdaki orman içinden çıkan ve hızlı adımlarla yürüyerek Jeksen obasına doğru gelen iki kişi vardı. Bedenleri derli toplu idi, birisi çocuk gibiydi. Atlarını en dıştaki eve bağlayan ve hızlı adımlarla yürüyerek yaklaşan bu kişiler Abay ile Jiyrenşe idi.
Atlarından inerken ıssız yar başına doğru bakan kalabalığı görmüşler ve kendileri de gözlerini o yana dikmişlerdi. Bir ara kaftanının eteği kanat gibi iki yana açılarak düşmekte olan Kodar’ın bedeni göründü. Jiyrenşe atını bağlayıp topluluğa doğru koşmaya başladığında Abay kendini tuttu ve olduğu yere oturuverdi… “Bitti, öldü…” diye kendi kendine söylendi.
Vaktinde yetişse, hayatında ilk kez babasına yalvaracak, ayağına sarılıp öpse de öldürtmeyecekti. Gecikmişti… Artık kalabalığın içine girmek istemiyordu. Yeniden atına yönelmek istedi. Fakat tam o anda sessiz duran kalabalık tarafından peş peşe sesler duyuldu.
– Ya sen!
– E, ya sen?
– Ya kendin, diyerek bağrışan kalabalık ellerine birer ikişer iri taşlar alıyordu. “Kavga mı var” diye düşündü. O tarafa doğru yürüdü…
Bu; kavga değildi. Yere çakılmış olan Kodar’a hıncı devam eden Kunanbay:
– Hâlâ canı çıkmadı. Şimdi bu kâfirden kendi canımızı kurtarıp uzaklaştırmak için kırk boyun kırk kişisi taş atsın Kodar’ın leşine. Bu soydaki her atanın evladından birer kişi taş alsın ellerine, diye buyruk vermişti.
Önce kendisi aldı. Böjey ve Baysal’a bakıp, yerdeki taşları göstererek “alın” dedi! Buyurarak söyledi. Onlar da boyun eğdi.
– İşte, şeriat buyruğu! Taşlayın, dedi ve önce kendisi fırlattı. Kodar’ın sırtından vurdu. Böjeygil taş alırken birisi alır, birisi almaktan çekinir gibiydi… Meğer deminki bağrış çığrış bundanmış, birbirine taş aldırıp vurdurma buyruklarıymış.
Abay yetişinceye kadar kalabalık birbiri ardına Kodar’a taş yağdırdı. Abay kalabalığa yaklaşınca Jiyrenşe onu kolundan yakaladı, yüzünü yüzüne döndürerek:
– Şuna bak! Şu vurup duran ihtiyara bak! Kendisi Kodar’ın yakını. Kendisi ihtiyar. Kendisi Borsak. Bu Jeksen!.. Buna ne yetmiyor ki! İt oğlu it, dedi.
O an, gerçek katil buymuş gibi göründü Abay’a. Hamle edip Jeksen’in ense tarafından iyice yaklaştığında, Jeksen:
– Git, felaket! Git, yüzkarası, diyerek büyük bir taş fırlatmıştı Kodar’ın cesedine. Kafası paramparça olan Kodar’ın cansız vücudunu yeni gören Abay, beynine kan sıçramışçasına öfkelenerek geldi:
– Oy, yaşlı melun, dedi. Jeksen’i ensesinden yumruklayıverdi.
Jeksen, “Kodar’a taş atanlardan birinin kolu, kanadı mı değdi” diye düşünerek dönüp arkasına baktığında;
– Ne biçim imansızmışsın, yaşlı köpek, diyen Kunanbay’ın oğlunu gördü. Abay sırtını dönüp gidiyordu ki Jeksen buna kızarak:
– Hey, çocuk! O, ben miyim? Erkeksen, işte… Baban, deyiverdi.
Oradakiler “bu da neyin nesi, ne oluyor” diye birbirine soruyordu. Abay hızla gidip atının yanına geldi.
