Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Arasat Meydanı», sayfa 5

Yazı tipi:

4

Hansulu’yu gelin etme düğünü için anasıyla babası hazırlıklarını hızlandırmıştır. Anası çeyiz hazırlamakla uğraşmaktadır. Anası sabahtan akşama kadar kat kat yorgan döşekle onlarca çift giysi dikmekle akşamı ederken, babası kış ortasında ta Oy’daki Beşkala’nın7 pazarına gidip geliyordu. Düğün için gerekli ihtiyaçları almak için, pazara sürüyle deve, at götürüyordu. Hansulu için dikilecek evi de o Karakalpak topraklarından getirmeyi planlıyordu.

İnsanın her yanını donduran kış aylarının, ayazlı soğuk sabahıydı. Bugün babası yanına Ezbergen, Bulış gibi sağlam delikanlıları alarak yola çıkmak üzere hazırlıklar yapıyordu. Hansulu, sıkıca giyinerek heybelere yol azıkların sıkıştırmaya çalışan anasının yanından uzaklaşmadan ona yardım etmeye çalışıyordu. O anda köyün yanından yine bir gürültü koptu. Bu aynen geçen günkü gibi, telaşlı bir şekilde haykıran bir sesti.

– Hey, bu gürültü de nedir?

– Estağfurullah, Allah, Allah! Diyerek, evden başta babası olmak üzere adamların hepsi hemen dışarı fırladılar. Kır üzerinden; “eyvah… Ölüyooruuum!” diye, bağıra çağıra ortalığı birbirine katan çığlık sesleri duyuluyordu. Çok geçmeden bütün köyün büyükleriyle kadınları dışarı çıktılar.

– Hey, bu develerin peşine giden Kozbağar’ın sesi ya.

– Evet, evet, bu ses onun sesi. Eyvah, bunu deve mi kovalıyor acaba? Arkadan Şoyınkara’nın gürül gürül çıkan sesi geliyordu.

Şarip evden don gömlekle dışarı fırlamıştı. Viyaklayarak bağırıyordu:

– Şoyınkara mı? Vay, kahrolasıca Şoyınkara. Ortalığı param parça edecek o, eyvah, parçalayacak. Ellerinize sırık, sopa alın. Diyerek, alelacele geri eve girdi. Herhâlde üzerine bir şeyler giymeye gitmiş olmalıydı.

Kendisinden büyük dev sopayı sürükleyerek kıra doğru Tor-ka Nine de topallayarak ilerlemeye çalışıyordu.

– Zavallıyı öldürecek bu kahrolası şey ya. Uap, nerelerdesin? Diye, bağıra çağıra gidiyordu.

Derken:

– Öldüüüüm! Çığlığıyla, hüngür hüngür ağlayan Kozbağar, tepeden atını kırbaçlayarak karşısına çıkar. Başındaki başlığını düşürmüştü. İki gözü arkadaydı. Arkasından âdeta Azrail kovalar gibiydi. Peşi sıra tepeden canavar gibi Şoyınkara da görünmüştü. Ayaklarının altındaki karları savurup dağıtarak ortalığı kasıp kavuran Şoyınkara, hızla koşturarak gelip tepenin üzerinde durmuştu. Erkek deve, “Höst!”, “Dur!” diye, bağırıp çığlık atarak karşı gelen bir grup insana bakıyordu. Şoyınkara, cin çarpmış gibi yerinde duramayarak köpürüyor ve hiddetinden zangır zangır titriyordu.

Sopalarını sallayan insanlar, onu görünce ürkerek geri kaçmaya başlarlar.

– Vay, geberesice, diyerek dev sopasını bir kenara fırlatan Torka Nine de topallayarak kaçmaya çalışıyordu. Kaçışan kalabalığın önünde hızla koşan Şarip, ahıra ulaşır ulaşmaz arkasına dönüp, çok gerilerde kalan deveye sırığını sallıyordu. Ülek8 koca bacaklarını açarak, gür gür haykırarak, ağzından köpükler saçıyordu. Halk:

– Anlaşılan bu deve iyice azmış ya.

– Görmüyor musun, tam da kıvamında, çıldırıyor.

– Ya, evet, öyle.

– Şimdi bu hayvan yanına kimseyi yaklaştırmaz da, diyen sesler yükseliyordu.

5

Pazarcılar Beşkala’dan döndükten sonra, bu köyde yine bir olay gerçekleşir. Sabaha doğru Vıyakçı Şarip bakır ibriğini eline alıp abdest almak üzere dışarı çıkmıştı. Fahreddin’in mutfağıyla yan yana duran Ezbergen’in çadırının yeri bomboş kalmıştı. Evinin yerinde yeller esiyordu. Akşamleyin buradaydı, sabaha doğruysa izi bile yoktu. Taşınmışlardı. Kaçmışlardı. Hükümet önünde bu köyden sorumlu olan Vıyakçı Şarip gözlerine inanamayarak durduğu yerde donakalmıştı. Elindeki bakır ibriği pat diye yere düşünce sıçrayıverir Şarip.

– Vay, insafsız! Vay, haydut! Vay, yaptın yapacağını ya… Dur bakalım, görürsün sen, haykırışıyla acı acı bağırarak, tepeye doğru koşmaya başladı. Etrafına bakındı. Alaca karanlıkta, uzak yakın yerlerdeki bütün sekseviller, ona Ezbergen’in göçü gibi gelmekteydi. Bütün köyü ayağa kaldıran Şarip, doru atına binerek koşturmaya başlar. Koşturarak gittiği yerden çok geçmeden atını yedeğine alarak geri döndü. Uyumakta olan Şege’yi hırpalayarak uyandırır ve Göksengir’deki idari birlik başkanına gönderir. Bunun ardından öğleden sonra kılıcını sallaya sallaya köye polis Bukabay gelir. O da köyde bir o yana bir bu yana koşturup; “İyi olmuş, onu daha geçenlerde yok etmeliydik. İşte, şimdi eşkıya oldu,” diye kaşlarını çattı. Millet ürkerek polis Boğabay’ın ağzına bakıyordu. Polis Boğabay; “Kardeşini sen kaçırdın,” diye, Fahreddin’i sıkıştırmaya başlamıştı ki, Şarip araya girerek onu kurtarmaya çalıştı. Böylece, haksız yere suçlanmakta olan günahsız Fahreddin’in başını bir beladan alıkoyar.

Çok geçmeden güney taraftan ılık rüzgâr eserek, havalar ısınır ve kar erimeye başlar. Yağmurlu serin hava yumuşayınca, koyunların hepsi kuzulamaya başlarlar. Köy halkı için hayvanların yavruladıkları çok yoğun bir çalışma ve telaş dönemi başlamıştı. Hayvanların birçoğu yavrulamıştı. Kuzular ayaklanmaya başlar başlamaz, Sam’da kışı geçiren halk yavaş yavaş harekete geçerek, ta uzaklardaki yaylalarına, yem boylarına doğru taşınmaya başlar.

Millet kış başlarındaki gibi birbirinin peşine dizilerek değil, enine boyuna serile serpile, hepsi birden yola koyulmuştu. Kışınki gibi ileriye atılarak acele de etmiyorlardı. Kuzu koyun, sayısız develeriyle atlarını geniş otlaklarda sakince otlatarak taşınıyorlardı. Kuzu koyunların melemeleri çobanın söylediği şarkılara karışıp, uçsuz bucaksız yemyeşil bozkırda rengârenk şekilde hareket etmekte olan göçü daha da güzelleştirmekteydi. Üzerleri yük dolu develer sallana sallana ilerledikçe, boyunlarındaki bakır çan sesleri ahenkli bir ezgi gibi duyulmaktaydı. Deve üzerinde oturan kocakarılarla çoluk– çocuklar, göçü yedekleyen atlı genç kadınlar, göçle yan yana koşturan atlı delikanlılarla genç kızların hepsinin neşesi yerindeydi. Hepsinin yüzünden geniş yaylalarla yaza olan özlemle düğünlü eğlenceli, gırgır şamata dolu hayata karşı büyük bir istek ve arzu okunmaktaydı. Önlerinde göçebe halkın rahatça sefa sürebileceği uzun bir yaz vardı. Düğünlü, oyunlu, eğlenceli geceler ile sıcak duygulara dolu şen şakrak ve ilginç yaz mevsimi, onları beklemekteydi.

Böyle bir yaz mevsimini, hayatı boyunca ilk defa yaşayacağı felaket dolu bir yazı geçirmek için acele etmeyen bir tek Hansulu idi. İlerilerde atları koşturtarak otlağı ayağa kaldıran Kozbağar’ın gülüşlerini duydukça Hansulu, kaşlarını daha da çatıyor ve için için üzülüyordu. Zavallı Kozbağar ise bugünlerde Fahreddin’in ev işlerini halletmek için bütün gücüyle çalışarak koşturup duruyordu, fakat Hansulu bunları gördükçe morali daha çok bozularak gönlü daha beter soğumaktaydı. Ölsem de Kozbağar’la evlenmem diye, kendi kendine söz vermişti. Bu konuda pek kararlıydı. “Ölmek var, dönmek yok,” diyen dik kafalı genç kız, inat etmiş bir kere ve vazgeçmeyi düşünmemekteydi.

Bir haftadır yolda olanhalk, Balğa ovasına ulaşarak ara verir. Sabahtan bu yana durmadan yağmur yağmaktaydı. Yağmurun yıkadığı pelin otlu düz bozkır temizlenip gençleşerek, kirden arınan yeşil kilim gibi güzelliğiyle göz kamaştırmaktaydı. Nefes aldıkça insanı rahatlatan hafif rüzgâr esmekteydi. Keçi koyunları meleyen, oğlak kuzuları zıplayıp oynayan, zil takılan deve yavrularıyla taylakları koşturan bu neşeli göç içinde keyfi yerinde olmayan biri daha vardı. O, yanakları içine çökerek iyice zayıflayan Şege idi. Babasıyla ikisi evin 30– 40 hayvanını önlerine katarak göç peşinden geliyorlardı.

Hayvanlarını otlatıp arada bir dinlenen göç, yavaşça ilerlemekteydi. Oyunu, eğlencesi, derdi, tasası, şakaları da eksilmiyordu. Önlerinde uzun bir yol vardı. Eskiden beri alıştıkları bir hayattı bu yaşadıkları. Alıştıkları yol, otu bol topraklardı bastıkları yerler. Her bastıkları yerde dolup taşan sular ve su kenarlarını mekân eden kazlarla ördekler vardı. Otlağa kavuşan hayvanlar da pek iyi görünüyorlardı. Köy insanının istedikleri de tam olarak bunlardı. Herkesin keyfi yerindeydi.

Bu şen şakrak göç, aradan yine iki hafta geçtikten sonra köyün yaylası olan Tügisken gölünün güney yanına ulaşarak yerleşir. Bir ay boyu bütün köy ve hayvanlarıyla birlikte taşınan halk, âdeta bir eğlenceli seyahati tamamlamış gibi huzur ve rahata kavuşmuştu.

Her yanı dümdüz olan alanın tam ortasında ayna gibi parlayan gölün güney kıyısı, kalın pelinleriyle yulafının yanı sıra türlü türlü yemyeşil otlarla doluydu. Köy tam da oraya yerleşmişti. Öğleden sonra yüklerini indirerek çadırlarını kurmaya başlayan köy, güneş akşama doğru Hantörtkül tepesinden aşarak yuvasına girerken, sıra sıra dizmeye çalıştıkları evlerini de dikip tamamlamışlardı. O dizilen evlerin tam ortasında yuvarlak, kocaman beyaz bir ev duruyordu. O, Fahreddin’in eviydi. Sağ tarafındaki beyaz ev ise Hansulu için özel olarak dikilen, kışın Beşşehir’den getirdiği yeni ev idi.

Evlerin önünde kazılan yer ocaklarında parıl parıl ateşler yanmaktaydı.

Öğle saatleriydi. Jadakay ile Şege göl kuşlarını ürküterek ılgın ağaçlı kıyıda ördek avlıyordu. Halk, yaylaya yerleştiğinden bu yana iki arkadaş ilk defa yalnız kalabilmişlerdi. İlk karşılaştıkları anda Jadakay’ın sağ kaşındaki morluklarla şişliği farkeden Şege çok şaşırır.

– Şerefsiz… Majan’ın çocuklarının yaptıklarıdır, diye önemsemeyerek omuzunu sallayıvermişti Jadakay. İlçeden birilerinin geleceği doğru mu? Zenginlerin hepsini yok edeceklermiş dediklerinin doğruluk payı var mı?

– “İlçeden gelmeyecekler” İlçe kurulacak, diye Jadakay’ın dediklerini Şege düzeltti. Eski kazalarda yaşayan zenginlere hükmedemeyecek olunca onları dağıtarak ilçe kurmaya karar vermişler. İlçe dediğin pek karışık bir şeymiş. Zenginlere, “Sizleri on sene boyunca şımarttığımız yeter. Artık, buraları terke-din.” diyeceklermiş.

– Ha, öyle mi, keşke öyle yapsalar iyi olurdu. “Ne zaman yeni bir hayata kavuşacağız?” diye, bekleye bekleye ölecek hale geldik ya.

– Sadece bizde böyle. Yoksa nerede… Başka yerde yaşayanlar çoktan yeni bir hayata kavuştular, diye Şege de çokbilmiş gibi kibirlenir.

– Şege, baban hükümette ya, duydun mu, uçak, araba dedikleri şeyler bizim topraklara ne zaman gelecektir? Sorgusuyla Jadakay, Şege’ye bakar. Şege bıyığından gülerek:

– Aman, sen de neler diyorsun. Uçak öyle dursun, öncelikle bir bisikleti bile görebilsek iyidir.

– Ah, keşke ben hükümet olabilseydim, diye hayıflanan Jadakay, çok üzülerek olduğu yere uzanıverir. Şege dayanamayarak güler:

– Evet, hükümetin başında sen olsaydın neler yapardın bakayım? Dedi dalga geçerek.

– Şaka yapmıyorum, hükümetin başında ben olsaydım, bizim zenginleri “pat küt” hallederdim yani. Anasını… İlçe olana kadar onların böyle rahat hayat sürmelerine izin vermezdim…

Jadakay ile Şege kuş avladıklarını unutarak koyu sohbete dalmışlardı. Köy taraftan Karaker atıyla koşturarak gelen Hansulu’yu bile fark etmemişlerdi.

Güzel gözleri hafif yaşarmış Hansulu, yalnız geliyordu. Demin evine köyün büyükleri toplanmıştı. İçlerinde Vıyakçı Şarip, uzun boylu Uap, Büyük Nine ve Bulış vardı. Ak devesini koşturtarak Jılıbulak’tan Labak Ahun da gelmişti. Fahreddin’in misafir evi insanlarla dolup taşmıştı. Annesi ona işaret ederek dışarı çağırıp:

– Güzelim, sen gidip başka evde oturadur. Dedi. Pek üzgün görünüyordu. Genç kız yüreği, olumsuz bir şeylerin olacağını hissetmişti. Bağlı olduğu yerinde duramayarak hareketlenen Karaker atına binerek başının aldığı tarafa doğru ilerlemeye başlamıştı. Çok geçmeden köyden al don ata binmiş bir çocuk koşturarak hızla yanından geçiyordu. Su kıyısında yattığı yerden bağırır Jadakay:

– Hey, serseri, dur! Buraya gel!

Hızla koşturan çocuk atının başını zar zor çevirerek göle doğru döndü. Al don at koşmaktan nefes nefese kalmıştı.

– Ne dedin?

– Hey, evladım! Nereye koşturuyon böyle nefes nefese?

– Düğüne davet etmeye. Önümüzdeki çarşamba günü düğün var, Fahreddin kızını evlendiriyor, diyen çocuk, uzaktan bağırarak tekrar atını kamçılayarak koşmaya başlar.

– Vay, be! Şuna bak… Dedi Jadakay, gözleri fal taşı gibi açılarak atını sulamakta olan Hansulu’ya bir, rengi atan Şege’ye bir bakarak. Şege’nin canı iyice sıkılmış ve yere bakıyordu.

Jadakay diklenerek yerinden kalktı.

– Şege, işte, delikanlım, şimdi ne yapacağız? Hansulu gerçekten de Kozbağar’ın mı oluyor şimdi. Anasını sattığım, kızı kaçıralım en iyisi. Kendisi razı olur mu acaba? Seni seviyor mu o?

Şege sessizdi. Dişlerini sıkmış, gözleri dolarak yere bakıyordu.

Al don atlı haberci, pelinli, otlu düz bozkırda âdeta akan bir yıldız gibi kayarak uzaklaşmaktaydı.

HAREKETLİ YAZ

1

Düğüne sayılı gün kala kurban bayramı olmuştu. Millet sabahın erken saatlerinde kalkıp, ağıldaki hayvanlarının içinden kurban edecek mallarını seçerek hazırlıklara başlamışlardı. Güneş doğar doğmaz evlerin önünde kurbanlar kesilerek, ateşler yakılır. Herkesin keyfi yerindeydi ve pek hareketlilerdi. Kazanlarıyla bulaşıklarını temizleyip, kelle paçalarını ütüleyerek ocak başlarında koşuşturan kadınlar vardı. Aşık kemiklerini toplamak için çocuklar birbirleriyle yarışıyordu. Biraz ilerilerde, kesilen hayvanların artıkları için dalaşan itler geziyordu. Bütün bunların hepsi, Kurban bayramı hazırlıkları yapan eski köyün alışılagelmiş telaşlı yaşamıydı. Yılda bir defa kutlanan bu bayramı kışı zar zor atlatan köy halkı özlemle beklemişti.

– Bayramınız mübarek olsun.

– Âmin…

İşte, bugün, köydeki evlerin hepsinin kapısı açıktı. İyi niyet hakimdi. Sofralar seriliydi. Üç gün boyunca bu sofralar hep serili kalır ve üç gün boyunca bayramlaşmaya gelenler de hiç eksilmezdi. Kapına kim gelirse gelsin, o senin misafirin olurdu. Böyle günlerde bütün herkes en yeni ve en güzel giysilerini giyer, yiyecek konulan sandıklar açılır, bağlanıp saklanan bütün dünya mülkler, giysiler, kumaşlar çıkarılarak sergilenirdi. Evlerin içi zengin kızın çeyizi gibi süslenip püslenip güzelleşirdi.

Öğlene doğru hızla koşturarak idari birlik başkanının habercisi gelir. Atı iyice yorulmuş ve ter içinde kalmış. Haberci gelir gelmez direk Şarip’in evine iner. Çok geçmeden köy yeni haberle çalkalanır. “Vekil geliyormuş”, “İlçenin başkanıymış”. Bu haberi ilk duyan Şarip olmasına rağmen, diğer köy halkı tarafından da hemen duyulur. Ufak tefek yapılı Şarip, evden eve paytak paytak koşturarak haberi duyurmaya çalışıyordu. İdari birlik başkanının emrini her eve duyurmak için sabırsızlanarak köy arasında koşturup durmuştu.

– Hey, millet! Evinize çeki düzen verin. İlçe başkanı geliyor. Halkın durumunu öğrenmeye geliyor. Hazırlıklarınızı yapın. Hey!

Torka Nine sinirlenerek:

– Aman, Allah’ım! Hazırlanıp da ne yapacağız? Yaz gelir gelmez, ininden çıkan hayvanlar gibi buralardan temsilciler de eksik olmuyormuş be.

Şarip, hemen viyaklamaya başlar:

– Hey, böyle şeyler konuşmayın, bu gelen kişiler ciddi insanlardır, boşuna gelmiyorlar.

– Hey, millet, hazırlanın! Yeni başkan geliyor. İstediği kapıyı açıp kontrol edebilir. İstediği eve misafir olabilir. Hey, millet! Bağırtısıyla, evden eve koşturan Şarip, halkın hepsini telaşlandırarak, huzurunu kaçırır. Fahreddin’in evinin yanına geldiğinde duraklar:

– Hey, dünür! Sen de hazırlıklarını yap. İlçe başkanı geliyormuş. Belki de senin evine gelebilir, kim bilir? Bu köyde doğru düzgün denebilecek başka ev de yok zaten…

– Ha, öyleyse tamamdır. Sen dert etme dünür. Dedi Fahreddin, Şarip’in arkasını sıvazlayarak onu sakinleştirmeye çalışır.

Bu arada Hansulu evde değildi, demin gençlerle birlikte Gölkuyu tarafa bayramlaşmaya gitmişti. Annesinin ise kızımın düğünü olacak diye, sevindiği falan da yoktu. Nazik yürekli ananın yüreği son zamanları pek hüzün doluydu ve ıstırap içinde çektiği üzüntüden dolayı iyice zayıflamıştı. Fahreddin ise bütün bunları bilmiyor ve görmüyor değildi, fakat ne çare. Hayat yüzlerine gülmediği sürece ne yapabilirlerdi ki? Ocağı yıkılarak, çoluk çocuğuyla işsiz güçsüz, yersiz yurtsuz kalan zenginlerle beyler, iyilerle doğrular az mıydı sanki?

Bekledikleri misafirleri silahlı iki polisle birlikte tam da öğle saatlerinde köy kenarına gelerek atlarından inmeye başlarlar. Milletten önce havlayarak öne atılan köpekleri, Şarip eline aldığı sopasıyla kovalayarak susturmaya çalışıyordu. Ardından kendisi paytak paytak yürüyerek gelip uzun boylu ve başına deri kep giyen, omuzuna gri asker paltosunu örten ve köye yorulmuş gibi kaşlarını çatarak bakmakta olan Rus adama iki elini uzatır.

– Zdresti, diye, yavaşça seslenerek aşırı bir ilgiyle selam verir. Ona sağ elini uzatan uzun boylu delikanlı:

– Zdrastvuyte, diye, soğuk bir şekilde selamını alır. Başkan hakkında, dışarıdan gelen genç Rus birisidir, dediklerini Şarip daha önceden duymuştu. Misafir, Şarip’i tanımadığı için, “Bu da kim?” dercesine yanındaki gözlüklü, zayıf, yaşlıca Apanas’a baktı. Şarip, Apanas’ı tanıyordu. Apanas ise Çar’ın baskısıyla Mikhail zamanında buralara sürgün edilerek gelen Ruslardandı. Hükümet dönemine kadar Temir’deki mektepte ders vermiş, hükümet geldikten sonra kazada çalışmak için kalmıştır. Geçen sene eyalet valisi olarak atandı, diye duymuştu. Şimdi ise bu ilçeye Ulusal Uygulama Komitesi’nin başkanı olarak geliyormuş. Kendisi çok iyi Kazakça biliyordu. Apanas, Şarip’i sırtını sıvazlayarak, tanıştırdı:

– Yoldaş Kaspakov dediğimiz kişi kendileri olurlar. Kazakça diyecek olursak Şarip ağabey.

– Evet, Kaspakov, Kaspakov.

Şarip, gülümsemeye çalışarak kafasını salladı. Daha sonra kaşlarını çatarak bakmakta olan birinci başkan biraz yumuşayarak, kafasını salladı. Apanas Kazakça rahat rahat:

– Evet, Şarip ağa. Güle güle oturun. Bayramınız da kutlu olsun, diyerek, iltifat etti.

– İyi, iyi, âmin, Apanas.

Misafirlerin yanında idari birlik başkanı Dükenbay, eskiden Şarip’i köy başkanı yapmak isteyen Asan adlı delikanlıyla iki polis daha vardı. Onlardan biri bu köyden olan, geçmişte Ezbergen’i sürgün eden pehlivan gibi Boğabay polis iken, diğeri Şarip’in tanımadığı zayıf, esmer delikanlıydı. “Jekey” diye, tanıştırdı onu Apanas.

Bu arada Fahreddin başta olmak üzere köylüler de gelerek konuklara selam verdiler.

Apanas ilçe başkanına Fahreddin’i tanıştırır.

– Semen Haritonoviç. Bu kişi demin gelirken size bahsettiğim Fahreddin Bey. Birlik işlerine çok yardımcı olan, bu köyün aksakalıdır kendileri. Apanas, toplanan halkın dikkatini gelen önemli misafire çekmeye çalışır. Bu bey, yeni açılmakta olan ilçedeki parti komitesinin birinci sekreteri yoldaş Kalaşnikov Semen Haritonoviç. Yurdu dolaşmaya çıkmıştık. Semen Haritonoviç Kazaklar arasına ilk defa geliyor. Bu sebeple buradaki halkın durumunu, yaşamını, köydeki birlik işlerinin gidişatını kendi gözleriyle görerek öğrenmektedir.

– Hoş geldiniz, görünüz, dolaşınız, misafirimiz olunuz. Dedi Fahreddin Rusça. Kalaşnikov Fahreddin’in geniş omuzlu iri vücuduna, başının bir yanına giydiği nakışlı takkesine, güneşe yanmış geniş alnına, güzelce tıraş ettirdiği kırlaşmış olan sakallarına, edepli, düşünceli simasına dikkatle bakıyordu. Ayrıca, bu zengin köy ağasının Rusça olarak söylediği tatlı sözleri onu iyice şaşırtmıştı.

– Fahreddin Bey Rusça da iyi biliyormuş, dedi, tebessümle kafasını sallayarak.

Fahreddin bıyığını sıvazlayarak:

– He, işte, ekmeğimizi isteyecek kadar biliyoruz yönetici yoldaş.

– Haydi, buyurun. Sizler için Fahreddin Bey özel olarak yemek hazırlatıp sofra serdirdi, diye Şarip, koşarak misafirlere yol gösterdi. Apanas Şarip’in teklifini Rusça olarak Kalaşnikov’a söyleyince, o “Öncelikle köyü dolaşıp bir görelim,” dedi.

Kalaşnikov hangi eve bakarsa baksın gördükleri, duvardan duvara sere serpe sergilenmiş olan süs eşyaları, hayvan derileri, çeşit çeşit dünya mülkten ibaretti. Çadır evin başköşelerine serilmiş olan desenli keçeler, asılmış kilimler, kat kat olarak toplanmış yastık yorganlar, kemikten yapılmış sandıklar, ahşap, ayaklı elbise askılıkları, örgülü ip askılar vardı. Evin bir köşesindeki yatağın önüne asılmış ipek perdeler göz kamaştırıyordu. Kapı önlerinde ayaküstü eğilerek nezaket gösteren kadınlarla kızlar duruyordu. Hepsi pek güzel giyinmişti. Bileklerinde, parmaklarında, kulaklarında, saç bağlarında şıngır şıngır ederek parlayan altın, gümüş ve değerli taşlardan yapılmış takıları vardı.

Ocak başları tertemizdi. Sofralar seriliydi. Sofralar, Kalaşnikov’un hiç görmediği bauırsak9, süzülmüş yoğurttan yapılan tuzlu ve kurutulmuş yiyecek, peynir, darıdan yapılmış tatlılarla dolup taşıyordu.

– Bana bir yoksulun evini gösterir misiniz? Dedi Kalaşnikov.

– Demin girdiğiniz ev, yoksul bir kimsenin eviydi, diye yanıtladı Şarip. Girmiş oldukları Bulış’ın eviydi.

– Ne kadar hayvanı vardır onun?

– Eyvah, o zavallının hiçbir şeyi yoktur, çok fakirdir. 20– 30 koyunuyla keçisi, yavrularıyla birlikte 3 devesi ve bir tek atı vardır.

– Beyin kaç hayvanı vardır?

– Ha, Beyimizin hayvanları epey azalmış durumdadır. Zamanında çok zengin idi. Et olsun diye hükümete verdi. Sattı, kesti, verdi, yani yok etti, bitirdi hepsini.

– Kalanı ne kadar?

– İki yüz kadar koyunuyla kırk elli atı, on kadar devesi kalmıştır sadece.

Kalaşnikov bütün bunları dinlerken, karşısına çıkan genç kızlarla gelinlerin giysileriyle oturup kalkmalarını dikkatle izlemekteydi.

Fahreddin, konuklarına beyaz evin kapısını kendi elleriyle açarak içeri buyur etti. Dışarıda ise polis Boğabay kaldı.

Evin başköşesine geçerek yerleşen Kalaşnikov, âdeta bir müzeye girmiş gibi çok şaşırır. Daha önce girdiği evlerle evlerindeki zenginlikler, şu Beyin evindeki güzellik ve zarafetin yanında dilenci barakası gibiydi. Bu evin sadece dolup taşan mal mülkle değil, yüksek bir zevkle döşendiği fark edilmekteydi. “Böyle ıssız yerlere kurulmuş nasıl bir saltanattı bu?”. Üstelik “Gittiğin bölge Kazak bozkırının en geri kalmış bölgesidir. Sovyet idaresinin gelişemeyerek, canlanamadığı ters bir bölgedir. Oralarda her şeyi sıfırdan başlamak lazımdır” diye, Kazak bölge komite sekreteri Filipp İsayeviç Goloşekin’in, yolcu ederken hatırlattıkları gelmişti aklına.

Sırga Hanım, sakince hareket ederek, kendi elleriyle büyük kara deri kaptan nefis kokulu sarı kımız ikram etti. Evin ortasındaki yuvarlak yer masasının üzerine birkaç kap dolusu kımız getirildi. Fahreddin, iki şişe çekuşke10 çıkarıp ortaya koydu. Misafirler yepyeni, kocaman İran halısının üzerine genişçe serilerek yavaş yavaş kımızlarını yudumladılar.

– Çudesno!11 Diye kafasını sallıyordu Kalaşnikov. İlk defa kımız içiyordu.

– Fahreddin Bey’in evinde her şey var, mal mülk de var, yemek de çok, o kadın azmış, bu neden acaba? Diye, sual sordu bir kâse kımız içince rahatlayıp terlemeye başlayan Kalaşnikov şakaya vurarak. Apanas onun dediklerini Kazakçaya çevirdi. Konuklara hizmet ederek, kâseleri uzatmaya çalışan Şarip dayanamayarak bastırdı kahkahayı.

– İşte, deminden beri “Örnek Bey”, bu Beyi övdüğümüzün sebebi bu ya. Onunla da kalmıyor? Diye sohbete karışan Şarip, diğerlerine ağız açtırmıyordu. Onunla da kalmıyor, efendim, bu Bey kapısındaki uşağına kendi kızını vererek bu bayram sonrası düğün yapmaya hazırlanıyor. Bu da yetmiyormuş gibi, başlık almadan veriyor kızını. İşte, bu bey, böyle adaletli adamdır.

– Gerçekten de sizin öz kızınız mı? Derken, dikkatle bakakaldı Kalaşnikov.

Fahreddin, dolan gözlerini aşağı çevirerek.

– Evet, öz kızım… Tek kızım…

Şaşırarak kafasını sallayan Kalaşnikov.

– İlginç. Dedi.

Kapı önünde sessizce yemek hazırlamakta olan açık tenli Sırga Hanım, fokurdayarak kaynayan semaverin sağ yanına yanaşarak nazikçe dizlerinin üzerine çöktü. Yeni gelmiş gelin gibi bir dizinin üzerine oturarak çay sandığından yepyeni Rus porselenlerini çıkararak, Çin ipek bezleriyle silip, sofra kenarına yumurta dizer gibi dikkatle dizerek yerleştiriyordu. Bir süre sonra, sofra başındakilere güzel çiçek desenli kâselere doldurulan hoş kokulu Hint çayı sunmuştu.

Açıkgöz başmisafir bütün bunları dikkatle izlemekteydi.

Geniş yakalı beyaz gömleğinin üzerine yeşil ipek kaftanını atarak bağdaş kurarak rahatça oturan Fahreddin, omuzlarını kaldırarak Kalaşnikov’un yüzüne bakıp, konuşmaya hazırlandı.

– Hükümet siyasetinden haberdarız. Anlıyoruz da, hükümet fazla hayvanlarla mal mülke el koyuyor. Aldıklarını ortaya atıyor. Tamam, diyelim. Böyle bir şeye kendim razıyım, karşı değilim. Alsın. Fakir fukaraya dağıtsın, fakat düşünüp taşınınca bir şeyi anlamıyorum. Mal mülküne el koyarak, çoluk çocuğuyla kendisini ortada bırakacak kadar ne günahı vardır bu zavallı zenginlerin?

Kalaşnikov, döşeği bir kenara doğru itip, biraz düşününce başını kaldırdı.

– Böyle bir sual yönelteceğinizi tahmin etmiştim, dedi. Bu suali yalnız siz değil, egemen sınıfta hükmedenlerin hepsi sorar. Öncelikle, sizin halkınızda “Mal bakana aittir, dünya bulana aittir,” diye bir atasözü varmış. Bu söz, halk tarafından çok bilinçli söylenmiş bir sözdür. Partinin bugünkü siyaseti, sadece halkın bu hayalini gerçekleştirmeyi amaçlamaktadır. Eskiden beri zenginin malını ırgatlar, çobanlar gütmüştür. Parti, şimdi ise işte, o hayvanları ırgatların eline teslim etmek istiyor. Evet, Sovyet hükümeti ırgat çalıştıran büyük zenginleri rahat bırakmayacaktır. Sebebi, zengin zengin olalı, ırgat da ırgat olalı, zenginler kendi ırgatlarına rahat bir hayat sürdürmemiştir. Hükümet ise yoksullarındır.

Fahreddin burada gerçekten kaybetmişti. Sohbetin yönünü hemen değiştiriverdi.

– Hayır, yoldaş efendi. Ben zaten şimdiki hükümetin siyasetine karşı değilim. Aksine, onları kolluyorum. Hükümet uygun görürse kendi razılığımla fazla mal mülkümü vermeye hazırım. Sorduğum şey, hükümet alacağını alınca bizleri perişan edip, yerimizden yurdumuzdan ederek çaresiz bırakmaz mı, diyorum, diye Fahreddin, ter içinde kalarak pek huzursuz olmuştu.

– Yo–yook… Diye sakinleştirmeye çalıştı Apanas. Hepsi kanunlara uygun olarak gerçekleşecektir. Sizin yeriniz zaten ayrıdır. Hükümet için yaptığınız çalışmalarınız mutlaka dikkate alınacaktır.

– Bey ağa, işin aslına bakacak olursak, siz çok zenginlerden sayılmıyorsunuz. Gelişigüzel söylenen her söze inanıp korkmayı bırakın, sözleriyle Dükenbay da Fahreddin’i rahatlatmaya çalışır.

– İkramlarınız için teşekkür ederim, diyen Kalaşnikov, Sırga Hanım’a dönerek başını eğdi ve ardından askerler gibi hızla hareket ederek yerinden kalktı.

Diğer misafirler de onunla birlikte alelacele ayaklandılar.

Esmerce gelen polis Jekey, evden herkesten önce çıkınca, demin bıraktığı yerde Boğabay’ın olmadığını farkeder. Surjekey yüreği hoplayarak “Buna ne oldu acaba?” diye, merakla evin arka tarafına döndüğünde, Boğabay ev arkasında iki genç delikanlıyla tartışmaktaymış. Genç delikanlılardan kısa boylu, geniş omuzlu ve şişmanca olanı eve girmek için ileriye doğru atılıyordu. Boğabay, iri bedeniyle onun önünü kesmeye çalışmaktaydı. Surjekey, hızlı adımlarla hemen yanlarına geldi.

– Siz ne yapıyorsunuz bakayım? Dedi sinirlenerek.

– Bir zamanlar beraber çobanlık yaptığımız gençler bunlar. Beyin kızını kurtarmak istiyoruz, bizi gelen vekillerle görüştür, diyorlar. Olmaz, diyorum anlamıyorlar, dedi Boğabay terini silerek.

Jadakay’ın gözleri fal taşı gibi olmuştu.

– Yoldaş polis, bizler adalet için savaşmaktayız, Vekile şikayetimiz var.

– Hey, nerdeki vekil? Bu gelen ilçenin sekreteri oluyor, diye Surjekey iyice sinirlendi. Haydi, bakalım, defolun. Marş…

– Ağabey, şikayetimiz vardı iletecek. Dedi Şege, o adamın üzerine giderek.

– Ne şikayeti?

– Fahreddin kızını kendi isteğiyle değil, zorla veriyor…

– Siz de kimsiniz?

– Bizler yoksul gençleriz.

– Öyleyse kaybolun bakayım. Zorbalık gördüyse şikayeti kızın kendisi yazsın. Marş… Dedi Surjekey, Şege ile Jadakay’ı göğüslerinden iterek.

– Adalet için savaşamayacak mıyız yani? Sovyet hükümeti nerede?

– Marş! Diye, bağırdı polis. Jadakay ile Şege yavaş yavaş geriye çekilmek zorunda kaldılar.

Bu arada gelen misafirler atlarına binerek uzaklaşmışlardı. Majan köyüne doğru gidiyorlardı. Köyden çıkarlarken Kalaşnikov:

– Gerçekten de bu memlekette hala hiç bir şey değişmemiş görünüyor. Devrim rüzgârı buraları es geçmiş gibidir. Üf, çok şeyler yapmak lazım. Çok şeyler, dedikten sonra derin bir iç çekerek kafasını salladı.

7.Beş şehir.
8.Tek hörgüçlü erkek deve.
9.pişi.
10.İçki.
11.Harika!

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.