Kitabı oku: «Arasat Meydanı», sayfa 3
6
Ezbergen sabahleyin evinin başköşesinde uzanarak çayını yudumlarken, eve aniden kılıcını sürükleyerek bir polis giriverir. Karısı korkudan sıçrayarak ayağa fırlar. Ezbergen, kuş tüyünden yapılmış yastığına yaslandığı halde gelen misafire sert bir bakış atar. Bu, kendisinin tanıdığı idarenin eski polisi Bazarbay değildi, fakat siması tanıdık gelmişti. Kahretsin… Şu, vekil geldiğinde atını bağlayarak yalakalık eden, Majan’ın köyündeki o uşak çocuğa benzemekteydi.
– Hey, sen Bukabay mısın?
Ezbergen eski bir tanıdığını görmüş gibi korktuğunu belli etmeyerek.
– Konuşmayı bırak Ezbergen. Kalk… Giyin!
Çekik gözlü, şişkin yanaklı, esmer adam, sert sesiyle gürleyen yüzü soğuktu. Polisi Şarip’in çağırttığını Ezbergen anlar. Evin başköşesini işaret ederek.
– Ya, çay içelim, yoldaş, otur…
– Kalk, çabuk! Çayı gittiğin yerde içersin, düzen böyle.
Polis, omuzunda sivri tüfek, belinde kılıç, üstüne başına dolamış olduğu kayış kemer, parlayan düğmeleriyle çok soğuk renkli biriydi. Ezbergen’i iyice sıkıştırır. Çatık kaşlı Ezbergen, çizmelerini sinirlenerek ayağına geçirir ve yerinden kalkar. O anda polis, ellerinden yakalayarak kollarını arkaya çevirir. Kayış kemerle iki kolunu arkaya çevirerek güzelce bağlar. Ezber-gen karşı koymaz. Dışarı çıkınca, Şarip’in evinin önünde büyük bir kalabalığı görür. Hepsi bir anda dönerek ona bakarlar. Polis Ezbergen’i oraya doğru sürüklemeye başlar. Ezbergen iyice sinirlenir. Bu köyün ağzı bozuk adamlarıyla kadınları, onunla alay etmek ve aşağılamak için toplanmış gibiydi. Öf! Şu dünyanın haline bak, bu günleri de mi görecekti. Şu köyü bir sopayla düzene sokan Ezbergen değil miydi o bir zamanlar?
Köyün bütün aksakal ihtiyarları Şarip’in evine toplanmışlardı. Ezbergen, kolları bağlı şekilde iri cüssesiyle kapıdan girdiğinde farkettiği şey, evin başköşesinde gözleri fal taşı gibi açılmış ve küçücük bir parça haliyle vıdı vıdı Şarip’in oturduğuydu. Onun sağ tarafında parlayan alnıyla Fahreddin, sol yanında ise ruh gibi, bembeyaz sakallarını yavaş yavaş sıvazlayarak Labak Ahun oturuyordu. Onlardan biraz aşağıda kadınların arasında küçücük Torka Nine’yi de gözü ısırmıştı.
– Vay, geldin mi şerefsiz, der, Şarip hareketlenerek gülüp; “Otursun öylece kapı önünde.”
Şarip’in sözü Ezbergen’e kamçıyla alnının ortasından indirmiş gibi gelir. Ne diyebilir ki? Hiçbir şey diyemeden dudaklarını ısırır. Milletin gözü Ezbergen’deydi. Polis arkasından dürter. Ezbergen iyice bozulur ve somurtarak kapı önüne çöker. Ağabeyinin yüzüne göz ucuyla bakınca, onun da pek keyifsiz olduğunu farkeder.
– Buyur yaz! Diye, yüksek sesle bağırır Şarip, yerinde duramayarak.
Ezbergen kaşlarını çatarak etrafa bir göz gezdirir ve köy yöneticisinin önündeki evrakların, şimdi de onun oğlu Şege’nin önüne doğru kaydığını görür. Şege ise elinde kalemi, babasının ağzına bakarak beklemekteydi. “Tüh, dün gece elime geçmedin, keşke…” der içinden Ezbergen sinirlenerek.
– Yaz… “Tutnak” diye, yaz…
– Yazdım.
Ev halkı sessizliğe bürünür. Dışarıda bekleyenlerin sesi kesilmemişti. Torka Nine bağırıverir:
– Hey, kesin sesinizi bakayım!
Hemen sessizlik çöker, hatta bütün köy sessizliğe bürünmüş gibi olur. Sadece evin dışına örtülen kamışın vızıltısı duyulmaktaydı. Arka taraftan ise rüzgâr uğuldamaktaydı.
– İşbu tutnağı yazma sebebimiz; geçen gün Fahreddin köyünde sınıf çatışması meydana geldi, de… Beyşikeş Ezbergen Musaoğlu, bütün milletin önünde yoksul ırgat Kozbağar Uapoğlu’nu… Evet, yaz… Kozbağar Uapoğlu’nu öldüresiye dövmüştür. Bunun hepsine sebep; yoksul ırgat Kozbağar’ın Beyşikeş Ezbergen’in kız kardeşi Hansulu’ya gönlünü kaptırarak, âşık olmasıymış.
Şege kıs kıs güler.
– Yaz! Ezbergen’in yoksullara zulmederek cefa çektirdiği, haksızlık ettiği sadece bu olay değildir, de… Sovyet yönetimi hakim olalı kendini toparlamıştı, de. Yoksa o güne kadar ağzını açmaya kalkanın payını veren şerefsizin ta kendisiydi, de. Bu zalim çok çektirdi, de. Geçmişte Ibıray’ın hayrına verilen yemekte, aksakallar oturan evden beni, “kunduracının yeri ocağın yanıdır,” diyerek, sürükleyerek dışarı çıkarıp, yün gibi döven kimdi? İşte, şu Ezbergen başkanın ta kendisiydi.
Bu arada Fahreddin başını kaldırır.
– Hey, arkadaş! O, zamanında aksakalların uzlaştırmaları sonucunda sona eren dava idi ya. Tekrar canlandırıp da ne yapacaksın, büyüğüm?
– Peki, öyle olsun, devam edelim. Yaz… Yönetim yoksulun elinde. Yoksul kim? Yoksul, Kozbağar. Öyleyse, Kozbağar’a Ezbergen’in el kaldırması, hükümete el kaldırarak karşı çıkması demektir. Öyle yaz…
Bu arada bekleyen kalabalık huzursuzlanarak, hareketlenmeye başlar.
– Yaz! Irgatlar dövülebilir diye, bir kanun yoktur. O, Mikhail’in zamanı gerilerde kalmıştır. Günümüzde ırgatları dövenlere ceza kanununda madde vardır.
Toplanan halk kendi aralarında konuşmaya başlarlar.
– Yaz! Şarip’in sesi bu arada öfkeli bir şekilde sert çıkar. İşte, o ırgatlara zulmeden zenginleri mahkemelik edecek maddeye göre cezalandırsınlar Ezbergen’i. Kendisini de Sibirya’ya sürsünler. “Giden Dönmez” hapishanesine.
Fahreddin gözleri fal taşı gibi açılır. Korku içinde yanında sakalını avuçlayarak uyuklayan Ahun’a bakar.
Fahreddin’in kendisinden bir cevap beklediğini hisseden Ahun, başını kaldırır, sakallarını elleriyle tarayarak:
– Şarip, bu düşüncenden vazgeç, der, ahenkli bir sesle takvalı tavrını takınarak.
Şarip’in yüzü soğuktu ve yalvarıp yakarmalara kulak asacak gibi değildi. “İnadım inat, adım Kel Murat misali”, inat etmiş bir kere. Kocasının şu sert tavrına sinirlenen Jaybaskan:
– Hey, bana bak! Sibirya’dan başka yer kalmamış mı? Doğru düzgün yaz o tutnağını, saç yerine baş koparma, der, pat diye.
– Yazılmayacak. Bitti… Şege, mühürü getir, der, Şarip daha da inatlaşarak. “Gitsin, utanmaz, kiminle uğraştığını görsün bakalım.”
“Sibirya”yı duyunca kaşlarını çatarak oturmakta olan Ezbergen’in bile gözleri belerir. “Gerçek mi, yoksa şaka mı yapıyor şu?” dercesine, başını kaldırarak gözlerini kocaman açar. Torka Nine de ukalâca davranarak:
– Kahrolası, bugüne kadar yaptıkları da yeter, gitsin Sibirya’ya.
– Tüh, anacığım, insanları şu şekilde birbirine düşürmen yetmiyormuş gibi? Diyerek, bir kadın homurdanır.
Şarip, mührü eline alınca, coşarak, uçacak kartal gibi iki omuzunu kaldırır. Elinde devetabanı kadar mühür.
Kadınlar tarafı korku içinde nefeslerini tutarlar.
– Şarip, hey Şarip, büyüklüğünü göster, dikkatli davranmak lazım, diye sızlanır Fahreddin, ağır vücudunu hareketlendirerek.
Şarip âdeta sağır ve dilsiz kesilmiştir. “Tutanağı” önüne açar ve mühürü ağzına götürüp üfleyerek basmaya hazır eder. Millet sessiz sedasız, donmuş gibi korkuyla ve endişe içinde bekleyişe geçer. Böylece Şarip, şunun bunun lafına bakmaksızın yer masasının üzerinde duran tabak kadar kâğıda devetabanı mühürü hızla getirip “Pat!” diye, basar. Millet sıçrayıverir. “Vay” diye, bağırıveren kadınlar bile olur.
– Hey, güzel Allah’ım!
– Al! Der Şarip, mühürlü kâğıdı polise uzatarak. Düken’e verirsin.4
Ensesi kalınca gelen polis Boğabay, kâğıdı katlayarak yavaşça yan cebine koyar. Cebinin düğmelerini dikkatlice kapatır. Daha sonra Ezbergen’e âdeta boynuzlamak üzere olan boğa gibi bakarak:
– Marş, düş önüme…
Ezbergen kalın yüzü iyice kabararak, yerinden sürüklenerek zar zor kalkar. Kapıya doğru yönelirken Fahreddin’e yine bir göz atar. Ağabeyinin yüzünden düşen bin parçadır. Yere bakarak kara kara düşünmektedir.
Millet “tutuklanan” Ezbergen’i yolcu etmek üzere dışarı doğru akın eder.
– Hey, millet, hiçbir yere dağılmayın… Yemeği burda yiyeceğiz… Diye, seslenir Şarip. Hey, Şege, kalk, şu kızıl koyunu getirip kes.
– Arkadaş, yemek diyorsun, ama yemeğe tıka basa doyduk ya.
Fahreddin ağır ağır hareketlenerek yerinden kalkarken üzüntüsünü gizlemeden dile getirerek.
– Arkadaş, sen darılma, hükümetin işleri ayrı, akrabalık ise ayrı bir şeydir. Öyle değil mi, Ahun ağa? Genelde davet ettiğimizde bile gelemeyen bütün iyi insanlar, bugün bir araya gelmişsiniz, şimdi yemek yemeden gidemezsiniz, der Şarip, bütün iyi niyetini ortaya koymaya çalışarak.
Fahreddin ile Labak Ahun; “Bunun da dedikleri doğruymuş ya,” dercesine birbirlerine bakarlar.
Tam da öğle saatleriydi. Dışarıdaki büyük küçük herkes doğu tarafta uzanan yalnız yola bakmaktaydı. O yol üzerinde atlı bir adam yandaki dağ sırtına doğru bir yayayı önüne katarak sürgüne götürmekteydi. Sürükleyerek hızla koşturtmaktaydı. Yaya adam, koşarken tozu dumana katarak toprağı savurmaktaydı. Bu yaya, “tutuklanan” Ezbergen idi.
Gökyüzünde güneşin ışıklarını engelleyen bulutlar, ortalığa solgunluk veriyordu. Arka taraftan esen sert bir rüzgâr, epey rahatsız ediciydi. Kaftanlarının önünü sıkıca kapatarak, ellerindeki bakır ibrikleriyle köy dışındaki pelinlerin içine doğru salına salına Fahreddin ile sırık gibi uzun boylu zayıf ihtiyar Labak Ahun ilerlemektedir. Pek üzgünler. Fahreddin konuşmadan önce boğazını temizleyerek:
– Ahun ağabey, ne diyorsunuz? Bunun sonu nereye varacaktır?
– Allah bilir. Lâkin zaman çok çabuk değişmiş gibidir kardeşim. Eğer ki birileri düşmanlık taslamıyorsa sorgular, sorgular ve sonunda bırakırlar Ezbergen’i.
– Öyle olmasa gerekir. Bu işin sonu, benim tahminimce, büyük bir olaya dönüşecektir ve iyi olmayacak gibidir. Dünkü gittiğimiz pazarda konuşan temsilcinin sözleri geliyor aklıma. Dediklerinizin hepsi çıktı. “Zengin bahçıvanı aşağı bularak, cahillerle fakir fukaraya destek olur,” dediğiniz, gerçek oldu. Şimdi o zavallıyı idarelik birliğine götüreceklerdir. Oraya düşmek demek, hapsi boylamak demektir.
– Eh, zaman, zaman gidişatın pek fena. Der, Labak Ahun kederlenerek.
Bir süre sonra Fahreddin yine boğazını temizleyerek:
– Şu Vıyakçı da ağabeyciğim, bunun hepsini bilerek yapıyor. Böyle bir zamanda, “pireden deve yaparak” bunu bilinçli bir şekilde yapıyor. Ne yapılabilir, Ahun ağabey, Ezbergen, it de olsa yalnız desteğimdi. Zaman ise böyle. Bu dava köy içinde çözülmeliydi. Dışarı duyurulmamalıydı… Çocuk şakasının sonucu bakın nerelere varmış oldu.
– Çocuk oyunu… Evet, çocuk oyunu, lâkin…
Labak Ahun, ibriğini yere koyarak önüne düşen kocaman gümüş gibi sakallarını elleriyle tararken, bir süre pek derin düşüncelere dalar.
– Çocukların biri serpilip genç kız olup, biriyse yetişkin delikanlı olmuştur, lâkin der, bir süre sonra.
– Öylesi öyle ya… Diyen Fahreddin, derin bir iç çekerek, iyice yorulup, bitkin düşmüş durumdaydı.
Ahun düşünerek, açılmaya başlayan gökyüzüne bakıp “Hımm…” diye mırıldanarak eve girer.
– Vay, Şarip! Der, evin başköşesine doğru çıkıp otururken kuğu gibi olan bembeyaz Labak ihtiyar.
– Peki, sizi dinliyorum, diye ilgiyle kulak verir Şarip.
– Diz çök, Torka gelin, sen de otur, Uap, sen de kulak ver. Lâkin dünden bu yana olan biten atışma tartışmadan hepiniz haberdarsınız, cemaat. “Kanlı gömlek giyse bile, boş durmaz akraban”, “Kardeşim olsun da kanlım olsun,” diye boşuna dememişlerdir. İki çocuk kavga ettiyse, barıştırmak gerekir. İki akraba tartıştıysa uzlaştırmak gerekir… Şarip, Fahreddin, hey, Torka gelin, Uap kardeşim! “Dava muradı bitmektir, yol muradı ulaşmaktır, kız muradı gelin olmaktır.” Gençlerin arzuları var. Tor-ka gelinin oğlu delikanlı olduysa, lâkin senin de kızın yetişmiş durumdadır, Fahreddin, dünür olun, giden adamı geri getirin. Buna razılık bildiriyorsanız, hadi açın ellerinizi… Diyen Labak Ahun, dua etmek üzere ellerini açar.
Tepeden inme bu durum karşısında her iki taraf da ne yapacağını şaşırmıştı. İri cüsseli Fahreddin, oturduğu yerde sallanarak, gözlerini aşağı doğru dikerek hiçbir şey belli etmez. Şarip ise gıcık tutmuş boğazını tekrar tekrar temizleyerek, oturduğu yerden su çıkmışçasına lafı ağzında geveleyerek merakla bir Fahreddin’e, bir Ahun’a bakar. Demin, uçarı hareketlerde bulunan Torka Nine’nin ise şimdi sesi kesilmiş, bu işin sonunu merakla beklemekteydi. Uap ise ağzını açmadan oturduğu yerde iki yanağını oynatarak susmaktaydı.
Kapı önünde yeni kesilmiş hayvanın derisini tuzlamakta olan Şege’nin ise rengi kaçmış ve gözünü kan bürümüştü. Tüm gücünü toplamaya çalışan Şege, orada oturanlara oklu bakışlarını dikmekteydi. Derken… Şarip hemen ilgilenerek, büyük gözlerini baykuş gibi oynatarak, çocuk gibi kıkırdayarak, uçacakmış gibi telaşlanarak:
– Vay be, babacığım! Nasıl da çözdünüz bu sorunu… Bunun üzerine diyecek söz yok… Vay, kurbanın olayım, eskilerin aklına ne demeli… İşte, akıl… İşte, hak. Hey, Torka, sevinçten uçacağına ne diye susuyorsun. Sümüklü, acemi oğlun pek şanslıymış. Aç ellerini, diyen coşup sevinerek öncelikle kendisi ellerini açar. Torka gözlerini kısarak güler ve kocasını dirseğiyle dürter dürtmez ellerini açar. Geriye, ne diyeceğini bilemeyip düşünmekte olan bir tek Fahreddin kalır. İhtiyar Ahun ona doğru dönerek:
– Haydi, kardeşim Fahreddin, aç ellerini. Fatiha okuyarak dua edelim, der ve sivrice gelen burnunu öne doğru uzatıp, yüksek kapı çerçevelerine doğru bakarak kemikli zayıf ellerini dua etmek üzere açar. Fahreddin, milletin peşi sıra istemeyerek de olsa ellerini açar.
Bu arada Şege kapıdan dışarı doğru fırlar. Şarip ardından:
– Vay, edepsiz…
Labak Ahun ahenkli sesini şarkı söyler gibi uzatarak, yüksek sesle, makamlı bir şekilde dua etmeye başlar.
– Eğuz– zu billâhi…
Millet sessizliğe bürünür.
“Fahreddin kızını Kozbağar’a verecekmiş, böylece Ezbergen’i kurtaracakmış,” gibi haber, köy insanlarına çabuk ulaşır.
Büyük beyaz evin önünde sarı semavere ateş atmakta olan Hansulu, Şarip’in evinde alınan kararı bağrışarak koşuşturan çocuklardan duyarak, eteklerine sürüne sürüne “Anne! Anneciğim!” diye, koşarak eve girer. Anası kapı önünde gümp gümp karıştırarak kımız hazırlamaktaydı. Olan felaketi o da çocukların bağrışmalarından duymuştu. Yayığı elinde, yüzü asık ve rengi atmıştı. Dışarıdan koşarak gelen kızını kucaklayıverir.
– Aman Allah’ım, hiç mi insanın fikri sorulmaz… Bu biçareye de ne olmuş? Gel, o aklını kaybetmiş babana gidelim, diye, ellerini silerek kapıya doğru yönelir.
– Gitmeyeceğim, der, Hansulu aniden. Gözleri öfke doluydu. Suratını asmıştı ve söz dinleyecek gibi değildi. Zavallı anası; “Tamam, ben kendim giderim,” diyerek eşarbını düzeltir ve yavaşça kalarak dışarıya doğru yönelir. Dünya tersine dönse bile her zamanki nezaketinden bir şey kaybetmeyen, hep sakin davranmaya çalışan bir insandı. Bu onun her zamanki haliydi.
Babasının aldığı karardan vazgeçmeyeceğini bilen Hansulu’nun şimdi dünya başına yıkılmış gibiydi. İçi yanmaktaydı. Çadır kenarına sıkıştırılmış kamçısını çıkarıp eline alır almaz, bağlı duran kara doru atına doğru koşar. Nedendir bilinmez, ama tam koşarken aklına bir şey takılır ve Kozbağar’ın evine doğru döner.
Kozbağar dayak yiyince yataklara düşmüş ve evinde dinlenmekteydi. Yüzü gözü şişmişti. Daha demin gelen Şege, onun ödünü iyice koparmıştı. Hiçbir şey demeden gelerek yakasına yapışmış ve yatağından çekerek çıkarmıştı. “Köpekoğlu, Han-sulu senin neyine?” diye, boğuyordu az kala. Kendisi ise neredeyse ağlayacak gibiydi. “Hey, Şege, sen ne diyorsun?” diye, bu da kendini savunmaya çalışmıştı. Şege, aklını kaybetmiş gibiydi. Bunu yatağa iter itmez, kendisi kapıdan dışarı fırlayarak hızla uzaklaşmıştı. Âdeta, Azrail peşine takılmış gibi pek telaşlı ve sinirliydi. Hayret bir şey. Böylece Kozbağar, şok içinde otururken, kapı önünden birkaç çocuk bağıra bağıra konuşarak geçerler. O anda Kozbağar, Şege’nin neden “aklını kaybettiğini” anlar ve mutluluğunu gizleyemediği için yüzünde bir gülümseme belirir. Gözünün önüne incecik selvi boylu Hansulu’nun hayali canlanır. Nazikçe gelerek boynuna sarılarak, koynuna giriyor gibi oluyordu hayalindeki Hansulu. Bu durumu hiç aklı almıyordu. Hansulu, Kozbağar’ın eşi. İşte, çok ilginç…
Böyle hayallerle kafası karışmışken, kapı pat diye açılarak içeri Hansulu’nun ta kendisi gelip girmişti. Rus subayları gibi dimdik durmaktaydı. Simsiyah gözlerini kan bürümüştü. Ok gibi kirpikler, gonca gibi ağız… Elindeyse kamçısı vardı.
Kozbağar, Hansulu’yu görünce çok düşünmeden yorganı başına çekiverir, fakat kız yanına gelerek başından yorganı çekip fırlatır ve:
– Sen mi beni alacak olan?
– Eyvah, ben değilim! Diye, bağırır havaya kalkan kamçıya bakarak ödü kopan Kozbağar, “Şak” diye sağ kalçasının üzerinde kırbaç şaklayınca:
– Vay, yandım anam! Diye, çığlık çığlığa bağırmaya başlar.
Kendini beğenmiş keçi gibi inatçı kız, geldiği gibi dimdik bir şekilde kapıyı çarparak çıkıp gider.
Bu arada, Şarip’in evinin dışında Hanımı, Fahreddin’i görür görmez, sert çıkmaya cesaret edemeden:
– Neler oluyor hayatım? Sana ne oluyor böyle?
Fahreddin oldukça yakışıklı ve anlamlı bir yüz ifadesine sahip bir adamdı. Ağarmaya başlamış sakalları rüzgârla birlikte uçuşuyor, somurttukça yüzündeki çizgiler daha da belirginleşiyordu. Kaşlarını çatarak derin düşüncelere dalmıştı. Yüzü çok asıktı.
– Hanım… Zamana ve olan bitene daha soğukkanlı bakabilmek gerekir. Günümüzde, altın başlı beylerle zenginlerden, bakır başlı fukara daha iyidir. Bunu görebilmek, fark edebilmek, tartabilmek gerekir. Benim de düşündüğüm kızının geleceği anlamak gerekir, diye, yavaşça fısıldar hanımına.
1927 yılının sonbaharında “Taskudık’ın (Taşkuyu’nun)” başında olan bu olaydan, Jem nehrinin güney tarafındaki Üç Oymauıt ile Donıztay (Domuzdağ) bozkırlarını mekân eden kalabalık Tabın halkı, çok kısa bir sürede haberdar olmuştu. Çok zengin olmasa da, halk arasında âdil yönetimiyle ve söz ustası olmasıyla meşhur olan, yüksek kişilik sahibi köy ağası Fahreddin’in, tek kızını kapısındaki hizmetçisine kendi rızasıyla vermek üzere olması, duyanları çok şaşırtmıştı.
SIRA DAĞLAR ÜZERİNDEKİ GÖÇ
1
Gece boyu kar yağmıştı. Sam’daki sıcacık ahırları olan kışlaklarında bir iki hafta daha kaldıktan sonra göç etmeye hazırlanan köylüler, yağan karla birlikte pek telaşlanmışlardı. Erken düşen kar, göç kon işlerini zorlaştırmıştı.
Gece Hansulu göz kırpmamıştı. Sıcak yatağına iyice gömülerek, gözlerini kapatıp uyumak istiyor, fakat çaresizlik içinde sonu gelmeyen düşüncelerle boğuşarak, yatağında dönüp durmaktaydı. Soğuk rüzgârlı gecenin sırlarıyla baş başa kalmış gibiydi. Bu sırları örten gece, ebediyen böyle sürüp gidecek, hiç bitmeyecekmiş gibi geliyordu.
Düşünmekten iyice yorulunca, sabaha doğru uykuya dadı. Birden, evin tam ortasında gürleyerek yanmakta olan ocağın sıcağından uyanıverdi. Gözlerini açtığında, açık olan çadırın tepesinden gökyüzü görünüyordu. Anası, yanında yardımcı olan kadınlarla birlikte iki büklüm olarak evdeki yastık yorgan, giyecek, kilim, halı gibi ne varsa bağlayıp, toplamaya çalışıyordu.
– Güzelim, kalk artık, köy göçmek üzere, diyen anası, ona kışın giydiği sincap derisinden yapılmış kürküyle tilki başlığını, deri pantolonlarını uzatırken kendisi de sıkı sıkı giyinmişdi.
Hansulu giyinerek dışarı çıkınca her tarafın karlarla kaplanmış, bembeyaz olduğunu farkeder. Urgana bağlanan develerin uzun uzun boyunları görünürken, ahırdaki koyunlar ise neredeyse görünmüyorlardı.
Aşevinin önünde babası, Ezbergen ağabeyi, Bulış, Vıyakçı Şarip ve daha dört beş kişi, semiz bir kısrağı keserek hazır etmişlerdi.
– Vay be, hayvan ne de semizmiş. Kazısı5 bile neredeyse bir karış büyüklüğündedir. Ne de güzel, diye, Şarip sevinçten bağırıyordu.
Komşu kadınlar da oralardaydı. Sıkıca giyinmişler. Hızlı hareket ediyorlardı. Ezbergen, kollarını sıvayarak baltayla etleri parçalara ayırarak tabaklara paylaştırmaktaydı.
– Buyurun alın… Alın… Sadaka olsun diye kesilip dağıtılan ettir bu. Diyordu babası, sabah sessizliğinde sesi yankılanarak.
– Mutfağında kocaman kazan kaynamaktaydı. Altında alev alev yanan ateş vardı. Babası kısrağın kalan etinin hepsini o kazana koydurtur. Et pişene kadar köy adamları çadırları sökerek toplamaya koyulurlar. Toplanan yükleri top top yapıp balyalayarak, develerin üzerine yüklemek üzere bağlayarak hazır etmekteler. Köyün bütün ahırlarının ağaçlarını bir araya toplayarak bağlamakta olan Bulış ile Kozbağar’ın işleri pek yolunda değildi. Herkes onların yanına toplanmıştı. Fahreddin biraz düşününce, evden bilek kadar kendir bir urgan aldırtır. Bulış’a “Deveyi getirmeye başla,” der. Tam ortada kocaman bir deste ağaç durmaktaydı, Fahreddin:
– İki urganı, iki tarafından sararak bağla.
Bulış, paytak paytak yürüyen Şoyınkara’yı6 getirir. İri kara deve burnunu yukarı kaldırarak millete tepeden bakıyordu. Tüy dolu göz kapaklarının altından soğuk bakan gözleri pırıl pırıl parlamaktaydı. Bulış, dev Şoyınkara’yı destelenmiş ağacın önüne getirip çömeltirken deve de dişlerini bilemekteydi. İki delikanlı devenin üzerine eyer atarak iki yandan ayaklarıyla iterek kolanını çekerler. Deste ağaca bağlanan urganın ucunu getirerek eyerin iki yanına sıkıca bağlarlar.
– Haydi, kaldır bakalım şimdi, haydi, yürü…
Şoyınkara, dev gibi vücuduyla yerinden zor kalkar.
Bulış onu yedeğe alarak yürütür. Kar kalınlığı, devenin diz boyuna gelmektedir. İri hayvanlar olmasa küçük hayvanlar yürümeyecek kadar ortalığı kar basmıştı.
– Haydi, sür! Sür, bakalım…
Çıkrık çekmeye alışmış Şoyınkara, o kocaman ağaç destesini silkerek çeker. Ağaç destesi, karı ortadan ayırarak sürüklenmeye başlar. Sonunda, genişliği bir kulaç boyunda yol açılınca, Şarip bebek gibi sevinmeye başlar.
– Vay bee… Kurbanın olayım, hayvana bak bee…
Tan ağarır ağarmaz gürültü patırtıyla toparlanmaya başlayan millet, bu defa yüklerini düğümleyerek, develerini hazır ederek, hep beraber hareket etmek üzere hazır olurlar. Ortada sadece Fahreddin’in mutfağı kalır. Herkes oraya toplanır. Küçücük ev ağzına kadar insanlarla dolar. Sofranın ortasına tabak dolusu et getirilir. Semiz ve taze kısrak etinin buharı iştah açıcıdır. Buradan yola çıkınca bir günlük uzaklıktaki Masatı yerlerine ulaşmadan durmayacaklardı. Bunun farkında olan millet, sofraya getirilen birkaç tabak dolusu eti sünnetleyerek silip süpürürler. Yağlı etin üzerine birer kâse sıcak çorba da içerler. Bir süre sonra terleyerek rahatlayan ve yanakları kızaran delikanlılar yavaş yavaş dışarı çıkmaya başlarlar. Soğuk rüzgârla ayazdan etkilenmeden, avuçlarına aldıkları karla ellerini yüzlerini ovuştururlar.
– Damat Bey, nasılsınız? Diye, gülen esmer Bulış, Kozbağar’ın ensesini sıkar. Kozbağar’ın çekik gözleri bir çizgi gibi daha da kısılarak küçülür ve iki omuzunu sallayarak kıkır kıkır gülerken, yanındakiler kendi aralarında yorum yaparlar;
– Çocuğun keyfi yerinde galiba.
Yemekten sonra millet, develerini bağırta bağırta yüklerinin yanına çömelterek, güçlüklerle çadırlarının ağaç parçalarını develere yükleyerek, apar topar yola koyulurlar. Kadının hamaratlığıyla erkeğin gücü, böyle zamanda belli olurdu. Böyle anda yüklerini hem çabuk, hem de muntazam bir şekilde yükleyemeyen kimseler etrafa rezil olurlardı. Beceriksiz kadınla güçsüz, gevşek adamın yüklediği yükler, tepeyi aşmadan sarkarak devrilirdi. Kalabalık içinden Şarip’in viyaklayan acı sesi gelir. Böyle anlarda panikleyerek ortalığı bir birine katmak onun âdetiydi. İşinden ziyade sözü çoktur. Sabahtan bu yana Şege’ye bulaşıp durmaktadır. Genelde, babasının sağ kolu gibi olan ve işinde becerikli olan Şege, bugün pek keyifsizdi. Hareket etmeye hiç niyeti yoktu. Ona kızacağım diye, babasının da sesi kısılmaya başlamıştı. Hangisini alıp bakacak olsa, Şarip’in çocuklarının hepsi, ayrı bir sorun gibiydi. Kocaman olsa da ellerinden bir şey gelmeyen kızlarının hali ortadaydı. Büyüğü on dört yaşına basmıştı, fakat bunların hepsi halen çocuk gibiydi.
– Hey, Balcan, Narcan, Kalcan, Aycan, Gülcan! Vay geberesiceler, millet taşınırken siz ne diye rahat rahat oturuyorsunuz bakıyım? Vay, sizi yaramazlar, derken, çömelttiği devesi aniden kalkıverir.
– Vay, seni, kahrolasıca… Hey, çök! Çök! Diye, Şarip devenin etrafında koşuşturup duruyor, deve ise bir yerde durmak bilmiyordu.
– Vay, senin… Edepsiz perilerden olma, şeytandan doğma iblis, seni… Hey, Şege, nerelerdesin? Öteki ayağını tut.
Gücü kuvveti yerinde olan Bulış gelerek, âsi deveyi çömeltmeye yardım edip, Şarip eski evinin eşyalarını iki deveyle bir ata yükleyene kadar köyün bütün insanları yola hazır olup, göç yolunu bulmuştu.
– Vay, seni domuz, der Şarip, kendi kendine mırıldanarak.
Öğle saatleri olur. Hava biraz bulutluydu. Boz renkli gökyüzü uzayıp giderek, bembeyaz karlarla kaplı sessiz kırlarla buluşmaktaydı. Her yanını kaplayan bembeyaz bir dünyanın içine uzanan göç vardı. Yoluna devam edemeden beklemekteydi.
Bir deste ağacı sürükleyerek göçün ilerleyeceği yolu açacak dedikleri Şoyınkara, sallanarak, yedeğe yürümüyor, zorluk çıkartıyor ve herkes ona bakıyordu. Bulış, inatçı devenin arkasından kamçıyla kuvvetli bir şekilde vursa bile, Şoyınkara başını sallayarak olduğu yerde durmaya devam ediyordu. Fahreddin Şoyınkara’nın yanına koşarak gelip:
– Dur, vurma. Usulünü bulmak gerek.
– Bu, mübareğe bir şey olmuş, der, Bulış da pek şaşırarak.
Koyunların melemelerinden hiçbir şey duyulmamaktaydı. Kalın kara gömülerek, bir adım ilerleyemiyor ve durmadan meliyorlardı. Zavallı çobanlar ise keçileri öne çıkarmak için uğraşıyorlardı. İlerideki kır başında Majan Bay’ın köyü de ayaklanarak, çadırlarını sökerek, yüklerini toplamaya çalışmaktaydı.
Karı çekip, yolu açacak dedikleri deve, biraz ilerleyince dişlerini bileyerek geriye bakıyor ve hareketsizce olduğu yerde duruyordu. Millet ne yapacağını şaşırmıştı. Develerinin üzerine çıkarak yerleşmiş olan kocakarılar, Şoyınkara’ya beddua ediyorlardı. Kadın kızlar atlarına binip, göç yanında yığılıp bekliyorlardı. Atına binen Hansulu da onların arasındaydı. Başında tilki başlığı vardı. Siyah pelüş astarlı sincap derisinden dikilen kürkünün belini kalın gümüş kemerle sıkıca bağlamıştı.
Arkalardan Fahreddin’in telaşlanan sesi gelir:
– Tüh, lânet olası… Şu yaşlı devenin ne istediğini anladım, diyerek iki omuzunu sallaya sallaya güler. Hey, delikanlılar! Şu deve sürüsünü öne çıkarın bakayım. Bütün mesele onda.
Delikanlılar koşarak göç sonunda beklemekte olan develeri hızla kovalayarak göç önüne doğru çıkarırlar.
Gözlerinin üzerinde tüyleri sallanan Şoyınkara, koşarak yanından geçen diğer develere süzülerek bakar. Bu Şoyınkara’nın sürüsüydü. Yaz boyunca Sarıjazık’ı boylayarak yanında koşturduğu kendi sürüsüydü. Burnuna diğer develerin nahoş kokuları geldiğinde kocaman deve, bir şeyler hissetmişçesine bundan sonra hareketlenmeye başlar. Çığlık atarak yine dişlerini biler. Kartal gibi kızgın bakışlarında bir ışık belirmişti. Kuyruğuyla arka bacaklarına vurmaya başlar. Bu, içinde gizlenmekte olan kuvvetli bir gücün, çok geçmeden volkan gibi dışa patlayacak olan bir gücün sesiydi.
Şoyınkara, yağmak üzere olan bulutlar gibi somurtarak sürüsünün peşinden öne doğru koşarak ilerlemeye başlar. Çömelmiş deve gibi olan dev ağaç desteyi hiç zorlanmadan sürükleyiverir. Kalın kar ortadan ayrılarak iki yana devrilince, beklemekte olan göçün önünden uzun bir yol açılır. Millet çok sevinir ve hepsi Şoyınkara’nın davranışına gülerler.
– Allah belanı versin, Şoyınkara.
– Şoyınkara, Şoyınkara’ya bak hele…
– Utansana, bu kadar kocadığına, diyerek kadınlar yanaklarını sıkarlar.
Göç, birbiri ardına dizilerek Şoyınkara’nın peşinden ilerlemeye başlar. Göç izinden sürü sürü atlar, ak boynuzlu zilli keçilerin peşinden ağıl ağıl koyunlar meleyerek ilerlemeye başlar. Böylece on beş günlük uzaklıktaki sıcak, seksevilli, kumlu yerleri olan Ulu Sam topraklarına doğru binlerce sürüsü olan köy halkı, birbiri ardına sıralanarak, salına salına harekete geçer.
Bütün yaşamını kefen gibi bembeyaz karların altına saklayan, soğuk, sessiz, sonsuz bucaksız karlı bozkır ortasında, sürüklenen ala ip gibi incecik uzanarak, arka arkaya dizilen göç, ilerlemeye çalışıyordu. Bu köy, kışlağa doğru göç eden köydü.