Читайте только на Литрес

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Çırpınan Sular, Uyuyan Hatıralar», sayfa 5

Yazı tipi:

Şimdi ikiniz için de pek mühim olan büyük kararı vermeden önce, bırak da seni biraz sorguya çekeyim: Onu kuvvetle sevdiğine emin misin?”

Sermet arkadaşının yüzüne öfke ile baktı. Bu bakışta “Bunu hâlâ anlayamadınsa aklına şaşarım!” diyen bir mana vardı.

Mahir sorgularına devam etti:

“Evlenirseniz mesut olacağına inanıyor musun?”

“Bütün kalbimle.”

“Mesut olacağınıza?..”

“…”

“Bak, cevap veremiyorsun. Demek ki onun saadeti bahis mevzusu olunca iş çatallaşıyor.”

“İnsan kendinden başkasının saadetine inanamaz. Bu vadide bir hüküm verilemez ki Mahir.”

“Fakat aşağı yukarı tahmin de edilebilir, değil mi? Bir kadına evlenelim diyen erkek, onun bu dilekle mesut olacağını önce hesaplar da öyle harekete geçer.”

“Şu hâlde ben tamamıyla hesapsız hareket ettim.”

“Bak, itiraf ediyorsun. Sen hiçbir zaman onun hislerinden emin olmadın. Olmayacaksın da… Daima seni beğenmeyeceği, istediğin şekilde sevemeyeceği kanaatindesin. Bedbaht olman için sade bu gizli şüphe ile sarsılman kâfi. İnsan her şeyini ayakları altına attığı kadının, bunları bir gün çiğneyip geçmesi ihtimali de olabileceğini düşünmemeli. Bunun için de onun hislerine inanmak lazım.”

“Ben zaten ona hiçbir gün inanacak değilim Mahir. Çünkü hiçbir zaman benim onu sevdiğim gibi, onun beni sevmesine imkân yok. Olamaz da…”

“Niçin? Sen sevilmeyecek çocuk musun?”

“Belki sade ruhlu, çok genç, tecrübesiz bir kız için evet. Fakat onun için asla…”

“Buna rağmen onunla evlenmek istiyorsun?”

“Evet.”

“İnsanların bile bile kendi felaketlerini hazırlamaları ne hazin!..”

“Bunu benim için bir felaket olarak telakki edersen azap duyarım. Beni anla Mahir. Bir an için dahi olsa onun benim olduğunu görmek bütün hayatıma kâfi gelecek bir saadettir. Bunun tahayyülü bile beni çıldırtıyor. Gerçekleştiğini görürsem, bilmem ne olacağım?”

“Peki, edebiyatı bırakalım. Beraberliğinizin, hayatınızın sonuna kadar devam edebileceğini umuyor musun?..”

“Buna kim inanmıştır ve kim inanabilir ki Mahir? Bütün bir sevgi, tam bir sevgi, tam bir inanla bağlanan ellerin bir gün, herhangi bir tesadüfle çözülüvermeyeceği kanaati kimin içine hakkolunmuştur? Karı koca mefhumu altında yaşayan kuvvet, hayatın en zorlu tehlikeleri ile muhattır.24 Eskilerin söylediği gibi: ‘Bir kelime ile yakın, yine bir kelime ile ne kadar uzak!’ ”

“Demek daha evlenmeden bir gün ayrılmak ihtimalinden bahsedebiliyorsun?”

“Her makul insan gibi. Yalnız bir noktaya işaret ederim: Ne bahane olursa olsun ayrılık kararı benden gelmeyecek.”

“Ayrıldığın zaman bugünkünden daha az ızdırap çekeceğini mi sanıyorsun?”

“Onu tahmin edemem. Fakat bir zamanlar benimdi, benim eşim, benim sevgilimdi demek az teselli mi sanıyorsun? Hem niçin ayrılıktan bahsediyoruz?”

Sonra acı acı omuzlarını silkti:

“Sanki evlenmişiz de ayrılığı düşünmek sırası gelmiş!..” diye söylendi. “O gitti. Ve artık arkasından gidecek, bir kere daha sevgi dilenecek kuvvetim de kalmadı.”

“Bu evlenmenin ikiniz için de hayırlı olmayacağına kuvvetle inandığım hâlde, ne yazık ki önüne geçemiyorum. Haydi yavrum, biraz da mütevekkil olmalı. Ne mukadderse olur, deyip geçmeli. İnsanlar için yaşama müddeti o kadar kısa ki, bu itibarla mümkün olduğu kadar hayattan faydalanmaya bakmalı. Git…

Bir kere daha talihini dene. Ama bu defa yaz. Karşısına çıkma. Hislerini samimi bir şekilde yaz. İsteğini bildir. Bekle ve ümidini kesme. İlk zamanlarda hırçınlık yapma, aksilik çıkarsa bile…”

***

Genç kadın, durgun yaz gökleri altında uzayıp giden kırlara, ince bir toz hâlinde sulara inen karanlığa baktı. Bahçesindeki çamların sesinde, yıldızları uyutmaya başlayan göklerde, dalgaların mırıltılarında sanki hep kendini teşvik eden manalar vardı.

