Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Arasat Meydanı», sayfa 4

Yazı tipi:

2

Küskü, kürek, kazmalarını yüklenen bir grup atlı adam, öğle saatlerinde hızla koşarak göçten epey ileri geçerek uzaklaşmışlardı. Vakit, öğleni geçmişti. Atlarını hızla koşturtan delikanlılar, aynı hızla ilerlemeye devam ediyorlardı. Doru atını zonk zonk koşturan Şege, hızlı koşan gruba zorla yetişir. Şakayla karışık sohbet ederek hızla ilerleyen grubun morali de bir hayli yüksekti, fakat Şege’nin kaşları çatıktı. Sesi çıkmıyordu. Sabahleyin Fahreddin, on on beş delikanlıyı köyün geceleyeceği hayvan kışlağına doğru göndermişti. Bu delikanlılar, erkenden ulaşarak çadırların dikileceği, hayvanların barınacağı yerlerin buzlarını kazıyarak, karlarını temizleyeceklerdi. Bu gurubun içinde Bulış, Ezbergen gibi delikanlılar da vardı. Bu arada Majan’lar taraftan Jadakay da apar topar koşarak onlara ulaşmıştı.

Jadakay çenesiyle Kozbağar’ı işaret ederek:

– Doğru mu, arkadaş?

– Doğru, der konuşmak istemeyen Şege, arkasını dönerken gözleri dolarak.

– Becermiş ya, diyen Jadakay Şege’ye acıyarak bakar. Şege atıyla öne doğru koşarak uzaklaşır. Jadakay arkasından bağırarak:

– Kaçırsana. Babasının mezarını… Kendim yardım edeceğim. “Kaçır,” diyor ya. Kaçırılacak kız mıydı o?

At koşturan kalabalığın içinde Kozbağar da vardı. Altında Fahreddin’in yürük al don atı. Daha dün kapısında hizmetçilik ediyordu. Bugün Fahreddin’in damadı olunca, pek havalanmıştı.

Rüzgâr epey sert esmekteydi. Eserken üstünü başını dağıtarak tenini donduruyordu.

Öğleden sonra hayvan kışlağına ulaşırlar. Dümdüz bozkır üzerinde kabaran yuvarlak tepenin güneyindeki kuytu taraf, ta eski zamanlardan bu yana uzak kışlağa göç eden milletin gecelediği hayvan kışlağıydı. Şimdilerde buraları da kar basmıştı. Delikanlılar atlarından iner inmez, hızla işe koyulurlar. Buradaki en zor iş, buzları kırmaktı. Evlerin dikileceği, hayvanların barınacağı yerlerin buzlarını kırmaya Bulış, Ezbergen gibi yedi sekiz kuvvetli adam soyunmuşken, koyunların barınacağı hayvan kışlağının karlarını temizlemek üzere Şege, Kozbağar gibi delikanlılar kalır. Böylece onlar akşama kadar durmadan çalışırlar. Güneş batmak üzereyken kuzey taraftan sürüklenerek göç de görünür. Göçün önünde Şoyınkara geliyordu. Bütün halka yol açmaktaydı.

Akşamleyin, ortalığı birbirine katan köyün bir kısmı, hayvan kışlağına ulaşarak develerini çömeltmeye başlarlar. O saate kadar sessiz sedasız duran soğuk yerler, hemencecik canlanıverirler.

Karı temizlenen hayvan kışlağının tam ortasında ağzından buharlar çıkararak Şoyınkara duruyordu. Delikanlılar, belindeki urganı alelacele çözmeye çalışıyorlardı. Burnu fısıldayarak, etrafa yukarılardan bakınan kocaman devenin her tarafı bembeyaz köpük gibi terlerle kaplıydı. Uzun tüylerinin içinden terler damlamaktaydı.

İnsanlar, batmakta olan güneşle âdeta yarışır gibi çabucak buzları temizlenen yerleri çevirip, hayvanlarını ahıra kapatırlar. İneklerini bağlayarak, sütlerini sağarlar. Develere yükledikleri tezek, odunlarını yakarak, kazanlarını kurup yemek pişirmeye başlarlar. Çadır evlerinin destek ağaçlarına dayayarak kapattıkları geçici çadırlarında sıkışarak oturup, yemeklerini yerler.

Çayını içtikten sonra kendine gelerek rahatlayan Şarip’in morali yükselir. Önüne küçük kızını oturtup, dar çadırın başköşesine serilerek yatarken bir şarkı bile söyler. Bir ara neşesi olmayan Şege’yi görünce yattığı yerden kalkıverir. Seyrek kırmızı bıyıkları dikleştirerek:

– Hey! Hey, sakallı herif! Buraya bak! Sana diyorum!

Çadıra doluşan Şarip’in kızları kahkahayla gülüşürler. Şege kafasını çevirir, fakat babasına cevap vermez. Küçük keskin gözlerinde bir soğukluk vardı.

– Hey, yücenin evladı. Hey, canın niye sıkkın senin bakım? Haydi, anlat. Ne oldu?

– Hiçbir şey olmadı, der Şege, hiç bozuntuya vermeden.

– Tüh, bedbaht. Bizi kandıracak kendince, anlat da dinleyelim.

– Hey, rahat bıraksana. Ne diye bulaşıyon kendi kendine oturan çocuğa? Diye, ocak başını toparlamaya çalışan Jaybaskan, aniden dönerek kocasına bakar.

– Rahat bırakmayacağım. Hey, bunu millet bir evin kocaman delikanlısı diye biliyor. Dinleyelim şikâyeti neymiş? Niye canı sıkılıyormuş? Bilelim bakalım.

O arada küçük Gülcan tepeden inmişçesine:

– Sen kötüsün, diyerek, başparmağıyla babasını işaret eder. Hansulu’yu seviyor o… Anladın mı?

O anda şakırdatarak kazanı kazımakta olan Jaybaskan’ın elinden kazan düşüverir. Şarip’in de şaşı gözleri fal taşı gibi açılır. Çay doldurmakta olan Balcan korkarak etrafına bakınır. Şege, kız kardeşine bağırarak:

– Kapa çeneni…

Gülcan korkarak küçücük elleriyle ağzını örtüverir.

“Görüyor musun?” dercesine Şarip, keçisakallarını tarayarak karısına bakar ve kafasını sallar. Bir süre sonra Şege’ye dönerek:

– Terbiyesiz… Anladık senin derdini… Sözlerini mırıldanarak, kafasını sallamaya devam eder.

Bu arada Şege’nin de sabrı tükenir ve ayağa fırlayarak patlayıverir.

– Neyi anladın? Neyi bildin? Hiçbir şey bilmiyorsun işte. Birini birine zorla vererek, kanun önünde suç işliyorsun. İşte, senin tek bildiğin budur.

Şarip de sinirlenerek, fakat bu defa sesi biraz alçaktan çıkar:

– Hey, serseri köpekoğlu. Otur, büyüklenmeden…

Şege ise halen inat etmekteydi. “Ne de çabuk yetişip, delikanlı olmuş kendisi.”

– Oturmayacağım. Gideceğim. Böyle hayat batsın… Diyerek, kapıya doğru yönelince, anası önünü keser.

– Hey, bana bak, otur bakayım. Babanı tanımıyorsun sanki…

– “Kanunu çiğnedin” diyor. Öyle olsun bakım. Vay, seni şerefsiz, vay… Öyleyse, bu, kanunu benden daha mı iyi biliyor yani? Çocuğu babasına akıl veriyor. Şu zamana bak hele… Vay, bee… Diyen Şarip, gözlerini kapatıp, ümitsizliğe kapılarak başını sallar.

Ayazlı, diz boyu olmuş karları gıcırdatarak, kalabalık göç yoluna devam etmekteydi. Üzerlerine yüklenen ağır yükleriyle yürümeye çalışan develer, şiddetli rüzgâr, ayaz gibi kış zorluklarına aldırmadan ağır ağır ilerlemekteydi. Etrafı keçelerle çevrilmiş paravanların içindeki beyaz başörtülü yaşlı kadınlar ise develerle birlikte sallana sallana gidiyorlar. Sıcak giysilerini giymiş ve en iyi atlarına binmiş delikanlılarla genç kadınlar, kendi aralarında şakalaşarak sohbet ediyorlardı. Dünden bu yana hiçbir şey yemeden yola devam eden keçilerle koyunların melemeleri bugün epey artmıştı.

Göç önünde bir grup deve orta hızla tırıs gitmektedir. Onların peşinden bir tomar ağacı sürükleyen Şoyınkara gelmektedir. Soğuktan katılaşarak buz tutmaya başlayan kalın karı ortadan ikiye ayırarak bütün göç için yol açıyordu. Kütük kadar ayakları, dingil bacakları olan kocaman Şoyınkara’nın karnı içine çökmüş olsa da, burnundan soluyor ve gözleri parlıyordu. Yürüdükçe gümüş gibi bembeyaz karları havaya kaldırarak rüzgâr gibi estiriyordu. Delikanlılar yol boyunca karları açarak çeşitli otlarla birlikte pelin otundan da kopararak getirip tek hörgüçlü erkek deveye veriyordu. İyice acıkan deve otların hepsini silip süpürüyordu.

Üç gün boyunca geceleri dinlenerek, gündüz yollarına devam eden yolcular, dördüncü günü Költaban’dan geçerek Üstürt’e çıkarlar. Aç, zayıf düşen bir sürü koyunlarla keçiler yollarda kalır. Üstürt’ün düm düz ovasında tıngır tıngır ilerleyen göç, aradan bir hafta geçince Öküm– Kıyık’ın tuzlağını geçerek, ikinci haftada Sam’ın kumuna ayak basar. Buradaki kumlar ince karlarla kaplı ve kalın otlarla doluydu.

Açlıktan gözleri kararan hayvanlar, göze çarpan bütün çalılara kurt gibi saldırarak yemeğe başlarlar.

Köy, kalın seksevil dolu, uçsuz bucaksız düzlüğün ortalarına doğru geçerek, her sene kışladıkları sıcak kışlağa gelip yerleşir.

Hansulu için kış mevsiminin neşesiz ve sıkıntılı günleri başlamıştı. Bugüne dek kimselerin incitmediği nazlı kız, başına gelen olaylar yüzünden ne kadar sinirlendiyse de, bütün olan biteni sessizce kaldırmaya çalışıyordu. Babasına, “Neden böyle yaptın?” diye, ağzını bile açmamıştı. “Babacığım,” diye, eskisi gibi babasına nazlanmayı da bırakmıştı. Babası da, “Neden bu haldesin?” diye, sormamıştı bile. Babasının kafası başka meselelerle karışıktı. Akşam olup, Ezbergen ikisi ayrı kaldıklarında hep tartışmaya başlıyorlardı. Sık sık Afganistan, İran hakkında konuşuyorlardı. Annesi de ağzını açmaz olmuştu. Kışlağa yerleşince kızının çeyizini hazırlamaya girişmişti. Sabah akşam dikiş makinesiyle hep bir şeyler dikmekle meşguldü.

Kış akşamı bugün de erkenden çökmüştür. Daha kandiller yakılmamıştır. Ortalığa akşam telaşı hakimdir. Evin içi yarı karanlıktır. Ortadaki üç bacaklı demir ocakta yemek pişmekteydi. Kış için kesilmiş ve pişmekte olan etin kokusu pek iştah açıcıydı. Kazanın altındaki odunlar alev alev yanmaktaydı. Hansulu, yanan ateşten gözlerini ayırmadan dombırasını çalıyordu. Derin düşüncelere dalıp gitmişti. Ağır duyulan dombıra sesi, yaralı kızın yüreğinin tek dert arkadaşı gibi, âdeta hıçkırarak ağlamaktaydı.