Kiyiz evin bel bağından atının yularını çözerken o ev içinde ağlayan pek çok kişinin seslerini duydu. Kadınlar olmalıydı… Kimi hıçkırarak, kimi inleyerek, kimisi de kesik kesik konuşa konuşa ağlaşıyordu. Seslerini çıkaramayan, öfkeyle ağlayan kadınlar…
Erkekler obanın bütün kadınları ile çocuklarını önceden bu eve kapatmıştı. Ağlaşanlar onlardı. Bunları çok korkutmuş olmalıydılar ki seslerini çıkaramadan ezile büzüle için için ağlıyorlardı. Bu sesler Abay’ın yüreğine ok gibi dokundu. Dinlemeye tahammül edemedi, atına biniverdi…
Bu arada Jeksen onu Kunanbay’a şikâyet etmiş olmalıydı. Babası bağırarak Abay’a:
– Hey Allah’ın belası! Dur hele, başımın belası, dedi. “Tutun, getirin” diyemedi. Abay atına atladığı gibi kendi köyüne doğru kamçıladı.
Onu arkasından takip eden Jiyrenşe:
– Hay seni haylaz Tekebay… Haylaz Tekebay, diye diye at koşturdu. Bunlar, hızla uzaklaşıp gittiler…
Toplantı yaparak adam öldüren ve halk içindeki hiç kimsenin kulaklarının işitmediği, gözlerinin görmediği rezilliği kendi elleriyle gerçekleştiren topluluk atlarına bindi, her biri bir yana saçılırcasına dağılıp gitti. Sessiz sedasız, çıt çıkarmadan ve kimseyle vedalaşmadan oradan ayrıldılar.
Böjey, Süyindik ve Karatay ile birlikte kalabalıktan ayrılıp giderken “ah” etti:
– Er öldürenden diyet istenirdi. Şimdi diyet istemek bir yana, darılıp suçlamaya bahanen yok hemi! Öldüren kendinsin değil mi! Kırk boyun kırk kişisi taş atarak öldürdü kardeşimizi, hangi yüzle ses çıkaracaksın ki, dedi.
Karatay, onun ne demek istediğini anlıyordu. Kunanbay, Böjey’in aklındaki hesabın çoğunu bozmuştu. Böjey’e, Kodar’ın öldürülmesinden ziyade Kunanbay’ın hilesi batmış gibiydi. Karatay buna dikkat ederek:
– Şeriatın hakiki belasını sona saklamış ha! Bu Şeriat ta hileye alet oldu ya sonunda! Hem de Kunanbay’ın koynu koncunda, dedi.
Süyindik yaşananlar karşısında dehşete kapılmış gibiydi, biraz sakinleşerek:
– Yok olsun! Bela bununla bitsin, dinsin, dedi.
Böjey çok içli dışlı olduğundan Kunanbay’ın yöntemlerini derinlemesine biliyordu:
– Bitmek mi, dinmek mi, diyerek iç çekti ve “Bökenşi, Borsak! Ne zaman söyledin ki demeyin, kemendi yalnız Kodar’ın boynuna geçirmiş değilsin. Yazgı buyurmuşsa, onunla birlikte kendi boynuna da takmış olabilirsin” dedi.
Her biri aynı düşüncedeydi. Ses çıkarmadan, başları önde ve hayal kırıklığı içinde at sürdüler…
5
Abay ve Jiyrenşe’nin, “bugün bu belanın üstesinden geliriz” şeklinde bir düşüncesi yoktu. Esasında büyükler “halk haberdar olmasın” diye örtbas etmek istemiş de olabilirlerdi. Hiçbir obada böyle bir dedikoduyu, sırrı açığa çıkaran insan yoktu…
Jiyrenşe, o sabah, Kunanbay obasına güzel bir alacalı tazı getirmişti.
Gelişi obayı gürültü patırtıya boğmuş, çoluk çocuğun çoğunun gayri ihtiyari dışarı çıkmasına yol açmıştı. Bu uğultunun başı, haşarı Ospan’dı…
Jiyrenşe tazısıyla konukevine doğru yaklaştığında evlerin arasından onu gören Ospan:
– Kiş, kiş, kiş! Oy vay! Saldırın şu Jiyrenşe’nin tazısına! Joldayak18, Böribasar19, diye nara atar gibi bağırarak Kunanbay obasının bir sürü sarı alasını topluca harekete geçirdi.
Jiyrenşe Ospan’ın kırıp dökeceğini anlayarak:
– Oy, Ospan! Kurban olayım! Cancağızım… Bırak! Bırak yahu, diye yüksek sesle uzaktan seslense de, o kadar durdurmak istese de Ospan:
– Böribasar… Heyyy, diye kahkahayla gülüp, zıplayıp hoplayarak, bütün itlerini alacalı tazıya saldırtmıştı.
O sırada konukevine yetişmiş olan Jiyrenşe atını bıraktı, tazısını boynundan tutup havaya kaldırdı. Fakat her bir evin kuytusundan fırlayarak çıkan yedi sekiz sarı ala kudurmuşçasına koştu, “hır hır” hırlayarak gelip onları çevirdi. Ne eve girmelerine, ne de kaçmalarına fırsat vermiyorlardı. Jiyrenşe “bırak” dedikçe kahkahayla gülen Ospan itlerini daha da kinlendiriyordu:
– Kap… Kap, diyerek hararetlendirdikçe hararetlendiriyordu. Fakat hepsi yaşlanmış olan itler, Ospan’ın her gün bu şekilde nice defalar olmayacak hır güre salmasından bıkmış mıydı bilinmez, tazıyı ısırmadılar. Sadece boş hırlamayla havlamalarını arttırdılar.
Büyük evde oturan ve bu uğultuyu işiten baybişe Uljan sabah yemeğini yiyen Abay’a:
– Çıksana Abaycan! Kov şu kahrolası itleri! Ortalığı yıkıp döken bizim deli dana herhâlde, dedi ve Abay’ı dışarı çıkardı. Eve gelmiş olan genç bir hizmetçi hanımı da peşinden gönderdi. Abay, Jiyrenşe’yi itlerin arasından kurtarıp tazısıyla birlikte konukevine götürdü. Yeni bulduğu eğlencesinin hızlı sonlanmasından mutsuz olan Ospan bunların arkasından sinerek yaklaştı, tam eve gireceklerken Jiyrenşe’yi bacak arasından sertçe çimdikledi. “Şu it…” diyen Jiyrenşe bir köpeğin kendisini ısırdığını sanarak ileri sıçradı, ürkerek kaçarken kafasını kapı pervazına vura mura gidip konukevinin başköşesine oturdu. Ospan buna da kahkahayla güldü:
– O, korkak, korkak, diyerek alay etti…
Boynunda çivili tasması olan kara ağızlı, alacalı kancık Abay’a bir başka güzel göründü. Jiyrenşe’ye:
– Adı ne, diye sordu.
– Jelkuyın20.
– Adı da güzelmiş.
– Sadece adı değil efendim, kendisi de öyle! Tavşanı, tam kasırga gibi eserek alır, dedi.
Bu söz, Jelkuyın hakkında kendi obasındaki büyük bir avcının söylediği söz idi. Jiyrenşe bu sözü devamlı söylerdi.
Bu söz ile birlikte Jelkuyın’ın yattığı yerde yalanıp duran sükûnetli hâli Abay’ın büyük ilgisini çekti:
– Tavşana mı çıkıyorsun, diye sordu.
– Evet, tavşana çıkıyorum. Haydi, sen de gel. Atın var mı?
– …
Abay’ın kula beşlisi eyerleninceye kadar kımız içtiler, sonra batı tarafındaki Kızılşokı denen ufak adıra21 doğru orta hızda at koşturarak çekip gittiler.
Bunlar Kızılşokı’ya girerken hızla önden gitmiş olan Jelkuyın bir tavşanı bezdirircesine kovalamaya başlamıştı bile. Jelkuyın uzaktan kendisini görüp kaçmaya başlayan tavşana kolay yetişememiş, iki üç bayır geçtikten sonra mecalsiz kalan tavşanı zoraki yakalamıştı. Bundan başka da tavşan görmemişlerdi. İkisi tavşan ararken Kızılşokı’nın Şınğıs tarafına bakan en uçtaki tümseğine kadar gelmişlerdi.
Buraya geldiklerinde Şınğıs’ın Karaşokı tarafından gelmekte olan bir atlı ile karşılaştılar. O, Maybasar’ın ulaklarından Cumağul idi.
Cumağul Jiyrenşe’ye bakarak:
– Siz burayı bırakın da Karaşokı’ya varın. Bugün orada, bir infaz yapılacak Kodar’a. Halk toplanıyor, dedi.
Jiyrenşe atının üstünde ayağa kalkar gibi dikilip öne doğru sertçe abanarak:
– E, ne oldu? Kodar ile gelini nerde, diye sordu.
– Kamısbay’ın da içlerinde olduğu beş yiğit tutmuş onları, daha demin götürüyorlardı. Toplantı Jeksen obasında olmalı, dedi ve atını kamçıladı. Cumağul, telaşla uzaklaşıp gitti. Jiyrenşe bunu işittikten sonra:
– Gidelim, görelim! Haydi! Haydi, yürü, demiş ve düşünmesine fırsat vermeden heveslendirip peşine takarak götürmüştü…
Gördükleri az önceki…
Abay şimdi yüz geri etmiş, ormanlı nehri arkasında bırakmış, yel gibi at sürerek kendi obasına dönüyordu. İçi buz kesmiş, nabzı hızlanmış, can damarları zonkluyordu. Öfkeden dehşete düşmüş gibiydi. Kimden, neden ürküyordu? Özellikle babasının… Babasının mizacından, babasının elindeki kandan dehşete kapılıyordu. Kendi babası… Katı, öfkeli babası…
Abay, arkasından yetişmeye çalışan Jiyrenşe’nin sözlerine karşılık vermedi. Nehir boyunca uzanan yamaçlı dağdan da uzaklaşmadı. Tek kişilik patikada ikisi yan yana at süremiyordu. Öne düşen Abay, dörtnala gidiyordu. Mecali kalmayan Jelkuyın ise ikisinin de önündeydi. Yolun elverişsizliği konuşmalarına izin vermese bile Jiyrenşe Abay’ın ardından ayrılmadan peşinden geliyor, durmadan bir şeyler söylüyordu.
O, deminki Jeksen obasında bir iki kişiyle konuşmuş, bir şeyler işitmişti. Bunları anlatıyordu. Hasta bir insan gibi öfkeden titreyen ve yüreği sert bir şekilde çarpan Abay Jiyrenşe’nin bütün sözlerini anlamasa da bir iki yerini açık seçik kavramıştı.
Esasında, bugünkü toplantıda, iki söz ağızdan ağıza yayılmış gibiydi. İkisi de “Kodar’ın sözleri” diye söylenmişti. Birisi evrilip çevrilen bir söz idi de diğeri tam onun sözüydü. Bunlardan ilki Kodar’ı suçlayan söz idi. Bugünkü katı cezanın delili, dayanağı…
Bu, öldürenlerin tekrar tekrar söylediği: “Allah bunu bana yaptı ya, ben de Allah’a yaptım” demesiydi.
İkincisi daha az konuşulmuştu. Fakat bu söz topluluğa doğrudan söylenmişti: Kodar, “ben itsem, siz de itsiniz! Susarsınız da, bayıla bayıla yersiniz” demişti.
Abay’ı çok duygulandıran söz buydu. Bu söz, az önceki kadınların gizli gizli gözyaşı döküşlerini de hatırlattı. Jiyrenşe’nin önünde dörtnala giderken hüngür hüngür ağlayıverdi.
Jiyrenşe, arkasından gelse de Abay’ın ağladığını anlayarak:
– Hey, hey! Haylaz Tekebay! Sen ne yapıyorsun, dedi ve daha da hızlanarak yanına gelmek istedi. Abay, Jiyrenşe’nin doru sakarının başının kendi atının üzengisine yaklaştığını yaş dolu gözleriyle gördü ve kula beşlisini ökçeleyerek daha da hızlandı.
Bu anda ikisi de dağ yamacından kurtulmuş, yazıya çıkmıştı. Abay, kula beşlisinin başını Kölkaynar tarafına burdu, kamçıyı vurdu.
Jiyrenşe’ye gözyaşını göstermek istemedi. O da ardından bastırdı. Fakat Abay’a yetişemedi. Abay, ok atımı mesafesinde uzaklaşırken kendi kendini iyice serbest bıraktı, iç çeke çeke ağlayarak gitti…
Uzun yıllardan beri ağlamış değildi. İçi yana yana hiç durmadan ağladı. Yulaflı ve çayırlı yeşil kırlar, uçarcasına giden beşlinin iki tarafından süzülen taşkın sular gibi göz alabildiğine akıyor, arkasına doğru rüzgâr gibi kayıyordu. Çınlayarak esen coşkulu yel, Abay’ın gözünden akıp iki kulağını ıslatarak geçen kat kat katreleri deminki yulaflar ile çayırlara savuruyordu.
Abay bundan önceki dönemlerinde ne böyle bir duygu yaşamış, ne hissetmiş ve ne de bilmiş değildi. Şimdi bakıyordu da, gözyaşında, insanı bütün varlığıyla kendine doğru çeken farklı ve sıcak bir kuvvet vardı. Büyük uçurumun en yüksek yerine çıktığında bir an obaya doğru düşmek istermiş gibi kendine çeken anlaşılmaz bir güç. Pek çok sezgi, bu çağdaki karman çorman çocuk yüreğinde kasırga olup eser gibiydi.
Bunda, canının alabildiğince acıdığı zulüm altında ölenlere duyduğu merhametlilik de vardı. Öldürenlere öfke ve beddua da vardı. Bununla birlikte, özellikle, birbiriyle çarpışan duyguları; “baba” deyip hakkında kötülük düşünemediği, ancak yine de bu “babadan” dehşete kapılarak korkması da vardı.
Bütün iç dünyasını sarsan, çocuk ruhunu yerle bir eden, şüpheyle titreten bir sezgiydi bu.
Ağlayıp için için yanmasının sebebini; bir an, “medresenin, dinin, halifelerin ‘suçluların günahına bulanırsın’ şeklinde öğretmesi dolayısıyla, sanki bunun affını dilermiş gibi yalvarmanın hüznü” diye düşündü. Ama kendini bu düşünceden çabuk toparladı.
– Bu değil, dedi kendi kendine sessizce.
“Onlar din adına, özellikle, imamın verdiği fetvaya göre yaptı ya bunu! Allah kimi yakacak” diye düşündü. Kendini, ücrada kalmış gibi yapa yalnız, en dayanaksız, en biçare yetim gibi hissetti. İçten içe yeniden büyük ve ağır bir sezginin bükülüp rahatsız ederek gelmesi ve çocuk yüreğine farklı bir şekilde vurmasıyla, o, eskisinden de çok, hem de oldukça çok büyük bir ıstırapla hıçkıra hıçkıra ağlayıverdi.
Bağıra çığıra ağladı. Jiyrenşe’ye göstermemek için, daha hâlâ, uçarcasına hızlı at sürüyordu.
Bu sürüşün etkisiyle miydi yoksa kendi çocuk gönlünün sarsılmasıyla mıydı bilinmez, Abay ağlarken bir ara mide bulantısından çok rahatsız oldu, kustu ha kustu! Midesi dışarı çıkacakmış gibiydi. Ruhu da, vücudu da aynı anda azap içinde kıvranıyordu.
Lâkin o zaman bile durmadı. At yelesini kucaklayarak, sadece düşmemeye özen göstererek hiç durmadan koşturdu.
Abay, Jiyrenşe kendisine yetişemeden Kölkaynar’a yetti, annesinin evine geldi…
Uljan dışarıda duruyordu. Oğlu eve yaklaştığında yüzüne baktı, içi ürperdi. Abay’ın rengi sap sarıydı, çok değişmişti. Bildiği Abay gibi değildi. Uljan “gözüm mü bulanık görüyor” diye düşünerek kirpiğini sık sık kırpıştırdı, tekrar baktı. Gelen Abay’dı! Fakat hepten yabancıladı. Oğlu atını bağlayıp yanına geldiğinde fark etti. Gözü de kıpkırmızı olmuş, pişmişti.
– Oy, Abaycan! Yakışıklım, ne oldu? Birisi mi vurdu, diye sorarken, içinden “babası mı dövdü” diye düşünüyordu. Etrafta başka kimse yoktu. Abay ses çıkarmadan annesine sarıldı, koynuna sokuldu, kendisinin alev gibi yanan başını anasının döşüne bastırdı, yapışıp kaldı. Kendisini kimsesizlikten kurtaracak anası vardı! Onca ağlamanın ardından hıçkırık tutmuş gibiydi. Hıçkırıklarla sarsılan vücudu zonk zonk zonkluyordu. Fakat bu defa Abay’ın gözünde yaş yoktu. Ağlaya ağlaya hepsini tüketmişti. Artık ağlamayacağına, gözyaşını hiç kimseye göstermeyeceğine güvenerek sert bir şekilde yutkundu. Uljan tekrar sordu:
– Doğrusunu söyle! Yakışıklım, ne oldu? Baban mı vurdu?
– Yok, hiç kimse vurmadı, sonra anlatırım… Ana, döşek sersene, yatırsana beni, diyen Abay annesine sımsıkı sarılmış hâlde eve doğru yürüdü.
Sabırlı Uljan bundan sonra hiçbir şey sormadı, üstelemedi. Evdeki ninesini de başka bir kimseyi de ürkütmedi. Abay’ın hâlini kimseye hissettirmedi. Oğlunu büyük ak evin sağ tarafına götürdü, ninesinin yer döşeğini serdi, soyundurup yatırdı, kendisinin kumaş kaplı büyük deri yorganıyla örttü, sağını solunu sıkıca kapattı.
Abay’ın yattığını gören ninesi:
– Ne oldu, yakışıklım? Mideni mi bozdun yoksa, deyip bir şeyler öğrenmek istedi. Uljan:
– Midesi bozulmuş ya! Dokunmayalım. Yatıp uyusun, dedi ve mal bakıcısı kadınlardan biri olan Katşa’yı çağırdı. Usulca:
– Tünlüğü22 kapat, kapıyı kıvırıp açık bırak! Abay’a güneş düşmesin, dedi.
Ninesi, kendisine arkasını dönerek yatmış olan Abay’ın sırtına yaslanarak oturdu, kaşlarını çattı, ağzını şıpırdattı. Sessiz bir şekilde sadece dudaklarını kımıldatarak Kur’an okumaya başladı…
Uljan, o sabah Abay’ı alıp götüren Jiyrenşe’nin nerede olduğunu bilmiyordu. Dışarıdaki itler sabahki gibi tekrar ürümeye başlayınca “tazısıyla gelen olabilir” diye düşünerek evden çıktı. Jiyrenşe konuk evinin yanına gelmiş, atını bağlıyordu. Uljan büyük evin kenarında durdu, Jiyrenşe’yi yanına çağırdı, doğrusunu sordu.
Jiyrenşe, sabah saatlerindeki tavşan kovalamadan başlayarak Jeksen obasında gördüklerini de yol boyunca neler olduğunu da bütünüyle anlattıktan sonra:
– Abay nerede, diye sordu. Uljan, Abay’ın yattığını söyledi, Jiyrenşe’ye biraz soğuk davrandı.
– Gözümün nuru, sen çocuk değilsin, yetişkinsin. Kendin gitsen neyse! Öyle kötü, rezalet bir yere Abay’ı niye götürdün, dedi. “Kötü” ve “rezalet” kelimelerini hakikaten bastırarak söylemişti. “Çocuk değil mi? Korkar diye düşünmedin mi” diye ekledi.
Jiyrenşe ne diyeceğini bilemedi, utandı, sıkıldı:
– Ayıp oldu. Ben de üzgünüm. Fakat Allah hakkı için, “ölüsünü görürüz” diye düşünmüş değildim!
– Rahmetlim, bundan gayrı Abay’ı böyle yerlere götürme! Gençsin daha, büyüklerin bu türlü belalarından sen de uzak yaşa. Kendisiyle gitsin! Görüp, bilip ne yapacaksın, dedi…
Jiyrenşe nice büyükler içinde sözünü böyle serinkanlı söyleyen, bu kadar etkili ve ağırlığıyla söyleyen birini daha önce görmemiş gibiydi.
Uljan’ın böylesine soğuk konuşması, buna kızmasından da vurmasından da daha hafif gelmiş değildi.
Sıkıntılandığı için bir müddet ayağıyla yer eşeleyen Jiyrenşe tekrar konukevine yöneldi. Uljan da kendi evine döndü. Jiyrenşe başka hiçbir şeye bakmadan ve tereddüt etmeden at bindi, tazısını yedeğine alarak gitti…
Vakit, öğle zamanı geçip giderken ki vakit idi…
Abay, akşamüstü yaylımdan gelen koyunlar arasında analarını bulmak için var güçleriyle meleşen kuzuların meleme sesleriyle uyandı. “Bugün koyunları geç mi sağıyorlar, ne oluyor, karanlık çökmüş” diye düşündü. Dünya arı kovanı gibi uğulduyordu sanki… Fakat bunları müphem ve bulanık bir düş içindeymiş gibi hissetti. Başı sersemlemişti. Vücudu pelte pelte olmuş, yanmış gibiydi. Ağzı kurumuş, dudakları kızarmıştı. Boş boş ağzını şapırdattı. Ninesi ile annesi yanında oturuyordu. Uljan, avuç içini bunun alnına koymuş, düşünceli düşünceli önüne bakıyordu. Abay:
– Ana… Nine… Ne oldu, hasta mıyım, dedi ve yaşaran gözleriyle annelerine doğru kaykıldı. Uljan:
– Evet, ateşin var. Ağrıyan yerin var mı, diye sordu. Kaykılarak annelerine doğru yakınlaşırken iki şakağı çok sancılanmış, sıkışıp ağrır gibi olmuştu. Bunu söyledi.
Uljan az önce Abay uyurken annesine bir şeyler söylemişti.
İkisi de:
– Çok korkmuş ya! Midesi ondan bulanmış, diye değerlendirmede bulundular. Zere, Jiyrenşe’ye de büyüklere de çok kızdı, yere tükürür gibi yaptı…
Abay gündüz vakti olan olayları annelerinin öğrendiğini anladı:
– Babam… Babam, dedi ve babasını hatırlayarak iç çekti. Annelerine gizli bir sırrı açar gibi göğsüne vurarak “ne kadar acımasız, ne kadar katı idi” dedi. Babası hakkında içinde yaşayan müphem, karmakarışık, ağır duyguları bugüne kadar dışa vurmamıştı. Duygularını bir insan evladına ilk söyleyişiydi bu. Ninesi yarım işitti. Uljan bir şey demedi, Abay’a da cevap vermedi. Fakat Zere gözlerini ona dikip dizinden dürterek “ne dediğini söyle” der gibi işaret edince dudaklarını onun kulağına yaklaştırarak:
– Babasını söylüyor. Gaddarmış, “niye acımadı” diyor, dedi.
Ninesi anladı, göğüs geçirdikten sonra Abay’ın yüzüne doğru döndü, uzanarak uzun uzun alnından kokladı:
– Kurban olduğum, göz bebeğim, gösterişsiz kuzum! Acımaz, acımaz o, diyerek gözlerini kıstı, başını yukarı kaldırdı. “Ey Allah’ım! Şu vakitsiz duam muhtaçlık dileğim olsun. Bu göz bebeğime, babasının it mizacını verme!.. Acımasızlığını verme!.. Ey Yaradan” diye dua etti, gökyüzüne doğru kaldırdığı buz gibi mecalsiz elleriyle kırışmış nurlu yüzünü sıvazladı. Uljan da sessizce “âmin” dedi, duasına katıldı.