Kitabı oku: «Çırpınan Sular, Uyuyan Hatıralar», sayfa 4
“Niçin?”
“Birbirinizin küfüvü16 değilsiniz.”
“Evet, ben daha yaşlıyım.”
“Bu, bugünün telakkilerine göre hiç engel değil. Kadının yaşı; hisleri, heyecanları, ihtiraslarıyla ölçülür.”
“Benim mazim var.”
“Onun yok mudur acaba?”
“Fakat o erkek.”
“Ne sade ruhlusun Nahide. Seni karşıdan görenler böyle temiz bir mahalle kızı gibi düşüneceğine asla ihtimal vermezler. Benim telakkime göre ne mazin ne hatıraların ne yaşın, hiçbiri, üzerinde ciddi bir şekilde durmaya değer sebepler değillerdir. Aranızda doğacak anlaşmazlığın en mühimi, görgülerinizin arasındaki aykırılık olacaktır. Sen tam manasıyla ayrı bir terbiye almışsın. Baban seni aşağı yukarı bir Garplı zihniyetiyle yetiştirmiş. Müzik bilirsin, okursun, konuşursun, sosyeteye alışıksın. Senenin muayyen17 zamanlarında seyahat etmeyi itiyat edinmişsin. Bir salona girdiğin zaman yakışırsın. Kendine çabuk muhit yapabilirsin. Fakat Sermet öyle değil. Görüşlerimde yanılmadığıma herkesten çok senin itimadın vardır. Onun için cesaretle söylüyorum. O basit, pek mütevazı bir genç. Ömrü mektep odaları, laboratuvar tüpleri, potaları arasında geçmiş. Hayata yeni karışıyor, medeni yaşamanın icap ettirdiği şartlara pek vâkıf değil. Sonra müthiş kıskanç.
Evlendiğiniz takdirde ya sen ona uyacaksın; dört duvar arasında gayet sessiz, durgun bir ömür süreceksiniz ya da o sana uyacak; daima yadırgayacağı cemiyet âlemine karışacak. Her iki şekilde de aksaklık olacak. İleride aşkın sesini dindirdiği, alışkanlığın hâkim olduğu günlerde yanlış adım attığınızı anlayacaksınız. Fakat ne çare ki iş işten geçmiş olacak.”
“Doğru söylüyorsun Afet. Muhakkak ki bu çocuğu beğenmiyorum. Dediğin gibi basit, fazla mütevazı bir genç! Bugünün hayatına ayak uydurmak için yalnız işinin ehli olmak kâfi değil elbet. Gündüz vazifesini başaran bir erkek, evine döndüğü zaman karısının ruhi ihtiyaçlarını da tatmin etmeyi bilmeli. Gülmeli, gezmeli, dans etmeli, müzikten, toplantılardan, çaylardan, balolardan hoşlanmalı. Bu da doğru. Lakin yapamazsa, elinden gelmezse, bu yüzden bedbaht mı olmalı Afet?”
“Onu iltizam ediyorsun,18 müdafaa ediyorsun!”
“…”
“Haydi çekinme, itiraf et ki toy bir gencin işlenmemiş kalbi seni alakadar etti. Onu avuçlarında dilediğin şekilde yoğurmak istiyorsun.”
Nahide’nin bakışları derinleşti. Gülerek “Heykeltıraşlık bizde de yeni yeni inkişaf ediyor, değil mi?” diye şaka yaptı.
Arkadaşı da “Güzel sanatların bu şubesine başlamak niyetindeysen ilk tecrübe için neden bu çocuğu seçiyorsun.” diye cevap verdi. “Taptaze bir yürekten ne istiyorsun?”
“Hiçbir şey istediğim yok. Yahut daha doğrusu ne istediğimi ben de layıkıyla bilemiyorum.”
Nahide ayağa kalktı. Radyonun düğmesini çevirdi. Odada tatlı bir kitar sesi dalgalandı. Arkadaşının ince sigarasını yakarken “Kitarı çok severim!” dedi. “İnleyen telleri, sanki görünmez ilmiklerle kalbime bağlıdırlar. Her titreyişlerinde ruhumun yaprak yaprak açıldığını, varlığımda binbir cihan doğduğunu zannederim.”
Masanın üstünden yün yumağı gibi kabarık saçlı Arap bebeği eline aldı. Kulaklarında sallanan iri halkalardan birini çekince Arap rakkase arkaya doğru kaydı. Kabarık eteklerin kapattığı sepeti arkadaşına uzattı.
Afet itina ile boyanmış ağzına, aldığı çikolatayı götürürken “Bari Mısır’ı aç da müzik, dekoru tamamlasın!” dedi.
Artık ötekini konuşmamak için günlük hareketlerden, Türk Dili’nin yazdığı kız kaçırma vakasından bahsettiler. On üç yaşında bir kızı tarladan sürükleyen yaşı kırkı geçmiş bir adamın iğrenç ihtirası, mevzularının esasını teşkil etti.
Bahri Doğru, karısını almak için uğradığı zaman onlara bir havadis verdi: Evkaf Oteli yakında şehir kulübü olarak halka açılacaktır. Şimdiden teferruat üzerinde konuşulmakta, idare heyetini kimlerin teşkil edeceği münakaşa edilmektedir.
***
Nahide telefonu kapadığı zaman arkadaşının yüzüne baktı. Bu bakışta gizlenemeyen bir elem göze çarpıyordu.
“Bu defa ben kaçıyorum.” diye söze başladı. “Sıra bana geldi.”
Afet işi şakaya boğmak, arkadaşının acısını tadil etmek istiyordu:
“Kaçanların ahı tuttu yavrum!”
“Onlara fenalık yapmamıştım. Beni sevenlere, benim yüzümden ızdırap çekmeleri için ben bir şey yapmış değilim ki… Mamafih ne de olsa bu, benim için bir mağlubiyettir. Ona, ziyaretini kabul edemeyeceğimi söyleyebilirdim. Ama diyeceksin ki söz verdikten sonra bu çirkin, kaba bir şey olurdu. Olsun. Şimdi ona karşı lakayt kalmadığımı, zayıf olduğum için kaçtığımı anlatmış oluyorum.”
“Şimdi de bunu düşünüp rahatını kaçırma rica ederim. Hemen hazırlan, tren vakti yaklaşıyor. Baban bu ani seyahati nasıl karşıladı? Yine açık açık mı konuştun?”
“Hayır. Şimdiye kadar kalbimden emindim. Harekâtımı bütün teferruatıyla babama anlatmak, hislerimin tahlilini yapmak kolay oluyordu. Bu defa böyle yapamazdım. Herkesten önce bu yakışıksız hâle babam gülecek, verdiği terbiyenin, güvendiği karakterimin bu kadar zaafa uğraması onu meyus edecekti. Çok sıkıldığımı, biraz gezmek istediğimi söyledim. Tamik etmedi.”19
“Rengin ne fena bozuldu. Doğrusu, öleceğim aklıma gelirdi de senin bu tipte bir adama gönül vereceğin hayalimden geçmezdi.”
“Afet, rica ederim anla beni. Buna sevgi demek caiz değil. Belki fazla hareketsizlik asabımı bozdu. Bu küçük seyahat sinirlerimi düzeltecek.”
“Bunun böyle olmasını çok temenni ederim. Sermet sözlerini nasıl karşıladı?”
“Baştan sesimi alınca sevincini ne şekilde ifade edeceğini bilemedi. Sözlerini yarıda keserek ne söylediğimi duydun. O vakit yere geçer gibi bir hâl aldığı parçalanan sesinden anlaşılıyordu. Neyse, bu da bitti. Bana mektup yaz Afet.”
“Uzun kalmaya bakma. Nereden çıktı bu vakitsiz yolculuk? Sen gittikten sonra memleket öyle boşalacak ki, neyle avunacağım, kiminle konuşacağım bilmem.”
Galip Bey araba getirdi. İki genç kadın arkaya yerleştiler. Nahide gözlerini babasının şefkatli bakışlarından kaçırmak istiyordu. Ekspresin gelmesine üç beş dakika kala istasyona inmişlerdi. Galip Bey kızını öperken gülümsemeye çalışıyordu:
“Rahatına bak kızım, istediğin kadar gez, dolaş.”
“Canım babacığım!”
Genç kadının sesinde sıcak gözyaşları titriyordu. Arkadaşının elini kuvvetle sıktı:
“Belki buralara bir daha hiç dönmeyeceğim Afet!”
“Öyle bir döneceksin, hem o kadar çabuk döneceksin ki…”
“Acaba?..”
“Görüşlerim beni hiçbir zaman aldatmamıştır.”
“Öyleyse daha fena…”
Sonra istasyonda üç dakikadan fazla durmayan ekspresin penceresinde solgun, güzel elini salladı.
Afet’in havada dalgalanan küçük mendili beliğ bir davet ifadesiyle çırpınıyordu.
Keskin, kuru bir soğuk vardı. Kış rüzgârları ovaları kamçılıyor, göklerde koyu renkli bulutlar toplanıyordu. Kompartımanda fırtınaya yakalanmaktan korkan bir genç kadın, kocasından vapur ve Marmara hakkında tekrar tekrar izahat almak istiyordu. Çok şık giyinmiş, itinalı bir şekilde boyanmıştı. Yeni evli oldukları hareketlerinden anlaşılıyordu.
Nahide, gözlerinin içinde canlanan muhayyel cihanı keşfedeceklermiş zannıyla, kirpiklerini birbirine doladı. Arkaya dayanan başının çok çekici bir görünüşü vardı. Biraz çürümüş göz kapaklarını ince ipek saçaklar hâlinde saran kirpikleri, mat yüzüne gölgeler düşürüyordu. Burun kanatları heyecanla ürperiyor, dudakları yakıcı duyguların ateşine tutulmuş gibi her an biraz daha yanıyordu. Uzun parmakları birbirine kilitlenmişti.
Daima nazlanan, çocukça numaralar yapan, bir kuş yavrusu gibi durduğu yerde duramayan küçük kadın, bir an kocasının bakışlarını bu ilahi genç kadın yüzüne saplanmış olarak yakaladı. Bakışlarına binbir sitem dolarak başını öte tarafa çevirdi:
“Aman burası ne bunaltıcı yer, beni biraz koridora çıkar Melih!”
Bu ses hırçındı ve biraz yüksekçe çıkmıştı. Nahide gayriihtiyari gözlerini açtı. Üstüne dikilen bir çift sinirli göze hayretle baktı. Biraz doğruldu. Başını yana çevirerek pencerenin karanlığında, görülmeyen tarlalara dikilen, kendi bakışlarını seyretti.
Yol kısaydı. İstasyonda Bahri Doğru’nun arkadaşlarından bir avukat kendini karşıladı. Demek ki Afet, kocasına telefon ettirip kamarasını hazırlatmıştı.
Genç kadın konuşacak hâlde değildi. Kısaca teşekkür edip avukatı yanından uzaklaştırmak istedi. Lakin o, bütün ısrarlara rağmen kendisini vapura kadar götürdü. Yerleştirdi. Kamarotlara lazım gelen şeyleri söyledi. Ondan sonra çekildi.
Nahide, Saadet vapurunun küçük kamarasında kendini yalnız bulunca ağlamak istedi. Şimdiye kadar birçok yolculuk yapmıştı. Bazılarında babası da bulunuyordu. Ümitsiz, hasta ve bedbin bir şekilde yarıda kestiği seyahatleri vardı. Fakat hepsinin bittiğini, ruhunun, kalbinin acılarından kurtulduğunu zannederken beklenilmeyen bir dakikada manasız bir ızdıraba gömülmüştü. Kendini şuursuzca yeise salıverdiği için de sinirleniyordu.
Kimdir, diyordu. Onun nesine kapılacağım?! Ondan ne bekleyebilirim? Hiçbir şekilde beni tatmin etmeye muktedir olmayacak bir adama karşı sempati duymak, hatta o kadar da değil, ondan kaçacak kadar karşısında zayıf kalmak nedendir?
Yalnız şapkasını, geniş yakalı spor paltosunu çıkarmıştı. Kamaranın ufak tefek eşyalarına bakarak durmadan dolaşıyordu. Zaman zaman bakışları lavabonun aynasına değiyor, orada susuz kalmış menekşeler gibi çürüyen göz kapaklarına, humma ile yanan gözlerine baktıkça ağlamak istiyordu.
Yetmedi mi, diyordu. Yetmedi mi mazide bir hiç için döktüğün gözyaşları? Ben ki artık içimdeki gözyaşı kaynağının kuruduğunu, tükendiğini, bir daha ne olursa olsun ağlamayacağımı sanıyordum.
Valizinden ince, uzun bir şişe çıkardı. Şakaklarını bol sinir kolonyasıyla ıslattı. Başı ağrıyor, saçlarının dipleri çekiliyor, koparılıyor gibi oluyordu.
Kapıya vuruluyordu. Bir daha, bir daha…
Silkinerek ilerledi. Anahtarı çevirdi. Beyaz ceketli bir kamarot saygıyla eğilerek salonda kendisini beklediklerini haber verdi. Afet’in âdeti idi. Vapurun kalkacağı sırada Bandırma’ya telefon ederek yerleşip yerleşmediğini sorardı. Bu düşünceyle kamaradan çıktı. Mat ışıklar altında kırmızı kadifeleri harelenen salonda onu buldu. Yüzü âdeta bembeyazdı. Gözlerinin yeşili bile sanki erimiş, solmuştu.
“Siz miydiniz?”
“Niçin gidiyorsunuz?”
“…”
“Peki, dönecek misiniz?”
“Tabii döneceğim. Babam, yuvam orada…”
“Beni kabul etmemek için mi bu seyahati tertip ettiniz?”
“Susunuz. Söyletmeyiniz beni. Hislerimin hesabını kimseye vermek istemem. Beni yalnız bırakınız!” diye feryat eden içini, dudakları başka şekilde tercüme etti:
“Ne münasebet Sermet Bey. Size telefon etmezdim o hâlde…”
“Nezaketiniz buna mâniydi hanımefendi!”
“Sizi trende görmedim.”
Ona, “Küçük bir memlekette peşinizden koşmam isminizi dile düşürürdü.” diyemezdi. Biraz durakladıktan sonra:
“Otomobille size yetişmek icap ediyordu.” diye karşılık verdi.
“Zahmet etmişsiniz.”
“Değmez mi Nahide Hanım?”
“…”
“Susuyorsunuz. Öyleyse evet!”
Karşılıklı iki geniş koltukta oturuyorlardı. Genç kadının bakışları masaya mıhlanmış gibiydi. İçinde neler yanıp söndüğü, nelerin yaşayıp öldüğü belli olmuyordu.
Genç adam “Artık beni çekilmez bir gölge, kapanık bir bulut gibi daima karşınızda göremeyeceksiniz hanımefendi. Fakat aşkınızın izinde ölünceye kadar yürüyeceğim. Buna da hiçbir kuvvet engel olamaz sanıyorum.” dedi.
“Ne beyhude bir yolculuk!”
“Hangisi?”
“Hangisi mi?”
Bakıştılar. Yeşiline kadar solan gözlere binbir vehim dolmuştu. Siyah bakışlarda gölgeler titriyordu.
O biraz kalın, tahrik edici sesi:
“Ne hiç…” dedi, “ne de hep Sermet Bey! Şimdi hangisini söyleyeceğimi kararlaştırmış değilim.”
“Öyleyse beklerim, bekleyeceğim. Yaşadığım kadar isminize bağlı, ilham ettiğiniz yüksek duyguya layık ve daima hasret çekerek bekleyeceğim. Gün, gece ve saat sayarak bekleyeceğim Nahide Hanım.”
Yolcuları uğurlamak için gelenler kampana sesiyle harekete geçtiler. Güvertede tehalükle dolaşan ayak sesleri salona kadar geliyordu. Genç adam, kendisine şefkatle uzanan narin eli tuttu. Dudakları öpmek, gözleri üstüne yaş dökmek için yandığı hâlde yüksek aşkı heyecanlarına siper oldu. Bir gölge gibi sessizce merdivenlere doğru yürüdü. Ağır ağır çıktı. Son basamakta bir an durdu. Döndü. Yine durdu. Sonra annesinden ayrılmak istemeyen, zorla bir başka yere gönderilen veya terk edilen üzgün bir çocuk gibi koşa koşa merdivenlerden indi. Kalbindeki çırpınan hisleri gözlerinin aynasına toplanmış denebilirdi.
“Ölüm bile beni sizden ayıramaz Nahide Hanım!” diye içini döktü. Dinleyene, hissederek dinleyene ürpertiler veren samimi sesiyle “Ölüm bile!..” diye tekrarladı. “Ölüm bile!..”
***
Galip Bey memuriyet hayatının en iyi yıllarını Balıkesir’de geçirmiş, orada evlenmiş, orada mesut ve bedbaht olmuştu. Tekaüt20 edildiği zaman ömrünün son yıllarını da orada geçirmeye daha o sıralarda karar verdiği için Balıkesir’de yerleşmiş bulunuyordu. Şarkın eteklerinde işinin son saati çalınca gençliğinin ümitler ve heyecanlarla dolu günlerini, en sıcak hatıralar ile bağrında saklayan memleketi düşündü ve bununla sükûn buldu. Şehrin memleket hastanesine çıkan yolu üstünde, geniş bir bahçe içinde kendisine bu evi yaptırmıştı. Kızı da annesinin mezarını taşıyan bu memleketi seviyordu. Ümitsiz ve hasta günlerini burada geçirmiş, nihayet günün birinde ızdıraplarından burada sıyrılmıştı. Bir gün kendi aralarında konuşurlarken “Beni de annenin yanına bırakır, sonra kalmayı istemezsen İstanbul’da yerleşirsin yavrum!” demişti.
Yaşlı adam, kızının muğlak ruhunu, çapraşık hislerini, muhal arzular arkasından koşan hayalini bütün inceliğiyle kavramıştı. Onun bu hâletiruhiye ile hiçbir gün tam manasıyla mesut olmayacağına inanmaktan gelen bir hüzün içinde zaman zaman ezilir, “Ne olur gamsız, kayıtsız, şen ve sıhhatli olsaydı. Dünyanın bütün derdini çekmek için yaratılmış gibi en küçük acılara kalbinde yer vermeseydi!” diye hayıflanırdı. Hassas ve çok okumuştu. Gençliğinin birçok güzel yılını edebiyatla uğraşarak geçirmemiş olsaydı, şüphesiz onun yaptıklarının çoğunu mazur görmeyecekti.
Nahide’nin sevmediği, hiçbir zaman mesut olamayacağını bildiği bir adamla evlenmesi büyük bir hata idi. Evli bir adamı sevdiği için dünyayı simsiyah gördüğü sıralarda bu hataya düşmüştü. Ah bu muhal aşk! Kızını harap eden, bedbahtlığa sürükleyen, isminin etrafında ağız dolusu söz söyleten hep o değil miydi?
Üç ay içinde içtimai mevkisi yüksek olan bir adamı, muhite karşı yüzüstü bırakıvermekle küçük düşürmeye elbette hak kazanmış değildi. Bu yanlış hareketi mazur görmek her babanın elinden gelmezdi.
Sık sık seyahat etmesi, ancak sevdikleri, beğendikleriyle konuşup memleket halkının çoğunun iğbirarını21 kazanması, kocalı bir kadın olmadığı hâlde gayet orijinal, epey dekolte tuvaletlerle balolarda görünmesi, şosede kilometrelerce yalnız başına yürümesi, sporun mahiyetini henüz tam manasıyla kavramayan bir memlekette ne akisler yapardı? Herkesin ne mana vereceğini nazar-ı itibara almadan seviyesine uygun gördüğü erkeklerle konuşuyor, münakaşalar yapıyordu. Bunların muhit üzerinde yaptığı menfi tesirleri, en masum hareketlerinin suitelakkiye22 uğrayarak dedikoduya sebebiyet verdiğini biliyordu. Fakat bütün bunlara rağmen kızını çok seviyor, hem de marazi hassasiyeti, biraz hasta ruhu için acıyarak seviyordu.
“Onu ben de üzer, harekâtını tahdit etmeye23 kalkarsam büsbütün yere vurulur yavrucak!” diye düşünürdü. Geniş bahçesinin kurumuş otlarını ayıklar, gül fidanlarının bükülen boyunlarını düzeltirken, kümeslerine sokulan tavuklara, annelerinin kanatları altında büzülen civcivlere bakarken hep onu bedbaht eden kötü talihi düşünürdü.
Karısı tahsilsiz bir kadın olmakla beraber pek içli idi. Kendisi de hayat yükünü vakitsiz omzuna almak, eski idarenin yersiz hücumlarına, hakaretlerine uğramaktan gelen bir bedbinlikle zaten tam adam sayılmazdı. Bu iki mariz insandan doğan filiz gibi ince kız, vakitsiz yetim kaldığı ve babasının daima yanında bulunduğu, onun her elemine, her işine ortak olduğu için böyle olmuştu.
Şimdi gazetelerde, mecmualarda spor hareketlerini, insanları oyalama için icat edilen binbir küçük şeyi, mektep programlarını, şimdiki hayat şekillerini tetkik ettikçe yalnız kızını düşündüğü için hayata erken geldiğine pişman oluyordu. Onu asıl şimdi bir talebe olarak görmeli ve şimdi çok müsait şartlar altında serbest ve istediğim gibi yetiştirmeliydim, diyordu.
Müzik öğrenmesini istemişti. Öğrendi. Hassasiyeti büsbütün gerildi. Yabancı dil öğrendi. Edebiyatın enginine gömüldü.
Sakat izdivacına mâni olmak için kuvvetle cephe almadı. Ayak direyemedi, bedbaht oldu.
Hayatının muhasebesini yapan yaşlı adam, bu müşkül sınavdan daima gözleri yaşlı çıkardı. Ne yazık! Onu narin bir oyuncak gibi hayatta yapyalnız bırakacak ve bu yüzden daima topraklarında bile ızdırap çekecekti.
Hastalığının kızına haber verilmesini istemiyordu. Onun telaşa düşmesinden, yüreğinin kalkmasından korkuyordu. Fakat Afet, doktorla konuştuktan sonra hemen arkadaşına bir yıldırım telgraf gönderdi.
Ona sadece “gel” demişti. Biliyordu ki, ne pahasına olursa olsun Nahide bu davete koşacaktı. Manasız bir şey için kendisini çağırmayacağından emindi.
***
Nahide hakikaten gün geçirmeden yetişti. Geceyi buhran içinde kamarasında uykusuz geçirmişti. Acaba ne var, ne oldu diye kendini yiyip bitirmişti.
Bahri Doğru ile Afet, genç kadını istasyonda bekliyorlardı.
“Ne var Afet, doğru söyle. Babama bir şey mi oldu?”
“Hayır, hiç telaş etme. Seni çok özlemiştim. Hem baban biraz keyifsiz.”
Nahide her şeyi anladı. Sararmış yüzüne damlayan gözyaşları içine dökülüyor, kirpikleri sık sık birbirine dolanıyordu.
Atların koşamadıklarına, arabanın yerinde saydığına sinirleniyor, yürürse daha çabuk eve yetişeceğini iddia ediyordu.
Afet, onun buz gibi soğuyan ellerini avuçlarının arasına almış, ısıtmaya çalışıyordu:
“Metin ol Nahide. Yemin ederim, ortada bir şey yok.”
O, eve girer girmez bir çılgın gibi babasının yatak odasına koştu:
“Babam, babacığım!”
Artık ağlıyordu. Bol ve bütün yabancı duyguları silip yıkayan sıcak yaşlarla…
“Kendini harap ediyorsun evladım. Hiçbir şeyim yok… Basit bir soğuk algınlığı. O kadar…”
Bu günler pek uzun sürmedi.
En kuvvetli doktorlar, en tesirli ilaçlar, dünyanın en şefkatli bir kadını ve belki en temiz, en bol, en yakıcı gözyaşları aciz kaldılar.
O, yana yana eriyen, kendi kendini tüketen bir mum gibi söndü. Müddetini dolduran bir gökyüzü ışığı gibi başka bir âleme kaydı, gitti.
Nahide yatağa düşecek bir hâle gelmişti. Bu kocaman dünya içinde yapyalnız kaldığını düşünmek onu harap ediyordu. “Yemekte yalnızım, evde yalnızım, her yerde ve bütün hayat içinde yalnızım…” diyordu. “Ah, ne kadar bedbahtım.”
Babasına ömrünün son yıllarında en tatlı bir meşgale olan bahçenin yeşili bir daha uyanmayacak, kümeslerinde tavuklar ses vermeyecekler, saksılarda çiçekler donacaklar sanıyordu.
Afet muvazeneli sevgisi, mazbut düşünceleri ve yerinde tesellileriyle onu çekip çevirmeseydi belki de bu yas onu yere vurabilirdi. Önce âdeta zorla onu alıp kendi evine getirdi. Evi geniş ve çok iyi döşenmişti. Arkadaşını daima değişik odalarda, değişik divanlara yatırıyor, üstüne ince bir örtü çekerek hiç yalnız bırakmıyordu. Mevsimin en güzel romanları, seçkin mecmuaları, Avrupa’dan beraber getirttikleri modeller ortaya seriliyordu. Afet bazen okuyor, bazen anlatıyor, bazen konuşturmak için ona birçok şey soruyordu.
Bir ay böyle geçti.
Bahar gelmişti. Balıkesir gökleri sık sık gözyaşı dökmeye, sokaklarda yer yer su birikintileri görünmeye başladı. Birçoklarından olduğu gibi Sermet’ten de kendisine taziye mektubu gelmişti. Afet, arkadaşının hislerini yoklamak için sözlerini birkaç defa bu vadiye intikal ettirdiyse de onu pek söyletemedi. Yalnız sevinçle şunu anladı ki, bu büyük acı arkadaşını fena hâlde yaralamakla beraber kalbinde belirmek üzere olan sakat his de bu arada ezilmiş, körleşmişti. Afet buna esef etmiyor, bilakis çok, pek çok seviniyordu. Çünkü onun, bir gün Sermet’i sevmek felaketine düşmesi kendisini bir hayli endişeye düşürmüştü. Çünkü hiçbir suretle mesut olmalarına ihtimal veremiyordu. Fakat Nahide tarafından ümide düşürülüp de sonra yüzüstü bırakılan genç adam ne olacaktı? Ne düşünecek, neler yapacaktı? O, bunları düşünmek bile istemiyordu. Sermet’le alakadar değildi. Bu basit genci beğenmiyor, sevemiyor, hele arkadaşına hiç layık görmüyordu. Bir gün az veya çok ne kadar ızdırap çekerse çeksin onun da iyileşeceğini, bir başkası ile evlenip pekâlâ mesut olabileceğini kuvvetle umuyordu. Buna muvaffak olmak için gençlik denilen en kuvvetli, en bükülmez silah elinde değil miydi?
***
Afet’in bütün ısrarlarına rağmen Nahide ona daha fazla yük olmak istemedi. Bir gün sessiz sedasız, hemen hiç kimseye haber vermeden İstanbul’a yerleşmek kararıyla yola çıktı.
Kocası ve kızı ile beraber arkadaşını geçirmeye gelen Afet, ömrünün sayılı hüzünlerinden, sayılı acı günlerinden birini yaşıyordu. Hiçbir zaman lüzumsuz bir yere dökmediği gözyaşları, yeşil zümrüt ışıklardan süzüle süzüle pembe yüzünü ıslatıyor; kendini tutmak istedikçe daha çok hıçkırıyordu.
Bahri Doğru pek metin ve her şeye mukavemetli görmeye alıştığı karısının gözyaşlarını, sararmış yüzünde donakalan bakışlarla takip ediyor; Nahide’nin pek çok sevdiği küçük Emel “Nahide abla, yine gel!” diye boynuna sarılıyordu. “Ben seni hiç unutmayacağım.”
“Nahide, yavrum kendini üşütme. İner inmez bana telgraf ver. Akşam yemeğini yemezlik etme. Sana çantayı elimle hazırladım. Vapurda mutlak aç.”
Ve sonra bir sürü küçük, fakat hep kalpten kopan, şefkat ve sevgi ile söylenen minimini öğütçükler!..
Sanki bir solukta ayrıldılar. Nahidecik belki de bir daha hiç dönmemek üzere sevdiği şehri terk etmiş bulunuyordu. Afet, arabaya biner binmez hıçkırmaya başladı. Belki kardeşlerinden de çok sevdiği arkadaşını, mezara bırakmış da elleri ve hatta kalbi bomboş dönüyor gibi idi.
Bahri Doğru, büyük acıları herhangi bir sözle teselli etmenin gayrimümkün olduğunu bildiği için sesini çıkarmadan karısına bakıyordu. Küçük Emel, annesinin ızdırabı karşısında donmuş kalmıştı. Millî Kuvvetler Caddesi’nin ıslak yüzünde dönen tekerlekler sanki durmadan “Gitti, gitti, bir daha gelmeyecek!” diyorlardı. Afet bu sesi dindirmek, ruhuna elem veren bu müthiş akisleri susturmak istiyordu. Fakat varlığını hükmü altına alan ayrılık acısını sindirmek elinden gelmiyordu. Onu bir gün yine görmek imkânı vardı. Şüphesiz yine buluşacaklar, mektuplaşacaklar, beraber gezecek, eğleneceklerdi. Fakat o, asıl arkadaşının yalnızlığına yanıyordu. Mesut olmasını bütün kalbiyle istediği, belki hayatında hiçbir gün tam manasıyla gülmemiş, oh dememiş arkadaşının huzurunu istiyordu. Onun, binbir tehlike ile dolu olan uzun hayat yolunda tek başına yaşaması, yüreğine bir dert olarak çöküyordu. Elinde olsaydı onu hiç bırakmayacak, en küçük bir elemle sarsılan mariz ruhunu tedavi etmeye çalışacaktı. Harice karşı gayet kuvvetli ve mağrur görünen arkadaşının bir küçük çocuk, bir hasta genç kız gibi temiz ve içli olduğunu biliyordu. Belki onu hayatta babası kadar anlamıştı. Bunun içindir ki hem seviyor hem ona acıyordu. Kalbinde dolmaz bir boşluk açılmıştı. Nereye baksa onun soluk yüzünü, yaşlarını bakışlarının aynasında donduran mahzun gözlerini görüyordu. Daima kendi tesirinde kaldığını bildiği hâlde Sermet için ona menfi telkinlerde bulunduğuna şimdi pişman oluyordu. Bunu düşündüğü dakikada kulaklarında içli bir ses ağlamaya başladı:
“Biliyor musun, bir tek yıl istiyorum hayattan. Bir tek saadet yılı! Onu da elde edemeden ölürsem ruhum istirahatini bulmayacak. Gözlerim arkada kalarak dünyadan göçeceğim. Bütün günleri, uzun geceleri, mevsimleri ve rüyalar ile belki kocaman bir yıl istemek… Onu saadetle geçirmeyi istemek haksızlık. Fakat ne yapayım ki hayatımın sonuna kadar ızdırap çekmek istemiyorum. Bir ümide bağlanarak yaşamak, ne pahasına olursa olsun, mutlak, mutlak surette mesut olmak istiyorum Afet!” O, bir gün böyle konuşmuştu.
Belki o zaman muhalif davranmasaydı Nahide, Sermet’le evlenmeyi kabul edecekti. Bu, bir rüya gibi sonsuz ve pek kısa ömürlü bir birleşme olsa bile… Hem ne belli, belki de bütün tahminler hilafına pekâlâ anlaşacaklar, mesut olacaklardı.
İçinde çocukça istekler kıpırdıyordu. Sermet’i evine çağırtmak, onu da Nahide’nin arkasından yola çıkarmak istiyordu. Gidiniz arkasından, diyecekti. Ve düşünüyordu ki, genç adamı yepyeni kuvvetlerle tahrik etmek için bu işaret kâfi gelecekti. Onun Nahide’ye ne derin bir sevgi ile bağlı olduğuna tamamıyla inanıyordu. Bu evlenmeyi bu dakikaya kadar katiyen istemeyen kalbinde şimdi binbir nedamet uyanıyor; vakit geçirmeden, hatta hemen bu gece bir şeyler yapmak istiyordu.
Fakat tekrar Nahide’yi düşünmek, onun son günlerde hayata kapalı kalan kalbini, hislerini tahlil etmek, yine her ümidini yere vurmaya yetti. Genç kadın, hayata karşı o kadar itimatsız ve küskün görünüyordu ki, bu kadar genç bir çocuğun onun derin fırtınalarla örselenmiş kalbini layıkıyla anlayacağından şüphe ediyordu.
Bahri Doğru, karısını teselli etmek için tatlı bir vaatte bulundu:
“İstediğin gün İstanbul’a bir kaçamak yapar, Nahide’yi görürüz.” dedi.
Bu ümit, Afet’in ruhunda bir ılık rüzgâr gibi dalgalandı. Gözyaşlarıyla top top olan uzun kumral kirpikleri aralandı. Gözlerinde, içinde sabahın ilk ışıkları uyanmaya başlayan engin denizlerin rengi harelendi.
Elini kocasına uzatarak “Onu yalnızlıktan kurtarmak için elimizden geleni yapalım Bahri.” diye yalvardı. “Hayatta o kadar yalnız, o kadar kimsesiz ki!..”
***
Nahide’nin gidişi o gece kısmen, ertesi gün de bütün memleket tarafından duyuldu. Herkes ileri geri birçok şey söyledi. Fakat biri, hayatını yalnız onun başına bağlayan genç kimyager, yıldırımla vurulmuşa döndü. Mahir’i bulduğu zaman ayakta durmaya takati kalmayan bir hasta hâlindeydi. Sırtından doğru fena bir üşüme geliyor, dişleri birbirine çarpıyordu. Mahir, onu evine götürüp zorla yatağına yatırdı. Artık “Çocuksun, eski zaman âşıklarından betersin. Rüyada meçhul bir dervişin gösterdiği resme tutularak verem döşeğine düşen şehzadeler cinsindensin!” diye alay ediyordu. Arkadaşının, kaçan fakat hislerine de lakayt olmadığını da ima eden muammalı kadına müthiş bir şekilde bağlandığını görüyordu. Yaramazlık yapan çocuğunu tatlı tatlı azarlayan bir anne gibi “Kim bilir yine ne tedbirsizlikler yaptın!” diye çıkışıyordu. “Gece hava rutubetli idi. Belki de geç vakitlere kadar kırlarda dolaştın. Artık sana beyhude nasihatler edecek değilim. Çünkü ne söylesem aksini yaptın. Unutmak için hayata dalmak lazımdır, dedikçe hayattan kaçtın. İnzivadan nefret ederim. Bilir misin ki, yalnızlık en azılı hastalıklardan, en müthiş mikroplardan daha berbat bir şeydir. Çünkü insan elinde olmadan kendini düşünür, hislerini didikler, arzularını karıştırır, derin ve ham hayallere gömülür. Sonunda da manen yıkılır. Sen inadına hep onu düşünmek, onsuz kalmak ihtimaliyle ne hâle gireceğini hesaplamakla vakit geçirdin ve şimdi maddeten olmasa bile ruhen hastasın.”
Genç adam bezgin bir sesle “Hastayım!” diye tekrarladı.
“Amma iyi olacaksın.”
“Zannetmiyorum. Belki şaşacaksın. Fakat bende bir şey eksildi. Öyle bir şey ki, beni ayakta tutan kuvvet yavaş yavaş tükeniyor sanıyorum. Zanneder misin ki onu unutmayı istemedim. Fakat ona yaklaştıktan ve bilhassa biraz da ondan müsamaha gördükten sonra vazgeçmek mümkün değil.”
“Nasıl ki ölülerin arkasından hiçbir şey yapılamazsa bence kaçan kadının arkasından da bir şey yapmamalı. İki şey düşünerek:
Zaafı olduğu için kaçıyorsa ne bahane olursa olsun dönecektir. Beklemeli. İstemediği, belki de nefret ettiği için uzaklaşmışsa ümidi kesmeli. Çünkü zorla güzellik olmaz.”
Sermet yatağında doğruldu.
“Birinci ihtimali kafandan çıkar yavrum!” dedi. “Sevse bile dönmeyecektir. Onda o gurur, o marazi hassasiyet varken…”
“Seni sevdiğine ihtimal veriyor musun?”
“Bazen, hatta buna inanacağım geliyor. Çünkü aksi takdirde beni hiç dinlemeyecek, hakaretle olmasa bile, bir bakışla, gayet sade bir hareketle uzaklaştıracaktı.”
“Demek ki daima aranızda bir ümit kapısı aralık bulunuyordu.”
“Fakat şimdi o kapı tamamıyla kapandı, gitti. Ansızdan çıktı, gitti.”
“Peki sana sorması, haber vermesi mi lazımdı? Bunu ne sıfatla ondan isteyebilirdin?”
“Evet amma ne bileyim, insan, hislerinin çıkarına hareket etmek istiyor.”
“Nahide senden nefret etmiyor tabii.”
“Zannederim.”
“Seviyor mu?”
“Zannedemiyorum.”
“Şu hâlde?!”
“Fakat onsuz da yaşayamayacağımı anlıyorum!”
“Basit mahalle çocukları gibi bu yaşta ölümü tahayyül ettiğini ve hatta canına kıymayı tasarladığını aklıma bile getirmek istemem.”
“Sana bir gün onu sorduğum zaman ‘Kan, ateş, ölüm ve ızdırap arkasından gelir.’ demiştin amma…”
“Sen bana bakma. O dakikada onun pek mühlik bir kadın olduğunu bildiğim ve hakkında bazı şeyler duyduğum için söylemiş olabilirim.”
“Şimdi mühlik değil mi?”
“Zannederim.”
“Niçin?”
“Seven kadın bütün silahlarını terk etmiş demektir.”
Sermet’in rengi değişti. Gözleri doldu. Heyecanla “Demek o da seviyor!” diye haykırdı. “Bunu bana daha önce niye söylemedin?”
“Belki şimdi bile söylemek caiz değil.”
“Mahir, kelime oyunları yapmanın sırası değil. Bekliyorum.”
“İnsanların katiyetle bilmedikleri şey üzerinde konuşmaları hiç de doğru olmamakla beraber yine dilimi tutamayacağım. O da seni seviyor Sermet!”
Genç adam çılgın bir çocuk gibi yatağından fırladı. Arkadaşının bileklerini sıkıyor, deli deli etrafına bakınıyordu.
Mahir, içine bir büyük kadeh konyak boşalttığı çay fincanını ona uzattı:
“Hele şunu iç, sonra yatağa uzan, seninle biraz konuşacağım.” dedi.
Sermet, muhakemesinin son safhasına gelmiş bir mücrim gibi dinlemeye hazırlanmıştı.
Mahir, bir an daldı. O kadını bir zamanlar kendi de sevmişti. Onsuz yaşayamayacağını düşünmüş, bir sürü çılgınlıklar yapmak istemişti. Herhangi bir tesadüfün eli, bu çapraşık gönül davasını halletmişti. Bugün içinde, arızasız kurtulmaktan gelen bir sükûn vardı. Onları el ele bir yuvanın eşiğinden geçerlerken tahayyül etti. Varlığında hiçbir titreme duymuyordu. Kalbini yokladı. Acı acı sesler duymadı. Demek ki tamamıyla unutmuştu. Fakat niçin ciddi bir şekilde bir başkasına can ve gönülden kendini veremiyordu? Acaba bu ilk, fakat çok tehlikeli aşk, içindeki asil duyguları, yeniden sevme kabiliyetini öldürmüş müydü? Bir gün bir kere daha sevmemekten, sevemediği için yuva kuramamaktan, mesut olmamaktan korktu. Hislerinin dumura uğraması ihtimaliyle sarsıldı. Sonra omuzlarını silkti. Bu çetin gönül düğümünü çözmenin sırası değil! diye içinden söylendi. Hele şimdi Sermet davası halledilmeliydi.
Tekrar konuşmaya başladı:
“Buna böyle birdenbire nasıl hüküm verdiğime belki şaşarsın. Şimdiye kadar birçok defa bunu sana söylemek istedim. Fakat daima garip bir şüphe içinde bocalıyordum. Yanılmaklığım ihtimali karşısında sen çok daha muzdarip olacaktın. Belki ondan gelen sevgi emareleri çok küçüktür. Fakat daha geniş bir müsamahayı da onun gibi bir kadından beklemeye hakkımız yoktur, değil mi?