Sırga hanım, dikiş makinesini bir kenara koyup, yavaşça yerinden kalkarak gidip kapı taraftaki kandili yakar. Fiziği düzgün, güzel, nazik karakterli annesi, âdeta bir gölge gibi sessizce hareket etmekteydi. Şu akşam vaktinde dombırasıyla baş başa kalarak dertleşen kızının rahatını bozmak istememekteydi. Ev içindeki ağır sessizliği köyün diğer tarafından gelen kavga sesleri bozar. Sırga Hanım hemen dışarıya kulak verir. Hansulu da hızla yerinden kalkar kalkmaz dışarı çıkınca, köy ortasında alev alev yanmakta olan ateşi görür. Millet tepeleyerek yığdığı karın rüzgârlı tarafında seksevilleri yakıp, karları eriterek içme suyu elde etmeye çalışmaktaymış. Biraz ötede eyersiz taya binen Jadakay, bağırarak kıra doğru koşan Şarip’in çevresinde koşturup duruyordu. Bağırıp çağıranlar da onlarmış meğer. Millet suyu muyu bırakıp, köy dışındaki ovaya doğru ilerler. Hansulu da oraya doğru koşar. İlk olarak gördüğü şey, Majan’ın kışlağından koşturarak gelmekte olan bir kadın olur. Tilki başlıklı bir adam, onun peşinden kovalayarak kamçıyla dövmekteydi. Kaçan kadının Balkıya, onu kovalayan erkeğin de Majan olduğu kır üstüne çıkıp izlemekte olan halka çok geçmeden malum olur. Balkıya’nın saçları darmadağın olmuştu. Üzerine giydiği dış giysilerinin etekleri sallanarak, karda sürüne sürüne ilerlemeye çalışmaktaydı. Bir taraftan iki eliyle başını korumaya çalışmaktaydı. Kamçıdan yüzünü başını kaçırarak kendini savunmaya çalışıyordu. Majan ise durmadan vuruyordu.

– Tüh, kadını öldürecek gibi…

– Bu adamı cin çarpmış olmalıdır…

– Nazına katlanamayacaksa çok genç kadınla ne diye evleniyor ki? Sözleriyle kır üzerinde olan biteni seyretmekte olan halk, kendi aralarında konuşmaya başlamıştı.

Derken, koşarak kaçmakta olan kadın, atın ayakları altında kalarak tepetaklak yuvarlanır. Balkıya’yı kurtarmak için ilk olarak tayıyla dalkavukluk yapıp Jadakay koşturur. Ardından yaya olarak Bulış avcı da yetişmeye çalışır. Koşarak gelip Balkıya’yı kaldırarak destek olmaya çalışan Bulış’ı da Majan kamçıyla vurur.

– Tamam, yeter be… Diye sinirlenen Bulış, uzanarak ihtiyarın elinden kamçısını çekip alır ve sapını ortadan ikiye ayırarak bir kenara fırlatır. Majan’ın suratındaki beninin üzerine çıkan tek bir kıl dahi, sinirden dimdik olmuştu. Kumasına son defa bağırarak:

– İşte, artık git, gideceğin hükümetine, defol! Seni bozulmuş karı, sülalen batsın senin, der ve sarı yorgasının başını hızla geri döndürerek, çekip gider.

İki köyün arasında otlaktan dönen hayvanlar dağınık bir şekilde ilerlemekteydi. Hayvanların peşindeki çobanlarla deveciler de akşamüstü gelişen bu olayı merak ederek hızla olay yerine koşturmuşlardı.

Bulış, zar zor yürümeye çalışan orta boylu ve tıknazca gelen Balkıya’yı kollarından desteklemekteydi. Hansulu da kalabalığın arasından bölünerek gelip, genç hanımın ikinci kolundan tutarak destek olmaya çalışır. Şarip ise keçisakallarını sıvazlayarak biraz ileride şaşkın şaşkın düşünmekteydi. Yanına tayını kamçılayarak koşturup Jadakay gelir. Gözleri dolu doluydu, gelir gelmez bağırmaya başlar.

– Şarip ağabey, Ne olur, o zengine gününü gösterin. Hükümet olduğunuz doğruysa, bunu yapın, Şarip ağabey, babasının mezarına… Derken, gözyaşlarına hakim olamayan Jadakay, arkasını dönerek köyüne doğru koşturmaya başlar.

– Ya, hükümet diyorsak da, karısını dövmeyen erkek mi olur? Lafını, etrafındakilere duyurarak konuşan Şarip, keçisakallarını sıvazlamayı sürdürmüştü.

Balkıya’nın güzel beyaz yüzünün iki yerine kamçı izi düşmüştü. Aşağı bakıp, sessizce ağlarken, Bulış’ın kollarına yaslanıp yürümeye çalışmaktaydı. Cesur ve güzel Balkıya, genç Hansulu’nun gözünde dik kafalı, serbest ve kimseye boyun eğmeyen bir kadın olarak görünürdü hep. Şimdi ise işte, o gururlu, özgür ve güzel Balkıya, perişan duruma düşerek birileri tarafından incitilmişti. Hıçkıra hıçkıra ağlayarak sakinleşememekteydi. Balkıya’ya acıyan Hansulu’nun da gözleri dolar. Yüreğinde, Majan ve onun gibi düşüncesiz cahil kimselere karşı kızgınlıkla beraber kin de uyanmıştı.

Bulış’ın evine yaklaştıklarında, Büyük Nine’nin gür sesi duyulur. Esmer ihtiyar kadın, elinde sopasıyla, param parça olmuş eski evinin önünde durup bekliyordu. Yüksek sesle, sert bir şekilde.

– Hey, evladım! Benim derdim bana yeter. Bu davayı çözecek hükümet evi, ta öbür tarafta. Oraya götür. Buraya getirme sakın.

Bulış zırlayarak:

– Vay, anacığım, diyecekken, ihtiyar esmer kadın, “Yeter” diye sopasıyla susturuverir Bulış’ı.

– Yeter… Kes sesini! Ne diyeceğin belli zaten. Söyleneni yap, diyerek, konuşmayı kısa keser. O arada Balkıya biraz kendine gelip toparlanarak:

– Bulış, hükümet de, başkası da gerekmez bana. Beni köyüme ulaştıracak bir araç bul, yeter.

– Gece oldu ya, balım.

Esmer Bulış çaresizce etrafına bakınır. Onun bu halini gören Hansulu ona çok acır. Bulış’ın vefat eden eski eşi, Hansulu’ların akrabasıydı. Bu yüzden Hansulu Bulış’a “enişte” diye seslenirdi hep.

Akşam olmak üzereydi. Koyunlar otlaktan dönüp, itler havlıyordu. Köy gürültü içindeydi. Köy halkı koyunlarını ağıllara yerleştirerek, develerini bağlayarak kendi işleriyle meşgul oluyorlardı. Hansulu, Bulış’ın önüne geçerek:

– Enişte, bizim eve gelsin. Geceyi bizim evde geçirsin.

O gece, Hansulu’nun babası evde değildi. Dua etmek üzere “Barak Ata” türbesine gitmişti.

Balkıya’yı Fahreddin’in evine kadar götüren Bulış, kapı önünde Balkıya’nın kulağına bir şeyler fısıldar. Balkıya sessizce kafasını sallar. Hansulu bunların kendi aralarında ne konuştuklarını pek anlamaz.

Köy halkı sabahtan akşama kadar çalıştıkları için, genelde akşam yemeğini yer yemez erkenden uyurlardı. Bugün de öyle yaptılar.

Çok geçmeden hava iyice karararak ay doğdu. Ardından uçsuz bucaksız düzlükte seksevilleri oynatarak rüzgâr esmeye başladı. Hayvan ahırlarının çevresinde dolaşan bekçi köpekler seslerini keserek, sıcak kuytu yerlere girip kıvrılarak uykuya daldılar. Uzaklarda köyü gözetleyen kurtlar dolaşmaktaydı. Ayazlı gecede bütün köy derin uykuya dalmıştı. Kışlağın ön tarafı deve boyu kadar kalın seksevillerle kaplıydı. Onların arka tarafında duran Bulış, bir süredir birini beklemekteydi. Ay tam tepede gözüküyordu. Bir süre sonra büyük beyaz evin azıcık açılan kapısından biri dışarı çıkar. Bir gölge seksevillerin arasına doğru ilerlemeye başlar. Bulış, nefesini tutarak çalıların arasından bakmaya çalışır. Omuzuna kalınca bir kıyafet alan bir kadın yavaşça ilerliyordu. Başına beyaz örtüsünü takarak, önünü iki eliyle sıkıca örterek gelen Balkıya idi bu.

Bulış seksevillerin arkasından ortaya doğru çıkar. Balkıya, ay ışığının vurduğu bembeyaz karlarla kaplı alanda yürüyordu. Gülümseyerek ilerlemekteydi. Her zamanki güzel gülümseyişiyle etrafına ışık saçmaktaydı.

Yün çorap, kışlık çizme, sıcak başlığıyla kalın kürkünü giyen Bulış, nazlanarak yanına gelip, omuzuna başını dayayan genç kadını kucaklayarak sıcacık boynundan koklayarak, alnından öper.

– Biraz öteye gidelim, diye, fısıldar Balkıya. Gökyüzü bulutsuzdu. Dolunayın parlayan ışıkları karla kaplı ortalığı bembeyaz aydınlatmaktaydı. Adım attıkça karlar gıcırdamaktaydı. Her adımda karşılarına çıkan sekseviller, âdeta saçlarını açarak, bembeyaz kollarını aya doğru uzatmış olan gece güzelleri gibiydi. Ya da sessizce dans etmekte olan beyaz bacaklı kızlar gibiydi. Sekseviller arasında hiç esinti yoktu. Kuytuydu. Çalı diplerinde kararan gölgeler uyuyor gibiydi. Ay, ışığını ortalığa sessizce saçmaktadır. İkisi, etrafı seksevillerle kaplı küçücük kimsesiz ovaya gelince durdular.

– Haydi, göstersene, diyen Bulış, genç kadının yüzünü ay ışığına doğru tuttu. Balkıya, gözlerini kapatarak gözyaşlarının yıkadığı yuvarlak yüzünü aya doğru uzattı. Bir tanesi geniş ve bembeyaz alnının ortasından sol yanağına doğru, diğeri güzel küçücük burnunun üstünden geçerek yonca gibi dudaklarının sağ yanını çizen kamçı izleri görünmekteydi.

– Kesmemiş, sadece biraz çizmiş. Önemli değil, çok geçmeden iyileşir, diyen Bulış, genç kadının ağlamaktan kızaran gözleriyle kamçı değen yanaklarına içten gelen öpücüklerini kondurur. Balkıya gözlerini açmadan:

– Aslanım… Diyerek kendine doğru yaklaşan Bulış’ın yüzünü, sıcak nefesiyle alev gibi sararak kucağına gelip yapışır. Kartal pençeleri gibi kuvvetli elleriyle sıkı sıkı sarılarak iyice kucaklar. Kucaklaşınca tek bir bedene dönüşen iki sevgili, ay ışığı altında uzun bir süre dururlar. Buz gibi ayazda bol seksevilli düzlük pek ıssızdı. Ayakaltı karlarla kaplıydı. Bütün bunların hepsi bir kenarda kalmış gibi, ikisi soğuğu hiç hissetmiyordu. Âdeta yazın kavurucu sıcağındaymış gibiydiler.

– Ne dedi? Niye sana el kaldırdı?

– Boş ver… Ondan bahsetme… diyerek, yalvarır Balkıya.

– Talak etmedi mi?

– Ne yapacan? Evinin kapısından içeri sokamıyorken evlenecek miydin benimle sanki?

Bulış ne diyeceğini bilemeden susup kalır.

– Balım, der bir süre sonra. Bana kızma. Ben ne yapıp edip, seni bu azaptan kurtarmak isterim… Bütün her şeyimle senle…

– Böyle beraberlik olmayıversin, diyen Balkıya sarılmak isteyen adamın kolunu itiverir.

– Ne yapmamı istiyorsun? Anamı gördün ya. Ona karşı gelmeye Allah’tan korkarım. Dört evlâdını kara toprağa vermiştir. Yetimliğin, dulluğun azabını ondan daha fazla çeken kimse yoktur bu dünyada. Beni de böyle sıkıntılarla yetiştirmiştir.

– İnatçı kocakarı… Balkıya gözyaşlarını silerek, ya benim suçum nedir?

– Balım, böyle anlarda en iyisi sabır göstermek gerekir…

– Sen… Sen sabredersin. Ya ben zavallı… Bütün millete… Balkıya hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı. İki büklüm olan Balkıya’yı Bulış kuvvetli elleriyle sararak kaldırır. Daha sonra genç kadının yaş dolu kocaman güzel gözlerinden öper. O anda:

– Bulış’ım, diye hıçkıran gönlü yaralı Balkıya, var gücüyle Bulış’ın boynuna sıkıca sarılarak kendini bırakıverir. İkisi kalın karlar üzerine yuvarlanıverirler. Karışarak yanan iki alev gibi birbirine sarılan sevgililer, çevrelerindeki soğuk dünyayı sıcacık duygularıyla yakıp kavurarak, nefes nefese sevişmeye başlarlar…

3

Hansulu uykuya dalmıştı. Bir süre sonra üşüyerek uyanınca, yanında yatan Balkıya’nın yokluğunu farkeder. Yatağı boştu. Uykusu kaçan Hansulu’nun kalbi hızla atmaya başlar. Akşamleyin Bulış’ın kapı önünde Balkıya’ya bir şeyler dediği gelir aklına. Kocaman dünya sanki daralarak avucunun içindeymiş gibi gelir bir anda. Hansulu, eniştesi Bulış’a çok saygı duyardı. Ortalıkta Balkıya ile Bulış’ın beraberlikleri hakkında ve daha bir sürü tatsız dedikodular dolaşmaktaydı. Böyle şeyler duyduğunda Hansulu, Bulış’a karşı bir soğukluk hissetmeye başlardı, fakat ara sıra sessiz sedasız, tazısını yanına alarak hiçbir şeyden habersiz ava gitmekte olan Bulış’ı gördüğünde, daha evvel duyduklarının hepsini unutarak, eniştesinin kahraman gibi şahsiyetini uzaktan hayran hayran izlerdi. Öyle anlarda, Bulış onun gözlerinde güzel kara doru atlı kahraman Kambar kadar yücelirdi.

Kapıyı sessizce açarak içeri giren Balkıya’nın saç bağı şıngırdar. Yavaşça basarak gelip yatağa yaklaşır. Karanlık evde sadece nefesi duyulmaktaydı. Dış giysilerini soyunarak yatağa girer. Hansulu hiç kıpırdamadan uyuyormuş gibi yapar. Balkıya sıcacık yatağa soğuk havayı dışarıdan beraberinde getirmişti. Hansulu, Balkıya’nın nefesinden karlı gecenin, seksevillerin ve Bulış’ın kokusunu hissetmiş gibi olur. Başını yastığa koyan Balkıya’yı uyku basar ve esneyerek derin bir nefes alır.

Sabahleyin Bulış’ın evindeki sofra kalkmadan kapıdan tıknazca esmer bir adam girer. Yumuşak sesiyle gülümseyerek girip selam verir. Bu gelen Majan’ın Kızıl Yorga’sıydı. Bulış, hemen ayağa kalkarak büyüğünün elini sıkar. Misafir evin başköşesine doğru geçer. Bu adamın adı Küren idi. Majan’ın akrabası ve sağ koluydu kendileri. Biraz da okumuşluğu vardı. Şehri görmüştü. Gözü açıktı. Majan’ın akıl hocası ve rehberi gibiydi. Şehre gittiklerinde beyin alış verişini yapan da oydu. Onun sayesinde Majan’ın işleri hep yolundaydı. Dosta düşmana karşı daima tatlı dilli ve güler yüzlü davranmaya çalıştığı için “Kızıl Yorga” atanmış bir adamdı. Evin başköşesine geçerek yerleşince Büyük Nine’ye bakıp, ahenkli sesini mızıka gibi uzatarak:

– Eveeet, yengeciğim. Köyümüz komşu olsa da ayda, yılda bir görüşüyoruz, nasılsınız, iyi misiniz? Her şey yolunda mıdır?

Elinde kepçesiyle kazandaki sütü karıştırmakta olan esmer kocakarı:

– Şükür Allah’a, der sert bir şekilde. Bir şeyler umarak gelen Yorga’ya pek soğuk davranır. Kızıl Yorga gülümsemesini sürdürerek şimdi de Bulış’a doğru döner.

– Evet, Bulışcığım. İşlerin iyi gidiyor mu? Evet, bu sene kumda geyik bolmuş, attığın ok yerini bulup, ardına düştüklerin elinden kurtulmuyormuş, diye duymaktayız…

Her bir sözünü yumuşak bir şekilde kurnazca dile getiren şu Yorga ile yüz yüze gelince Bulış, hep durduğu yerde ne diyeceğini şaşırırdı. Şimdi de kocaman ellerini koyacak yer bulamayarak iyice rahatsız olmaya başlamıştı. Bunu sezen büyük nine aniden:

– Hey, Yorga, konuşmanı uzatma. Çıkar o ağzındaki baklayı bakayım.

– Ya, yengeciğim, karşımdaki insanın kalbini kırarım, diye düşünmezsiniz hiç. Evet, öyleyse gelme nedenimi söyleyeyim, yengeciğim. Dün buralara Majancığım’ın evindeki nazlı yengem gelip yerleşmiş.

– Ne o, bu ne demek yani? Milletin evinden kaçan karılarının durakladığı mekân mıymış burası?

– Vay, yengeciğim, tamam, tamam…

Dün Yorga başlayan köyün bütün büyükleri, yaşı çocuğundan bile küçük olan gencecik kumanın ileri geri söylediklerini kaldıramayacaksan, ne diye karılığa alıyorsun o zaman, diye Majan’ı iyice sıkıştırmıştı. İşin aslına gelecek olursak, zavallı ihtiyarın, aslında Balkıya’dan ayrılası yoktu. Çocuklarının kışkırtmalarıyla güzel kumasını köyden kovmasını kovdu, ama yaptıklarından dolayı çok pişman olmuştu. Kumasını, “geri getirir misiniz?” demeye gururu el vermiyordu. Kızıl Yorga “Balkıya’nın geri getirilmesini ben üstleneyim,” deyince, pek sevinmişti. Kuması biraz dik kafalı biriydi. Bu yüzden artık onu ikna edebilecek kimse varsa, o da Yorga ve onun tatlı dilidir, diye düşünmüştü.

Daha sonraki olaylar aynen onun düşündüğü gibi gelişmişti. Öğleyin Kızıl Yorga, Balkıya’yı alarak, iki köyün arasındaki kumlu tepeyi aşarak gelmekteydi.