Nefise, oturma odasının kalın perdelerini indirmiş, lambayı yakmıştı. Küçük masanın üstünde minimini gümüş semaver tatlı sesler çıkararak kaynıyordu. Genç kız yavaş yavaş dolaşarak onun, akşam yemeğinden önce içmeyi âdet edindiği çayını hazırlıyordu.

Radyoyu açtı. Uzak memleketlerden gelen sesleri yokladı. Odanın havasını içli bir kadın sesi dalgalandırdı. Piyanodan, yağmur yağar gibi dökülen tatlı sesler geliyordu. Kadın rüyalı ve manalı bir sesle söylüyordu. Dalmıştı. Kuvvetli alkış sesleri ile silkinerek düğmeyi çevirdi. Yazı masasının çekmecesinden bir küçük defter aldı. Uzun zamandan beri aldığı mektupların bazılarından çıkardığı satırları tekrar gözden geçirdi. Sonra bloktan uçuk saman renginde bir kâğıt çekerek yazmaya başladı:

Söylemek istediğiniz zaman kaçtım değil, sadece uzaklaşmak istedim. Çünkü ikimiz de çapraşık bir gönül işine karışacak, bile bile kendimizi tehlikeye atacaktık. Ne diyeceğimi sormadan daima yazacağınızı yazdınız. Bunlara da mâni olmak lazımdı. Fakat yapmadım. Aylarca yazdınız. Ve bir gün de size cevap vermeye mecbur olacağımı da mutlak düşündünüz. Hislerinizi en ince noktalarına kadar önüme serdiniz. Bir gün sizi çağırmaklığım ümidine bağlandığınızı ilave ettiniz. Sizi çağırmadan önce kendimi anlatmaklığım lazım. Siz hayatınızı, ta çocukluğunuzdan başlayarak, bana rastladığınız ana kadar hikâye ettiniz. Öyle ki, gözlerimi yumduğum zaman yaşadığınız yerleri, bağlı olduğunuz hatıraları bile parça parça tahayyül edebiliyorum. Daha çocukluk çağlarında başlayan ufak tefek hislerinizi, heveslerinizi, güzelliğe karşı mukavemetsiz kalan kalbinizi, hayallerinizi tahlil edebiliyorum. Biraz da siz beni tanıyınız. Anneler ateşe doğru giden çocuklarını ikaz ederler. Ben de bana derin ve samimi bir şekilde bağlanan, hislerine saygı duyduğum, karakterine itimat ettiğim bir arkadaşa, atılmakta olduğu tehlikeyi işaret etmeliyim. Mektubunuzun birinde “Bir değil de birçok kalbim olsaydı, emin olun onlar da yalnız sizi seveceklerdi!” diyorsunuz. İnsanların bir kalbi vardır. Fakat bu bir tek kalple birçok kimseyi sevebilirler. Hayatını bir tek emele bağlayan, derin bir aşkın içinde ölünceye kadar yürüyen insanlara artık asrımızda rastlamanın pek imkânı yok, değil mi?

“Gözlerinizin ışıklı karanlığı içinde hislerim kördüğüm olalı, benim için hayatın bütün manası siz oldunuz!” satırına gelince… İnsanlar için hayatın bir tek manası yoktur. Nasıl olabilir? Yaşamak ve muvaffak olmak isteyen her fert, hayatta daima yeni manalar bulmaya, mümkün olduğu kadar onlardan faydalanmaya bakar. Fakat şimdi bunların üstünde durmak caiz değil. Sadede gelelim:

Tehlikeye atıldığınızı işaret edecektim. Bana doğru koşan hislerinizin yanılmadıklarından emin misiniz? Sizi çağırdığım gün cidden mesut olacağınıza inanıyor musunuz? Buna ben katiyen ihtimal vermiyorum.

Ben hayata sizden önce başlamış, vaktinden önce yıpranmış, belki manasız, belki de kasten birçok hatıraya bağlanmış bir insanım. Zavallı babam beni çok iyi yetiştirmek istedi. Fakat ne çare ki, göğsümün altında hiçbir şeyden memnun olmayan, arzularının sonu alınamayan tehlikeli bir kalp çarpıyordu. Karakterimin teşekkülü hususunda kuvvetli tesiri olan bir çocukluk hatıramdan size de bahsedeyim:

Babam, İstanbul’a yaptığımız seyahatlerden birinde beni Gülhane Parkı’na götürmüştü. Ağaçlar arasından yavaş yavaş deniz kenarına indik. Orada bir müddet oyalandım. Rüzgâra kanat açan yelkenleriyle kürek çeken kayıkçılara, gelip geçen Ada ve Boğaziçi vapurlarına bakıyordum. Birdenbire sıkıldım. “Baba, gidelim!” diye bağırdım. Babam elimden tutarak beni banklardan birine oturttu. Sarayburnu’nun durmadan çırpınan dalgalarını göstererek “Şu sular gibisin.” dedi. “Tıpkı şu çırpınan sular gibi! Bir dalda karar kılamıyor, hiçbir şeyle avunamıyorsun. Bazen bebeklerinle oynarken, mektep vazifelerini yaparken sana dikkat ediyorum. Birini eline alıp birini bırakıyor, hiçbiriyle belki beş dakika meşgul olamıyorsun. Herhangi bir şeyi istiyorsun. Ve daima müşkül şeyleri! Bin zorlukla eline geçirdikten sonra aynı dakikada o kadar istediğin şeyden vazgeçiyor, belki de içinden ‘Çektiğim bütün emekler bunun için miydi?’ diye esef ediyorsun. Muhal şeylerin arkasından koşuyor, ele geçmesi mümkün olan şeyleri küçük görüyorsun. Sanki içinde daima didinen bir kuvvet var. Hayal insanı yorar, arkasından koşturur, kuvvetten düşürür kızım. Çünkü arkasını bırakmayan hakikat zalimdir.

Hayattan çok şey istemeye kalkmamalı yavrum. Bu tehlikelidir. Yalnız verdiğini, verebildiğini almalı. Mesut olmak için bu lazımdır. Şu dalgalara bak. En durgun havalarda bile Marmara’nın bu güzel parçası hareketlidir. Bu suları, çocukluğumda böyle çırpınırlarken gördüm. Çocuğum da onları bu ebedî didinmeleri içinde görüyor; herhâlde senin çocukların da aynı şekilde görecekler. Fakat insan gönülleri sular kadar dayanıklı değildir yavrum. Çırpınan gönüller daha çabuk yorulur, yıpranır ve çökerler…”

O günden sonra ne istesem, neyin arkasından koşsam hep babamın bu sözlerini hatırlarım. Vaktinden önce yorulmamak için sakin olmak lazımdı. Fakat kalbime hükmedemiyordum. Ne istediğini bilmeyen, muhal isteklerin arkasından koşan, hiçbir şeyle memnun olamayan gönlüme söz geçiremiyordum.

Bir zamanlar çiçek delisi oldum. Onları ne kırlarda toplamaya ne bahçede yetiştirmeye kanamıyordum. Taşrada oturuyorduk. Evimin kocaman bir bahçesi vardı. Belki bu merak babamdan sirayet etmişti. Saksılar, vazolar, hatta portakal, limon sandıkları, gaz tenekeleri de çeşitli çiçeklerle doluyor, benim gözüm doymuyordu. Her gece annemi bu çiçekler yüzünden ne kadar üzerdim. Yatak odamdaki vazoları onlar çıkarırlar; ben çiçekler gelmeden uyumamak için huysuzlanırdım. Gece yarıları yatağımdan fırlayarak çiçek arardım. Nihayet bir gün beni arzularımda tamamıyla serbest bıraktılar. Annem “İstediğin kadar çiçek yetiştir, topla, satın al. Hatta yatak odanı vazolarla doldur. Çünkü doktor, babana söylemiş. Bu, sıhhatin için çok iyi imiş!” dedi. Çiçeklerle uğraşmak için serbest kaldığımı öğrendiğim dakikada birdenbire onlardan soğudum. Arkasından fotoğraf çıkarmak, kart toplayıp koleksiyon yapmak merakı geldi. Sokak fotoğrafçıları zaafımı anladıktan sonra bizim kapıya öyle bir dadandılar ki… Sabahtan akşama kadar bahçede çeşitli resim çektiriyordum. İstanbul’da-ki amcam bana kart yollamaya yetişemiyordu. Bir gün babam beni çağırdı. Masasının üstünde kocaman bir buket vardı. Çabuk çabuk açtım. İçinden iki büyük albüm çıktı. Biri manzara kartları ile doluydu. Babam boş olanını işaret ederek “Bunu da şimdiden sonra kendi resimlerinle doldurursun.” dedi. “İşte sana bir de fotoğraf makinesi!”

Sevinmemle yerinmem bir oldu. Bu iptila da bence füsununu kaybetmişti. Demek ki istediğim kadar resim çekebilecektim. Bana artık karışamayacaklardı. Benim için alınan makineyle belki üç defa meşgul olmuşumdur. O da bir köşeye atıldı.

Ondan sonra piyanoya düştüm. Mektepten gelir gelmez üstüne kapanır, parmaklarım uyuşuncaya, gözlerim yorgunluktan kızarıncaya kadar çalardım. Yalnız ev halkı değil, komşular bile bu sesten bezmişlerdi. Her egzersizde çalmamı istemediklerini, beni menetmek üzere gelmekte olduklarını düşünürdüm, ihtirasım artardı. Bu merak yüzünden gerçekten çabuk öğrendim, fakat zayıflıyordum. Zavallı anneciğim, bunun kolayını da buldu: “Yavrum, şu parçayı bir kere daha tekrarlar mısın?” diye başladı. Onlar istedikçe benim çalma heveslerim sönüyordu. Artık nihayet haftada, ayda piyanonun başına uğrar oldum.

Sonra şiir toplama, şiir defteri tutma derdi başladı. Ve bu saçma, çocukça, hatta delice düşkünlükleri daha birçok münasebetsiz istekler kovaladı.

Ne istediğini bilmeyen, olmayacak şeylerin arkasından koşan; menedilen şeylere karşı çılgınca tutulan deli gönlüm, bir gün öyle bir çarpılışla yere vuruldu ki… O zamanlar kalbim paramparça oldu diye çok ağlamıştım. Annem çoktan ölmüştü. Babam tahsilime dikkat ediyor, iyi yetişmem için hasretimi çekmeye katlanıyordu. Liseyi bitirdikten sonra onu yalnız bırakmaya kıyamadım. Günden güne kuvvetten düşüyordu. Onunla son günlerinde baş başa yaşamayı tercih ettim. Bu beraberlik ikimiz için de tadına doyulmaz bir saadet devresi oldu. Beraber okuyor, çalışıyor, geziyor, konuşuyor, münakaşalar yapıyorduk. O bahçesi ile uğraşırken ben piyano çalıyor, sonra alçak pencereden atlayarak ona yardım ediyordum. Bir zamanlar delisi olduğum çiçekler arasında kahvaltı etmek, gece ay ışığına karşı saatlerce lamba yakmadan oturup düşünmek, köylere gidip kimsesiz, bakımsız çocuklarla meşgul olmak hayatımı dolduran şeylerdi. Fakat bir gün saadetim, huzurum bir anda yok oldu. Çünkü bu defa da muhal bir aşka tutulmuştum. Henüz çok gençtim. Sevgi hususunda tecrübem yoktu. Yaşlı ve evli bir adamı sevdim, önce yalnız hayran olduğumu sanıyordum. Fakat çok geçmeden çocukluğumda çiçeklere, kartlara, pullara, kuşlara ve daha bir sürü manasız şeylere tutulduğum gibi, yine saçma bir şeye bağlandığımı anladım. Bu defa ondan soğumak için bana kim yardım edebilirdi? “Al! Bu sana aittir, istediğin kadar sev!” diyebilecek kuvvet kimde mevcuttu? Şimdi bütün hakları ve kuvvetleriyle aramızda bir kadın vardı. Benim sevdiğim adama uzaklığım nispetinde o yakındı.

Bir gece babama açtım bunu. Zavallı adamcağızın yüreğine inecekti. İlk defa çocukluğumda söylediği çırpınan sulara temas ediyordum. Bu defa da gönlüm muhal bir sevginin arkasında çırpınıyor, baba diye ağlıyor, bedbahtlığımdan şikâyet etmek istiyordum.

Zavallı babacığım beni aldı, o muhitten uzaklaştırdı. Seyahat ettik. Yeni memleketler, yeni yüzler gördük. Oyalanmam ve unutmam için ne yapmak lazımsa hepsine başvurduk. Fakat ben, çekildikçe gerilen teller gibi hassasiyetimin fazlalaştığını anlıyor, onun muhitinden uzaklaştıkça o aykırı hisse çok daha derin bir şekilde yaklaştığımı anlıyordum. Sıhhatim tehlikeye düştü. Yemeden içmeden kesildim. Hangi kitabı elime alsam yapraklarının arasından o çıkıyor, müzik dinlerken onu düşünerek gözyaşı döküyordum. Babam beni teselli etmekten aciz kalmıştı. Ölümü yana yana istediğim zamanlar çok oluyordu. Fakat kendimi öldürmeyi küçük buluyor, onuruma yediremiyordum. Bir tek tesellim vardı: Onun bu derin sevgiden haberdar olmayışı…

Memleket memleket dolaşmanın sıhhatim üzerinde aksülamel yaptığını gören babam, evimize dönmeye mecbur oldu. Onu sık sık görüyordum. Kendisi ile konuşmadığım, hususiyetine vâkıf olmadığım için ona olan düşkünlüğüm artıyordu. Çünkü o, hayalimde şekillendirdiğim, konuşturduğum, güldürüp ağlattığım bir şahsiyetti. Onu süfli hayat işleri içinde tasavvur etmediğim için harikulade buluyor, dünyada onun üstünde bir adam olabileceğine ihtimal veremiyordum. Karısını deli gibi kıskandığım zamanlar olurdu. Kim bilir kaç yıllık evli idiler. Elbet sevişiyorlar, belki ara sıra kavga ediyorlar, birbirlerini kıskanıyorlar, kısaca bir çatı altında baş başa yaşıyorlardı.

Türlü planlar, manevralarla kendimi ona sevdirecek yaradılışta değildim. Zaten belki bir gün hislerimin farkına varıp bana ilanıaşk etseydi o anda gözümden düşecekti, boş yere yıllarca ızdırap çekmeyecektim.

Çocukluğumdan beri bana türlü oyunlar eden kalbimin intikamını yine kendim almak istedim. Beni beğendiğini her hâli ile açığa vuran orta yaşlı bir adamın evlenme teklifini derhâl kabul ettim. Kararımı babama bildirdiğim zaman ölecek hâle geldi. Ah, niçin babam bana karşı bu kadar zayıftı? Beni saçlarımdan yakalayarak yerden yere vurmuyor, tahkir etmiyordu? Çocukluğumdan beri her istediğimi ona yaptırmaya o kadar alışmıştım ki, benim yüzümden bazen o kadar sevdiği annemin bile hatırını kırardı. Annem ara sıra arzularımı baltalamaya kalkışırdı. Benim inadım artar, günlerce yemez, içmez, konuşmaz, uyumaz, hayatı yakınımdakilere zehir ederdim. O zaman zavallı babacığım karısı ile kızı arasında bir uzlaştırma çaresi araştırmaya koyulur; ne kadar ama ne kadar üzülürdü. Ben ne fena yaradılışta bir insandım. Yumuşak davranmayıp beni azarlasa, dövse, hatta evinden kovsa bile yine ben yapacağımı yapardım. Önüme kimse geçemezdi. En mühim kararımda da bu böyle oldu. Hayatımın dönüm noktasını geçerken de yine kendi kafamın doğrusuna gitmiştim.

Evlendim. Ama belki yeryüzünde bu derece garip evlenme görülmemiştir. Düğün, davet, tel, duvak, bir şey istemedim. Kendi intikam arzularıma alet ettiğim adamcağız, beni o kadar seviyordu ki, kaprislerime daima boyun eğdi. O, Şişli’de oturuyordu. Ben babamdan ayrılamayacağımı ileri sürerek onu kendi evimize getirdim. İlk gece babam eski bir dostunu ziyaret etmek mecburiyetinde olduğunu söyleyerek evde bulunmadı. Hislerimin tamamıyla yabancısı olan adamla yalnız kalınca sinirlerim altüst oldu. “Biraz sokağa çıkmak istiyorum.” dedim. “Hava almaya ihtiyacım var.” İçinden bu hâle şaşsa bile arzumu memnuniyetle kabul etmiş göründü. Önce adamcağızı bir sinemaya sürükledim. Sonra bir pastacıya girdik. Daha sonra uzun bir otomobil gezintisi yaptık. Sabaha karşı, içimi bürüyen hiddetten harap olmuş olarak eve döndüm. Rengim pek fena bozulmuş olmalıydı ki “Yorgunsun yavrum.” dedi. Baş ucumda oturarak uyumamı bekledi. Gözlerimi kapadım. İtirafı da yaşandığı an gibi acı olmakla beraber yazayım ki, ötekini düşünmeye başladım. Onu harikulade bir kuvvetle mazisinden, hatıralarından, gönül ve hayat bağlarından ayırıyor, tamamıyla serbest tahayyül ediyordum. Kendimi tacı ile, teli ve duvağı ile hakiki bir gelin olarak onun kolunda görüyor; bütün lambaları yanmış, süslü bir odada bu tarihî geceyi şiir, hayal, aşk, heyecan ve ihtiras içinde geçiriyordum. Eskiden aramızda sadece bir kadın vardı. Bizi ayıran kuvvet yalnız ondan geliyordu. Hâlbuki şimdi ben de aramıza yabancı bir erkek koymuş, imkânsızlık zincirine bir halka da ben eklemiştim.

Soluk alışlarımı dinleyerek uyuduğuma hükmeden yabancı adam, ayaklarının ucuna basarak aradaki kapısı kaldırılmış kendi yatak odasına geçti. Ve ben sabaha kadar, ondan sonra da tam üç ay derin bir nedametin sızısı içinde buhranlar geçirdim. Bütün hüsnüniyetime rağmen kocama yaklaşamıyordum. Uzun bir beraberliğin yaratacağı alışkanlık günün birinde hislerime hükmeder de onu kuvvetle sevmesem bile faziletli bir kadın olarak hayatında kalırım sanıyordum. Olmadı. Hiçbir zaman huylarına alışamayacağım, sevmediğim bir adamla evlenmekle ne büyük hata işlemiştim. Serbestimi kaybetmekle onu unutacağımı tahayyül etmişken hesabım büsbütün yanlış çıkmış, beni büyük bir çıkmaza sürüklemişti. Şimdi bu gayritabii evlenme yükünü üstümden atmak, ne pahasına olursa olsun tekrar serbest kalmak istiyordum.

Bol bol geziyor, bütün eğlence yerlerine girip çıkıyorduk. Herkesin yanında gayet mesut bir kadın rolü oynuyordum. Ama yalnız kaldığımız zaman işin rengi tamamıyla değişiyor; nefretten vücudumun buzlaştığını, tüylerimin diken diken olduğunu hissediyordum. Bir gün “Bu gece Ada’da enfes bir balo var Nahide.” diye geldi. “Sabaha karşı dönersek belki hastalanırsın diye ihtiyatlı davrandım. Otelde iki oda da hazırlattım. Gideriz, değil mi?” dedi. “Yalnız kalmayalım da nereye olursa olsun.” diye içimden düşündüm. Ve o gece bilmem neden, giyinmeme son derece itina ettim. Balo cidden çok güzeldi. Tuvaletler, müzik, büfe, çiçekler mükemmeldi. Beni birçok arkadaşları ile tanıştırdı. Her biri ile dans etmekliğim için rica etti. İçtik, güldük, dans ettik. Kimin kolunda dönsem, gözlerimi yarı örterek onu düşünüyordum. Bir başka adamın ismini taşırken bir başkasını düşünmenin fecaatini, çirkinliğini biliyor; ayrıca bu yüzden de azap çekiyordum. Benimle dans eden arkadaşları birçok şey söylüyor, belki aşırı bir şekilde bana iltifat ediyorlardı. Hep dudaklarımda bir başka hayale ait gülümseme ile dinliyor, rüyada imişim gibi dönüyor, konuşuyor, içiyordum.

Sabaha karşı benim için ayrılan odaya çıktığım zaman bir hayli sarhoştum. Başım dönüyordu. Bir duş yapmak istedim. Kocam, elinde kızıl renkli minimini bir kadehle geldi. Yüzüne baktım. Ne kadar şefkatli ve samimi görünüyordu. Bakışlarında muğlak ruhumu titreten bir sıcaklık vardı. Üç aydır resmen bana sahip olduğu hâlde onun değildim. Aramızda anlaşılmayan bir geçit gün geçtikçe sarplaşıyordu. Gözlerimin içine bakıyordu. Elleri yavaşça titriyor, bakışları bulanmaya başlıyordu. Şimdiye kadar kendisine yaptığım haksızlıkları o anda anladım. Münasebetsizliklerimden utandım. Bundan sonra daha makul bir insan olmaya çalışacak, hiç olmazsa onun maddi haklarına hürmet edecektim.

Kristal kadehi dudaklarıma yaklaştırdı. Garip bir sesle “Bunu içersen açılırsın yavrum.” dedi. “Karışık içki seni sarstı herhâlde! Alışık değilsin ki…”

Bu minimini kadehin, kurulmuş bir tuzağa düşürülmem için dudaklarıma uzatıldığını nereden bilecektim. Hem içimde ona karşı öyle temiz hisler kıpırdamaya başlamıştı ki, ne olursa olsun evimize döndükten sonra gayet uysal, iyi kalpli, vazifesini müdrik bir eş olacaktım.

“Ne iyisiniz.” diye kadehi aldım. “Beni ne kadar çok düşünüyorsunuz. Tıpkı, tıpkı şey…” Cümlenin sonunu getiremedim. O manalı bir şekilde gülümsüyordu. İçkiyi bir yudumda içtim. Boğazım ve göğsümün içi sanki bir avuç eritilmiş maden dökülmüş gibi yandı. Bir an, kadehin içinde zehir bulunması ihtimali kafamda çaktı. Yoksa beni öldürmek, çılgınlıklarımın öcünü mü almak istiyordu?

Konuşmak, daha bir şeyler söylemek istedim. Fakat dilim ağzımın içinde dönmedi. Boğazım kurudu. Gözlerimin önünde yıldızlar, ateş böcekleri uçuşmaya başladı. Başımın arkaya doğru düştüğünü fark ediyor, fakat kıpırdayamıyordum.

Ertesi gün öğleye doğru uyandığım zaman farkında olmadan onun karısı olduğumu anladım. Meşru bir şekilde bana bağlı olan, hayatım üzerinde her türlü haklara sahip bulunan bir adamın bu tarzda hareketi asabımı şiddetle sarstı. Hele sabaha karşı onun için duyduğum şeyler, içime çöken pişmanlık, verdiğim temiz karar aklıma geldikçe büsbütün çileden çıkıyordum. Sesimi çıkarmadan eve döndüm. Akşama doğru kocaman, kıpkızıl bir karanfil buketi geldi. Bu renk bana, onun cinayet diye isimlendirdiğim müthiş hareketini tekrar hatırlattı. Demek arzum hilafına bana malik olmuştu. Bana meydan okumuş; kuvvetini, üzerimdeki hakkını bu suretle ispat etmek istemişti. Belki üç ay ona çok haksızlık etmiş, sabrını tüketmiştim. Ama seviyorsa, beni gerçekten yüksek ve temiz duygularla hayatına karıştırmışsa bir müddet daha bekleyemez miydi? Asi bir başın, hırçın bir yüreğin, nihayet lüzumundan fazla hisli ve hayalperver bir kızın manasız da olsa buhranlarının bir gün geçeceğini ümit edemez miydi?

Telefonu açtım. Aramızda her şeyin sona erdiğini, kendisiyle katiyen alakam kalmadığını söyledim. Mevki-i içtimaisi yüksek olan, birçokları tarafından beğenilen bir adamın üç ay içinde böyle bir skandalla karşılaşması çirkindi. Daha bir gece evvel baloda sabahlara kadar gülen, içen, fevkalade mesut görünen bir karı kocanın bir gün sonra ayrılık haberi muhiti hayretlere düşürdü. Fakat kimse işin içyüzünü bilmiyordu. Ben başkasına kalben bağlı olduğum hâlde onunla evlenmekle şüphesiz alçaklık etmiştim. O, resmen karısı olduğum hâlde gayrimeşru bir maceraya atılır gibi bana sahip olmakla alçaklığa mukabele etmiş oluyordu. Artık ödeşmiştik. Ömrümün bu feci safhası bu şekilde kapandı. Herkes ağzını açtı. İleri geri çok şey söylendi. Bir gün babamın çok sevdiği Balıkesir’e giderek orada yerleştik. Dertlerimi, ızdıraplarımı dindirmek için memleketin tabii güzelliklerine kendimi verdim. Afet, mazbut düşünceleri, muvazeneli duygularıyla hayatıma karıştı. Beni çekti, çevirdi. Anasına inanan bir çocuk, doktoruna umut bağlayan bir hasta gibi ona sarılmıştım. Ona bütün ruhumla inanıyor, günden güne tesiri altında iyileşir gibi oluyordum.

Lakin dünyada tam huzuru bulmanın imkânı var mı? O zamanlar Balıkesir şimdiki gibi inkılap mefhumunu tam manasıyla kavramış değildi. Gezmem kabahat oldu, gülmem ve giyinmem fazla görüldü. Yıllarca muhitin dedikodu mevzusu ben oldum. Muhayyel âşıklarım, muhayyel maceralarım ağızdan ağıza değişerek, genişleyerek koca memleketi alakalandırdı. Haberim olmadan evlendirildim, haberim olmadan sevildim, sevdim. Reddettim veya müsamaha gösterdim. Bu arada yalnız Afet’in kuvvetli dostluğu, babamın bitip tükenmeyen sevgisi dayanağım oldu. Beni seven, beni bütün eksikliklerim ve hırçınlıklarımla kabul eden bu iki kalp ömrümün yaşama zembereği idi.

Afet bir gün geldi ki, sakat bir hissin tesiriyle boş yere gençliğime kıydığıma beni inandırdı, tekrar büyük bir istekle hayata başlamaya, ne olursa olsun mesut olmaya karar verdiğim sıralarda size rastladım. Önce sevginize inanmadım. Fakat sonra beni kendinize alıştırdınız. Öyle ki, babamı kaybettiğim o müthiş günde Afet’in yanında sizi de görmek istedim. O zaman anladım ki, size inanıyorum. Leke düşmemiş kalbinize güvenim var. Sizde gençliğinize, tecrübesizliğinize rağmen bir şey vardı ki, beni çekiyor, size bağlıyordu. Sizden dünyada hiç kimseye kötülük gelmeyeceğini anlamıştım ve belki sizi seviyordum. Fakat kendime güvenemiyordum. Bir ikinci defa daha yanılmaktan ürkmekte haklı idim. Bunun için kaçtım.

Bakınız size ne kadar uzun yazdım. Çocukluğumdaki huysuzluklarımı öğrendiğiniz zaman bana bir deli gözü ile baksanız bile gücenecek değilim. Gerçekten kendi kendimi tahlil etmeye kalktığım zamanlar ben de şuurumdan şüphe ederdim. Bu eski çılgınlıkların hiçbiri şimdi içimde olmamakla beraber yine tam manasıyla kendimi zapturapta aldım diyemem. Niçin açık konuşmamalı? Bende sizi mesut edecek ne var? Yahut ne kalmıştır?

Bir yıla yaklaşan zaman içinde hep hislerimi yokladım. Bana her gün yazdınız; bir gün sizi çağırmaklığım ümidine kapılarak yaşamakta olduğunuzu söylediniz. Çağırmaktansa hüviyetimi açıklamayı münasip buldum. İşte Sermet Bey, ben böyle bir kadınım.

Zaman zaman ruhunda ihtilaller kopan, ele geçirdiği şeylerden çabuk soğuyan, gayritabii heveslere, muhal arzulara hayatında çok yer veren bir kadına güvenebilirseniz bana geliniz…

Nahide gece yarısına doğru kalemi elinden bıraktı. Artık ne olursa olsun bu garip münasebete bir nihayet vermek lazımdı. Onu bekletmemek, daha fazla üzmemek icap ediyordu. Mademki seviliyordu ve çekinmeden sevdiğini de itiraf edebiliyordu; işi uzatmanın manası yoktu. O da hayatta kendisi gibi kimsesizdi. Belki anlaşacaklar, Afet’in tahmini hilafına pekâlâ mesut olacaklardı. Şekil itibarıyla ne kadar uygun görünen evlenmeler vardı ki, üstünden daha bir yıl geçmeden bozuluyor, kadın veya erkek yahut her ikisi birden yanıldıklarını anlayarak mahkemeye koşuyorlardı. Artık lüzumsuz isteklerin arkası kesilmeli, babasının, Afet’in ve bütün makul insanların söyledikleri, yazdıkları gibi hayattan yalnız verebileceği şeyi istemeliydi. Rahat etmek için biraz uysal olmak, uzun uzun hissî tahlillere girişmemek, marazi hayallere yer vermemek lazımdı. Evlenirlerse mutlak ki gürültülü hayattan alakalarını kesmiş olacaklardı. Çünkü genç adamın inzivadan hoşlandığını, işiyle evi arasında yaşamakla mesut olacağını biliyordu.

Büyük bir yükten kurtulmuş gibi yatak odasına çıktı. Babasıyla annesinin resimlerine candan gülümsedi. Sanki onlar da kızlarının büyük kararı karşısında sevinmiş görünüyorlardı. Artık bu evlenmenin muhit üzerinde yapacağı tesiri, yeniden açılacak ağızları, mütalaaları nazar-ı itibara almayacaktı. Kim ne derse desin o, yalnız saadetini düşünecekti. Yatağına girdiği zaman, mektubunu alınca genç adamın neler düşüneceğini tahlil etmek istedi. Vazgeçti. Komodinin üstünden Afet’in resmini aldı. Onun, dünyada bir eşine daha rastlamadığı harikulade güzel gözlerine uzun uzun baktı. Bir gün gözleri için ona söylediği sözleri hatırladı: “Senin gözlerinde yeryüzü rengi yok Afet.” demişti. “Ne göklerin ne yosunların ne de neftî ormanların renklerini birbirine karıştırmasıyla meydana gelen renk bu… Hayır, hayır Afet. Bu harikulade rengin eşini bulmak için denizlerin dibine inmeli…” Sonra gülerek, şakalaşarak deniz nebatlarından, renkli balıklardan falan konuşmuşlardı.

Kararını verdiği hâlde yine istediği kadar sakin değildi. Yüreğinde bir düğüm vardı. Afet, katiyen mesut olamazsınız demişti. Onun görgülerine o kadar itimadı vardı ki, titremekten kendini alamadı. Sonra onun kırılacağını da düşünüyordu. Fakat o, o kadar iyi kalpliydi ki, mesut olduğunu görünce sesini çıkarmayacaktı. Çünkü şu kocaman dünya içinde yalnız ama yalnız Afet tarafından menfaatsiz bir şekilde seviliyordu. Biliyordu ki, kendi saadeti, biraz da yüksek ruhlu arkadaşının saadeti olacaktı.

Gece rüyasında hep Afet’i ve Sermet’i gördü. Bir aralık çocuğu oldu. Sonra ihtiyarladı. Öldü. Bir gecenin uzun rüyası içinde âdeta tabii bir insan ömrü yaşadı.

Sabahleyin mektubunu zarflamak üzere oturma odasına girdi. Gece içinden ne gelirse yazdığı satırları ara ara gözden geçirdi. Birden yüzü karıştı. Bu, bütün zaafları, suçları, gayritabiilikleriyle tamamen kendisiydi. Nihayet yabancı sayılan bir adama bunları apaçık göstermek ona müthiş bir azap verdi. Âdeta âlemin önünde soyunan bir maskaraya döndüğünü zannetti. Gece yazdığı uzun mektubu gündüz göndermek cesaretini gösteremeyecekti. Ona yazmaktansa anlatmayı tercih etti. Masasının üstünden ince uzun bir kâğıt çekerek sadece “Geliniz!” diye yazdı. Geliniz… O kadar… Kime, neye, neye doğru ve ne için?

Bütün bunları düşünmekle tekrar ruhunun karmakarışık olacağını hissediyordu. Şu hâlde düşünmemek, biraz da mütevekkil olmak lazımdı. Kalbinin derinlerinde yumuşak bir ses “Çok değil, ben hayattan bir tek yıl istiyorum. Bir yıllık saadet bütün ömrüme yetecek!” diye söyleniyordu. Genç kadın bu mazlum sese, ruhunun kapılarını ardına kadar açtı ve ılık, bol gözyaşları ile ağladı, ağladı.

***

Sermet, hayatının en mesut hadisesini hazırlayan bu küçük mektubu, daha doğrusu tek kelimeciği alır almaz harekete geçti. Bir gün sonra sular kararırken sevdiği kadının karşısında idi.

Nahide’nin üstünde gayet sade, çok kapalı bir ev elbisesi vardı. Ağustosun durgun akşamlarından biri sularda titriyordu. Saçlarını dümdüz fırçalamış, küçük bir tarakla arkadan tutturmuştu. Yüzünün her çizgisi ayrı ayrı yumuşaktı. Başında harikulade bir mana vardı. Kendisine hiç de yabancı olmayan bir eski dostu karşılıyor gibi elini uzattı. Genç adam bir yıldır rüyasını gördüğü bu sevgili elin üstüne kapandı. Bir şey söylemeye muktedir olamadan ağladı. Yürekten kopan sıcak ve riyasız yaşlarla ağladı, ağladı.

Nahide titriyordu. Eline damlayan bu sıcak yaşlarda varlığını eriten, değiştiren bir tesir vardı sanki. Mazisi, hatıraları, muğlak ruhunun akisleri bu yaşlar içinde kayboluyor, yılları geri geri aşarak çocukluğunun en masum günlerine dönüyordu. Hüviyeti billur gibi temiz bir aşkın kaynağında yıkanıyor, hisleri yeni baştan yoğruluyor, sanki ikinci defa -fakat daha mükemmel ve daha iyi olarak- yaratılıyordu.

Serbest kalan elini alnının üstünde dolaştırıyordu. Gözlerinde biriken damlacıkları ona göstermemek için kurutmak istedi. Fakat içinden, varlığının en uzak ve hâkim köşelerinden bir ses yükseldi: “Mazini öldürdün artık. Eski huyları, eski alışkanlıkları bırakmalı, olduğun gibi görünmelisin. Kendini serbest bırak. Açık ol. Ruhunda gizli duyuşlara yer, kalbinde yabancı hislere sığınak bulunmasın, korkma. İçten taşan gözyaşları her acıyı temizler. Çok defa günahları bile!”

24.Muhat: Kuşatılmış, sarılmış, çevrilmiş. (e.n.)

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
Hacim:
410 s. 1 illüstrasyon
ISBN:
978-625-6865-81-5
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre