Читайте только на Литрес

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Çırpınan Sular, Uyuyan Hatıralar», sayfa 2

Yazı tipi:

“Neden?”

“Gayet basit. Zeki kadın atlatılamaz. Güzeli gönül huzurunu bozar, alımlı bir kadını zapt etmek güçtür. İyi konuşanı ise öyle bir muhit yapar ki kendine, asıl sahibine kalacak zaman, nihayet uykuya hasredilen mahdut saatler olur.”

“Bu saydıklarının üzerinde duracak değilim, yalnız zihnim şu noktaya takıldı:

Bu vasıfların hepsi Nahide’de mevcut. Daima onu göz önünde tutarak misaller alıyorsun gibi geldi bana, bu neden Mahir? Ne olur, açık konuş.”

“Şimdiden kıskanmaya başladın, dikkat et ve onu benden değil, ötekilerden, asıl etrafında arılar gibi dolaşan diğerlerinden esirge… Eğer elindeyse…”

Bir hayli yürümüşlerdi. Bir an ikisi de yorulduklarını hissettiler. Sermet’e kötü bir bezginlik çökmüştü. Arkadaşından ayrılırken ruhunu tırmalayan korkunç bir ses tekrar canlandı: “Dikkat et, ötekilerden esirge…”

***

Atatürk, seyahatlerinin birinde Balıkesir’e de uğramıştı. Şehir bayram yapıyordu. Mekteplerde, dairelerde, bütün halkta elle tutulur bir heyecan baş göstermişti. O gece, şehir sinemasında Büyük Şef’in şerefine zengin programlı bir müsamere tertip edilmişti.

Memleketin tanınmış aileleri, daire amirleri, umumi meclis azaları ve bazı muallimler fırkanın davetlisiydiler. Önce “Yıkılan Ocak” adlı bir piyes temsil edilecek, sonra halk opereti zarif vodvillerinden birini oynayacaklardı. Davetliler sık sık ve büyük bir sabırsızlıkla localara bakıyorlar, En Büyük’ün gelmesini derin bir heyecanla bekliyorlardı.

Son dakikalarda sinemanın salonu holden ayıran perdesi aralandı. Her yeni gelene olduğu gibi yine başlar çevrildi. Bazı kalplerde hisler çırpınmaya başladılar.

Nahide gelmişti, yanında sarışın bir kızla kır saçlı, kibar bir adam vardı. Vücudunu sımsıkı saran siyah bir manto giymişti. Boynu, mantosunun ince kürk yakasıyla çenesine kadar örtülmüştü. Yüzünün sol tarafını yarı yarıya kapayan az kenarlı, tuvaleti arkaya atılmış şapkası, saçlarının gerisini sarmıştı. Siyah eldivenlerin içinde kaplı kalan zarif ellerinden biri, çantasının madenî sapına dolanmıştı. Bakışlarını rastgele dolaştırmadan emniyetle yürüdü. Yerine oturduğu zaman, gayriihtiyari birkaç baş kendisinden tarafa döndü. Belki topladığı alaka biraz daha genişleyecekti. Fakat o anda coşkun bir alkış tufanı koptu. Herkes sevgi ve saygı ile ayağa kalkmıştı. Bütün başlar, ortadaki büyük locaya çevrilmişti. Herkes sanki sevgisini, bakışlarının ışığı ile ona ulaştırmak, bağlılığını bir kere daha açığa vurmak ihtiyacında idi.

Atatürk’ün locasına takılan bakışlar, onu böyle yakından görmenin yarattığı sonsuz saadet içinde sık sık çevrilen başlar, sahne ile zoraki bir şekilde alakadar oluyorlardı.

Piyes aksamadan yürüyordu. İsraf ve sefahat yüzünden bir yuvanın nasıl yıkıldığı sahnede canlandırılıyor, ara sıra alkışlanıyordu.

Sıra halk operetine gelmişti. Mavi ipeğin geniş kıvrımları içinde bir akarsu gibi sahnede boydan boya dolaşan genç kız, mimikleri ve jestleri ile herkesi hayran etmeye başlamıştı.

Çapkın gönlünü bir dala bağlamaya katlanamayan günahkâr güzel, bir araya gelen âşıklarına türlü umutlar veriyordu.

“Seni mevkin için!” diye ihtiyar paşanın uzun, sivri sakalını okşuyor; “Seni de servetin için!” diye zengin Mısırlının yanağına ince parmakları ile dokunuyor; “Seni de gençliğin için severim!” diye karşısında durduğu delikanlının ateşli bakışlarına ateşle bakıyordu.

Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Bütün ışıkları yanan şehir sineması, tarihî gecesini yaşamaktan gelen gurur içinde bambaşka bir mana almıştı. Ve bu müstesna gecede genç bir kimyager, aşkına düşmekten korktuğu mühlik5 bir kadının ruhunu saran esrarlı havası içinde, yine gönlü ve kafası ile karşı karşıya bulunuyordu.

Sahnedeki bir içim su kadar ince, şen, manalı kız, vücudunu saran mavi ipekten sıyrılarak siyahlara bürünüyor; açık renkli gözleri de elbisesinin rengine boyanarak ona durmadan, aynı şeyleri değiştirerek söylüyordu:

“Birini mevkisi, diğerini zenginliği, bir başkasını da gençliği için severim!”

Mevki… Mevki nedir? Sırasında dünya gibi fâni bir şey değil mi? Hangi sandalye, işgal edenin malı olmuştur? Ve bundan sonra da olacaktır? Memuriyet makamına “güvercinlik” diyenler doğru söylemişler. Güvercinlerin biri çekilince diğeri yerleşecektir. Kanatlarının altında yuvalarının sıcağını alıp gidenler var mıdır?

Zenginlik de öyle. Bir kötü talih yahut bir tesadüf veya herhangi bir afet, yıkılmaz sanılan kudreti bir anda yok edemez mi? Ve… Ve gençlik de öyle… Hatta ötekilerden daha kısa ömürlü…

O, hâlâ kendi kendine bile sevdiğini itiraf edemediği, fakat beğendiğini, tesirinden kurtulamadığını şiddetle hissettiği kadına ebedî olan bir şey vermek istiyor. Ama ne? Sadece kalbi mi? Bu kâfi gelse… Fakat kalbe de ölmez demek doğru mu? Mademki bir gün gelip duracaktır. Şu hâlde!..

Mahir, genç kadının oturduğu koltuğa dalgın dalgın bakan arkadaşını kolundan çekti. Kısık bir sesle “Dikkat et. Yanındakiler sana bakıyorlar.” dedi. “İşin farkına varırlarsa ikiniz için de iyi olmaz!”

“Bana artık her şey vız gelir.”

“Kendi başına gelecek şeyler sana vız gelebilir ama ona hayır. Düşünmelisin ki o, hürmete layık, gururunu hiçbir şeye feda etmeyen bir kadındır. İsmi etrafında şüphe bulutu dolaşmamalı.”

“Bana ilk günlerde, onun için yananlardan bahsetmiştin. Bu aşklar yahut bu alakalar dedikodu mevzusu olmadılar mı?”

“Oldular belki… Fakat Nahide, o masum sergüzeştlerden6 daima alnı açık çıktı.”

“Muhit onun temizliğine inandı mı?”

“Belki evet, belki hayır!”

“Korkma dostum. Ona benden kötülük gelemez. Çünkü onu, ölmüş annem kadar mukaddes tanıyorum.”

“Görüyorum ki, her geçen gün seni biraz daha ona yaklaştırıyor.”

“Maalesef.”

“Hani görmeyecektin? Kaçacaktın?”

“Elimden gelmiyor. Ondan uzak olduğum sıralarda verdiğim kararlar, ona rastladığım zaman denize serpilmiş bir avuç tuz gibi tesirsiz kalıyor. Korkarım ki, bir gün gelecek, ya o yahut hiç kimse, diyeceğim.”

“Senin gibi bir fen adamının ağzından bu sözleri dinlemek beni bir hayli şaşırtıyor.”

“Belki de eğlendiriyor.”

“Yok, o kadar da değil. Macera düşkünü bir adamım diye hislerimin de dumura uğradığını sanıyorsan, sen de haksızlık ediyorsun.”

“Şu hâlde, aynı suretle, fen adamlarının da hisle alakalarının kesilmiş olduğunu tasavvur etmemek lazım. Fenle meşgul olmak, aşkı hiçe saymak demek değildir.”

Yine gür bir alkış sesi sinemanın duvarlarına çarpa çarpa derin bir uğultu yarattı. “Yaşa!” sesleri içinde En Büyük Türk uğurlanıyordu.

Sinemanın önündeki otomobil dizisi hep birden hareket etti. Karşıki Fenerci Sokağı’na dizilen paytonlar, caddenin ıslak yüzünden tekerleklerinin lastiklerini geçirdiler.

Nahide, sarışın genç kızla arabanın arkasına yerleşti. Yaşlı adam karşılarına oturdu. Gocuğuna sarılan arabacı, kamçısını hayvanların nemli sırtlarında dolaştırdı. Onlar da çabucak Anafartalar Caddesi’nde yol aldılar.

Mahir, Sermet’in koluna girdi.

“Gel, muhallebiciye girelim. Vakit epey geç.”

“Canım bir şey istemiyor.”

“Aşk karın doyurmaz. İnsanlar yemeden, içmeden ne sevebilirler ne de yaşayabilirler azizim. Çünkü melek değildirler…”

Zarbali Otelinin hizasındaki ve karşısındaki muhallebici dükkânlarının ikisi de hıncahınç dolu idi. Mahir, camekânlarda sıra bekleyen tatlılara, keşküllere hasretle baktıktan sonra “Şans yolunda…” dedi, “bu kadar kalabalık içinde ne rahat bir şey yenir ne de iki çift laf edilir!”

Paşa Camii’nin şadırvanı önünde ayrıldılar.

***

Halkevinin resmen açılması yaklaşmıştı. Hararetli bir çalışma göze çarpıyordu. Birçok şeyde olduğu gibi yine öğretmenler ön safta bulunuyorlardı.

Sermet köycülük şubesine girmişti. O gece toplantıları vardı. Avrupa’dan yeni dönmüş, uyanık fikirli, memleketin tanınmış ailelerinden birinin çocuğu olan reis, arkadaşına ayrıca telefonla da içtimayı7 hatırlatmıştı.

Sermet’le aralarındaki samimiyet günden güne artıyordu. Buluştukları zaman o kadar iyi mevzular üzerinde konuşuyorlardı ki, yüksek tahsil yapmış, zengin kütüphanelere malik şehirlerde yaşamış iki genç, bu konuşmaların içinden daima fikrî cepheleri tatmin edilmiş olarak çıkıyorlardı.

Sermet, başkan odasına girdiği zaman, Esat Adil’i hararetli bir münakaşaya dalmış buldu. Arkadaşına yer gösterdikten sonra odadakilerle tanıştırmayı, meşhur dalgınlığı içinde hatırlamadı.

Temsil kolu, açılış gecesi için Aka Gündüz’ün “İkizler”ini hazırlayacaktı. Edebî eserler üzerinde çalışacak, seçim yapacak heyet, birkaç gün evvel kararını vermiş, bunu reise de bildirmişti. Fakat fazla kadın eleman bulunamayacağı için eserde bazı tadilat yapılması keyfiyeti, hakem heyeti arasında ihtilaf doğurmuştu.

Edebiyat öğretmenlerinden biri “Muharririne danışmadan esere el sürülmez.” diye iddia ediyor; diğeri “Bu işte zaruret vardır.” diye fikrini müdafaa etmeye çalışıyordu. “Mademki kadın eleman azdır ve kimse kokot rolünü yapmak istemeyecektir. Her yeni işe başlamak güçtür. Arkadaşların çoğu fedakârlık yaparak sahneye çıkacaklardır. Muhitin, bu fedakârlığı ne şekilde karşılayacağı, nasıl tenkitler baş göstereceği henüz malum değildir. Bana kalırsa birçok mahzuru nazar-ı itibara alarak eserde değişiklik yapmakta serbest olmalıyız!”

Nihayet hakem heyetinden diğer ikisi de fikirlerini ileri sürünce mesele halledildi. Biraz sonra aşağı salonda “İkizler” temsil kolu azalarına okunacak, ekseriyetin muvafakati olduğu takdirde rol bölümü yapılacaktı.

Hakem heyeti çıktıktan sonra Esat Adil, arkadaşına sigara paketini uzattı. İkisinin de sigaraya düşkünlükleri hemen hemen aynı derecede idi.

“E, ne var ne yok bakalım, anlat.” diye Esat Adil, Sermet’ten yana dönmüştü ki, oda kapısına vuruldu. Çok geçmeden odada onun narin gölgesi belirdi. Yanında yine o kır saçlı, temiz giyinmiş, gözlüklü erkek vardı.

İki arkadaş saygı ile ayağa kalktılar. Genç kadın köşedeki koltuğa geçtikten sonra biraz havanın rutubetinden ve sokakların çamurundan şikâyet etti:

“Babam şehir içinde araba ile gezmekten hiç hoşlanmaz. Beraber çıktığımız zaman çok defa yürürüz. Mamafih çamur da olsa, kar da olsa yanımda babam olduktan sonra yürümekten hazlanırım.”

Esat Adil, genç kadının babasına sigara ikram etti. Zile basarak ne içmek istediklerini sordu.

Nahide bütün ısrarlara rağmen bir şey almadı. Babası ile Sermet, birer kahve söylediler. “İkizler”den, köy gezintilerinde muzika ve köylüyü sıkmayacak, kısa, vazıh söylevlere yer verilmesinden, içtimai yardım şubesinin programından konuştular.

Galip Bey, içtimai yardım şubesinde çalışacaktı. Kızına halkevini göstermek için şöyle bir uğramışlardı. Ve Sermet, kaçınmak istediği tesadüflerin elinde oyuncak oluşuna sinirlenmek mi icap eder, yoksa bu tesadüfleri bir lütuf olarak kabul etmek mi lazımdır, diye düşünüyordu.

Bir aralık Esat Adil, onun kanepenin bir ucunda sessiz sedasız oturuşunu fark etti. O, dalgın gülümsemesi ile “Dostlarım huylarımı bildikleri için bir hayli kusurlarımı hoş görürler.” dedi. “Sizleri tanıştırmayı pek geç hatırlamış bulunuyorum.”

Büyük kitap ciltleriyle dolu etajerin yakınındaki koltukta oturan genç kadın ince parmakları arasında evirip çevirdiği masa bıçağını bırakarak “Sermet Beyefendi’yi bir yemek davetinde tanımıştım zannederim.” dedi. “Şayet benim de dalgınlığıma gelmiyorsa!”

Sermet o kadar kızardı ki, bu perişanlık Şair Esat Adil’in gözünden kaçmadı. Nahide’nin babası ile Sermet, kimyevi maddeler üzerinde derin bir konuşmaya dalmışlardı. Genç kimyagerin dudakları mihaniki8 bir şekilde mesleğine ait sözler üstünde durur ve münakaşa ederken kafası tamamıyla öte tarafta idi. O da konuşuyordu. Sanat ve tiyatroya dair fikirlerini izah ediyordu. Öyle güzel buluşları vardı, öyle yerinde tenkitler yapıyordu ki, bir an oldu, genç adam zehirli gazlara ait bahsi hiç takip edemez hâle geldi.

Galip Bey, üst kattaki müsamere salonunu gezmek için müsaade alarak ayağa kalktı. Sermet, bakışları genç kadının muntazam başına dalıp gitmiş olarak ayakta duruyordu.

Uzun parmaklı, ince bir el uzandı. Boyasız dudaklarda gülüşün en güzellerinden biri canlandı. Ve biraz kalın, tahrik edici sesi “Sizi tekrar gördüğüme memnunum Sermet Bey.” dedi. “Babam misafirlerini her gün dörtle altı arası kabul eder.”

Sermet, kalbinde ses veren yüksek duyguların humması içinde gözlerinin yeşiline kadar değişti. Titreyen dudakları aralandı. Fakat boğazında düğümlenen kelimecikler, çok beğenilen kadının ince iltifatına ve pek nazik davetine lazım gelen karşılığı vermekte aciz kaldılar.

Odanın havasında hangi çiçeklerin gönül gönüle vererek yarattıkları belli olmayan uçuk, baygın bir koku kaldı; iki arkadaş önce bir şey söylemeden bakıştılar. Sonra Esat Adil “Kültürlü kadın.” dedi. “Halkevinde çalışmayı kabul etseydi çok istifade edecektik.”

“Etmiyor mu?”

“Teklif etmedim tabii.”

“Niçin?”

“Halkevi, hiçbir davete lüzum kalmadan kendisine koşan elemanları bekler. Burada çalışmak bir yurt işi olduğuna göre vatandaşın kendiliğinden vazife alması lazımdır. Mamafih ben ümitsiz değilim. Balıkesir, bu kültür müessesesinin işaret ettiği yolda da aksamadan yürüyecektir. Konseri, konferansı, sergiyi ve samimiyeti burada bulacak bir ferdin, bu samimi ocaktan uzun müddet uzak kalmasına imkân kalmayacaktır. Çünkü ben muhitimde menfi ruhlu insanları hiç görmüyorum.

Halkevi sadece münevverleri değil, asıl halkı, asıl memleketin başına ümit bağladığı gençliği bağrında topladığı gün, vazifesini yapmış olacaktır.”

Odacı, Sermet’i komite odasında beklediklerini haber verince konuşmaları yarıda kaldı. O çıkarken “Bu gece bize gidelim Esat.” dedi. “Şiirlerini dinlemeye ihtiyacım var!”

Genç reis bir şey soracaktı, vazgeçti.

Birkaç saat sonra halkevinin salonlarına, okuma odalarına, hole derin bir sessizlik sinince iki arkadaş bahçeye çıktılar. Kıyılarına yeni çam fidanları dikilmiş, düzeltilmesi henüz bitmemiş kumlu yolları geçerek Milli Kuvvetler Caddesi’ne çıktılar.

Sermet, yeni yapılan apartmanlardan birinin üst katında oturuyordu. Çalışma odasına girdikleri zaman yine tiftik yumağı gibi iri tüylü kediyi, yazı masasının önündeki ayı postunun üstünde uyurken buldular.

Esat Adil, rafları dolduran ciltlerden birini çekerek karıştırmaya başladı. Sermet, arkadaşına çay hazırlamak için semaveri yakmaya gitmişti. Önce memlekete ait işlerden, biraz siyasetten ve günün en hararetli mevzusu olan halkevinin açılış merasiminden konuştular. Söz şiire intikal edince “Defterimi almaklığım için ne kadar ısrar ettin.” dedi Esat Adil. “Son günlerde şiire bu düşkünlük neden? Yoksa âşık mısın?”

“Zannederim.”

Kimsenin hususiyeti ile meşgul olmak istemeyen, kendisini kültüre ve memleket işlerine bağlayan genç adam, garip bir gülümseme ile arkadaşının yüzüne baktı:

“Okurum öyleyse…”

Bir müddet hiç konuşmadan durdular. Belki her ikisi de geçmişte kalan hatıralarına, ruhlarının ellerini sürüyorlardı.

“Oku, Esat. Bana en içli ve muğlak olan şiirlerinden oku.”

Biraz sonra küçük bir defterde gömülü kalan birbirinden güzel gençlik şiirleri, sahibinin sesinde ikinci defa yaratılmaya başlayınca odanın havası manasını değiştirdi. Sermet, romantik bir âleme dalıp gitmiş; yüksek bir şiir dünyası içinde, gündelik hislerden, heveslerden, binbir kayda bağlı sürülen maddi bir ömürden uzaklaşmıştı. Bazılarını o kadar beğeniyordu ki, tekrarlaması için arkadaşına rica ediyordu. Günlerini birçok işe bağlayarak, büyük bir yorgunlukla geceleri bulan genç başkan da belki bu gece çok uzakta kalmayan hatıraları ile baş başa idi. Nazlanmıyor, arkadaşının samimi isteklerini yerine getiriyordu.

Hırçın ve dize gelmez gönlünün muğlak isteklerinden biri tekrar sesine bağlanmıştı:

İÇİN, İÇİN
 
Bilmek istemem
Beni bildiğini.
Anlamasın, duymasın
Sakın
Sevildiğini…
Susun,
Uyusun
Bu sevgi içimizde!
Dönelim
Biz yine her akşam aynı yerden
Benim izimde o
Onun izinde ben…
Sakın
O beni bilmesin
Görüp irkilmesin.
Ben severken
Sevilmek istemem,
Sevdiğimi bilmek istemem.
 

Şiir biter bitmez Sermet “Ötekini de…” diye yalvardı ve “Ne olursun, Kandil’i de oku!” dedi.

Genç adamın alnındaki ince çizgiler derinleşti. Siyah bakışlarına gölgeler doldu. Dudakları artık kilitlenmek istiyordu. Çoğu, herhangi bir yerde neşredilmeyen şiirlerini soluk yapraklarında gizleyen defteri kapadı. Sonra biraz dalgın ve içli, arkadaşının yüzüne bakmadan, bakışları pencerenin arkasında uzayan karanlığa kayıp gitmiş olarak Kandil’in son mısralarını söyledi:

 
O, sade bir kandil
Değil
Bana bir güneş!
Gönlümün
Ölgün
Hislerine aşina bir eş
İşte biz böyle her gece
Gizlice
Ve yalnız
Baş başa tutuşur, yanarız.
Aynı sebepten
Onun yanışı.
Benim gözlerimin yaşı…
 

Ve sonra pencereden istasyon caddesinin iki sıralı ışıklarına baka baka, belki de o ışıklarda cızıldayan bir mumun titrek alevini, aşkını yakarak eriyen mumun ızdırabını görmek istediler…

***

Çocuk Esirgeme Kurumu birincikanunun9 sonlarına doğru vereceği balo için hararetli bir şekilde hazırlanıyordu. Memleketin durgun havası, bu fevkalade olacağı tahmin edilen gecenin heyecanı ile çalkanmaya başlamıştı. Bu yüzden terzilerin işleri sıkışmış bulunuyordu. Manifatura ve tuhafiye mağazalarında her zamankinden fazla bir kalabalık göze çarpıyordu. Lame, çiçek, plaka, düğme, toka, çanta gibi ufak tefek süs eşyası İstanbul’a ısmarlanıyor, Kadri, genç kadınların siparişlerini not etmeye yetişemiyordu.

Adil Usta, vitrinlerini en şık iskarpinlerle süslemişti. Oğlu da durmadan sipariş alıyordu.

Kabul günlerinde günün belli başlı mevzusu olarak yalnız balodan konuşuluyordu. Giyinme hususunda fazla titiz olanlar, tuvaletlerinin rengini ve modelini saklaması için terzilerine lazım gelen talimatı vermiş bulunuyorlardı.

Balo tertip heyeti parti binasında, halkevi salonunda sık sık toplantılar yapıyordu. Kotiyonlar İstanbul’dan getirtilecekti. Her iş bölüşülmüştü. İnhisarlardan bir şube amiri ile bir önyüzbaşı büfeyi idare edeceklerdi. Bir avukat, balo komiseri seçildi. Cemiyet azalarından kadınlı erkekli bir grup teşrifatçılık için ayrıldı.

Memleketin ince zevkli iki resim öğretmeni, müstait10 öğrencilerinden birkaçını yanlarına alarak salonu süslemeye koyuldular. Piyango eşyaları alındı. Pamukçu’nun meşhur zeybeklerine haber gönderildi. Monolog söyleyecek, taklit yapacak gençler ayrıldı. Nihayet her şey tamamlandı. Ve çok soğuk bir kanun gecesi ileride şehir kulübü olarak umuma açılacağı söylenen Evkaf Otelinin bakımsız bahçesi önünde arabalar dizildi.

İki büyük sobanın kuvvetli ateşi salonu iyice ısıtmıştı. Köşelerden birer demet çiçek hâlinde renkli ampuller sarkıyordu. Masaların beyaz örtüleri itinalı bir şekilde kolalanmıştı. Kabartmalı tavanın lambalarından masa üstlerindeki yeşilliklere ve renkli çiçeklere bir ışık çağlayanı dökülüyordu.

Büyüklere ait resimler, vakur çerçeveleri içinde bu süslü salona uzaktan gülümsüyorlardı. Masalar erkenden kapatılmaya başlamıştı. Geniş camlı kapının her açılışında başlar da harekete geçiyor; vestonlu, smokinli erkeklerin yanında renk renk giyinmiş kadın kümeleri, yerlerine yerleşinceye kadar tecessüs dolu bakışlardan kurtulamıyorlardı.

Her yeni gelen için birçok fikir ileri sürülüyor, tenkitler yapılıyor, bazı masalardan samimi el hareketleri ile davetler oluyordu.

Memleketin en güzel kadınlarından biri olan bir doktor karısı, henüz masasına yerleşmekte idi. Kayısı gülü renkli saten tuvaleti, dirseklerine kadar uzun siyah eldivenleri ve siyah atlas iskarpinleri tenkit süzgecinden geçiyordu. Saç tuvaleti kendisine yakıştığı hâlde, saçlarının o tarz toplanışını beğenmemek isteyenler de vardı. Bazıları şakağındaki yara izinin örtülmesi için bu modeli tercih ettiğini ileri sürüyor; bir genç kadın da “İz diye bahsettiğiniz o minimini beyazlığı yakından gördüm, hiç de yüzüne çirkinlik vermiyor. Bilakis yakışıyor bile!” diye güzel kadını müdafaa ediyordu.

O, biraz küçük, fakat çok parlak gözlerinin tatlı bakışlarını yakınındaki masalarda dolaştırarak başının zarif hareketleri ile dostlarını selamlıyordu. Çok geçmeden pırıl pırıl üniforması içinde dimdik yürüyen, yüksek boylu ve biraz şişmanca bir albayın yanında beyazlar giymiş karısı ve bir müteahhit karısı olan yakın arkadaşı kocası ile beraber doktorların masasına yaklaştılar.

Şimdi masanın etrafında üçü de ayrı tip, manalı ve çekici üç arkadaş toplanmıştı. Albayın karısı saçlarını yukarıya kaldırarak geniş alnını tamamıyla açıkta bırakmıştı. Gözlerinin yeşili tutuşmuş bir ocak gibi renk renk ışıltılarla yanıyordu. Ayrı ayrı tetkik edildiği zaman belki de orta güzellikte olan genç kadın konuşmaya, bilhassa karşısındakinin gözlerinin içine bakmaya başlayınca şayanı hayret bir şekilde güzelleşiyordu.

Müteahhidin karısı yuvarlak yüzlü, çok iri siyah gözlü, ince, uzun ve çok koyu kara kaşlı, küçücük ağızlı ve simsiyah saçlı, çok genç bir kadındı. Gayet geniş omuzlu ve pek uzun boylu kocasının yanında yürür, kollarında dans ederken binbir emekle meydana gelmiş bir bibloyu, bir minyatürü andırıyordu. O da beyaz satenden, uzun etekli bir tuvalet giymişti. Siyah saçlarının arasında pırıl pırıl taşlardan bir akarsu şeklinde bant vardı.

Tam bir neşe içinde konuşuyorlar, etrafları ile hiç alakadar görünmüyorlardı. Bu aralık kapının önünde, memleketin en güzel kadınlarından biri olan Afet Hanımefendi’nin yanında, ince, uzun bir hayal şeklinde o göründü. İkisi de siyah saten tuvalet giymişlerdi. Afet, mavi renkli, iri bir çiçekle tuvaletinin siyahlığını tadil etmişti. Kumral saçları pek itinalı dalgalarla güzel başını nefis bir bukete benzetmişti. Yeşil engininde binbir renk kaynayan lacivert çımgılı gözleri, pürüzsüz, pembe yüzüne özenilerek yerleştirilmiş iki eşsiz zümrüdü hatırlatıyordu. Lame iskarpinleri içinde dolgun vücuduna nazaran çok küçük olan ayakları şaşırmayan bir sadelikle ilerliyordu.

Orta boylu, zayıf, kemikli yüzlü, muaşeret kaidelerine pek vâkıf kocası ile Nahide’nin babası biraz arkalarında yürüyorlardı.

Nahide’nin göğsü yine sımsıkı kapalı idi. Arkası örgüden çapraz bir bantla tutturulduğu için yine mat renkli sırtı görünüyordu.

Dirseklerine kadar uzun, siyah eldivenler giymişti. Saçlarını, yandan iri bir siyah gül ile tutturmuştu. Çiçeğin şöyle gelişigüzel iliştirilivermiş gibi görünüşü, bu kadın başına başka iklimlerin manasını, belki de biraz İspanyol kadınlarının ihtirasını veriyordu. Fakat yüzüne bakılınca düzgün alnı, masum çizgili yüzü ve şeytani bir gülüş gizleyen dudakları onu birden ilahileştiriveriyordu. Birkaç masadan davet edildiler. Nahide’nin her adımında, birçok kalbe basıp geçen bir kudret vardı. Ağır ağır, beğenildiğinden, sevildiğinden, salonun en üstünlerinden biri olduğundan emin, sağına soluna selamlar vererek arkadaşı ile beraber masaya yerleşti. Babası ve arkadaşı ile konuşurken gözlerinin derinlerinde sonsuz sevgi pırıltıları çakıp sönüyor; dudakları en yumuşak çizgilerle hareket ederek gayet tatlı ve cana yakın şeyler söylediği anlaşılıyordu.

Sermet, boğazına bir şeyler tıkandığını, renginin solduğunu, konuşmak için ağzını açacak olsa titreyen sesi ile bir şey söylemeye muvaffak olamayacağını hissediyordu. Yanında oturan arkadaşı, salondaki muhtelit11 gruplarla alakadar olduğu için onun ne hâle girdiğini pek fark etmiş görünmüyordu.

Baloda, Sermet’in bir zamanlar o kadar ehemmiyet verdiği, içlerinden biri ile belki bir gün evlenmeye muvaffak olacağını sandığı kızlar da vardı. Yıldız beline kadar gayet dar, belinden aşağı alabildiğine geniş ve kabarık, pembe taftadan bir tuvalet giymişti. Genç, dik göğsü, düzgün beyaz kolları, sempatik hareketleri birçok gencin bakışlarını üstüne çekiyordu. Altın renkli saçlarını kalın bir örgü hâlinde başının üstüne dolamış, kulaklarının arkasından ensesini boydan boya küçük buklelerle kapamıştı. Başı, arkadan bakıldığı zaman, iri bir kayısı gülünü andırıyordu. Önden kalın örgüsü yüzüne ihtiraslı bir kadın ifadesi veriyor, küçük pembe kulaklarını iki damla gözyaşı gibi bir çift inci küpe öpüyordu. Durmadan dans ediyordu. Genç subayların birçoğu ayın etrafında dolanan hale gibi etrafını sarmışlardı. Dururken narin bir bibloyu, dans ederken yaldızı ellerde kalacakmış gibi esatirî görünen bir kelebeği andırıyordu.

Sermet, ötekine bakmamak için, birçok bakışları üstünde toplayan minyon kıza bakıyordu. Oya, kalabalık bir öğretmen grubu içinde oturuyordu. Giyinişi şatafatlı değildi. Bu gece biraz durgundu. Yanı başındaki masada ailesi ile oturan Vacide’ye dönerek ara sıra onunla konuşuyordu.

Sermet bir zamanlar beğenmiş, hatta bir gün belki de seveceğini ummuş olduğu kızlara baktıkça ağlamak istiyordu. Onlardan birine bağlanmış olsaydı şimdi böyle, dünyanın en taşınmaz yükünü sırtına almış gibi yorgun ve bezgin, bir köşeye sinmeyecekti. Dümdüz bir akışı olan hayatını meşum bir tesadüfle bulandırmış, pek vakitsiz hayatı kendine zindan etmişti.

Şimdi herkes, hoş, zarif, güzel ve sempatik her genç kız onun yanında sönük kalmaktan kendini kurtaramıyordu. Bunun niçin böyle olduğunu, her zamanki gibi yine düşünüyordu. Sevdiği, bu defa yürekten sevdiği, hakiki aşkın ne demek olduğunu tanıdığı için mi böyle idi? Nahide’de gördüğü harikuladelik nereden geliyordu? Etrafına dikkat ediyordu. Masalarının yanında gittikçe genişleyen halkalardaki erkeklerin birçoğu onunla alakadardı. Ona bir selam verebilmek, tatlı bakışlı gözlerini bir defacık yüzlerinde hissetmek için dikkatlerini son haddine kadar onun başında toplayanlar göze çarpıyordu.

Galip Bey, tanınmış bir avukat olan balo komiseri ile hararetli hararetli konuşuyordu. Nahide ile Afet az konuşuyorlardı. Fakat arada bir başlarını yekdiğerine çevirdikleri zaman, kendilerine birçok şey ifade ettiği belli olan bakışlarla anlaşıveriyorlardı. Nahide kumral arkadaşına bakar ve bir şey söylerken masum bir çocuk, nazlı, narin bir genç kız manasını alıyordu. Genç arkadaşını sevdiği kadar saydığı da aşikârdı.

Mahir, karşılarındaki masa ile pek fazla alakadar olan arkadaşına, salonda toplanan grupları ayrı ayrı tanıtmak istiyordu:

“İlerideki masaya dikkat et Sermet. Oksijenle sarartılmış saçlarını iri buklelerle başında toplayan şu sarışın kadına bak. Yanındaki incecik kızın annesidir. Doğrusu çok zarif giyiniyor. Hoşsohbet olduğu belli. Çünkü masası daima kalabalıktır. Yalnız, dansa kalktığı zaman siniri tutar. Müthiş gülmeye başlar; o kadar ki kavalyesini ortada bırakıp kaçmak mecburiyetinde kalır. Şimdi sen de görürsün ya.”

“Kızın yüzü çok güzel. Su kıyılarında açan çiçekler gibi. Lakin pek zayıf.”

“Elbet zayıf olacak. Hangi toplantıya gelsem onu da görüyorum. Geç vakitlere kadar uykusuz kalır, durmadan dans ederse tabii böyle olur.”

“Kabahat ailesinde, getirmesinler.”

“Bizde buna maalesef birçok aile dikkat etmiyor. Bana kalırsa bu kız henüz bir ortaokul talebesidir.”

“Talebe olsa baloya gelemez.”

“Talebe olmasa da o çağda ya, sen ona bak. Vakitsiz sosyeteye atılmış demektir. Lakin Mahir, beni dedikoduya alıştırıyorsun. Niçin bize ait olmayan şeylere burnumuzu sokuyoruz?”

“Öteki masadan biraz alakanı kesesin diye. Yanındaki masalara bir baksana. Deminden beri sana dikkat ediyorlar. Nahide’ye yiyecek gibi baktığının farkında olmadıklarını mı sanıyorsun?”

“Tabii. Aralarındaki genç kızları bırakıp bir genç kadınla alakadar olmak günahtır da ondan.”

“Elinden gelse dört tarafa duvar çekeceksin. Mamafih mazursun. Âşık, âlemi kör sanırmış ama ortada fol yok, yumurta yok.”

“Belki bir gün çok şey olacak!”

Nahide’nin arkadaşı, ondan boylu, esmer bir gençle dansa kalkmıştı. Mahir, Afet’i çok beğeniyordu.

“Enfes kadın doğrusu!” dedi. “Şahane bir güzelliği var. Sesi de öyle tahrik edicidir ki… Bir defa dinlemek şerefine nail oldum. Şu Denizkızı Eftalya için deli divane olan çoktur ya. Afet Hanım’ı bir kere dinlemiş olsalar, başka bir kadın sesini beğenmelerine pek imkân olmaz sanırım.”

“Ben de dinlemek isterdim.”

“Ötekinin arkadaşı olduğu için tanışmak isterim, de, daha doğru.”

“Öyle de kabul edebilirsin.”

“Hani kaçmak, karşılaşmamak istiyordun?”

“Ümitsiz aşkların arkasından gelecek ızdıraba göğüs vermekten ürken insanlar kaçmayı tercih ederler. Ben aksini yapacağım artık.”

“O kadar cesursun demek. Nefsine itimadın yerinde.”

“Belki de dediğin gibi bu, bir cesaret meselesidir. Sonu nereye varırsa varsın ona yaklaşacağım.”

“Haydi gel öyleyse, masasına gidelim.”

Sermet yine sarardı. Arkadaşının alay ettiğini sanmıştı. Mahir o kadar ısrar ediyordu ki, nihayet kalbinin binbir şekle giren çarpışları içinde ona doğru sürüklendiğini fark etti.

Caz durmuştu. Masaya dönen Afet Hanımefendi’ye Sermet’i takdim ettiler, aralarında hararetli bir konuşma başladı. Sermet dalgın ve perişan, bakışları gelişigüzel köşelerde dolaşarak susuyordu.

Nahide, ruhların örtüsünü dalgalandıran kendine mahsus gayet nefis, tahrik edici kokusu, düşünürken de konuşan kaşları ve binbir cihan yaratan gözleri ile o kadar yakında idi ki… Saçlarının arasına iliştirdiği için daha güzel olan siyah gül, siyah tuvalet, siyah atlas iskarpinler ve gayet zarif bir çanta. Hep siyah. Sermet Göğsü açık olup da siyah kadife bir bantla boynunu sarmış olsaydı ne kadar Anna Karenin’e benzeyecekti! diye düşündü. Bir aralık Sermet’ten tarafa dönerek yumuşak bir sesle “Hiç konuşmuyorsunuz.” dedi. “Sıkılıyorsunuz galiba!”

Genç adamın ürkek bakışlı yeşil gözleri Nahide’nin siyah uçurumlar gibi koyulaşan, derinleşen, baş döndüren gözlerine dikildi:

“Dinliyorum.”

“Bazı susuşlar muğlak kitaplara benzerler.”

İkisi de başlarını çevirdiler. Afet Hanımefendi yeşil bakışlarında muammalı pırıltılarla söze karışmıştı. Nahide arkadaşına baktı. Bakışları ile hiçbirinin anlayamayacağı bir dille sanki konuşmuş oldular.

“Muammalı konuşmayı ne kadar seversin Afet.” dedi Nahide.

Galip Bey’le konuştuğu hâlde onların da konuşmalarını takip edebilen Bahri Doğru, gülerek “Karım çok roman okur. Onun tesiri ile olsa gerek.” diye söze karıştı.

Hep birden gülüştüler, Afet berrak kahkahalar arasında “Kocamın kulakları, pek hassas bir ses toplama aleti gibidir!” diye şaka yaptı. Mahir sordu:

“Hangi romanları seversiniz hanımefendi?”

“Eserinin içine yaprak yaprak felsefe kitaplarından alınmış gibi ukalaca şeyler karıştırmayan muharrirlerin romanlarını!” diye cevap verdi.

“Ben düşündüren, ızdırap veren, feragatle dolu ve muhal12 aşkların yaşadığı romanları tercih ederim.” diye Nahide fikrini söyledi.

“Bugünlerde kimleri okuyorsunuz hanımefendi?”

Bunu Nahide’ye Sermet sormuştu.

Genç kadın “Rus hikâyelerini!” diye cevap verdi. “Rus edebiyatına karşı derin bir alakam var. Rusça bilmediğime çok esef etmekteyim.”

“Dilimize çevrilen Rus eserlerinin çoğu da Fransızca nüshalarından alınıyor zannediyorum.”

“Evet, hemen hemen öyle.”

“Hangilerini tercih ediyorsunuz?”

“Bir zamanlar Puşkin’in şiirlerine bayılıyordum. Sonra hikâyeye ve romana düştüm. Gorki’yi, Turgeniyef’i, Dostoyevski’yi ihtirasla okudum. Fakat Tolstoy’a hayranım. Ciltler dolusu eserlerinin hiçbirini vermemiş de sadece Anna Karenin’i yazmış olsaydı, beynelmilel olmasına yine kâfi idi bence. Bu kitabın üzerimde çok kuvvetli tesiri vardır. İlk okuduğumda on altı on yedi yaş arasında bir talebe idim. Tabii eserin ruhunu anlamış değildim. Felsefeye başladığı sırada yaprakları çevirir, köylüden, topraktan, Rusya’nın içtimai hayatından örnekler vermek için kahramanlarını uzun uzun konuşturunca yine konferans başladı, derdim. Fakat yaşım ilerledikçe şüphesiz fikirlerim, kanaatlerim de değişti.”

5.Mühlik: Tehlikeli. (e.n.)
6.Sergüzeşt: Macera. (e.n.)
7.İçtima: Toplanma, toplantı. (e.n.)
8.Mihaniki: Düşünmeden, ölçülerek değil de yalnızca alışkanlığın verdiği kolaylıkla veya yalnız kasların hareketiyle yapılan (iş, hareket vb.), mekanik. (e.n.)
9.Birincikanun: Aralık ayı. (e.n.)
10.Müstait: Doğuştan yetenekli, kabiliyetli olan. (e.n.)
11.Muhtelit: Karma, karışık. (e.n.)
12.Muhal: Olamaz, olmaz, olmayacak, olması, gerçekleşmesi olanaksız. 8e.n.)

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
Hacim:
410 s. 1 illüstrasyon
ISBN:
978-625-6865-81-5
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre