Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Çırpınan Sular, Uyuyan Hatıralar», sayfa 3

Yazı tipi:

Afet “Ben orijinal aşk hikâyelerini, kaprislerle, esprilerle dolu romanları severim.” diye fikrini söyledi. “Anna Karenin’de baştan Kiti pek hoşuma gidiyordu. Onu Voronski’ye pek yakıştırıyordum. Fakat o, haşin Levin’le evlenince o da gözümden düştü.”

“Ben daima Anna’yı şayanı dikkat buldum Afet. Zaman zaman bu kitaba kapanarak birçok şey düşünürüm. Fakat hep Anna ile Voronski faslını okurum. Aşk dediğin bir humma, bir sara, nasıl söyleyeyim öldürücü bir hastalık gibi insanı sarmalı. Yıldırım gibi çarpmalı.”

Sonra, “Biz de baloda nelerden bahsediyoruz.” diye güldü. “Bunları konuşacak o kadar çok zamanımız var ki… Bu gece gülenler, içenler, dans edenler, kısaca hayatın tadını çıkaranlarla alakadar olmak daha doğru.”

Afet güldü:

“Biz hayatın tadını çıkaramayanlar grubuna dâhil miyiz ki?” diye sitemle arkadaşının yüzüne baktı.

“Lakin bunu pek senin için söylememiştim yavrum.”

“Sen, yaradılışta biraz fazlaca melankoliye müstait bir kadınsın Nahide. Fakat yavaş yavaş seni değiştireceğim.”

Sonsuz bir sevgi ile deminden beri Nahide’nin yüzüne bakan Sermet’in içi titredi. Değişmesin. Hiç ama hiç değişmesin. Onu böyle daima muğlak, kapalı, bir uçurum gibi mühlik ve erişilmez bir mahluk gibi uzak görmek isterim! diye içinden söylendi.

Nahide, ağır bir tangoya başlayan cazın ahengine ruhunu vererek artık etrafındakilerle meşgul görünmüyordu. Afet, kocası ile dansa kalkmıştı. Mahir, Oya ile dans ediyordu. Nahide’nin babası eski arkadaşlarından biri ile büfede kalmıştı. Bu suretle onlar baş başa bulunuyorlardı. Genç kadın sükûtu dağıtmak için “Ne güzel müzik.” dedi. “Ne derin bir tango. Bu kadar manalı parçalara bu dekor kâfi gelmiyor. İnsan, etrafını nihayetsiz bir boşluk sarsın, uçsun, çok, pek çok uzaklara çekilip gitsin istiyor.”

Sermet, kendisinin de şaştığı bir cesaretle “Demin insanları çarpan, ölüme sürükleyen, hastalık gibi yere vuran aşkları tercih ettiğinizi söylemiştiniz. Sorabilir miyim niçin?” diye sordu.

Nahide biraz kızardı. O tahrik edici sesi ile “Lakin romanlarda diye işaret etmiştim, değil mi?” dedi.

“Romanlar da hayattan alınmış şeyler, cemiyete ait örnekler değil mi hanımefendi?”

“Pek hepsi değil Sermet Bey. Mamafih benim de söylediğim şey bir hayli romantikti ya…”

Sermet azarlanmış bir çocuk utancı ile önüne baktı. Genç kadın, karşısında renkten renge giren, yüzüne bakarken solan, konuşurken titreyen bu çok toy gencin kırılmasını istemiyordu:

“Baloda söylenen sözlerin üstünde pek durulmaz, değil mi?” dedi. “Kalabalık, bozuk hava, içki, müzik ve nihayet karmakarışık renk, koku ve tipler insanı âdeta sersem ediyor.”

“Biliyor musunuz siz bu gece, daha kapıdan girdiğiniz dakikada bana Anna Karenin’i hatırlatmıştınız. Tuhaf tesadüf. Sözleriniz de ona intikal etti. Voronski ile tanıştığı, pek tanıştığı demeyelim de nasıl söyleyeyim, Voronski’yi çıldırttığı gece böyle, sizin gibi siyahlar giymişti.”

Bunu söyledikten sonra gayriihtiyari gözleri, genç bir subayın kolunda dönen, pembeli kıza ilişti. Zeki kadın onun ne düşündüğünü, kafasında nasıl bir ölçü yaptığını derhâl fark etti. İçinden Kiti de pembe giymişti, diye düşündü.

“Ben Anna gibi tehlikeli bir kadın değilim ki Sermet Bey. O bir yıldırım gibi çarpıyor, bir güneş gibi gözleri kamaştırıyordu.”

“Tolstoy eğer bu harikulade kadını hayalinde yarattı ise bu gece bu salonda bulunmuş olsaydı ‘İşte kahramanım!’ diyecekti.”

“Yok canım!” diye Nahide yine güldü. Yanlarına gelen Afet’e “Çok dans ediyorsun.” dedi.

“Senin yerine de yavrum.”

“Teşekkür ederim. Lakin daha fazla yanımda oturmanı tercih ederim de…”

Sermet vurulmuşa döndü. Mahir, Oya’yı büfeye götürdüğü için masaya dönmemişti.

Kalkmak, kaçmak istiyordu. Manasız konuşması ile Nahide’yi sıkmış, hatta belki de sinirlendirmişti. Salonun dans için epey daralan pistinde neşeli bir grup kadril için hazırlanıyordu.

Afet, “Buna bayılırım doğrusu.” dedi. “Ama karşıdan bakmaya…”

Sermet ayağa kalktı. Kırık bir sesle müsaade istedi. Birkaç dakika evvel kendisini yedi kat yerin dibine geçiren kadın nazlı bir gülüşle elini uzattı:

“Şüphesiz baloyu terk etmeyeceksiniz. Yine masamıza bekleriz Sermet Bey.”

“Sizi sıkmamayı tercih ederim hanımefendi. Bir fen adamının, daha doğrusu benim gibi konuşmayı bile tam manasıyla beceremeyen bir insanın, edebiyat münakaşalarına girişmesi ne gülünç. Bunu ancak şimdi fark edebiliyorum.”

Nahide elini çekmeden “Rica ederim!” dedi.

Sonra söyleyeceği şeyi söylememeyi tercih ederek elini çekti:

“Güle güle beyefendi.”

Sermet uzaklaşır uzaklaşmaz Afet kati bir sesle “Bu çocuk seni seviyor.” dedi. “Bu çocuk senin için çıldırıyor.”

Nahide siyah bir gül demeti hâlinde göz alan biçimli başını sarsarak “Yine başladın.” dedi. “Sana kalırsa bana tutulan âşıklarımın sayısı sayılmaz olacak.”

“Sayılır mı sayılmaz mı onu bilmem ama bu çocuk senin için deli oluyor. O rengindeki değişme ne öyle!.. O bakışlar, o manalı sözler… Edebiyat münakaşasından bahsediyordu. Nedir o?”

Nahide güldü. Söylememek istiyordu. Afet zeki bakışlarını arkadaşının gözlerine daldırdı:

“İlk defa benden bir şey saklamak istiyorsun Nahide… Yoksa sen de ona karşı zayıf mısın?”

“Oo, oo!” diye itiraz etti. “O, benim için daima toy bir çocuktur. O kadar genç, o kadar tecrübesiz ki…”

“Sevmemek için bunlar kâfi mazeretler değil.”

“Bilirsin ki ben sevgimi nihayetsiz bir titizlikle ancak kalbime layık olan bir adam için saklıyorum. Beni yakından tanıyan, hislerimi, isteklerimi, heyecanlarımı, ne uzatıyorum, her şeyimi tam manasıyla bilen sen, nasıl ihtimal verebiliyorsun ki bu basit çocuğu sevebilirim.”

“Hiç belli olmaz yavrum.” diye Afet tekrar etti. “Aşk bir rüya gibidir. Uyuduğumuz zaman nasıl irademiz haricinde binbir tabii güzellik yahut korkunç uçurumlar içinde yaşar, sever, sevilir, güler, ağlar, ölür, öldürürsek aşkın pençesine de yine böyle, irademizin haricinde düşeriz. Bir an olur ki nasıl ve ne zaman sevdiğimizi kendimiz bile tayin edemeyiz.”

“Yook yavrum, yok. Herhâlde hareketleri bu kadar alelade, bu kadar basit bir genci beğenecek, sevecek değilim.”

“Ama onun tarafından sevilmek de seni sinirlendirmeyecek sanıyorum.”

“Hangi kadın vardır ki, kendisine perestişle bakan gözlerin karşısında bir an haz duymamış olsun. Sevmeden sevilmek, gerçi hoş bir şey değildir. Fakat menfaatsiz sevilmek, ümit vermeden, müsamaha göstermeden bir erkek tarafından huşu ile, yüksek duygularla benimsenmek güzel bir şeydir. Dediğin gibi sahiden bu çocuk bana bağlanmak istidadını gösteriyorsa sinirlenmem. Ama bu da ona mukabele edeceğim demek değildir.”

“Görürüz.”

“Canım Afet. Niçin bir hiç üstünde duruyorsun böyle? Haydi büfeye gidelim.”

Bahri Doğru hürmetle önlerinde eğildi. Afet, arkadaşının koluna girerek “Sana ötekiler için böyle bir şey söylememiştim.” dedi. “Sevildin, beğenildin. İstesen birini seçer, pekâlâ mesut olurdun. Fakat ruhen hasta idin. Kalbinin geçmeyecek diye inat ettiğin yarası kabuk bağlamamıştı. Hâlbuki zaman o harikulade eli ile ruhunun acılarını, kalbinin o hazin yarasını sildi götürdü. İddia edebilir misin ki, birkaç sene evvelki ruh hâletini hâlâ muhafaza ediyorsun?”

Nahide durgunlaşmıştı. Geniş alnı üstünde sol kaşı tatlı bir bükülüşle yükseldi. Kirpiklerinin arasında gece renkli gözlerinin ışıltısı kayboldu. Afet, arkadaşının titrediğini hissetti.

“Nahide, muzdarip misin yine?”

“Muzdaribim. Fakat öteki için değil Afet. Onu tamamıyla unuttuğumu bu gece daha iyi hissediyorum.”

“Öyleyse niçin değiştin?”

“Bir başka balo gecesi aklıma geldi de ondan.”

Büfenin tenhaca bir yerinde yavaş sesle konuşuyorlardı. Bahri Doğru kibar bir hareketle önlerinde eğilerek “Hâlâ ne içmek arzusunda olduğunuzu söylemediniz. Ama sormak da fazla değil mi?” dedi. “Karşı karşıya geçtiniz mi vermutsuz olamazsınız.”

Afet: “Sodasız içelim Nahide.” dedi. Sonra sesini yavaşlatarak “Hangi baloyu hatırladın?” dedi.

“Yanında ilk defa karısını gördüğüm baloyu. O gece kıyıları döven denizin karanlık dalgalarına bakarak ölmek istemiştim. Yine böyle soğuk bir kanun gecesiydi. Başım ateşler içinde, balkona çıkmıştım. Onlar dans ediyorlardı. Elini emniyetle kocasının avuçlarına bırakan, büyük bir samimiyetle sevdiğim adama sokulan kadın, o gece beni çıldırtıyordu: ‘Kalbimle oynamayınız. Ben size ne yaptım? Niçin öldürüyorsunuz?’ diye haykırmak istiyordum. Ve yine kendi kendime bir kere değil, belki bin kere tekrarlıyordum ki, ‘Ne olursa olsun onu unutamayacağım. Bu muhal aşk bir gün beni öldürecek!’ diyordum.”

“Çocukluk.”

“Evet, şimdi ben de böyle söylüyorum. Çocukluk, hatta delilik diyorum. Fakat o zaman hiç de böyle değildim. O gece sevdiğim için muzdariptim, bu gece unuttuğum için harabım.”

“Bu da çocukluk Nahide, manasız düşünüyorsun. Unuttuğun için sevinmeli, bayram yapmalısın.”

Onların, büfenin bir ucunda gayet yavaş sesle konuştuklarına dikkat eden Bahri Doğru, karısının bakışlarına karşı “Emriniz.” diye yetişti.

“Birer vermut daha Bahri.”

Bardaklarını kaldırırlarken önlerinde Hakkı Raşit Bey derin bir saygı ile eğildi. Nahide’nin yüzü hoşnutsuzlukla karıştı. Binbir iltifat içinde gözlerinin içine bakan, kendisinden bir şeyler beklediği her hâlinden belli olan bu adam, artık tamamıyla sinirlerine dokunuyordu. Bardağını son yudumuna kadar boşalttıktan sonra “Biraz üşür gibi oldum Afet.” dedi. “Salona girelim.”

Hakkı Raşit fena hâlde bozuldu. Fakat etrafa bir şey belli etmemek için yine hürmetle eğilerek salonun kapısına kadar onlara refakat etti. Masalarında yalnız kaldıkları zaman Afet, arkadaşına çıkıştı:

“Pekâlâ şu adamla evlenip prensesler gibi yaşayabilirdin. Hâlâ da gecikmiş değilsin ya. Oldukça yakışıklı, kibar adam, zengin de… Sonra hakikaten seni seviyor. Niçin reddettiğini bir türlü anlayamıyorum.”

“Bıraktığım adamın da zengin, pekâlâ kibar ve oldukça yakışıklı olduğunu bildiğin hâlde, aşağı yukarı onun modeli olan birini niçin bana tavsiye ediyorsun Afet? Benim bu tiplerden hoşlanmadığımı, sevmek için büsbütün başka şeyler aradığımı bilmiyor musun?”

“Sen bukalemun gibi bir kadınsın yavrum. Ne istediğin hiçbir zaman tam manasıyla belli olmamıştır ki… Zaten ‘birini seviyorum’ dediğin zaman da sana pek inanmayacağım. Bu itirafına bel bağlamak için üstünden en aşağı bir yıl geçmesini bekleyeceğim.”

“Epey bir müddet.” dedi Nahide. “Fena değil. Yine o kadar kendimizle meşgulüz ki… Biliyor musun, seninle oturup saatlerce konuşmayı bütün bu toplantılara tercih ederim. Balo gecelerinin sabahında âdeta hastalanıyorum. Kulaklarımda mütemadiyen şu cazın sesi vınlıyor. Davulun uğultusu günlerce kafamdan çıkmıyor. Ama bunlar da lazım. Büsbütün bir köşeye çekilip hayattan el etek çekmek olmuyor ki…”

Halk mükemmel eğleniyordu. Pamukçu’dan bu gece için getirilen zeybekler coşkun bir neşe içinde oynamışlar, pek çok alkışlanmışlardı. Kotiyon dağıldıktan biraz sonra balo komiseri “Lütfen herkes masasının altındaki armağanları çıkarsın!” dedi.

Önce Avukat Bahri Doğru’nun şaka yaptığını sanmışlardı. Sonra kahkahalı, gürültülü bir araştırma başladı. Büyük sarı zarfların içine yerleştirilmiş konfetiler, serpantinler, şişirgen düdükler, başlıklar, irili ufaklı oyuncaklar, renkli gözlükler masalara serildiler. Raptiyelerle masaların altına yerleştirilen ince paketlerin o saate kadar farkına kimse varmamıştı. Bu, hoş bir sürpriz oldu. Herkes bu suretle şansını denemiş oluyordu.

Kotiyon dağılırken Nahide’ye mavi sorguçlu, yaldızlı bir taç verilmişti. Balonun en ağır kotiyonu o idi. Nahide giymek istemiyordu. Afet zorla başındaki siyah tülü çıkartarak “Bu altın tacı başına layık görmüyor musun?” diye uzattı. “Balo kraliçesi sensin bu gece.”

“Ben her zaman bu mevkiye seni layık gördüm Afet!”

Gülüştüler.

Afet’in yakın arkadaşlarından biri olan miralayın karısı, masalarına geldi. Bahri Doğru genç kadına yer verdi, saygı ile elini öptü.

Sabiha çok içmişti. Her zaman alevli, daima binbir mana ile dolu gözleri çakmak çakmak olmuştu. Beyaz elbisesinin geniş volanlarını düzelterek Afet’e bir hayli sitem etti:

“Artık hiç görünmüyorsun. Üç defa, beş defa geliyorum. Sonra artık gitmeyeceğim, biraz da o beni arasın, diyorum amma dayanamıyorum.”

Afet’in ince kumral kaşlarının biri alnında şikâyetle yükseldi.

“Yeni arkadaşların da sinirime dokunuyor. Karşılaşırım diye gelmiyorum.” diye cevap verdi.

Sabiha manalı bir şekilde sustu. Sonra Nahide’ye dönerek “Arkadaşlarım sizi çok seviyorlar, çok beğeniyorlar hanımefendi.” dedi. “Bir gün hep beraber size bir baskın yapacağız.”

“Pek memnun olurum.”

“Amma gününüzde değil. Çok kalabalık olunca iyi konuşulmuyor.”

“Daha iyi.”

Afet “Bana haber yollama Nahide.” dedi. “Doktorun o kendini beğenmiş karısı hiç hoşuma gitmiyor.”

Sabiha mevzuyu yine değiştirdi:

“Geçen gece uzun boylu sizi konuştuk.” dedi. “İçimizden biri ortaya bir sual attı; erkek olsaydınız kiminle evlenirdiniz diye. İşte o zaman bir gürültü, kıyamettir koptu. Diyebilirim ki memleketin dikkate şayan bütün kadınları gözlerimizin önünden geçit resmi yaptılar. Ben hiç düşünmeden ancak erkek olsaydım seninle evlenebileceğimi söylemiştim Nahide Hanım! O zaman aramızda bulunan bir doktor ne dedi biliyor musunuz? Çok tehlikeli bir işe girişeceğimi, bir aşk hastası olacağımı!”

Nahide “Mesleğinin diliyle konuşmuş olmak için böyle söylemiş doktor.” dedi.

Afet de “Bu hastalığa giriftar olunca tedavi etmeniz için size başvururdum deseydin.” diye alay etti.

Sermet’i tamamıyla unutmuşlardı. Ancak Mahir’i büfeden zarif bir kızla dönerken görünce hatırladılar. Afet orijinal bir aşk hikâyesinin başlamak üzere olduğunu sezmişti. Genç kızı masasına bıraktıktan sonra kendilerine doğru gelen Mahir’in havadisle dolu olduğunu hissediyordu.

“Arkadaşınız gitti mi Mahir Bey?”

“Aşağıki salonda hanımefendi.”

“Desenize, genç arkadaşınızın ruhu pek ölgün. İnsan bu yaşta baloyu en civcivli zamanında bırakabilir mi? Biraz da fazlaca sıkılgan galiba. Salonda o kadar genç kız var, birini kaldırıp dans etmedi.”

Mahir, gayet lakayt bir sesle “Sermet henüz talebe iken ancak evleneceği kızla dans edeceğini söylerdi.” dedi.

“O, bu ne kadar hislilik? Bu asırda kızlar bile buna riayet etmiyorlar.”

“Arkadaşım da bir kız kadar temizdir efendim. Lakin hanımefendi, sesinizi bir kere daha işitmenin benim için ne büyük bahtiyarlık olacağını tahmin edemezsiniz.”

“Benim canım ancak ayda âlemde bir şarkı söylemek ister.”

“Ne yazık. Niçin sesinizden herkesi faydalandırmıyorsunuz hanımefendi? Plaklarda niçin bu harikulade ses zapt edilmesin? Sanat bakımından buna acıyorum. İsminizi vermez misiniz? İleride çocuklarınıza, hatta torunlarınıza sizden kalacak en kıymetli hatıra bu plaklar olmaz mı?”

Sonra Bahri Doğru’ya dönerek “Kabahat sizde mi beyefendi?” diye sordu.

“Karım her hususta tam salahiyet sahibidir Mahir Bey, ne dilerse o olur. Ben, kendi hesabıma hayranı olduğum o sesi, sık sık dinlemek saadetine mazhar oluyorum. İlerisi için de kendi arzusu hâkimdir şüphesiz.”

Nahide “Ben de her zaman Afet’e bunu söylerim Mahir Bey.” diye söze karıştı. “Kadın sesleri içinde Safiye’nin sesine hayranım. Onun sesinde beni benden alan bir tesir var. İlk defa bu derin sesi Küçük-çiftlik Parkı’nda dinlemiştim. Vakit epey ilerlemişti. Gelişini, bahçeyi dolduran alkış seslerinden anladık. Masamız, havuz başındaydı. Fıskiyeden dökülen tatlı bir musiki yaratan suyun sesini bile onu daha iyi dinlemek için dindirmişlerdi.”

‘Neredesin’ diye başladı.

Bunu yalnız ses ile, bakışları ve yüzü ile sormuyor, söylemiyordu, bütün vücudu vect ile, nihayetsiz bir hüzün ve sitemle gidip de gelmeyeni araştırıyordu. Onu huşu içinde dinleyenlerin çoğu muhakkak ki benim gibi bahçeden çok uzaklara gitmişlerdi.

Safiye’nin sesi bizi sürüklemiş, hayalimizin engininde, ızdıraplarımızın kaynağında kalplerimizi sanki eritmişti.

O kadar ısrarla alkışladılar, istediler fakat bir başka şarkı söylemedi. Bir gölge gibi bahçeden silindi gitti. O zaman yanımdakilere ‘Safiye’nin sesinden başka bir ses dinlemeye tahammül edemem.’ demiştim. Sonra aynı hayranlığı Afet’in sesi karşısında hissettim. Bu iki ses, tonları itibarıyla tamamen yekdiğerinden ayrıdırlar. Amma birleştikleri bir nokta vardır ki asıl kudretleri de oradan gelir: Tahrik edici, sürükleyici oluşları… Afet, ne olursun, bu gece söyle…”

“Kalabalık çekildikten sonra!”

Mahir, önce çocuk gibi ellerini çırptı. Fakat sonra “Bu kalabalığın arasında benim de çekilmemi emredecek misiniz hanımefendi?” diye boynunu büktü. Kalbi kuş kanadı gibi titremeye başladı.

“Koca çocuk.”

“Bu gece pek lütufkârsınız!”

“Bir romanı severek okuduğum, beğendiğim bir filmi zevkle seyrettiğim zamanlar hep şarkı söylemek isterim. Hâlbuki bu gece pek canlı, pek orijinal bir mevzuyu kendi kafamda roman hâlinde işlemeye başladım.”

Mahir “Zannederim kahramanlarınız arasında küçük dahi olsa benim de bir yerim olacak!..” diye güldü. İkisinin de bakışları Nahide’nin yüzünde toplandı. O, hiçbir şey anlamamış gibi oğlu ile dans eden Jülide Hanımefendi’ye bakıyordu.

“Bir hayli şişman olduğu hâlde ne kadar kıvrak dans ediyor.” diye konuştu. “Hareketlerine bayılıyorum. Sonra, ne kadar tatlı, cana yakın bir konuşması var. Yıllarca İstanbul’dan uzaklarda dolaştığı hâlde o güzel şivesini hiç kaybetmemiş.”

Mahir: “Daha az boyansa ve daha başka türlü giyinse ama.” diye tenkit etti.

Afet “Siz ileride karınıza çok karışacağa benziyorsunuz.” diye çıkıştı. “Nesi var? Pekâlâ giyinmiş işte. Bir siyah dantel tuvaleti bile çok görüyorsunuz kadıncağıza.

Avrupa kadınları altmış yaşlarını geçtikten sonra bile ipekler, elmaslar, danteller, kokular içinde en lüks balolara iştirak ediyorlar. Bir tutam beyaz saç, yüzde birkaç hain çizgi, yaşamak hakkını almalı mı elden? Bizde otuz yaşını geçen kadının her şeyi bitmiş zannedilir. Bu telakki ne kadar yanlıştır. Asıl, kadının olgunlaştığı, heyecanlarının, ruhi vasıflarının inkişaf ettiği çağ o yaştan sonra başlar. Ama şüphesiz kendisini idare etmesini bilen, neşeli, hoşsohbet, zarif kadınlar için söylüyorum. Kendini bırakan, dünya zevklerinden el etek çeken, ölgün ruhlu kadınlar ölüm kararlarını kendileri vermişler demektir.”

“Sözümü geri aldım hanımefendi.”

“Haydi, arkadaşınızı bulup getirin. Âlem burada ne güzel gülüp söylüyor, eğleniyor. Ne varmış aşağıdaki salonda?”

“Emredersiniz hanımefendi.”

Mahir tehalükle salondan çıktı. Nahide ince bir sitemle arkadaşının yüzüne baktı:

“Niçin bunu yaptın?”

“Acıyorum o çocuğa doğrusu. Demin ayrılırken o kadar içli, o kadar kırılmış görünüyordu ki…”

“Gelmezse daha kıymet alacak gözümde.”

“Geleceğini bildiğin için böyle söylüyorsun. Sevilen bir vücudun yakınına çağırılıp da gelmemek, hisli bir insanın elinden gelir mi?”

Gece epeyce ilerlemişti.

Programın son numarasında bir piyango vardı. Biletler satıldıktan sonra ortaya küçüklü büyüklü masalar kondu. Üzerleri renk renk eşya ile dolu idi. Önce numara, sonra eşya çekiliyordu.

Diş fırçaları, taraklar, kartlar, kalemler, losyonlar, eşarplar, boyun bağları, türlü küçük eşya çıkıyordu. Nahide’nin numarası masanın üstünde duruyordu. Kendisi pek kayıtsızdı. Numarası okunduğu zaman Bahri Doğru, Nahide’nin biletini alarak eşya numarasına yaklaştı. Döndüğünde “Kırmızı kurdele ile bağlı beyaz bir kutu çıktı size ama Nahide Hanım…” dedi, “piyangonun sonunda almanızı rica ediyorlar.”

Karısı “O da nedenmiş?” dedi. “Herkes iğne, düğme, ne çıktı ise alıp şansını deniyor ya.”

Bahri Doğru güldü.

“Sende bir şey var. Paketin içinden ne çıkacağını biliyorsun.”

“Olabilir.”

“Söyle Bahri.”

“Çocuk Esirgemecilerin bir sürprizini bekleyelim. Zevki bozulmasın.”

Nahide de merak etmişti. Acaba kutunun içinde ne vardı? Artık piyangonun neticesini sabırsızlıkla bekliyorlardı. Eşyalar dağılmıştı. Maddi kıymeti olan hediyelerin bazılarını tekrar kuruma iade edenler vardı. Onlar da bittikten sonra işletmede çalışan bir genç mühendis ortaya çıktı:

“Müsaadenizle en zarif hediyemizi göstermek istiyoruz.” diye kırmızı bandı çözmeye başladı.

“Bahri, manasız bir şey çıkacaksa bizim masayı işaret etmesin, fena sinirlenirim ha!” diye Afet söylenmeye başlamıştı ki, beyaz kutunun içinden beyaz kanatları heyecanla çırpınan bir güvercin çıktı. Kırmızı gözlerini bol ışık karşısında kısarak bir avuç kar parçası gibi zarif kanatlarını kımıldatıyordu.

Salonda alkış sesleri gürlüyordu. “Kime çıktı, kime çıktı?” diye soranlar vardı.

Genç mühendis, Bahri Doğruların masasına yaklaştı. Kibar bir şekilde masadakileri selamladıktan sonra minimini yüreciği çırpınan kuşu genç kadına uzattı. Nahide’nin uzun parmaklı elleri içine gömülen küçük güvercin titriyor, büzülüyor, çırpınıyordu.

“Bana bir memleket bağışlasalardı belki bu kadar heyecana kapılmazdım Afet.” dedi. “Bu geceyi ve ellerimde çırpınan bir küçük kuş kalbini daima hatırlayacağım. Sen ÇIRPINAN SULAR bilmezsin. İleride bir gün sana bu çocukluk hatıralarımdan bahsederim belki.”

“Niçin bu gece değil?”

“Ne bu gece ne yarın ne de belki hiçbir zaman!”

Salon çok tenhalaşmıştı.

Mahir yanlarına yalnız döndü. Çünkü arkadaşı hastalanmıştı. Balo komiseri olduğu için mütemadiyen dolaşan Bahri Doğru, genç adamın ayakta duramayacak kadar sarhoş olduğunu görmüştü. Meselenin üstünde durmadılar. Nahide hemen arkadaşından rica etti:

“Afet, bekliyoruz.”

Babası çoktan gitmişti. Geç vakitlere kadar uykusuz kalmaya dayanamıyordu. Böyle gecelerde Nahide ya Afetlerde kalıyor yahut arabaları ile önce onu evine bırakıyorlardı.

Mahir de rica etti:

“ ‘Şahane Gözler’i lütfetmez misiniz hanımefendi?”

Şahane gözler…

Ümitlerim hep kırıldı…

Fariğ olmam…

Ve daha Dede Efendi’nin en güzel, en ağır şarkılarından birkaçı…

Bu ilahi ses karşısında beyaz güvercin bile titremesini kesmiş, nefis kokulu, taze bir genç kadının göğsüne sokulup sinmişti.

Çağlar gibi, taştan taşa çarpa çarpa köpüren, kıyılarda parçalanan, kumsallarda çırpınan sular gibi söylüyordu. Ne ses, ne sesti o!..

Nahide, bakışlarını arkadaşının yeşil ışıklı gözlerinden ayıramayarak vect içinde dinliyordu. Gözlerinin siyah kadifesi nemlenmişti. Dudakları bir kızıl yakut gibi yanıyor, parlıyordu. Her şarkının sonunda, bitecek, bir başkasını belki de söylemeyecek diye içi titriyordu.

Bu sesin içinde salonun ışıkları değişiyor, ortalığı birçok kollu şamdanlardan dökülen titrek mum alevleri, menşurlarında mavi, mor, kızıl, turuncu renkler tutuşan avizeler aydınlatıyordu.

Kübik eşyaları, koltukları, masaları ve sandalyeleriyle salon gözlerinde siliniyor, ağır halılarla döşenmiş, kırmızı sedirli, kırmızı perdeli bir şark odası canlanıyordu. Solgun yüzlü bir kadın, ipek yastıklar arasına uzanmış, gözleri yarı kapalı bu nefis musikiyi dinliyordu.

Bu seste; Şark musikisinin hüznü, melali, kudreti, mistik zevki vardı. Zenci rakkaseler, bu sesin içinde binbir inhina13 ile kıvrılan vücutlarını teşhir ediyorlar; ince belli cariyeler gümüş tepsiler içinde bu sesin büyüsü ile şerbet dağıtıyorlar; tombul elli bir Şark güzeli, bu sesle ortaklarının kalbine saplanan kahkahalara ağlıyor; bu sesle sevenler mesut veya bedbaht oluyorlardı.

Afet sustuktan sonra, sanki yaşadıkları âlemin bütün füsunu dağıldı. Mahir sonsuz bir hayranlıkla “Harikulade demek de bir şey ifade etmiyor hanımefendi!” dedi. “Bu ilahi ses için ne söylemek, size büyük lütfunuz için nasıl teşekkür etmek lazım geldiğini bilemiyorum!”

Sonra Bahri Doğru’ya döndü:

“Ne mesutsunuz beyefendi!”

Zeki avukat, karısının beyaz elini avuçlarının arasına aldı. Zarif bir şekilde eğilerek öptü. Birkaç kere öptü. Derin ve samimi bir sesle “Cidden çok, pek çok mesudum Mahir Bey.” diye genç adamın sözünü tasdik etti.

Salondan çıktıkları zaman, Sermet’i, merdivenin parmaklığına dayanmış, vect içinde, gözleri yaşlı buldular. O kadar perişan, o kadar muzdaripti ki, niçin burada durduğunu, içeriye girip oturmadığını soramadılar.

Ancak genç kadınları selamlayabildi. Onlar merdivenlerden kol kola inip kaybolduktan sonra Mahir’in elini tuttu.

“Âşığım!” dedi. “Çılgın gibi seviyorum. Ölesiye seviyorum. Ne idi oses, o ses ne idi?!..” diye tekrarladı. “Az daha deli gibi salona girecek, sevdiğim kadının dizlerine kapanacaktım!”

“Bir bu eksikti. Yarın Türk Dili için orijinal bir mevzu çıkardı!”

Sokağa çıktılar. Afet’in sesini konuşuyorlardı. Sermet “Alaturkaya gittiği kadar alafrangaya da gidiyor sesi. Ona çok şaştım.” diyordu.

“Çok iyi bir musiki terbiyesi almış doğrusu. Yedi yaşından beri ut, keman, piyano ile meşgul oluyormuş. İyi bir aile kızı. Babası güngörmüş, iyi yaşamış, zevkiselim sahibi bir adamdı. Yakında öldü. Kızlarını çok iyi yetiştirmiş. Tabii iyi bir izdivaç yapmasaydı, meziyetlerinin çoğunu kaybederdi ya. Kocası çok zarif, diplomasiye vâkıf, zeki bir adamdır, hassastır. Karısının zevklerine, itiyatlarına, isteklerine, kısaca karısının hayatına ömrünü bağlamış, âşık bir kocadır.

Lakin böyle sızacak hâle gelinceye kadar içmenin manası ne? Yavrum, ümitsizliğe düşünce içip içip kendinden geçmek eski zaman modası idi. Âşık mısın, şair misin? Ver elini meyhaneye… Bunların mevsimi çoktan geçti. Şimdi her şeyden önce pısırıklığı bırakmalı. Zarif, nüktedan olmalı. Giyinmesini, konuşmasını, kadına edilecek muameleyi bilmeli.

Durdun, durdun da Nahide’yi bir roman kahramanına benzetecek zamanı buldun. Bence, ha Greta Garbo’yu14 hatırlatıyorsunuz, bakışlarınız tıpkı Jon Kravfort15 gibi demişsin ha Anna Karenin’i hatırlatmışsın. İkisi de bir. Sinema artistlerine, herhangi bir roman kahramanına benzemek hoppa, tecrübesiz, az tahsilli kızların koşuna gider ama olgun, kafası işleyen, okuyan kadınların asla…

Birine benzemekten hoşlanan bir kadının şahsiyeti kalmamış demektir.”

“Bunu hiç düşünmedim Mahir. Mamafih ben içimden geçeni söyledim. Samimi olmak günah mı?”

“Samimi olmak şüphesiz ki iyi. Fakat içten geçen her şey de samimiyet nişanesi diye ortaya dökülmez, değil mi?”

Mahir, küçük kardeşini azarlayan bir ağabey gibi konuşuyordu. Onu evine kadar götürdü. Ayrılırken “Nahide, kendisine fena hâlde tutulduğunu hissetmiş.” dedi.

“Bunu nasıl anladın?”

“O bir şey belli etmek istemiyor tabii. Afet Hanım’ın bazı manalı sözlerinden sezinledim. Yepyeni bir roman mevzusunu kafamda işliyorum.” dedi.

“Nahide sinirlendi mi bu imadan sonra?”

“İşitmemiş göründü.”

“Şu hâlde ümit edebilirim!”

“Pek fazla hayale kapılmamak ve biraz becerikli, temkinli davranmak şartıyla…”

***

Nahide’nin oturma odasında idiler. Afet divana yerleşmişti. Dudaklarının arasında kızıl renkli, incecik ağızlığı vardı. Ara sıra sigarasının dumanını gözlerinin zümrüt ışıklarıyla takip ediyordu. Nahide kabarık bir yer minderine ilişmiş, arkadaşının dizlerinin dibinde konuşuyordu:

“Bu çocuğun günden güne artan, âdeta bir iptila hâlini alan sevgisinden ürkmeye başladım Afet! Başta işin bu kadar ciddi bir şekle döküleceğini ummamıştım. Beni beğendiğini, çok genç ve tecrübesiz olduğu için gözü kapalı bana yaklaştığını, fakat asla benden bir şey beklemeyeceğini ümit etmiştim. Onun kadar temiz bir çocuğun, benim gibi ızdırap çekmiş, iyi ve fena günler yaşamış, acıklı bir mazi hatırasına bağlı, ona nazaran yaşça, görgü ve itiyatlarca daha ileri bir kadından macera bekleyeceğini aklıma bile getiremezdim. Nitekim o da buna hiç teşebbüs etmedi. Bana olan düşkünlüğünü, günden güne artan sevgisinin içliliğini ancak bakışlarından ve değişen renginden anlayabiliyordum. Bir gün öğleden evvel parkta yalnız oturuyordum. Önümde takip ettiğim mecmualardan biri vardı. Fakat dalgındım. Okuduğumu anlayamıyordum. Hayalimin, havuzun durgun sularına çizdiği binbir şekille meşgul oluyordum. Yanıma geldi. Birkaç dakika oturmak ve bana mühim bir şey söylemek için müsaade istedi. O kadar ürkekti ki, yer gösterdiğim zaman çok sıkılgan bir mektepli gibi şaşırarak koltuğa oturdu. Bu çocuğun daima şaşıran bakışları, ürpertilerle dolu sesi, biliyor musun, hoşuma gitmeye başlamıştı. Bir şeyler söylemek istiyordu. Açılması için yardım ettim. Damdan düşer gibi ‘Balıkesir’i terk etmek mecburiyetindeyim. Gideyim mi, kalayım mı?’ diye sordu.”

Afet gülmekten kendini alamadı:

“İtirafın bu çeşidini de şimdiye kadar ne bir romanda okudum ne de duydum doğrusu. E, sen ne dedin?”

“Onun gayritabiiliklerine alıştığım için hiç şaşırmadım. Sualini bir başka sorgu ile karşıladım: ‘Bunu niçin bana soruyorsunuz?’

Mümeyyiz karşısında ter döken bir mektepli gibi heyecanlı idi; gözlerini kaldırdı. ‘Ümitsiz olduğum için gitmek lüzumunu hissediyorum. Ve… Bu mecburiyet size olan aşkımdan geliyor.’ ‘Unutmak, daha doğrusu vazgeçmek için gitmeye lüzum yoktur Sermet Bey.’ diye cevap verdim. ‘Gözlerinizi biraz da hayata çeviriniz. Gençsiniz. İyi bir istikbaliniz var. Sevmek için telaş edecek çağda değilsiniz. Ben size ancak yakın bir dost olabilirim. Daha fazlası elimden gelmez.’

‘Ben kadınla erkek arasında başlayan herhangi bir arkadaşlığın gönül sınırları haricinde kalabileceğine inananlardan değilim.’

‘Öyle dostluklar vardır ki tadı aşkta bulunmaz. Öyle samimi, kardeşçe rabıtalar vardır ki, yıllar geçer de aşınmaz. Ama nihayet karakter meselesi. Kalbine ve terbiyesine güvenebilenler için!’

‘Ben bu vadide kendime güvenemiyorum hanımefendi. Ya hep ya hiç!’

‘O hâlde hiç!’

Gitmek üzere davrandı. O zaman anladım ki bu çocuk beni alakadar ediyor. Kalmasını istemediğim gibi gitmesini de istemiyordum. Karışık bir hâletiruhiye içinde idim.

‘Durunuz!’ dedim. ‘Pek kestirme konuştuk. Bana bir itirafta bulundunuz. Fakat benim kim olduğumu biliyor musunuz?’

‘Sizi sevdiğimi bilmek kâfidir hanımefendi.’

‘Hiç ama hiç kâfi değil.’

‘Peki, ne lazım, ne yapmaklığım icap ediyor? Emrediniz. Bana yol gösteriniz.’

‘Çocuksunuz, hem çok çocuksunuz!’ diye güldüm. ‘Sevenler yollarını kendileri bulurlar!’

Aşkla, kuvvetle gözlerimin içine baktı. Kendisinde hiçbir zaman görmediğim emniyetle ‘En doğru yolu bulmakta gecikmeyeceğim sanıyorum.’ dedi. ‘Sonsuz sevgim, rehberim olduktan sonra!’

Gülerek şaka yapar gibi ‘Dikkat edin!’ diye cevap verdim. ‘Her kılavuza pek güvenilmez. Mamafih sizi dinlemek hoşuma gidiyor. Bir gün bize uğrayınız. Önce telefon edersiniz.’

Çılgın bir sevinçle ayağa kalktı. Belki göğsünün içinde bir fatih gururu çalkanıyordu. Buz gibi soğuyan elleri ancak parmaklarımın ucuna dokunabildi.

Arkasından ‘Ben deliyim!’ diye söylendim. ‘Şüphesiz ben deliyim. Bu kadar tecrübesiz bir gençle, bulanmamış, yıpranmamış bir kalple oynamak hiç iyi değil. Pekâlâ gidiyordu. Niçin bırakmadım?’ diye kendimi yemeye başladım. Telefon ettiği zaman reddedeceğimi kararlaştırmıştım ki, onu da yapamadım Afet. Yarın gelecek. Geldiğini istemediğim gibi, gelmemesine de razı olamıyorum. Ne çapraşık şey bu!”

Afet’in bir hayli canı sıkılmıştı. Nafiz bakışlı gözlerini arkadaşının ürpertilerle solan yüzüne dikerek “Sen de onu seviyorsun.” dedi. “Fakat bunu kibrinden, azametinden kendine bile itiraf edemiyorsun. Mamafih fikrimi sana açıkça söyleyeyim: Mesut olamazsınız.”

13.İnhina: Eğrilme, bükülme. (e.n.)
14.Holywood’un sessiz film döneminde ikonlaşan İsveç doğumlu film aktrisidir. (e.n.)
15.John Crawford, Amerikalı aktör. (e.n.)

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
ISBN:
978-625-6865-81-5
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap