Kitabı oku: «Batı Trakya'da Türk Edebiyatı'na Gönül Verenler», sayfa 7
Umutsuz, yola koyuldu. Son çare kahvehaneyi boylamakta idi. Orası da cepleri öğütüyordu ya. “İşin gözü kör olsun. Yağmur bir taraftan, biz bir taraftan yolları, sokakları aşındırıyoruz. Dünyada iş mi yok? Var. Var ama nerde? Cehennemin öbür ucunda… Almanya’da, Avustralya’da, denizlerde gemilerde… Var git bakalım. Almanya desen, senelere kısmet… Avustralya desen, öbür dünya… Gemilere desen, çoluk çocuk seneler içinde boğulacak. Biz de aileyiz galiba? Aşağı yukarı on iki sene oluyor.” Diye düşünürken kahvehaneye vardı. İlkin pencereden içeriyi süzdü. Camlar buğulanmıştı. Aşağı doğru sıcak sular süzülüyordu. Girsem mi, girmesem mi? derken kapı açıldı. Sarıların Şaban şemsiyesini “küt” diye açarak, “ne hoş yağmur be, haftayı tamamlayacak valla” dedi ve hızla eve yollandı. Selim içeri girdi. Masalar değirmen taşı gibi dönüyordu. Hiç boşta kalan yoktu. Her birinde ya iskambil, ya pastra, ya altmışaltı, ya pinaki veya başka bir oyun oynanıyordu.
Sağı solu süzdü. Kendisiyle kâğıt oynıyacak kimse bulamadı. Karşı köşede üç dört kişi vardı. Onlar da ihtiyardı. “Seyretme de eğlenceli” deyip sandalyesiyle masanın birine süründü. Oyun altmışaltıydı. Komşu Recep’le öbür mahalleden Reşit tutuşmuşlardı. İddialıydı. Ortaya bilmem kaç paket “Karelya” sigarası konmuştu. Önce Recep bunları almış, fakat son iki oyunda hepsi Recep’e geçmişti.
Kahveciye, “Kahveci! bir çay.” Diyeceği sırada, Mümin Ağa; “Selim, ne içeceksin, kave mi çay mı?” deyince yumşadı. Sandalyesine boş boş saldı kendini. İstemem, dese olmazdı. Mümin Ağa’nın ikinci tekrarına, sönük bir sesle, “Ha, çay olsun.” Dedi. İçinden, “Yaşa be, ağa dediğin böyle olmalı işte” diye geçirdi. Tutuk tutuk ona baktı. “Ne kadar işin olsa yaparım valla!” diyecekti, olmadı. Dağdan inme komşuları hatırladı. Ağanın hemen hemen bütün yaz işlerini zamanında bir çırpıda çıkarıyorlardı. Hem de dekarasız. Halbuki o, işin ardını paraya bağlıyordu.
Duman tüten çayını iştahla yudumlarken gözü masa üzerindeki paketlere gitti. Elini cebine attı. Çıkını sıktı. Naylon çıkın hiç tavını kaçırmıyordu tütünün. Mübarek havanda kıyılmış gibiydi. Saracaktı bir sarma. Oyun ucunda Reşit, Paketlerden birini Selim’in önüne sürdü.
–Aç da gezdir.
–Yetmez be.
–Yetmezse bir daha aç.
–Yav, zara yapmıyalım.
–Holan, zararı mı düşünüyorsun sen?
–Bana bak…
–Buyur.
–Kaybedersen?
–Bugün işim tamam. Maça kızı tuttu da tuttu. Önce iş biraz çiğ gitti ama…
Çıkını cebine sokuşturdu Selim. Paketlerden birini aldı. “Buyurun, Reşit’ten…” diyerek dağıttı. İkinci paketteki sigaralar da yarıyı buldu. İçmeyenler bile, “Haydi Reşit, maça kızı kısmetine yol açsın.” Deyip almışlar, ortalığı bol bol dumanlamışlardı.
Ortada Mümin Ağa oturuyordu. Keyfi denkti. Prim mirimle alâkası yoktu. Tütün ekmiyordu. Lâf olsun diye masa üzerinde duran gazeteyi uzattı. Okumak da bilmiyordu ya… Hoş hoş Selim’e bıyık gülüşü yaptı Ve deyiverdi:
–Primleri yazıyormuş galiba?
–Öyle, ayın on beşine doğru vereceklermiş.
–Oku bakalım.
Selim gazeteyi evirdi, çevirdi, “Primler Dağıtıyor” başlıklı kısmı uzun uzun süzdü.
–Martın ortalarına imiş.
–Tam zamanında…
–Hükümet bilir işini. Tütün satımında verecek değil ya. Elbet eller avuçlar boşalınca…
Sobanın sıcağı, kalabalığın nefesi içerdekileri hamurlaştırmıştı. Tütün kokusu, çay, kahve buğusu havada yüzde oranı en çok olan maddelerdendi. Mümin Ağa da gocuğunu sandalyesine serdirmiş, ayaklarını sobanın altına uzatmıştı. İliği kemiği salınmış, ağır ağır üçüncü kahvesini süzdürüyordu. “Umurumda mı dünya?” der gibi pek babacan, etraftakilerle sohbetini kaynatıyordu.
İçerisi sımsıcaktı. Oysa o, geceden üşümüştü. Şimdi üst üste hapşırıklar geliyordu. Selim ceketinin yakasını ve sobadan kırmızılaşan yüzünü siliyordu. Evleri ne ki? Tek oda. Önünde bir de saçak var. Yazın saçak işe yarar, ama kışın hiç. Evin üzeri kevgir… Yağmuru kapkacakla önlerler evcek. Çocuklar ocağın başına toplanır, damlaların türküsünü dinlerler. Analarının masallarına bu durum bir katkı… Baba Selim kahvehaneden ekseri geç döner. Hemen hemen her vakit, kahvehaneler kapanınca gelir. Döndüğünü de evdekilerden kimse anlamaz. Aile yatağına birdenlik yorganı usulca kaldırıp dalar. Çocuklar belki de bu hal için içlerinden: “Geç geliyor, ama kim bilir ne işler yapıyordur babamız?” diye geçirirler.
Mümin Ağa saatı sordu Selim’e. Biliyordu veya güveni yoktu, veya da Selim’in söylemesini istiyordu. O da sıcaklıkla cevabı verdi. Duvara baktı. Kahvenin koca saati tam ikiyi gösteriyordu. Öyle söyledi Ağaya.
Mümin Ağa:
“Tamam” dedi, “tamam.” “Geçti bile ya. Alışmışız güneşe… Açık olsaydı hava… bulutlu. Hani sabah deseler inanacağız.”
Selim:
“Kahve, çay, kahve çay, acıktığını da anlamıyor insan.”
Mümin Ağa:
“Öyle. Doğru den oğlum Selim.” Dedi ve gocuğunu sırtlayıp kendine yol açanlar, sandalyelerini kenara çekenler, ayağa kalkanlar arasından geçip boş boş öksürerek evin yolunu tuttu. Yağmur hâlâ yağıyordu. Ama kuvvetli değil. Hani bizim dediğimiz “Çoban yağmuru” biçimi. İnce elekten elenmiş gibi, toz toz.
Selim bir hız etti,. Gene vazgeçti. Usulca, “Hemen ardından gitmiyeyim” dedi. “Kendimizi yanaşma yapmıyalım. Hem de biraz yol alsın Mümin Ağa. Kimse anlamaz. Çıkar, hızlı hızlı adımlarla yetişirim ona. Tanımışımdır Ağayı. Yumuşak mı yumuşak huylu… Verir bana o yeri. İcarını da hemen istemez. İyi adamın yüzü hoş, gönlü sevinç doludur. Mümin Ağa’nın da öyle… Babacan adam…”
Böyle düşüne düşüne, oyunu takibettiğini bile unutmuştu. Bir ara Reşit, “Sayılar kaç?” demişti. O da, “Ha, sayılar mı?” diye sandalyesinde hoplamış, bulunduğu yerin kahvehane olduğunu anlamıştı.
İçinden, “Şimdi yetişirim” diye geçirmiş, arkadaşlarına da, “Artık eve yemeğe gitmeli, öğle hani oldu.” demiş, onlara sezdirmek istememişti.
Usulca kahvehaneden savuşan Selim, “Acaba bu yoldan mı gitti, öteki yoldan mı” diye düşündü. “Hep bu yoldan gider” düşüncesiyle yürüdü. Ağanın evi öteki mahalledeydi. Oraya dar üç sokak ve çimenlik denen yerden sonra varılırdı. Çimenlikte yakın ağılların gübreleri bulunuyordu. Yağmur gübrelerden geçip sarı, pekmez rengi suya dönüşüyordu.
Yığın gübrelerin eteklerinde Selim izler gördü. Koca koca izler. Kastor potin izleri… “Hah, Ağanını izleri bunlar” dedi. Gerçekten de köyde beş-on komşu müstesna, diğerleri çoklukla altında zincir markası bulunan lastik ayakkabı giyerlerdi. Bu izlerde ise kakma işaretleri var. Yüzde yüz Mümin Ağa’nın izleri.
Çimenlikten öte koştu Selim. “Şimdi yetişirim.” Dedi. Sokağın ucuna vardı. Köşeden sola döndü. Yoktu. İzler hâlâ gidiyordu. Daha hızlandı. İkinci sokağa vardı. Gene yok. Şemsiyeli iki kadın Selim’e dik dik bakıp “Delirmiş zayı” diye söylenerek geçtiler. O anlamadı bile. Link yürüyüşünü hızlandırdı. Köşelerde yay gibi kıvrıldı. Son köşeyi dönünce Ağayı, avlu kapının önünde, üç kişiyle konuşurken gördü. Önce duraladı. Aklından, “Yetiştim ama insan yanında olmaz.” Dedi. “Ah, bunlar da nerden çıktılar? İşim olacaktı. Ama ha, yarına kalsın…”
İstemiyerek, usul usul, başı önde ilerledi. Onu mahalle dışına götüren sokağın ucuna vardı. güneye kıvrıldı. Cami yanından geçti. Mahalle altı yoluna koyuldu. “Ağa dediğin böyle olur. İzleri bile sıcak geliyor insana. Allah boşuna yığmamış malı, mülkü ona. Benim iş de nasılsa oldu ya….” Derken eve vardı.
Sevinçliydi. Kurulmuş sofraya bakmadı. Karısının, “Acıkmadın mı?”sına gülüverdi. Bir de, “Tomtokum” cevabını verdi. Küçük Pervin’i kucağına alıp “Hop! Hop!” havaya hoplattı. Omzunda gezdirdi. Ayakları tavanda, yürüttü.
Karısı:
-Ha, anladım anladım. Verdi yeri, öyle mi?
–Yolunda. Oldu gibi bir şey.
–Demedin mi Mümün…
–Denk gelmedi. Kahvehanede olmazdı. Yetişeyim dedim; öyle hallederim. Baktım, kapı önünde üç kişiyle konuşuyordu.
–Ara bulamaz mı insan hiç?
–Yarına…
–Umutlu mu bari? -İyi adam. Bana “Çay mı içeceksin, gazoz mu Selim?” dedi. -Hiç insan açmaz mı? Olmuş, pişmiş işi bırakıp gelmişsin. -Karı, kızdırma insanı! Yarına dedik… -Aah! Vallaha yarına varmaz, başkası alır. Bakalım o konuşanlar o yer için gelmediler mi? -Onlar giyimli kuşamlı be. Ağanın tanıdığı çok… Teheey! Eşekçili köyünden mi, nereden onlar? Görmüşlüğüm var. Kesti gözlerim. -Hay Allah! Olsa bir kere… -Yarın kasabada halledeceğim. -Öyle mi konuştunuz Mümün Ağaylan? -Hayır. Misafirlerle konuşurken kulağıma gitti. Yarın kasabaya inecekmiş. O gece tarlayı nasıl işleyeceklerini, tütünü nasıl ekip bakım edeceklerini, saat on ikilere kadar konuştular. Sulamak için motopomp, su borusu peylediler. Ne kadar tütün çıkaracaklarını hesapladılar. Sonuç iyi idi. Olmaz mı hiç? “Kavaktarla” denen semtin toprağı iyi. Suyu var. Havası tütüne elverişli… Su da verdin mi, kana kana işle. Yapraklar hep bir boy olur. Tüccar gelince mostralık bile alır. Hükümet en yüksek fiyatı biçer. Sabahın erkeninde Selim yola koyuldu. Yollar çamurdu. Günlerden beri hep yağmur düşmüştü. Şimdi yağmıyordu ama, koca koca bulutlar güneyden kuzeye yuvarlanıyordu. Alçaktan geçiyorlardı. Kavakların tepelerine, evlerin bacalarına değip Rodopların eteklerini buluyorlardı. Güneş, saatte bir, ya görünüyordu, ya görünmüyordu. Herkes yağmurluklu veya şemsiyeliydi gene. Selim de almıştı yağmurluğunu. Bahar havalarına güven olmaz. Bakarsın açıktır, öğleden sonra tutar, kapalıdır gökyüzü, yağmaz. Garaja iki defa uğradı. Hasan Efendi’nin dükkânına karşı kaldırımdan baktı. Yoktu. Keskin’in kahvehanesinin önünden defalarca geçti. Yan gözle camdan içeriyi dikizledi. Bulamadı. Gümülcine koca kasaba. İçinde gez de gez. Hele insan ararken… Selim sokaklarda, Pazaryerinde dolaştı. Rast gelirim diye hayvan pazarına bile gitti. Sonunda aşçının önünde hapahap karşılaştılar. Mümin Ağa afiyetle do-yunmuş, bıyıklarını düzeltiyordu. Mümin Ağa: -Ne o, sen de mi indin kasabaya be Selim? dedi. -Yaa a… -İnsan kasabalı olmalı da yaşatmalı, Selim. aşçısı var, tatlıcısı var, gezilecek yerleri var… barsakları goruldayan, son tükrüğünü kuru ağzından pütürlü diliyle zor toplayan Selim, güç yutkunmayla;
–Şey… sizin o tarr…kavakt…
–Ne diyeceksin? söyle.
–Kavaktarla’yı sizin…
–E…e!
–Tütüne…
–Sıkılma oğlum.
–Bu sene Kavaktarla’yı icara bana versen…
–Olur, olur ama…
–İcarın yarsını önümüzdeki primde veririm. Kalanını okkaya, Allah kısmet ederse.
–A! Oğlum, primle mirimle, okka ile moka ile vermem. Bana iş lâzım iş! Zamanında adam bulamıyorum. Eskiden iyiydi. Dağdan inen komşulara yaptırıverirdik. Onların da burunları büyüdü.
–Tamam işte, olsun. Ben de varım.
–Kaytarmak yok, iş isterim.
–Yaparım, hilesiz yaparım.
–Bak söyliyeyim. Kavaktarla altı dönüm. İcarına karşılık, karşılııık… dur bakayım; Kızılağaç’taki beş dönüm orağı biçeceksin. Ev yanında iki dönüm bağ; onu belleyeceksin. Köklük’teki kirazlığın etrafında geniş, böğürtlenli, güvem dikenli, karaçalılı bir temel var; onu kökleyeceksin ve az altından, diz üstüne çıkacak derinlikte hendek açacaksın. Gölyanı’na kuyu kazdırmak istiyorum. Birkaç gün sen de gelirsin. Ha! Çeşmeyanı’nda dört dönüm çayır var; onu da biçiverirsin. Oldu mu?
–Bir bir ev… eve gideyim. Karıma da sorayım. N’olacak bakayım?
–Sor. Nasıl istersen… Sıkılma.
Selim soluk soluğa kasaba ile köy arasını bir çırpıda aldı. Karısına, “Birkaç yudum bir şeyler koy” dedi. Az atıştırdı. Barsakları hafif yatıştı. Sırtüstü uzandı. Söylenen işleri güne vurdu. Hiç tütün ekmese yazı onlarla geçirebilirdi. Alt tarafı, altı dönüm yerin icarını kurtaracaktı. Kendi kendine:
“Kızılağaç’taki beş dönüm orağı biçeceksin.”
“Evyanı’ndaki iki dönüm bağı belleyeceksin.”
“Köklük’teki kirazlığın etrafını, geniş temeli kökleyip diz boyu hendek atacaksın.”
“Gölyanı’na kuyu kazdırmak istiyorum. Birkaç gün sen de gelirsin.”
“Ha! Çeşmeyanı dört dönüm çayır. Onu da biçiverirsin” diye söylenirken; sarkıtma altındaki külrengi eşeğinin, samansızlıktan, çiti çatır çatır çatırdatarak kemirdiği duyuluyordu.
Azınlık Postası, 1971
PANCAR ÇAPACILARI
İlkin bir horoz öttü.
Daha sonra birçok… Bunların ardından, ortalığın şavkımasıyle köye dalan kir Spiro, traktörün düdüğünü uzun uzun öttürdü. Zaten saatlerinin çanlarını sabahın beşine ayarlamış olan pancar çapacısı kadınlar düdüğün sesini duyar duymaz kalkıştılar. Akşamdan hazırlanmış çıkınlarını koltuklarına sıkıştırıp, ellerinde çapalar, köy meydanına çıkıştılar.
“Kalimera20 kir Spiro.”
“Kalimera Fatma.”
“Kalimera kir Spiro.”
“Kalimera Hatice.”
“Kalimera kir Spiro.”
“Kalimera Zeynep.”
Selâm veren her çapacı, gümrükten geçmişçesine içi rahat, plâtformanın21 (**) gecenin çiğinden ıslak demirine,gevşekçe çömelip, çapalarına dayandılar. Plâtformaya her geleni de bir güzel süzer kir Spiro. Gözden çürük kaçmasın. Sütte çöp olur ya, yoğurtta ne arasın? Yoksa, kir Spiro, işini beğenmediği çapacıyı tarlada da tersyüz edip, geri çevirir. Ona, kurulmuş bir saat gibi çalışan çapacı gerek. Pancar tarlasına gün doğuşu girip, gün batımına dek, tıkı tık, tıkı tık çapasıyla kazsın. Kir Spiro, plâtformadaki çapacılara sordu:
‘Tamam hepsi sindi?”
“Sıdıka Zekiye, Ayşe.” dediler.
Beş on dakika beklediler. Sıdıka ile Zekiye koşar adım geldiler. Ayşe de meydana, yamacın ucundan kıvrılarak inen sokağın başında göründü. Başını kadınlara çeviren kir Spiro “Daha var?” diye seslendi.
“Kalimera kir Spiro.”
“Kalimera Ayşe.”
“Şimdi tamamız, kırk bir olduk.” dediler, hepsi bir ağızdan.
Bir saat içinde traktör, kocaman bir tarlanın başında durdu. Bu kir Spiro’nun tarlasıydı. Baştanbaşa pancar ekiliydi. Kaçırtılıp, göçürtülen bu pancar çapacılarının akrabalarının arazilerinin birleştirilmesiyle bir çiftlik oluşmuştu. Yakınlarında başka çiftlikler de vardı. O çiftliklerde de ya pancar, ya pamuk, ya da kabak ekiliydi baştanbaşa. Oralarda da başka köylerden toplanmış işçiler işliyorlardı karıncalar gibi.
Ayşe şaştı bu işe. Çiftlik sahiplerini düşündü. Bir de, topraksızları düşündü. Topraksız Selim’ini düşündü. “Kancığım yok. N’apayım? Gideyim şu gemilere, birkaç paramız olur.Bir şey edinmesek de, sıkıntı çekmeyiz kışın. Sobamızda odunumuz, tasımızda tarhanamız olur. Küçük Erdoğan’a okul çantası, okul entarisi, kalem, defter alırız. Sabahlan çay içeriz peynirle.” Demişti; gitmişti ta Martta denizlere.
Başörtüsünün bezinin uzun ucu ile gözlerini kaplıyan buğulu teri sildi Ayşe. Elleriyle yüzünü yellendirdi. Kuruyan boğazında susuzluğu düğümledi. Tükürüğü sakızlaştı. Ağzına bir acılık doldu. Demir yolu gibi uzanıp giden pancar karıklarına, buruk buruk baktı. Çapaladıkları beşinci karıklarının yüz ellinci metresinde, kendine yeni bir hız vererek, dikili çapasına sarıldı. Kırk arkadaşından aynlamazcasına çapalamayı göze aldı.
Çapalar bir indi, bir çıktı; bir indi bir çıktı. Karıklar dikiş makinesiyle dikercesine, çapaların ağzından geçti.
Egenin tatlı lodosu ile dalgalanan pancar yapraklan üzerinden kulaklarına süzülüp gelen korna sesi içlerini serinletti. Bu, her günkü gibi kir Spiro’nun taksisiydi. Öğle vakti kasabadaki mağazasını kapayıp,çapacılara on somun, iki kilo peynir, bir gaz tenekesi su getirmeyi, ödediği gündekilerin üzerine “Bunlar da benden” gibilerden hesaplardı.
Karığını sona erdiren her çapacı, çapasını tarlanın başına, yeni yerine dikip, öğle sıcağının verdiği baygınlık ve çapalamanın kollarına düşürdüğü yorgunlukla ağır ağır sallanarak, tarlanın kuzey ucunda bulunan plâtformanın gölgesine çekildiler. Gruplaştılar. Sofralaştılar. Su içtiler, somun yidiler. Peynir yidiler. Evlerinden getirdikleri zeytinleri, tahin helvalarını yidiler. Ayşe de su içti. Yidi somun. Helva yidi, peynir yidi. Zeytin yidi. Karnı doydu, ağzının acısı gitti, başının sıcağı. İçinden: “Bunlar gider” dedi. “Açlık gider, susuzluk biter de kalb acısı ne gider, ne biter. Koca Selim’im benim Hiç sen Ayşe’nin kalbinden çıkar mısın? Küçük yavrum, Erdoğan’ım. Sen ananın biricik yavrususun. Kim bilir ne kahırlar yağdırırsın komşu annene?”
Ayşe küçük Erdoğan’ını sabahın köründe bırakır komşusu Hacer yengeye. Akşamlan alır. Ancak gece olur yavrusuyle Ayşe. Dert yanarlar ana-oğul birbirlerine, uyuyana dek. Küçük Erdoğan hep sorar, annesi karşılık verir. “Anne, babam nerede? Gemilerde. Gelecek mi? Gelecek. Ne zaman? Yarın mı? Hayır. Bizim dere yolundan mı gelecek? Hayır. Hangi yoldan gelecek? Kasaba yolundan. Bana ne getirecek? Her şey. Çukulata da getirecek mi? Elbette…” Sorularının sonuna ermeden her gece, uyuyuverir annesinin kollarında Erdoğan. Ve gecenin yalnızlığıyle baş başa kalır Ayşe.
Ayşe koştu çalılıklar içine, boşalmak için. Araladı uzun, yeşil otlan, yaptı işini. Bir rahatlık doldu damarlarına. Otlara, çalılara, ötüşen kuşlara döktü içini Ayşe:
“Baharı, yazı hiç anlamam. Güzü, kışı hiç… Köyümüz, tarlaların güzellikleri gelip geçerler gözümün önünden yaşamımca. İsterim de, daha doğrusu hiç anlıyamam. Görürüm sadece, gelirler kasabadan kamyon dolusu, taksi dolusu insanlar. Çınarların, çamların altlarına serilirler. Dolu çınarı vardır bizim köyün. Hele çayın iki yakasındakiler. Kocaman kocaman. Sabahtan akşama kadar karınlarını doyururlar gelenler. Çevirme çevirirler ateşlerde. Kokusu, kekikli yamaçlara yayılır. Evlerimizi doldurur bu koku. Çevirme kokusu. Ne hoş olur bizim çayın çevirmesi bir görseniz. Çocuklarımız koşarak seyretmeye giderler. Büyükler de dayanamazlar. Uzaktan uzağa onlar da göz ederler. Onlarsa çevirmeleri yiyip, birayı içip, çayın köpüklü, cam gibi parlak sularına dalarak tendiriz etlerini serinletirler. Su topu oynarlar, Salıncakta sallanırlar. Yaşlıları, bacaklarını dizlerine kadar suya sokarlar, yüzlerine su serperler. Küçükleri de çimerler doyasıya. En sonunda bir de horo (horon) teperler kol kola verip. Bir bahar boyu sürer gider bu. Sen, çalı! Çalı iken çalı… Dik dikenlerini dalların boyunca. Sen ot! Ot iken ot, aç çiçeklerini, arıların imrendiğince. Hey kuş! Sen öt, ötebildiğince. Katılın doğaya payınızca”
Keskin bir taksi düdüğüyle kendini topladı Ayşe. Kir Spiro diyordu:
“Ben mağazaya gidecek şimdi. Siz çapaların başına… Akşam saat altı. Ben sizi plâtformada koyup götürecek köyde.”
Taksinin yaptığı toz bulutundan sıyrılan çapacılar, çapalarının başına geçtiler.
Dudaklar yerine ellerin çalıştığı bu koca pancar tarlası, düşünenlerin umutlarının çapalandığı bir çiftlikti. Ilımlı esen Ege yeli, temellerdeki allı-aklı gelincik çiçeklerini boyunlarından eğdirerek, çapacılara selâm verdirmekte; pancarlıkların, pamuklukların yeşilliklerini doyasıya okşıyarak kendini Rodoplann koynuna koyuvermekte.
Çapacılar çapalarının başında.
Çapacılar karıklarının başında.
Karıklar uzun
Yel, ılık, buğulu
Ayşe sıcak, terli.
Rodoplar bulutlu.
Ayşe’nin köyü uzakta.
Selim denizlerde.
“Ellere çektiren, elleri güldüren tarla. Hiç mi gururun yok senin? Elleri nasırlaştıran, ellere öğün olan tarla. Şimdi, yeşim yeşim pancar kokarsın. Kadın kokarsın. Gelincik kokarsın, gelin kokarsın. Ayşe kokarsın, Fatma kokarsın. Mehmet’in, Hasan’ın, Selim’in yok mu senin? Neden Mehmet kokmazsın, Selim kokmazsın? Hiç mi onurun yok senin? Elleri nasırlaştırman kime, boğum boğum öğün olman kime?” Ayşe’nin bu düşüncelerini çapa çatırtıları arasından gelen bıçak keskinliğinde bir inilti kesti. Dönüp arkasına baktı. Fatma, uzanmış boylu boyunca karığa. Çapası bir yana düşmüş. Son aylarda ağırlaşmıştı. Geriden çapalardı. Kir Spiro hiç istemezdi onu. ‘Fatma gelme. Gebesin. İşinden ne olacak senin?” derdi. O, “Olmaz kir Spiro. Çapalarım. Başa baş çapalarım. Yeter ki evdeki tosunumun karnı doysun.” Ama günleri yaklaşmıştı. Ayşe koştu. Birkaç arkadaşı yardım etti. Fatma’yı bir kavak ağacının gölgesine uzattılar. Islak bezle yüzünü, gözünü, boynunu başkalarını serinlettiler. Fatma gözlerini açtı. “Sancı Ayşem; kardaşım sancı.” dedi. Ayşe Fatma’nın yüzünü yellendirdi. Bileklerini ovdu. Azıcık su içirdi. ‘Tamı tamına kaç aylık kardaşım” diye sordu. “Sekiz” dedi Fatma. Kendine gelmeye çalışan Fatma arkadaşlarına “Gidin.” dedi. Gidin, iş başı yapın. Tam ederim ben bu karığımı sizinle, Hele azıcık soluklanayım. Dağılıversin sancım.” Çapacılar çapalarının başına geçtiler. Durmadan çapaladılar. Fatma’nın sancısı hepsinin oldu. Dilleri çözüldü. Gönülleri okşayan düşüncelerine daldılar: Ayşe – Ah! Selim’im çıksın denizlerden, gelsin yanıma. Hiç durucu değiliz. El gözünü bakmak niye? Ele pancar çapalamak niye? Geçer gideriz Meriç’ten öte. Buluruz elbette içilecek suyu, yinecek ekmeği olan yer, hayırlısıyle. Demişti Selim’im: “Ayşem, dayan iki yıl. Bizi bir edecek, içimize özgür hava dolacak yerlere kavuşuruz elbette.” Hatice – Uç yıl oldu, Almanya’da. Yüzüne koca yılda üç haftacık kavuşmak ne acı. Ölüm bana. Bir de, o demir tozu kokusu, sinmiş mi güzelim tenine.Yıkım kocama. “Hele sabret, sonunda yüzüm gülecek Hatçem.” demişti, bu gelişinde. Zeynep – Tersane, tersane, tersane!… Yidi içimi. Geminin küflü boyalarını söken kum piştoleti içime sıkılıyor sanki. Ama ne dersin kardaşım, “Parası çok tersanenin Zeynep. Çift vardiya yaptın mı tam sekiz yüz drahmi gündelik. Aldığımız arsanın parasını nasıl tam ederiz. Tütün eksen, parası ne ki? Emeğin, ele doyum. Irgatlık daha paralı. Daha önce kurtarır bizi.” demişti, Hasan’ım. Ayşe daha güçlü vurdu çapasını toprağa. “Vurun arkadaşlarım, kazın kardaşlarım. Bitsin şu iş. Bitsin şu pancarın işi. Bitsin şu kir Spiro’nun işi.” Daha hızlı, daha güçlü vurdular karıklara, toprak dağıldı pancar köklerinin yanlarına. Durmadan karıkları çapaladılar. Akşamı, ter, su içinde ettiler.
Çapacılar artık yoruldular.
Güneş bulutlardaki son kızıllığını toplarken batının derinliklerine, kir Spiro çıkageldi. Karığı başa çıkan çapacı, çapa omzunda plâtformaya koştu. Yıldızlı bir bahar gecesiyle, köy meydanında oldu çapacılar. Tek tek “Kalinikta22 kir Spiro” diyerek evlerine daldılar.
Ayşe de “Kalinikta kir Spiro” diyerek evine döndü. Küçük Erdoğan’ını yatağına yatırdı. Yorgunluk dolu gününü odasına doldurdu. Yatağına serildi ve kendini gecenin uykusuna bırakıverdi.
(Öğretmen dergisi, sayı:35, Eylül 1977)