Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Arasat Meydanı», sayfa 2

Yazı tipi:

4

Sabahleyin Şege şangır şungur seslerden uyanıverir. Çay içerken tartışmakta olan babasıyla anasıymış meğerse. Eski âdetleri işte. Şege, hiçbir şey duymak istemeyerek yorganıyla başını iyice örter, fakat sofra başındaki tartışma kesilecek gibi değildi, hatta daha da büyümekteydi.

– Gülcan! Git, dedi, babası. Git, Fahreddin’in evinden bir parça şeker getir. Yarın pazarcılar gelince iade ederiz.

Gülcan, bu evdeki beş kızın en küçüğüydü. Şege’nin kız kardeşi olur kendileri.

– Gitmeyecek, dedi, annesi. Hey, kız, sakın kıpırdama. Köy yöneticisi oldum diye, sen çizme dikmeye utanırken, yöneticinin karısı ve kızı olarak ev arasında şeker istemeye biz de utanırız. Gitmeyecek…

– Hey, insafsız, sen değil, çocuk getirsin diyorum ya… Babasının alışılagelen cırtlak sesi tekrar gelmeye başlar.

– Gitmeyecek, der annesi. “Hükümet yoksullarındır” deyip, her gün boğazını yırtıyorsun. Bir şey olsa hemen baya (zengine) doğru koşuyorsun. Öyleyse senin kendi başına bir yönetici olarak aldığın kararın nerde?

Annesi; esmerce gelen, iri kemikli, ağırbaşlı bir kadındı. Soğukkanlı bir biçimde söylediyse de sözleri pek ağırdı.

Şege, yorgan altından kendi kendine güler. İşte, tam da böyle bir anda ne diyeceğini şaşırmış olan babasının sinirden kıpkırmızı kesilmesini, öfkeyle bakan gözlerini, dikleşen saçlarını hayal eder. Böyle ivediliği yüzünden halk babasına “Cıyaklayan Şarip” diye lakap takmıştı.

– Hey, edepsiz! Diye ciyak ciyak bağırdı bir süre sonra babası. Ne diye saçmalıyorsun. İstiyorsak, yoksul olduğumuz için istiyoruz ya… Yoksul olmasaydık bize kim destek verirdi?

– İyiliği, bütün desteği o mühür mü yani şimdi, erken doğmuş çocuk gibi duvara astığın? Ne hayır gördük ki o mühürden? Yönetici oldum diye, mesleğini bir kenara bırakıp sen geziyon ortalarda kibirlenip. Kara su içerek biz oturuyoruz, kocamızın eli mühür tuttu, diye sevinip. Şimdi, şeker yerine o mühürü ısırarak iç işte çayını…

Şege yorgan altından kıs kıs güler.

– Kes! Edepsizin neslinden olan… Çek! Çek dilini mühürden! Deyip, bas bas bağırmaya başlar babası.

Çocuklar da korkarak bağırmaya başlayınca, Şege hemen yerinden fırlar.

Tam da düşündüğü gibiymiş. Zayıfça gelen babası, elinde küçük bir kutuyla annesinin üstüne doğru yürümekteymiş. Şege ikisinin arasına girerek engel olmaya çalışır.

– Edepsizin neslinden olan şey, mühüre dil uzatma, diye, kaç defa söyleyeceğim sana. Köyünle möyünle, malınla hayvanınla yok olasıca seni… Anladın mı?

– Anladım, sakin ol. Çayın soğudu, otur da çayını iç, deyip, kaşlarını çatan annesi, esmer yüzü bozarıp kızararak çay sandığına doğru döner. Çay sandığından parmak başı kadar sarı şekeri çıkararak, sofraya bırakır.

– Eyvah, eyvah! Deyip, babası zor bela kendine gelir. Bu kadınlar bile başımıza çıkar oldu. Gücüne bakmaksızın mühürle alay ediyorlar. Eğlenecek şeyi bulmuşsunuz bakıyorum…

Babası parmak başı kadar o sarı şekeri, “kıt” diye dişleyerek çay konmuş çemberli kâseyi eline alır.

Şege dışarı çıkar. Dışarıda buz gibi, soğuk rüzgâr esiyordu. Sonbaharın sabah soğuğuydu. Doğuda gökyüzü bulutlarla kaplıydı. Güneş doğmuşsa da görünmüyordu. Soğuktan titreyen kadınlar develerini otlağa doğru götürüyorlar. Kuyu tarafta birisi kovasını tangır tungur yaparak kuyudan su almaya çalışıyordu. Onun öbür tarafında ise ak tazısını yanına alarak dağa doğru yalnız bir atlı adam gitmektedir. O, ava gitmekte olan Bulış idi. Jadakay’ın dünkü anlattıkları aklına gelince, köyün dışına doğru yönelen Şege, kendi kendine gülmeye başlar.

Bulış, herkesçe tanınan ünlü avcılardan biridir. Otuzlu yaşlara gelmiş olgun bir delikanlıdır kendileri. Balkıya, onu sevmeyip de kimi sevecektir. Üstelik Bulış artık duldu. Bundan iki sene evvel karısı vefat etmiştir. Evet, fakirdir. Yalnız bir adamdır. Evi işte, biraz ötede, köy kenarında ayrı duran eski keçe evdir. İhtiyar bir anası vardır.

Kara küheylanına binip, ak tazısını yanına alan Bulış, güney taraftaki kararan büyük tepeyi aşarak gözlerden kaybolur. Gittiği yön, Sarıbay’ın kumudur.

Ah, keşke Şege de bu Bulış dibi delikanlı olabilseydi… İşte, o zaman görürdü Hansulu’nun nasıl havalandığını. Yünden yapılmış kaftanının önünü sıkıca kapatarak köy kenarında duran Şege, derin bir iç çeker. Şu duran eskimiş keçe ev, Şege’nin evidir. Karşı tarafta köy ortasında göz kamaştıran büyük beyaz ev ise Hansulu’nun evi. Dışarıda kazığa bağlı asil bir kara doru at durmaktadır. Bu at Hansulu’nun atıdır. Onun atı bile soyludur.

– Geliyor! Geliyor! Diye, köyün otlak tarafından birilerinin bağırdıklarını duyar Şege. Meğerse Kozbağar’mış gelen. Biraz evvel otlağa doğru ilerleyen koyunların peşinden gitmekteydi. Şişmanca gelen genç oğlan, ayı gibi ağır ağır hareketlerle köye doğru koşmaya çalışıyordu. “Bu da ne acaba?” demeye kalmadan epey ilerideki Karauıl (Karaköy) tepesinin kuzey yamacını geçerek turnalar gibi dizilen bir kervanın gelmekte olduğunu görür. Bu, şehre giden kervanmış dönmekte olan. Kervandakiler, Temir’deki pazara giden iki köyün adamlarıydı.

–Hey, hey, Hansulu, Hansulu! Baban geliyor, baban! Deyip, sanki kendi babası pazardan geliyormuşçasına Kozbağar, ileri geri koşuşturup duruyordu. Tabanları parıl parıl parlıyordu. Kozbağar, Fahreddin’in hayvanlarını güderdi. Allah’ım, Ya Rabbim! Buna rağmen, o bile Hansulu’dan ümitliydi.

Kozbağar’ın sesini duyan bütün köylüler dışarı çıkıp, etrafa göz atmaya başlarlar. Çoluk çocuk bağıra çağıra kervana doğru koşmaya başlar.

Hansulu da evinden dışarı çıkar. Güzel ve derlitoplu giyinmişti. Gri renkli ithal pantolon, beli büzgülü kırmızı kadife yelek, yüksek topuklu çizmelerini giymişti. Başında puhu kuşunun tüyü takılan kunduz deri şapkayla elinde kamçısı vardı.

Önünde ileri geri koşturup duran Kozbağar’a doğru hiç bakmadan, düm düz atına doğru ilerler. “Rus subayları gibi şu kızın dimdik duruşuna bak hele,” diye, Hansulu hakkında, Kıykımbay’ın dedikleri gelir Şege’nin aklına.

Şege, Hansulu’nun zayıfça gelen düzgün ve zarif görünüşünden gözlerini alamadan derin bir iç çeker.

Yerinde duramayan hareketli atına atlayan Hansulu, köy çocuklarının peşinden Karauıl taraftaki tepeye doğru hızla koşmaya başlar.

Atının yelelerine doğru biraz eğilerek, kaşlarını çatmıştır.

Altındaki kara küheylanı âdeta ayakları yerden kesilmiş gibi uçuyordu. Karşıdan uğuldayarak esen rüzgâr, güler yüzlü, buğday tenli, göz kıyığının ucu çekikçe gelen, alımlı, güzel kızın gözlerini yaşartmıştı. Fakat o, her şeye rağmen küçücük burnunu sıkarak, gözü öne doğru dümdüz dikerek dörtnala koşmaya devam ediyordu.

Hansulu’nun hızlı koşan atı çok geçmeden köy çocuklarını arkada bırakarak, sarı dağ yamacını aşarak gelen ağır yüklü, birbiri ardına dizilen kervanın önünü keser. Sakalları birbirine karışmış, yüzü gözü toz içinde kalan, gözleri kızararak şişmiş olan yol yorgunu yolcuların içinden ilk olarak babası Fahreddin’i arayan Hansulu, onu göremez. Kervanın başında ağabeyi Ezbergen’in olduğunu görür. İri yarı gelen Ezbergen’in yüzü, eskisinden de kabalaşmış gibiydi. Kaba yüzünü seyrek sakallar kaplamıştı.

– Evet, Hansulu, iyi misiniz? Der, Ezbergen yüzü asık bir şekilde.

– İyiyiz. Babam nerde? Der Hansulu. Nedendir bilinmez, ama Ezbergen ağabeyinin kızarmış gözleri pek sert bakmaktaydı. Yüzünden düşen bin parçaydı. Ezbergen gür sesiyle sakince.

– Labak Ahun’ınkine doğru dönmüştü biraz önce… Der, Kervan, hızını kesmeden Hansulu’nun yanından geçiverir.

Bu sefer Hansulu, yerinde duramayan koyu doru renk atının başını batıya doğru çevirir. Kara küheylan pelinli ovada ok gibi koşmaya başlar.

Hızla koşan Hansulu, önündeki tepeye çıktığında, biri deveye, diğeri ata binerek yan yana gelen iki yolcuyu görür. Kara aygıra binen babasını uzaktan hemen tanır. Yanındaki ak deveye binmiş olan, beyaz kaftanlı, başına beyaz sarık sarmış olan, tabii ki, Labak Ahun idi. Labak Ahun, bu köyün şeyhidir ve köy çocuklarını okutur. Jılıbulak’ta1 mescidi vardır. Hansulu okuma yazmayı ondan öğrenmişti. Çok okumuş görmüş, ulema bir kimsedir kendileri. Sayısız kitapları vardır. Üstelik o, dünyanın birçok destanlarıyla uzun manzum şiirlerini ezbere söyleyebilen ozandı.

Babası Fahreddin, geniş omuzlu, iri cüsseli, saçı sakalı kırlaşmaya başlamış, iri çeneli, güzel gözlü, yakışıklı adamdı. Atından inerek selam veren kızını, atının üzerinden eğilerek, şefkatle uzun uzun sever. Hansulu’dan önce Ali, Kali adlı iki oğlu olmuştur babasının. İkisi de çiçek hastalığından ölmüştür. Onlardan sonra dünyaya gelen Hansulu’yu babası oğullarından eksik görmemiştir.

– Güzelim, nasılsınız? Der heyecanla sesi titreyerek. Merhamet dolu büyük güzel gözleri yaşarır. Büyükçe gelen burnu kızarıp biraz şişmişti. Üşütmüş gibidir.

Hansulu, merakla babasının gözünün içine bakarak.

– Babacığım, hasta mısınız?

– Hayır, güzelim, der babası. Sanki kızından bir şeyler gizler gibiydi.

İkisi, ak devesiyle hızla ilerleyerek öne geçen ve pek zayıf olan Ahun ihtiyara koşturarak ulaşırlar. İhtiyar yüzünü dönmeden tane tane:

– Ee, kardeşim Fahreddin, “Zora, beylerin borcu vardır,” demişler ya. Yöneticilerin yakaya yapıştığı bellidir. Temir’de duyup öğrendiklerin işte, o felaketin başı oluyor, lakin görecek hikmetlerimiz daha önümüzdedir, diye sözünü toparlar.

Altındaki çift hörgüçlü ak devesi, boynunda tüyleri dalgalanarak yavaş yavaş koşmaktadır. Yol boyunca Ahun, sözlerini şiirleştirerek çok konuşur. Dünya âlem yaratıldığından başlayarak, bu güne kadar olan biten her şeyi ve her hikmeti “Allah’ın işi, Allah’ın emridir,” diye anlatır. Hansulu’nun anladığı kadarıyla babası, gittiği pazardan kötü haber getirmiştir. Hükümet zenginleri yine sıkıştırmaya başlamış gibiydi. “Jayındı’daki Şoşa yakalanmış, yarın kimi ele geçireceklerini bir Allah bilir,” diyordu, köy büyükleri.

5

Bugün köy, bir bayram günü gibi şendi. Pazara götürdükleri hayvanlarını giyecek, şeker, çay, un gibi yiyecek ve giyeceklerle değiştiren köy erkekleri, geri dönmüşlerdi.

Halk, Fahreddin’in yüksek duran büyük misafirhanesine toplanıp, Labak Ahun’un öğüt ve nasihat dolu manzumelerini sessizce dinliyordu. Evin ortasındaki dökme demir tavada közlenmiş kor ateş yanmakta, o ateşten küçücük bir alev, dudağı biraz büzülmüş olan Hansulu’nun zeytin gibi gözlerinde de parlamaktaydı.

– Helal olsun be, ağzınıza sağlık! Diye, coşarak bağıran Şarip, Ahun’a iltifat etmekteydi.

Evin başköşesinde oturan zayıf, saçı sakalı bembeyaz, kurumuş ağaç gibi olan ihtiyar Ahun, bunun üzerine elindeki dombırasını daha bir coşkuyla çalmaktaydı. Fahreddin ise derin düşüncelere dalarak, sessizce dinlemektedir.

Vefasız yalan dünya, kimlerden geriye kalmamış ki… Taa, Âdem babamızdan türeyen insan neslinin nice soyluları, dünyayı titreten Süleyman gibi padişahları, İskender gibi kahramanları, Lokman Hekim gibi ulemaları, Ez Janibek gibi hanları, Asan Kaygı gibi dertlileri, Ayteke, Töle, Kazıbek gibi biyleri2, onun bu tarafında, dünkü Kalmuk döneminde Kazakları düşmana kaptırmayan ve şu halkın arasından çıkan Barak gibi kahramanlar bile, bu yalan dünyada rahat edememiştir, hiç kimse de gün yüzü görmemiştir der Labak Ahun.

– Yaşa be, durma, devam et, bastır! Diye, coşan Şarip, âdeta ata binmiş gibi yerinde duramayarak, Ahun’a doğru yanaşıverir. “Vay be, şu eskilerin sözlerine de ne demeli…”

Kaşlarını çatarak somurtan Ezbergen, vıdı vıdı yapan Şarip’ten rahatsız olduğu için ona kötü kötü bakar.

Labak Ahun, coştukça coşarak dombırasına atılıyor, öğüt veren sözlerini yağmur gibi döktürüp, dolu gibi yağdırmaktadır. Bunları duyan Şarip de havalanarak:

– Vay be, bastır, acıma… Diyerek, bağırmaya başlar.

Manzumeler tamam olup, akşam çöküp, ortaya tabak tabak yemekler gelince, Hansulu da biraz dinlenmek isteyince yavaşça dışarı çıkar.

Dışarıda rahatça nefes alınabilecek güzel bir akşam çökmüştü. Karanlık gecede gökyüzü yıldızlarla donanmıştı. Hayvanlarını yerleştirmiş olan köy halkının ocaklarında, ateşler yanıyordu. Her taraftan yayılan duman ve tüten tezek kokuları gelmekteydi.

Böyle sakin ve güzel akşamı kahkahalarıyla doldurarak, köy ortasında bir sürü kızla delikanlı, “ Sokır teke”3 oynamaktaydı. Hansulu, çocukluk günlerini düşünerek, kalabalığa doğru ilerler.

– Hansulu…

– Hansulu geliyor…

– Hansulu “Körebe” olsun! Diye, kızlar bağrışmaya başlarlar. Delikanlıların içinde Şege, Kozbağar, Jadakay’lar da vardı. Şege’nin kendinden sonraki kız kardeşi Balcan, Hansulu’nun yanına gelip, gözlerini bağlar. Gözleri siyah eşarpla bağlanınca, Hansulu hiçbir şey göremez olur. Balcan Hansulu’nun elinden tutarak onu ortaya getirir ve durduğu yerinde hızla döndürerek:

– Körebe sesime gel! Diyerek, kendisi yanından hemen kaçıverir. Hansulu kıkır kıkır gülerek iki eli havada, olduğu yerde kalakalır. Ayağına topuklu çizmeleriyle pantolonunu giyen, selvi boylu, ince belli Hansulu, kunduz şapkasındaki uçuşan puhu kuşu tüyleriyle daha bir güzelleşmişti. Gülerken parlayan bembeyaz dişleri, inci gibi göze çarpıyordu. Hansulu, etrafını çevirerek kıkırdayan gençlere doğru ellerini uzatarak yakalamaya çalıştıkça, gençler kahkaha atarak kaçışıyorlardı. Özellikle, ayı gibi cüsseli Kozbağar’ın kahkahası kulağa çok kaba gelmekteydi. Rahat hareket eden Hansulu, onun susmak bilmeyen kahkahalarını takip ederek, sonunda yumuşacık bileğinden yakalayıverir. Kıkırdayarak gülüp, kaçmaya çalışmasına fırsat vermez. Elini bırakmaz.

– Tamam, tamam!

– Yakaladı. Şimdi Kozbağar, sen “Körebesin!”

Kozbağar kıkır kıkır güler. Hansulu siyah eşarpla Kozbağar’ın gözlerini bağlar.

– Körebe sesime gel!

– Eyvah! Bu bizi mahvedecek…

Kozbağar ağır hareketlerle iki elini uzatarak ileri doğru atılır. Jadakay âni bir hareketle sessizce Kozbağar’ın yürüyüşünü taklit ederek peşine düşer. Ötekiyse hiçbir şeyin farkında değildi. Çocuklar kıkır kıkır gülüşmeye başlarlar. Jadakay Kozbağar’ın yumuşak kalçasına bir çimdik atar atmaz, kaçmaya başlar.

– Eyvah! Diye, Kozbağar çığlık çığlığa bağırarak elini öne doğru uzatır, ama kimseyi yakalayamaz.

– Hey! Arkandan yine yaklaşıyor, der, Şege. Ağzı yanan Kozbağar, aniden etrafını yoklamaya başlar. Millet gülmekten kırılır. Hantal ve ağır hareket eden Kozbağar’ın eline kimse geçecek gibi değildi. Coşan gençler de zaten bunu istiyorlardı. Ayı gibi beceriksiz Kozbağar’ı ite kaka dürtüp, kaçıp, onu iyice yorarlar. Kozbağar kan ter içinde kalsa da gülmekteydi. Gözleri bağlı, hiçbir şey görmüyordu. Kahkahaları takip ederek koşturup duruyordu. En sonunda birini eline düşürmüştü ki, kızlar çığlık atmaya başlarlar. Zayıfça gelen ince bileği tutar tutmaz kendine doğru çekince, burnuna güzel, mis gibi bir koku gelir. Kız imiş… Kozbağar’ın da istediği buydu. Heyecanlanmaya başlar. Boğuşarak:

– Hi, hih, hih! Diye, kıkırdayarak, eline geçen nazik kızı mıncık mıncık yapıp kucaklayıverir.

– Vay, delikanlı, gökte aradığını yerde buldun işte, bırakma, diye, kışkırtmaya başlar Jadakay. Bu arada Kozbağar’ın kucağındaki kız çırpınıp debelenerek kurtulmaya çalışmaktaydı. Etraf gürültüden geçilmiyordu. Kozbağar’ın omuzundan vurarak: “Bırak!” diyen, kızlar onu her yandan çekiştirmekteydi. Bir kızı kucağına alan Kozbağar onları ne yapsın, umursamıyordu bile.

– Hi, hih, hih! Diye, gülmekteydi Kozbağar. Kızın güzel kokulu boynuna yapışmış, öpüyor mu, ısırıyor mu, belli değildi.

– Bırak, diye, kucağındaki kızın sesi pek şiddetli çıkıyordu. Bir ara burnunun ortasına “Pat!” diye, sert bir yumruk iner. O anda kucağındaki kızın Hansulu olduğunu farkeder. Ödü patlayan Kozbağar, kızı bırakıverir.

– Yaşa be, rençper, diyen Jadakay kahkahalar atarak, gülmekten yerlere yatıyordu.

– Şerefsiz, alçak! Diyen Hansulu, gözyaşlarını tutamamıştı. Tam da o sırada gökten düşmüş gibi Ezbergen çıkagelir. Sağ eliyle Kozbağar’ı, sol eliyle Jadakay’ı yakalar. Göz açıp kapayıncaya dek, iki delikanlıyı bir çırpıda yere vurur. Demir gibi güçlü kollarıyla, Jadakay ile Kozbağar’ı koç gibi birbirine çarpıştırır. Etraftaki çocuklar çil yavrusu gibi dağılıp kaçışırlar. Vuruşup çarpışırken Ezbergen’in pençelerinden sıyrılarak kurtulan Jadakay, geniş bozkıra doğru hızla kaçmaya başlar.

Bir ağacın dibinde saklanmaya çalışan Şege’ye çarpar.

– Ne oldu? Der, Şege.

Jadakay kaçmayı sürdürürken:

– Acımadı, ötekini de öldürmek üzeredir.

– Gel, ayıralım…

– Deli misin? Acımaz, öldürür.

Jadakay yerinde duramayarak kaçmaya devam eder.

– Ağabeyciğim… Ölüyorum! Diye, bağırarak ağlayan Kozbağar’ın sesi gelir uzaklardan.

– Bu pisliğin kudurmasına bak hele… Al sana… Al sana… Diye, Ezbergen Kozbağar’a acımadan vuruyordu.

Şege, hızla koşarak gelip Ezbergen’in sırtından kuvvetli bir yumruk indiriverir. Böyle âni bir darbeyi beklemeyen Ezbergen, neredeyse yere düşecek gibi sendeler.

– Tuh… Mezarını… Bu da kim? Diye, ardınca hemen kovalamaya başlar. Tez canlı Şege, tilki gibi kurnazca kurtularak tutturmaz. Şu kantarın topunu kaçırdıklarını, ya da oyundan ot çıkabileceğini acaba Şege hiç aklından geçirmiş miydi? O ateşte başkası değil, Hansulu ikisinin yanacağını o anda keşke bir bilebilseydi.

Derken, köy içinden bir gürültü kopar. Çok acı bir şekilde bağıran kadın sesi gelir. Hem de öyle bir kadın sesidir ki, neredeyse kızılca kıyameti koparmaktaydı. Bu, Torka Nine’nin sesiydi. Kozbağar’ın anası olan aksak kadın Torka’nın çığlıklarıydı.

– Nerdesin, eyvah, kahrolası, Ezbergen! Nerdesin? Diye, haykıran aksak Torka rüzgâr gibi eserek geliyordu. Kendisi küçücük olsa bile, çok asabi bir kadındı. Şarip’ın biricik bacısıydı kendileri. Demin, “Ezbergen çocuğunu dövüyor,” dediklerini duyunca, hemen maşayı eline alır almaz dışarı fırlamıştı. Eşikten geçerken kapıya kafasını çarpınca başındaki örtüsü de düşmüştü. Onu bile önemsemeden koşturmuştu olay yerine doğru. Kocası Uap, demirle uğraşmaktan başka hiçbir işle ilgilenmezdi. Tam bir sarraftı. İyi de bir ustaydı. Bu yüzden düşmanıyla savaşmaya aksak Torka’nın kendisi tek başına çıkmıştı. Karanlıkta gizlenerek hızla kaçan iki kişiyi görerek Torka Nine daha da sinirlenmişti.

– Lanet olsun, Ezbergen! Dur, kaçma! Sen kimi ezmeye çalışıyorsun? Çık ortaya, gerekirse elinde can veririm, çık diyorum! Diye, bağırıyordu, fakat Ezbergen karşısına çıkmamıştı. Torka Nine’nin öfkesinden korkarak kaçması da bir olaydı zaten. Aksak ihtiyar kadın bunun üzerine daha bir güçlenerek ortalığı iyice birbirine katar:

– Dur bakalım, sana gününü gösteririm, hakikaten Sovyet yönetimi varsa, senin gibi eşkıyanın kökünü kurutacağım! Diyerek, haykırır.

Tozlu ve kuytu bir yerden Kozbağar’ını bulur. Hıçkırarak ağlayan evlâdının elinden tutan Torka Nine, sinirlenerek evine doğru gelir. Koza kadar evinde küçücük gaz lambası yanmaktaydı. Uzunca boylu kocası sarraf Uap, döşeğinin içinden biraz dışarı sıyrılarak, ucu sarkan bıyıklarıyla iki avurdunu oynata oynata onu beklemekteydi. Kendince sinirlenmiş gibiydi. Tor-ka Nine, gaz lambasının ışığına çocuğunu yaklaştırarak yüzüne bakar bakmaz çığlıklar atar, bağırıp çağırarak ortalığı ayağa kaldırır. Kozbağar’ın burnu parçalanmış, kaşları yarılmış ve şişmişti. Burnundan akan kanlardan bütün göğsü kıpkırmızı kanlar içinde kalmıştı.

– Eyvah soyun tükenesice… Ezbergen nerdesin? Öfkesinden, tekrar ayaklanarak, kapı önünde duran kendinden büyük havan sapına yapışır Torka Nine.

Haydut gibi cüssesiyle zavallı Uap, yerinden zar zor kalkar.

– Boş versene, kimleri yok edeceğini sanıyorsun, deyip, iki avurdunu oynatarak dağılan saçlarına bakmaksızın kapıya doğru yönelen küçücük karısının önünü kesmeye çalışır. Karısı ise daha da hiddetlenip elini kolunu sallayarak:

– Mahrum kalasıca… Çekil yolumdan, eyvahlar olsun! Bağırtısıyla asabileşerek çocuğunu çekiştirip, bağıra çağıra evden dışarı çıkar. Bütün köyü ayağa kaldırarak, dümdüz Ezbergen’in evine doğru ilerler.

Ezbergen’in evinde ışık yoktu. Uyudukları belliydi.

– Lanetler olsun, Ezbergen, gerçekten erkeksen çık buraya! Sana dövüşmek nasıl oluyormuş göstereyim, çık!

Aksak Torka içeriden kilitlenmiş olan çift kanatlı tahta kapıyı elindeki havan sapıyla dövmeye başlar. Böyle yapacağına, niye bi defada öldürüvermedin şu çocuğu? Kahrolası… Al da öldür şimdi!

Torka Kozbağar’ı silkeleyince, çocuk bir yerlerini kapıya çarpar ve kapı gıcırdar. Bu sefer içeriden Ezbergen bağırır:

– Hey, halayık, uzak durun… Evi yıkacaksınız!

– Kahrolası, yıkmak değil param parça edeceğim… Diyerek, öfkesi başına sıçrayan kocakarı, zıplaya hoplaya, tırmanarak, havan sapıyla eve üst üste vurmaya başlar.

– Kıracaksın… Der, Ezbergen inatlaşarak.

Torka Nine artık iyice asabileşerek yüksek sesle bağırmaya başlar.

– Allah’ın belası, kimse öpmeyecek ha, o kimmiş ki, han kızı mı sanki? Bu da nesiymiş? Öpecek tabi. Öpmek öyle dursun, daha da fenasını yapacak. İşte gör de dur, Kozbağar’ımın tırnağına bile durmaz dişisini, o da neyin nesiymiş? Bu kadar ortalığı ayağa kaldıracak ne olmuş ki? Hey, baskıncı! Çık şuraya bakayım! Senin babanın mezarına… Elini kolunu bağlatarak sürdüreyim seni! Eğer hükümet dediğin varsa, görürsün sen… Irgatları dövebilirler diye bir kanun yok, anladın mı, senin ağzına bilmem ne yapayım… Eyvah! Şarip nerdesin?

Torka Nine, ortalığı velveleye vererek bütün köy halkını ayağa kaldırır. Köyün köpekleri bile durmadan havlamaya başlarlar. Ağıldaki koyunlarla urgandaki develere kadar kulaklarını dikerek, geviş getirmelerini bırakarak, gürültünün koptuğu tarafa doğru boyunlarını uzatarak bakarlar. Ezbergen’in evinin etrafına bu defa büyük küçük demeden köyün bütün insanları toplanır. Keçi gibi inadından vazgeçmeyerek bağıra çağıra ortalığa saldıran ve evi tokmaklayan Torka Nine’yi iki üç kadın kolundan tutarak zor bela yatıştırmaya çalışırlar.

– Sabredin… Anacığım, sabredin… Bir seferlik affedin… Diye, yalvarırlar.

– Bu kavga nasıl çıktı? Hey, anlatsanıza millet!

Çocuklar, deminki olan biten olayları birbiriyle yarışarak anlatmaya çalışırlar. Her kafadan bir ses gelir. Milletin anladığı, bütün mesele, Uap sarrafın uşaklık yapan çocuğu Kozbağar’ın, oyun oynarken Fahreddin’in kızı Hansulu’nun yanağından zorla öpmesiymiş. Kız ağlamışmış. Kozbağar’ın kızda gönlü varmış. Bunun üzerine nazlı kız edepsiz delikanlıya tokat atmış. Tam da o anda, karşılarına çıkan kızın ağabeyi Ezbergen, Kozbağar’ı ayaklarının altına alarak yumruklamaya başlamış. Yüzünü gözünü dağıtarak, kan revan içinde bırakmış.

Fahreddin, bağrışan milletin yanından geçerek gözyaşlarını silmekte olan Torka Nine’ye yaklaşır.

– Yenge, bu defalık bizleri bağışlayın lütfen… Bir köyün insanları değil miyiz? Bir yaramazı terbiye etmeye gücümüz yetecektir sanırım, der. İri cüsseli, güzel kaftanlı Fahreddin, daha sonra kardeşinin evine doğru dönerek:

– Hey, insafsız, bu yaptığın da ne, halkı ayağa kaldırarak, dışarı çıksana! Diye, azarlar.

– Kardeşim, rahatsız etmeyin, gidin… Diye, gürler içeriden Ezbergen. Millet ürperiverir. Kadınlar tarafı çok şaşırarak ayıplamaya başlarlar. Bu millet, oldu olalı köy ağası Fahreddin’e karşı geleni ve birilerinin onun kalbini kırdığını görmüş değildi.

Fahreddin çok sinirlenerek, sendeler:

– Vicdansız, akılla hareket etmek lazımdır. Senin sonun iyi olmayacak, iyi olmayacak… Diyerek arkasını dönüp, evinin yolunu tutar.

Son gittikleri pazardan Fahreddin ile Ezbergen’in kendi aralarında anlaşamayarak tartışmış olduklarını etraftakiler bilmezdi.

Kalabalığın içinde Şarip de vardı. Keçisakallarını ters çevirip ısırarak sessizce beklemekteydi. Millet olanlardan sonra köy yöneticisi olan Şarip’e dönüp, cevap beklermişçesine ona bakmaya başlarlar. Genelde, nerede kavga ve tartışma varsa karışmadan duramayan Şarip, bu defa nedendir bilinmez ama sessizliğini koruyordu. Kadınların sakinleştirmeleriyle biraz kendine gelen Torka Nine, hükümet yandaşı kardeşinin şu sessiz duruşunu görünce:

– Eyvah, senin çenen mi tutuldu ne? Senin hükümet olduğundan ben ne hayır gördüm. Yalnız bacını bu şekilde dosta düşmana rezil edeceğine yöneticiliğe soyunmasaydın keşke, yazıklar olsun sana. Bırakın beni, böyle güne kalacağıma yersiz yurtsuz dolaşarak ölmeyi yeğlerim, diye, iyice sinirlenir.

– Bırak, yapma kocakarı… Gel, eve dön… Diye, bir ses gelir yukarı taraftan. Bu, bıyıkları sarkarak sabırla karısını beklemekte olan uzun boylu Uap idi. Uap, sırık gibi boyuyla eğilerek gelip, uzun kollarıyla karısını kavrayarak omuzuna atar ve evinin yolunu tutar. Torka Nine ise kol ayağı havada sallanarak ihtiyar kocasını omuzlarından vurarak çırpınıyordu ve elinden kurtulmaya çalışıyordu.

– Bırak diyorum sana, mahrum kalasıca… Parçalayacağım diyorum… Bırak!

Millet gülmekten kırılıyordu.

Bir tek pek yakında köy heyetinin başkanı olarak seçilen kunduracı Şarip gülmüyordu. Bir parça sakalını sıvazlaya sıvazlaya bu davanın aslını astarını, davanın arkasındaki sınıf çatışmasını düşünmekteydi.

1.(Ilıkbulak)
2.(kadıları)
3.(Körebe)