Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Selahaddin – İslam’ın Birleştirici Gücü Kudretli Sultan», sayfa 2

Yazı tipi:

I. KISIM
GİRİŞ


 
Gördü bu gözler günlerini Hazretleri’nin
Güçlü hükümdardan umuldu medet, O berkelam diyanet,
Haçlı putperestlere afet,
Sancağıdır doğruluğun ve cömertliğin,
 
SELAHADDİN,


 
İslam’a ve Müslüman’a efendilik ettin,
Kurtararak mabedini elinden Nasrani’nin,
Kutsal topraklara müsavi hizmet ettin,
Muzaffer Yusuf, Eyüb baban, Şadi nesebin,
Allah kabrin üstüne göstersin şefkat,
Ve cennet katında ona bağışlasın sebat.
 
BAHAEDDİN


SELAHADDİN’İN HAYATI
1.BÖLÜM
SELAHADDİN’İN DÜNYASI

1132 yılında takipçilerinin önüne kattığı dağılmış bir ordu Dicle’nin sol yakasına vardı. Diğer tarafta, kara tarafından derin bir hendekle çevrili ve yalnızca hisarın göbeğinden suyun kenarına uzanan, kayalıklara oyulmuş gizli patikalarla ulaşılabilen, yılmaz Tikrit Kalesi sarp bir yamacın tepesinde yükseliyordu. Kaçanların tek umudu kaleye sığınmaktı ve kaderleri onları kalenin muhafızına yönlendirmişti. Neyse ki o da dostça davranarak kaçakları, ayarladığı sandallarla güvenli bölgeye geçirdi. Selahaddin’in ailesinin talihinin yaver gitmesini sağlayan, Dicle’nin bu sandalları oldu. Hayatını onların tam vaktinde gelen yardımına borçlu olan bu cevval lider, Musul’un güçlü hükümdarı Zengi idi. Zaferin yeniden geldiği sonraki günlerde Zengi, Tikrit’e olan borcunu unutmadı ve geçmişte ne tür bir hizmet verdiğine aldırış etmeksizin kale muhafızını daha da ileri noktalara taşıdı. Bu muhafız Selahaddin’in babasıydı.

Sarazenlerin usulüne göre Eyüb (İngilizce tam karşılığı İş) soyadını alan Necmeddin (dinin yıldızı), bu hayati andaki talihli kumandan, Doğulu ve bir Müslüman olduğu hâlde, ne Türk ne Arap’tı; bizim gibi bu büyük Aryan soyundan gelen, Ermenistan’da Dvin yakınlarındaki Aydanakan köyünde doğmuş, Revadiye Aşireti’nden bir Kürt’tü. Kürtler ezelden beri İran ve Asya Minör27 arasındaki bu dağlık bölgede, pastoral bir hayat yaşadılar. Klan hayatına özgü tavırlarında, çapulculuklarıyla, saf yiğitlikle özdeşleştirdikleri onur ve konukseverlik anlayışlarıyla ve tartışılmaz cesaretleriyle, İslamiyet öncesi “Cahiliye Dönemi” Araplarına veya dağlık bölgede yaşayan Marshal Wade reformlarından önceki İskoçlara benziyorlardı. Hiçbir zaman kahraman ruhlu ve cengâver insanlar olmadılar, uygarlığa kapalılardı ve yabancılar onları idare etmede güçlük çekiyordu fakat ham da olsa birçok fazilet sahibiydiler. Tabii Selahaddin’in dünyaya gelmesini sağlayan daha eski atalarıyla pek ilgili değiliz. Ailesi, biyografi yazarları tarafından gitgide daha yaygın bir şekilde “Dvin’in en tanınmış ve seçkin ailelerinden biri” şeklinde tanımlanıyor; bu doğru olsa bile bu saygınlık daha ziyade mahalli ve sınırlı bir ayrıcalık. Dvin veya eski adıyla Debil, onuncu yüzyılda Tiflis önem kazanmadan önce İç veya Kuzey Ermenistan’ın başkentiydi. Hükümdarın ikametgâhı olan büyük surlarla çevrili bu kentin sakinleri, büyük ölçüde kendi dokudukları ve kırmız kurdundan elde ettikleri parlak kırmızı boyayla boyadıkları keçeden yapılan giysi ve kilimlerin ticaretini yapan Hristiyanlardı. Müslüman yönetimlerin altında Yahudiler, Mecusiler ve Hristiyanlar burada barış içinde yaşıyordu, Ermeni kilisesinin yanında Müslümanların ibadethanesi cami yer alıyordu.

Ne var ki Selahaddin’in büyükbabası, Mervan’ın oğlu Şadi bu saygın ve itibarlı pozisyonu kazandığında Dvin çoktan çöküşe geçmişti. Bunun üzerine Şadi, çok sayıdaki oğullarının iyi birer meslek edinmeleri için halife ve sultanın maiyetlerinin işinde iyi olanlara ödüller vadettiği ve çok daha heyecan verici olan Bağdat’a gitmeyi aklına koydu. Şadi bugün yalnızca bir isimden ibaret; Dvin’de bir köleyken İran saraylarında yüksek makamlara gelen, Selçuklu beylerine özel öğretmenlik yapan ve sonrasında da Bağdat şehrinin idaresine getirilerek ödüllendirilen Yunan Bihruz’un yakın arkadaşı olduğu haricinde hayatı veya karakteriyle ilgili hiçbir şey bilinmiyor. Şadi bu eski dostuna başvurdu ve o da alicenaplığını göstererek arkadaşının oğlu Eyüb’ü Tikrit Kalesi kumandanlığına getirdi. Şadi ve Şirkuh’un Eyüb’e katıldıkları kesin olmakla birlikte, muhtemelen bütün aile bu talihli kumandanın yanında yer aldı. Bütün bunlara rağmen Bihruz’un güvenini aklı ve sağduyusuyla haklı çıkaracak son kişi olan ağırkanlı ve aldırışsız Şirkuh, görünüşe göre, kahramanvari bir cinayetle, bir kadının öcünü almak için bir serseriyi öldürerek ailenin iyi talihini tersine çevirdi. Zaten pek de sevmediği Zengi’nin kaçışından rahatsız olan Bihruz, Şirkuh’un bu zorbalığını görmezden gelmek niyetinde değildi. Kardeşlerden başka yerde iş aramaları istendi. Şehirden göçtükleri günün gecesinde Eyüb’ün karısının bir oğlan doğurmasını uğursuzluğa yorarak, talihsizlik duygusunun altında başarısızlığa uğramış bir şekilde Tikrit’ten ayrıldılar. Uğursuzluğa uğradıkları yönündeki bu kehanet tabii ki asla gerçeklere uygun değildi çünkü Tikrit’te miladi 1138 yılında doğduğunda attığı ilk çığlıkları ile yolculuk hazırlıklarını sekteye uğratan bu çocuk, sonradan doğuda ve batıda imanın onuru olacak, bizim bildiğimiz adıyla Selahaddin soyadıyla nam salacak Yusuf’tan başkası değildi.28

Eyüb’ün bebek Selahaddin’i nereye götürdüğüne ve başlarına neler geldiğine değinmeden önce kısaca Sarazenlerin müstakbel liderlerinin hayatını ve başarılarını şekillendiren siyasi koşullara göz atmalıyız. O günlerin doğu dünyası halifenin eski imparatorluğundan oldukça farklıydı; Selahaddin’in babasının zamanında bile birtakım hayati değişiklikler olmuştu. İslam ordularını, başta kuru otlak yangını gibi Arap meydanlarından doğuda Hint çöllerine, batıda Atlas Okyanusu’nun dövdüğü kıyılara kadar coşkuyla taşıyan ateşli gayretkeşlik, imparatorluğun aniden ve şaşırtıcı biçimde edindiği yapıyı, sıkı bir düzen içinde tutmaya yetmemişti. Aslında halifelik altı yüzyıldan fazla bir süre boyunca varlığını sürdürdüyse de imparatorluğun nüfuzu bunun ancak üçte biri bir süreyle korunabildi.

Arap peygamberin askerleri yedinci yüzyılda Mısır, Suriye, İran ve hatta Amuderya’nın öte yakasındaki toprakları kontrolleri altına aldılar ve sekizinci yüzyıl başlarında İspanya’yı kendi topraklarına katarak Berberi kıyılarının neredeyse tamamını fethettiler. Böyle mücadeleci ve saldırgan ırkların birlikteliğinden oluşan ve birbirinden bu kadar uzak toprakları bünyesinde barındıran bir imparatorluğun tek bir merkezî yönetime kati suretle itaat etmesi, hele de idare yetkisini Şam ile Bağdat arasında paylaştırarak bu durumunu uzun süre devam ettirmesi düşünülemezdi. Üstelik Müslüman sistemindeki valilik, Roma valiliklerine göre fiilî bağımsızlığını kazanmaya daha da yatkındı. Dinî olduğu kadar idari bir kavram da olan halifelik, yerel idarecileri ruhani lidere duyulan bağlılıkla çelişmeyecek nitelikte yetkiler elde etmek konusunda cesaretlendirdiği gibi, İslam’ın içinde mevcut olan sektler, özellikle de Ali’nin soyundan gelen eziyet görmüş kimselerden esinlenerek vücut bulan tuhaf ve fanatik bağlılıklar, devletin parçalanmasına kadar giden yolun önünü açtı.

Dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde Müslüman imparatorluğunun ipleri ya Abbasi halifesinin otoritesini reddeden ya da onu en azından nazikçe “inananların yol göstericisi” olarak tanımlayan -ki bu katıksız bir hürmet göstergesidir- hükümdarların eline geçmişti. Halifenin fermanı Büyük Harun Raşid döneminde bile İspanya veya Fas’ta etkili olmuyor ve Tunus’ta ancak sınırlı bir saygıyla karşılanıyordu. Önce Mısır, sonra Kuzeydoğu İran kısa zamanda batıda yaşanan aşırılıkları takip etti. Onuncu yüzyılın ortalarına gelindiğinde ise halifenin dünyevi etkisi, kendini koruması amacıyla getirttiği paralı askerlerin kumandanı tarafından üzücü bir şekilde hapsedildiği sarayının surlarının ötesine geçemedi. Bu dinî iktidarsızlık hâli Bağdat halifeliğinin 1258’de Moğollar tarafından sonlandırılmasına kadar pek değişime uğramadan devam etti. Zaman zaman Abbasiler, gerek komşularının güçsüzlüğü gerekse halifenin kişisel itibarı sayesinde Dicle ve Fırat vadilerindeki toprakların bir kısmının kontrolünü geçici olarak yeniden ele geçirdiler. O zaman bile, halifenin ordusu daha büyük olduğu hâlde ve halife, kendinden öncekilerden daha geniş bir hâkimiyet alanına hükmettiği hâlde, otoritesi Mezopotamya’da bir bölgeyle sınırlıydı ve etkisi, İslamiyetin ruhani lideri olarak saklı kalmakla birlikte Selahaddin’in siyasi dünyasında neredeyse görmezden gelinebilecek kadar azdı.

Bu siyasi dünya pratikte doğuda Dicle, batıda Libya Çölü’yle sınırlıydı. Selahaddin devlet işlerine karışmaya başlamadan önceki bir buçuk yüzyıl süresince Mısır’ı, Muhammed’in damadı Ali’nin soyundan gelmeleri sebebiyle Bağdat’taki Abbasi halifesini tamamen reddederek ruhani üstünlük iddia eden, ayrılıkçı bir hanedan olan Fâtımî halifeler idare etmişti. Haçlı seferlerine yol açan siyasi altyapı ile daha yakından ilgili olan şey ise Suriye ve Mezopotamya’daki durumdu. Bu bölgelerin tamamı, Kürdistan dağlarından Lübnan’a, ırksal ve siyasi olarak Arabistan’la müttefikti. Geniş Arap kabileleri, erken dönemlerden itibaren isimlerinin coğrafi bölgelerde hâlen korunduğu Mezopotamya’nın bu verimli vadilerine yerleşmişti.

Bedevi kabileleri, bugüne kadar yaptıkları gibi, her yıl, Arabistan’dan Fırat’ın çayırlık alanlarına, oradan oraya göçüp durdular ve geçmişte olduğu gibi günümüzde de artık pek çok kabile, Suriye’nin çeşitli bölgelerine kalıcı olarak yerleşmiş durumda. Halifeliğin çöküşü doğal olarak bazı Arap kabilelerinin kendi idare ettikleri bölgelerde Arap krallıkları kurulmasına yol açtı, buna bağlı olarak da onuncu ve on birinci yüzyıllarda Suriye’nin büyük bir kısmı ve Mezopotamya siyasi olarak ağırlık kazandı fakat on ikinci yüzyılda bütün bunlar değişti. Araplar mutat yerlerinde kaldılar ve şimdi de olduğu gibi Diyarbakır’ın yukarı vadilerine kadar ülkenin her tarafını mekân edindiler fakat artık hayvanlarını otlattıkları bu topraklara hükmetmiyorlardı. Bu bölgelerdeki Arap üstünlüğü sona ermiş ve Türklerin hâkimiyeti başlamıştı.

On birinci yüzyıl süresince İran, Mezopotamya ve Suriye’ye akın eden Türkler, Amuderya’nın ötesindeki bozkırlardan gelen bir Türkmen başbuğu olan Selçuk’un torunlarının başı çektiği bir gruptu. Hızlı bir şekilde sefer üstüne sefer düzenleyerek önce İran’ın büyük kısmına yayıldılar; daha sonra diğer Türk boyları da orduları ile geldi ve böylece Batı Asya’nın tamamı, Afganistan sınırından Yunan İmparatorluğu’nun kıyısına, Mısır’a kadar aşama aşama Selçuklu egemenliği altında birleşti. İranlılar, Araplar ve Kürtler bu ezici fetih dalgasına hep birlikte boyun eğdiler. Egemenlikleri altına aldıkları topraklar çok geniş olmakla birlikte Selçuklular’ın istilasının önemi, büyük bir alana yayılmalarından çok daha derindir; ilerleyişleri Müslümanlık tarihinde İslami inanışı yeniden diriltmek suretiyle bir çağ açtı.

“Kendilerini gösterdikleri sırada halifenin imparatorluğu ortadan kalkmıştı. Bir zamanlar Müslüman bir hükümdar altında birleşmiş bir dünya, şimdi hiçbiri Mısır’daki Fâtımîleri bile kurtarmayacak olan (çünkü ayrılıkçıydılar) ve bir imparatorluğu yönetecek kapasiteye sahip olmayan, dağılmış hanedanların oluşturduğu bir yığından ibaretti. Hizipçiliğin yaygınlaşması, dağılmış imparatorluğun çeşitli yönetim merkezlerindeki bölünmüşlüğü artırdı. Radikal bir tedavi gerekliydi ve bu da Türklerin istilasıyla gerçekleşti. Şehir hayatı ve dine karşı duyulan ilgisizlikle bozulmamış bu kaba göçebeler, İslamiyeti hoyrat ruhlarının tüm şevkiyle benimsediler. Ölmekte olan bir devleti kurtarıp ona yeniden hayat verdiler. İran, Mezopotamya, Suriye ve Asya Minör’e yaptıkları akınlarla ülkeyi harap edip orada bulunan tüm hanedanların kökünü kuruttular ve böylece Muhammed’in Asya’sını Afganistan’ın batı sınırından Akdeniz’e kadar tek hâkim altında bir kez daha birleştirdiler. Müslümanların tükenmekte olan heveslerini alevlendirdiler, yeniden içlerine sokulan Bizanslıları geri püskürttüler ve haçlıların mütemadi yenilgilerini borçlu oldukları fanatik Müslüman bir savaşçı nesli yetiştirdiler.”29

Selçuklu imparatorlarının en asaletlisi Melik Şah, kafasındakileri çağa imzasını atarak gerçekleştirebilen birkaç hükümdardan biridir. Onun sarayına mensup olmak, fermanlarını elinde tutmak sadece bir onur ve ayrıcalık değil, aynı zamanda gerekli adap ve kuralların öğrenildiği bir fırsattı. Sultana hizmet sırasında insan ondan görerek öğreniyor, böylece çağının motifini ve vasfını yansıtan bu eşsiz şahsiyetin öncülüğünde standart bir ahlak oluşuyordu. Bir Arap tarihçinin aktardığına göre bir lider veya yönetici, halkın gözünde, sultanı takip ettiği ölçüde değer kazanıyordu; bu şekilde benimsenen standart, hükümdarın asla bayağı işler yapmayacağı fikrine önayak oluyordu. Adaleti sağlamak Melik Şah’ın ilk amacıydı; en büyük çabası insanlarının refahını artırmaktı. Yaptırdığı köprüler, kanallar, kervansaraylar, ticareti teşvik etmesinin ve hükmettiği bölgeler arasındaki iletişime verdiği önemin bir deliliydi. Yollar güvenliydi hatta denilir ki iki gezgin Merv’den Şam’a yanlarında bir muhafız olmadan gidebilirdi. Cömert, cesur, adil ve vicdanlı olan bu adam Müslüman hükümdar idealini gerçeğe dönüştürdü. Teşkil ettiği örnek her yerdeki takipçilerini derinden etkiledi. Karakteri ve devlet adamlığına söz söylenmeyen Melik Şah, prensiplerini ve başarılı düzenini daha da bilge bir adam olan bölgedeki en yüksek pozisyona sahip Nizamülmülk’e borçluydu. Nizamülmülk tarihin en büyük devlet adamları arasındadır. Müslüman methiye yazarları onun manevi erdemleri üzerinde epey kafa yormuş ve Kur’an’ı daha on iki yaşındayken nasıl ezbere okuduğunu iltifatla nakletmişlerdir ancak yeteneğinin esas tanığı, görevde bulunduğu yaklaşık otuz yılda imparatorluğun gösterdiği gelişim ve eriştiği refah düzeyiydi. Başarıların temelinde engin hukuk bilgisi, ayrıca öğrenmeye ve bilime olan desteği yatmaktadır. Bugün daha az tanınıyor olsa da “Rubaiyat”ından daha önemsiz olmayan Ömer Hayyam’ı astronomi araştırmaları yapmaya yönlendiren ve Bağdat’taki meşhur Nizamiye Medresesi’ni kuran odur. Melik Şah’ın buyruğu üzerine düzenlediği ve sultanın kanunu olarak kabul ettiği “Siyasetname”30 adlı eserinde, ilahi yasanın değişmez öğretisini somutlaştırarak hükümdarlık kavramının ideallerini ortaya koyan da yine odur. Elinde bulundurduğu egemenlik hiç şüphesiz Tanrı tarafından kutsanmıştı; yine de hükümdara emanet edilen işlerle ilgili olarak yaptıklarının hesabını en ince detayıyla Allah’a vermek sorumluluğu öğretide katı biçimde işlenmişti. Παντί δέ ώ έδοθη πολύ, πολύ ζητηθήσεται παρ’αυτοΰ. (“Kime çok verilirse ondan o kadar istenir.”) sözü kendisinden de ileri bir büyük “öğretmen”in olduğunun ayırdındaki vezirin ilkesiydi ve onun ideal mutlak hükümdarı mükemmellik hassasını üzerinde taşımalıydı. Bir hükümdarın karakterini eski bir Arap öyküsünden bir alıntıyla şöyle açıklıyordu: “Nefret, kıskançlık, gurur, öfke, ihtiras, açgözlülük, boş umutlar, kavgacılık, yalan, tamahkârlık, kötü niyetlilik, şiddet, kibir, fevrîlik, nankörlük ve ciddiyetsizlikleri bastırıp yalın, dengeli mizaçlı, nazik, merhametli, alçakgönüllü, cömert, güvenilir, sabırlı, müteşekkir ve merhametli, öğrenme sevgisiyle dolu adil bir insan olmalıdır.” Bir ciddi değerlendirme de kudretli bir ordudan ziyade hükümdara hizmetle ilgilidir. Ona göre, hükümdarın, adam kayırmadan ve haksız ödüllendirmelerden kaçınması, fazla şarap içmekten ve bir hükümdara yakışmayacak ciddiyetsiz hareketlerden uzak durması gerekirdi; oruç tutması, dua etmesi, sadaka vermesi ve diğer ibadetleri sıkı sıkıya yerine getirmesi yerinde olurdu. Her hâlükârda “orta yolu izlemek” gerekliydi çünkü İslam’ın peygamberi, farkına varmadan da olsa Aristo’dan alıntı yaparak hayırlı olanın “orta yol”u seçmek olduğunu söylemişti. Nizamülmülk’ün hükûmet sistemindeki en çarpıcı özellik, hükümdarın kullarına olan görevlerinin ve saray içindeki yozlaşma ve baskıları tespit etmek, cezalandırmak amacıyla yapılması önerilen ayrıntılı denetimlerin üzerinde ısrarla durmasıdır. Sultan iki haftada bir halkın huzuruna çıkacak, ne kadar aciz ve tanınmayan bir kişi de olsa herhangi bir kulu yanına gelip maruzatını anlatabilecek, adalet isteyebilecek ve sultan da onu şahsen, araya girmeden ve sabırla dinleyecek ve her vakayı hakkaniyetle çözüme kavuşturacaktı. Hükümdarın yanına serbestçe girilmesini sağlamak adına çeşitli önlemler de ileri sürülmüştü; İranlı bir hükümdarın örneği veriliyor, bir ovanın ortasında at sırtında halkın karşısına çıkması öneriliyordu; kapılar, engeller, bekleme odaları, geçitler, perdeler ve “kıskanç mabeyinciler” bu şekilde ortadan kaldırılacağı için herkes onu görüp yanına yaklaşabilecekti. Başka bir örnekte ise bir kral huzuruna çıkacak kimselere kırmızı kıyafetler giydirilmesini emretmişti ki bu şekilde onları kalabalıktan ayırabilecekti. Böylece Samani hükümdarının yöntemi kabul edildi. Hükümdar, mabeyincileri tarafından kovalanan mazlum bir kulu onu görür de çare sormaya gelirse diye, bütün gece tek başına, korumasız, yoğun kar yağışının altında büyük Buhara meydanında oturacaktı. Yerel yöneticilerin kötü idaresinin iyi denetlenememesi endişesiyle olağanüstü zorluklara katlanılmalıydı: “Bir memur bir göreve atandığında Tanrı’nın yarattıklarına iyi davransın. Onlardan gereğinden fazla parayı zorla almasın ve onu da isterken nazik ve düşünceli bir tavır sergilesin. Vergiler asla yasaca belirlenen günden önce toplanmasın, aksi hâlde yoksul kimseler mallarını yarı fiyatına satar; mahvolur, savrulurlar.”

Vergi toplayıcıların ve diğer memurların düzenli olarak denetimden geçirilmesi önerilmişti ve haksız davranana ağır cezalar verilmekteydi. “Casuslar…” diyor, “tacir, derviş vb. kılığına girerek sürekli ilden ile dolaşmalı ve duydukları şeyleri rapor etmelidir ki olan biten hiçbir şey gizli kalmasın.” Alınan diğer bir önlem de vergi toplayıcıların ve memurların her iki üç yılda bir yerlerinin değiştirilmesiydi; böylece onlar da bulundukları yere iyice yerleşemeyecek ve görevlerini kötüye kullanıp zorbalık edemeyecekti. Ayrıca, yüksek karakterli, kimsenin kendisinden şüphe etmediği ve ücretleri hazine tarafından karşılanacak müfettişler tüm imparatorluğu gözetim altında tutacaktı. Bu insanların “dürüstlüklerinin getirisi maaşlarının yüz katı olacaktır”. Kati ve düzenli bir ulak sistemi de bu müfettişler ve merkezî yönetim arasındaki iletişimi hızla sağlayacaktı.

Son olarak, derebeylerinin insanlara iyi davranması da her yıl salıverilen esirlerin imparatorluk sarayına gönderilmesiyle garanti altına alınıyordu ki burada en az beş yüzü sürekli olarak tutuluyordu. Adil bir yönetim sağlamak ve teftişleri sık sık yapmak adına hükümler belirlemek, hükûmetin yabancıların eline verildiği askerî bir örgütlenmeye dayalı bir imparatorlukta çok gerekliydi. Selçuklular’ın gücü büyük ölçüde kiralanan veya satın alınan askerlerden oluşan bir orduya dayalıydı ve idari işlerde de saray halkından sayılan köleler kullanılıyordu. Söz konusu yüksek makamlar olunca özgür kişilere güvenilemezdi, en azından uzak illerde… İranlı veya Arap yerlilerin Türk hükümdarlarına sadakatle bağlı olmasını beklemezlerdi; bu şekilde Selçuklu beylerine duydukları kişisel bağlılıkla ilintili olarak saraya getirilen kölelere güvenmek daha emniyetliydi. Çoğunlukla Kıpçak veya Tatar kökenli bu beyaz köleler veya memlukler, sultanın korumalığını üstlenmiş, sarayın ve karargâhın önemli görevlerine gelmiş ve kişisel beceri ve görgüleri derecesinde adım adım özgürlüğe ve güce ulaşmışlardı. Bunlar, efendileri olan sultan adına idari görevlerde bulunup -askerî hizmette sultana bağlı kalmak koşuluyla- kendilerine bağışlanan kaleler, kentler ve hatta illerle ödüllendirilirdi. Bütün imparatorluk, Türkler arasında yaygın gibi görünen ve Selahaddin tarafından Selçuklular’dan devralınıp Mısır’a taşınan ve burada yüzyıllarca Memluk sultanları tarafından uygulanıp devam ettirilen bu derebeylik sistemi çerçevesinde örgütlenmişti. İran’ın büyük bir kısmı, Mezopotamya ve Suriye, askerî tımarlar hâlinde parsellenmişti ancak sultanın izniyle iptal edilebilir nitelikteki imtiyaznamelere dayanarak buradan vergi toplayıp bu vergiyle geçimini sürdüren Selçuklu reisleri -memluk korumalarından eski köleler- tarafından yönetilirdi; tek şart sultan emir verdiğinde bir askerî birlik tedarik etmekti.

Derebeylik sisteminde daha üst görevlerdekiler, kendi tımarlarını, derebeylerine asker sağlamakla yükümlü olan astlarına kısım kısım dağıtırlardı; aynı bu astların da kademe kademe kendi altlarında çalışan hizmetkârlarından kendi egemenliklerini tanımalarını bekledikleri gibi. Askerî birlikleri bir araya toplamak için ilkel bir yöntem uygulandığını okuyoruz; karargâhtan karargâha veya köyden köye bir ok gönderiliyor, böylece taburların bir araya gelmesi istendiği anlaşılıyordu. Bir seferin sonunda bu birlikler serbest bırakılıp kışları geçirdikleri evlerine, bir dahaki baharda yeniden sancak altında buluşmak taahhüdüyle gönderiliyordu. Bu arada bir general sahada kalma ihtimali olan takipçilerinden, korumasıyla görevli olan askerlerden ve paralı askerlerinden memnun olmak durumundaydı. Görüleceği üzere Selahaddin bu âdeti her surette gözlemledi. Kendi topraklarında yaşarken vasallar yalnızca üretilenin yaklaşık onda birine denk gelen yasal vergiyi toplamaya yetkiliydiler, ayrıca insanlara baskı uygulamaktan ve bunların mallarını gasp etmekten kesinlikle menedilmişlerdi. “Toprak ve üstünde yaşayanlar sultanındır.” diye yazmıştı büyük vezir. “Derebeyleri ve idareciler yalnızca onları korumak amacıyla görevlendirilmiş muhafızlardır.” Şüphesiz, Selçuklu İmparatorluğu varlığını sürdürdüğü sürece her an her yerde olan casuslar da varlıklarını sürdürüp yozlaşmanın önüne geçtiler ancak böyle üstün bir hükûmetin olmadığı Nureddin ve Selahaddin’in teşkilatlı hükümranlığından önceki sorunlu dönemlerde “korunma”dan ziyade sefalet derebeylik zincirinin halkalarına eklenmiştir.

Arkalarında hizmetkârları önde kendileri, her an kavgaya hazır tavırlarıyla öne çıkan beyler ve emîrler hakkında sürekli bir şeyler okuyoruz. Böylesi bir tarafın Mezopotamya’nın çetin düzlüklerinde düşman birlikleriyle karşılaşmasının sonucu olarak olağan bir çarpışma veya belki bir zafer elde etmekten ziyade sonrasında bir katliam ve yağmanın yaşanması daha muhtemeldi. Çobanın, çiftçinin ve tacirin, komşu reislerin cengaverce çarpışmalarının ortasında geçen hayatları pek sıkıcı ve daha az tehlikeli geçmiyor, Melik Şah ve bilge vezirinin eşitlikçi kuralları da sıklıkla bu zafer coşkusunun gölgesinde kalıyordu.

Arap vakanüvis kaba gücün üzerinde durmaya eğilimliyse de barış içinde yaşayan halkın durumunu göz ardı etmezdi; burada belirtmek gerekir ki yüce efendisinin erdemlerine işaret ederken önceliği, üzerine basa basa kullarına karşı gösterdiği adalete ve nezakete verirdi. Musullu Akdoğan’a (Aksunkur) bilge ve halkını koruyan bir yönetici olmasından ötürü büyük hayranlık duyulurdu.31 Topraklarında mükemmel bir adalet egemendi; pazarlar ucuz, yollar tamamen güvenliydi ve düzen her yere hâkimdi. İlkesi, bir bölgede işlenen bir hatanın bölgenin kendisi tarafından telafi edilmesiydi; örneğin bir kervan çapulculuğa uğradıysa bu kervanın kaybını tüm çevre köyler hep birlikte karşılayacaktı, böylece tüm halk gezginlerin güvenliğini sağlamakta umumi inzibat görevi görecekti. Bu başarılı hükümdarın, sözünden hiç dönmediği kayıtlara geçirilmiş ki bu, haçlılar döneminin Hristiyan liderlerinden çok Müslüman liderler için söylenebilecek bir şeydi.

Adil ve erdemli bir reis, doğal olarak hizmetkârlarında bir öykünme duygusu uyandırır; birçok durumda da bu gibi etkilenmelerin izlerini görmek hiç de zor değil. Büyük bir beyin bütün çabası, etrafında sağkolu olabilecek kadar güveneceği, arazisini geliştirecek ve politikasını bu arazilerin idaresinde uygulayacak hizmetkârlar ve daha alt kademedeki derebeylerden oluşan sadık bir grup oluşturmaya yönelikti. Ailesinin devamlılığı onların sadakatine bağlıydı. Bir bey öldükten sonra vasalları ve memlukleri vârislerinin yardımına koşar, ondan tımarın vekâletini alıp vâris ölen beyin yerine geçerken onu desteklerdi. Zayıf bir yöneticinin ne yazık ki böyle hararetli bir zamanda pek şansı olmazdı; bir hükümdar savaşta güçlü, barış zamanı sağlam olmalıydı. Zaman zaman bir emîrin vasallının isteklerini karşılamakta ve onların bağlılığını sürdürmekte başarısızlığa uğradığı da olurdu, bu durumda bu destekçiler hizmetlerini daha popüler bir efendiye sunmayı seçerdi.

Askerî karakteri ve önderlerinden birçoğunun acımasızlığına rağmen Selçuklu medeniyetinin hiçbir özelliği eğitime ve bilgiye verilen yüksek önemin ötesine geçemez. Müslüman ülkelerde daha önceden de okullar olduğu hâlde on birinci ve on ikinci yüzyıllarda Doğu’da Nizamülmülk’ün etkisiyle eğitimde yaşanan büyük gelişmelerin tek nedeni Selçuklu’nun hamiliğidir. Nizamülmülk tarafından kurulan Bağdat’taki Nizamiye Üniversitesi veya Medresesi İran, Suriye ve Mısır’ın tamamına yayılan öğrenme aşkının kalbi olmuş ve Kahire’deki Ezher Medresesi’nden gelen bilgelik akımıyla birleşmiştir. Selçuklu şehzadeleri arasında bir medrese kurmak; bir cami inşa etmek veya bir kenti “kâfir”lerin elinden kurtarmak kadar kutsal bir işti.

Aynı ruh, Selçuklu’nun güç kaybettiği dönemlerde peyda olan büyük vasalların ve sayısız hanedanların eğitim konusuna özel ilgi göstermesine yol açarak Selahaddin’in zamanına dek Şam, Halep, Baalbek, Emesa, Musul, Bağdat, Kahire ve diğer kentleri bilgin yatağı hâline getirdi. Müderrisler aynı Orta Çağ’da Avrupa’da olduğu gibi medreseden medreseye gezerdi. Bu eğitimli adamların ve vezirlerin çoğu (Bu ikisi genelde birleşikti.) Selçuklu sultanlarının soyundan gelenler veya onların saraydaki görevlileriydi. Bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi ve askerî yeteneğiyle Musul Atabeyi Zengi, Melik Şah’ın avladığı hayvanların bulunduğu ahırda, hükümdarın leopar avına çıktığı sırada yanına aldığı köpeklerin bakıcılığını yapan hizmetkârı, büyükbabasından “bonkör” anlamına gelen “el-Cevad” soyadını alan veziri ve sağkolu Cemaleddin’in yardımı olmasa geniş imparatorluğunun dizginlerini elinde tutamazdı. Arka arkaya görev aldığı hükûmetlerde o kadar ustalıklı bir idare sergilemişti, ayrıca tavırları ve konuşması o kadar etkileyiciydi ki Zengi onu yakın arkadaşı mertebesine yükseltip ona beyliğinin başmüfettişlik ve devlet divanının başkanlığı görevlerini verdi. Maaşı topraktan elde edilen ürünün onda biriydi, o da bu serveti bol bol hayır işlerinde kullandı, Mekke ve Medine’deki hacıların ihtiyaçlarını bonkörce karşıladı, su kemerleri yaptırdı, camileri restore ettirdi ve birçok insana aylık bağladı. Öldüğünde, dul ve yetimlerin ve onu velinimeti gören birçok fakirin “feryadıyla gök inledi”.32

Tüm Müslüman âleminden bilge ve eğitimli kişilerin oluşturduğu geniş bir grup çeşitli görevlere getirildi. Nişabur’dan gelen müderrisler Şam’daki dinleyicileri mest etti. İranlı es-Sühreverdi gibi sufiler, İbn Asakir gibi Selahaddin’in de 1176 yılındaki cenazesine şahsen katıldığı gelenekçi âlimler bir araya geldi. Aynı yıl Kahire’ye, Endülüs’ün Xativa kentinden Doğu’da yeniden parlayan eğitim ateşinin sıcağına kapılıp sürüklenen bir yabancı geldi. Bu, Kur’an’daki “çeşitli dersler” üzerine 1173 mısralık bir şiir yazan ve bunu yalnızca “Tanrı’nın rızasını kazanmak” için yapan İbn Firro idi. Bu olağanüstü âlim, hafızasının dudak uçuklatacak kadar çok bilgiyle dolu olduğunu söyleyerek acizane bir itirafta bulundu! Ne var ki iş kalabalık dinleyici kitlesine ders anlatmaya gelince ağzından tek bir sözcük bile çıkmadı. Bu durumda Selahaddin döneminin başhâkimi ve Mısır’ın idarecisinin onu kendi evinde ağırlamasına ve hatta kendi özel kabrine defnetmesine şaşmamalı. Bu gibi filozoflar gaddar reislerin içlerinde yanan ateşi dingin akıllarıyla yatıştırdılar. O devrin büyük askerlerinin çoğu bu kültürlü insanların oluşturduğu topluluktan büyük zevk alırdı; öyle ki muzaffer Atabey için “bilek gücü şarkıcıların ahenkli müziğinden daha aziz” veya “güçlü bir düşmanla anlaşmaya çalışmak bir sevgiliyle gönül eylemekten daha büyük bir zevk” olsa da o bilge danışmanı el-Cevad’ın arkadaşlığını seviyordu.

Arkasından gelen Nureddin bu âlim topluluğuna canıgönülden bağlıydı, şairler ve edebiyatçılar etrafında toplanırdı. Selahaddin ise bilgili teologlarla tartışmaktan ve ağırbaşlı hukukçularla sohbet etmekten özellikle keyif alırdı. Aralarındaki en kana susamış bey bile yanında şairi ve tarihçisi olmadan yapamazdı. Daha sonraki yüzyıllarda aynı şey Mısır’ın Memluk sultanları arasında da baş gösterdi. Göründükleri kadar barbar ve vahşi oldukları, kan dökmeye ve hıyanete bu kadar eğilim gösterdikleri hâlde bu insanlar sanata da değer verdiler, edebiyatı teşvik ettiler ve Kahire’yi çarpıcı bir mimariyle güzelleştirdiler. Doğu’da, öyle görünüyor ki şiddet, beğeni ve kültürle iç içe varlığını sürdürdü. Tatlı şarkıcıların müziğiyle bunalım nöbetlerini bastıran da yalnızca Saul değildi.

Selçuklu egemenliğinin etkileri oldukça yaygın olduğu hâlde hanedanın ömrü pek kısa oldu. İran’a fatih unvanıyla girişlerinden elli yıldan az bir süre sonra, cesaretle planlayıp muhteşem biçimde korumayı başardıkları bu engin doku parçalara ayrıldı. Birbiri ardına ülkeyi yöneten 3 Selçuklu imparatoru uçsuz bucaksız topraklarını rekabet veya isyan korkusu olmaksızın kişisel hâkimiyetleri altında tutmayı başardılar ancak Melik Şah’ın 1092’deki ölümünün ardından oğulları arasında başlayan iç savaşla imparatorluk bölündü. Selçuklular Nişabur’da, İsfahan’da, Kirman’da egemenliklerini sürdürdüler; aynı şekilde Şam, Halep ve Anadolu’da da onlar vardı fakat bu muazzam yapının kaplamaları, iç ve dış baskılara fazla dayanamadı ve döküldü. Tahttan devrilmeleri feodal yapılarının hazırladığı kaçınılmaz bir sondu. Kendi kazdıkları kuyuya düştüler. Kendilerini savunmaları amacıyla getirttikleri köleler, şimdi onlara karşı bir saldırı içindeydi ve imparatorluklarını korumak üzere oluşturdukları tımar sistemi karşılarına en büyük tehlike olarak çıktı. Avrupa feodalizminin en zayıf yanı Selçuklu sistemi için de eşit ölçüde belirgin oldu. Köle, efendisine hizmet borçluydu ve vasal da kendi yöneticisine bağlılık göstermeliydi fakat hizmet ve sadakat hemen üst kademedeki kişiden öteye gitmiyordu. Eğer bir vasal şefi kendini beyine baş kaldıracak kadar güçlü hissediyorsa bu vasal şefinin hizmetkârları, alt kademedeki vasalları ve köleleri de onu izliyordu çünkü onların bu beye bir minnetleri yoktu. Bunun yanı sıra beyin boyunduruğunun kabul edildiğine dair bir tabiyet yemini gibi bir akit de yoktu ortada. Gerçi bu alt kademedeki vasalları asi bir beyden koparak tahtın diğer tarafına geçmekten alıkoyan şeyin sadakat duygusu olduğu görülüyordu. Hükümdarın gücü azaldıkça bu sadakat duygusu da işlerliğini yitirdi ve derebeyliğin büyük beyleri vasallarının da tam mutabakatıyla kendilerine ait krallıklar kurmaya muktedir oldular. İmparatorluk kendi içinde bölündüğünde bir zamanlar onun emrinde savaşan ve onun tarafından ödüllendirilen beyler şimdi bağımsız prensler hâlini almışlardı. İmparatorları için zaferler kazanan memlukler, şimdi bu imparatorların vârislerine efendi veya atabey olmuş, vekâleten üstlenilen görev şimdi egemenlik üzerinde tam hak iddia etmek ve saltanatı devralmakla yer değiştirmişti.

27.Anadolu’nun bir diğer adı. (e.n.)
28.Selahaddin’in doğduğu hicri 532 yılı miladi takvime göre 19 Eylül 1137-8 Eylül 1138 arasına denk düşüyor. Selahaddin -doğduğu ayın kaydı olmamakla birlikte- 1137 yılında da dünyaya gelmiş olabilir.
29.S. Lane-Poole, Mohammedan Dynasties (Müslüman Hanedanlar), 149, 150
30.M. Schefer tarafından “Siasset Nameh” adıyla 1893’te, Paris’te yayımlanmıştır.
31.İbnü’l Esir, “Atabeyler”, 29,30.
32.İbn Hallikân, iii, 295-299
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
Hacim:
27 s. 46 illüstrasyon
ISBN:
978-605-121-908-0
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu