Kitabı oku: «Selahaddin – İslam’ın Birleştirici Gücü Kudretli Sultan», sayfa 5
2. KISIM
MISIR 1138 – 1174
5. BÖLÜM
SELAHADDİN’İN GENÇLİĞİ 1138-1164
Eyüb’ü 1138’de acı bir şekilde, kardeşiyle birlikte tam da Selahaddin’in doğduğu gece Tikrit’ten ayrılırken bırakmıştık. Musul’da Zengi’ye başvurmuşlardı ve gelişleri hoş karşılanmıştı. Büyük atabey Dicle’deki sandalı unutmamıştı, ayrıca iyi bir savaşçıyı geri çevirecek bir kişi değildi. İki kardeş birçok savaşta onun ordusuna hizmet etti ve Baalbek 1139 Ekim’inde düştüğü zaman Eyüb ele geçirilen bu şehrin idarecisi oldu. Baalbek veya “Güneş Şehri” Heliopolis yalnızca eski uygarlıkları ve onların tapınaklarıyla değil, bulunduğu yüksek konumuyla da ün kazanmıştı. Lübnan ve Anti-Lübnan dağları arasında, Litani Vadisi tepesinde, denizden yaklaşık üç bin metre yüksekte yer alıyordu ve denilene göre Suriye’nin en serin şehriydi. Bir efsaneye göre insanlar Soğuk’a “Seni nerede bulalım?” diye sormuşlar o da “Beni mekânım Baalbek.” demiş. Antonius Pius’un kısmen bugün de ayakta olan büyük tapınağı yaptırdığı dönemdeki muhteşem hâlinden oldukça uzak da olsa Baalbek, Eyüb’ün zamanında verimli tarlalar, bağlar ve bahçelerle çevrili ve batı tarafından güçlü bir sur ve hisar veya akropolle korunan önemli bir kentti. Henüz Moğolların vandalizmini hissetmemiş veya onu bugünkü harap durumuna getiren depremle sarsılmamıştı. “Öğütücülerinden üzüm taşıyor”, içinden tatlı sular akıyor, değirmenler ve su çarkları her tarafta mevcut olan berekete tanıklık ediyordu.51 Böyle zengin bir kentin idaresine gelmek Zengi’nin kendisine duyduğu güvenin bir deliliydi; hele ki bu kent hasım şehir Şam’ın karşısında, onun yalnızca altmış km uzağında konuşlanmış en güney noktadaki ileri karakol pozisyonunda ise.
İdarecinin oğlu Selahaddin çocukluğunun birkaç yılını burada geçirdi; söylenilenlere bakılırsa bunlar mutlu geçen yıllar olmalı çünkü bu dönemle ilgili hiç kayıt yok. 1139 ila 1146 yılları arasında, Baalbek’te yaşadıkları döneme ilişkin Eyüb’ün ailesiyle ilgili hiçbir bilgi yok elimizde. Şüphesiz Selahaddin Müslüman bir erkek çocuğunun alması gereken eğitimi aldı ve kumandanın oğlu olarak muhtemelen en iyi eğitmenler tarafından eğitildi. Eyüb tam bir sofuydu hatta Baalbek’te sufi münzeviler için bir dergâh kurmuştu. Oğlu yıllar boyunca Kur’an’ı, Arap dil bilgisini, hitabet unsurlarını, şiir ve teolojiyi ezber etti; zira o dönemin Sarazen yöneticilerinin kökeni ne olursa olsun eğitim dili Arapçaydı.
Ayrıca, Kur’an’ı ve gelenekleri benimsetmek, ari bir Arapça biçemi aşılamak ve Arap söz diziminin inceliklerini öğretmek, seçkin bir gençlik yaratmak konusunda kendilerine güvenilen sınırlı sayıdaki eğitimli insanın temel amacını oluşturuyordu.
Selahaddin’in Baalbek’te aldığı eğitim ne olursa olsun daha sonra karşısına çıkan fırsatların yanında yetersiz kalmıştır. Babasının velinimeti öldürüldüğünde dokuz yaşında bile değildi ve büyük Atabey’in ölümü doğal olarak Baalbek’in Şamlı eski hükümdarı tarafından geri alınması anlamına geliyordu. Eyüb şehri savunmak adına hiç çaba sarf etmedi. Hiçbir zaman yalnızca kendi çıkarlarını gözeten diplomatik ve açıkgöz bir adam olmadı. Zengi’nin iki oğlunun, babalarının topraklarını paylaştığını ve birbirini gözetim altında tutmaktan Baalbek’le ilgilenmeye fırsat bulamadıklarını gördü. Musul uzaktı ve Halep de çekingen, diğer taraftan Şam yakındı ve burayı geri almaya azimliydi. Şam birlikleri Baalbek’e girdiğinde Eyüb uzlaşıya gitti ve teslim olmadan önce kendisine Şam yakınlarında on köyü kapsayan kayda değer bir ikta, güzel bir miktar para ve başkentten bir ev verilmesini ayarladı. Burada siyasi ustalığı ve sağduyusu ile Tuğtekin’in torunu Abak’ın sarayında yüksek bir pozisyon temin etti ve birkaç sene içerisinde Şam ordusunun başkumandanı oldu.
Eyüb bu yüksek makamı, Zengi’nin oğlu Halep Kralı Nureddin Mahmud 1154 yılında Şam’a ilerleyene kadar korudu. Nureddin adı İslam’ın büyük savunucuları arasında Selahaddin’den sonra ikinci sırada yer alır. Caber’deki felaketin ardından atabeyin krallığı ikiye bölündü: Büyük oğlu Seyfeddin Gazi Musul’da başarılı bir şekilde onun izinden giderken bir küçük oğlu Nureddin Suriye bölgesine hükmetti. Halep tahtına tam olarak yerleştirmişti ki Edessa’yı savunmaya çağrıldı. Zengi’nin ölümünün hemen ardından Ermeni yerleşimciler önceki kontları Courtenay’li Joscelin’i şehri geri alması için davet ettiler, o da bunun üzerine 1146’da Türkmen muhafızlar uykudayken onlara bir sürpriz yapıp şehri ele geçirdi. Ne var ki hisar Nureddin gelene kadar ayak diredi; Joscelin ve birlikleri temkinli bir biçimde geri çekilirken onun korumasına sığınmayı uman Ermeniler, garnizonla çekilen ordu arasında kaldı ve katledildi. Foris gladius et intus pavor.52
“Görmek acı ve anlatmak üzücüydü: Çaresiz kalabalık, sakin toplum, yaşlı ve hasta adamlar, kadınlar ve cılız hizmetçiler, ihtiyar nineler ve küçük çocuklar hatta emzikli bebekler kapının ağzında, atlılar tarafından yerlerde çiğnendiler; bazısı cenderelerde boğuldu; bazısı da düşmanın acımasız kılıcından geçirildi.”53
Nureddin’in Fırat Nehri’ne kadar peşinden gidip taciz etmeyi sürdürdüğü çekilmekte olan orduyla beraber çok az insan kaçabildi.
Daha sonra Joscelin’in kendisi de yakalanarak kör edildi ve Halep’te zindana atıldı. Dokuz yıl sefalet çektikten sonra burada öldü. Onun bu başarısızlığının ardından Frenklerin Edessa Kontluğu’nda ve kuzey sınırı boyunca gösterdiği gücü tamamen tükendi.
İmparator Conrad ve VII. Louis tarafından başlatılan İkinci Haçlı Seferi Hristiyanların cesaretini daha da kırdı. 1148 yılında, St. Bernard’ın vaazlarını dinleyerek Edessa utancını silmeye gelip, artık Zengi’den korkusu olmayan temkinli Unar’ın, Eyüb’den de şüphesiz destek alarak onları pek de yaklaştırmadığı Şam önlerinde kendilerini küçük düşürdüler; sonuç olarak da güçlerinin tükendiğini gördüler.
“Kalabalık, Taberiye’de toplandığı alandan başlarının üzerinde kutsal haçla, önden Kral Baldwin’in topraklarının beyleri, arkalarından Fransızlar ve sonra Almanlar Ürdün’e doğru yürümeye başladı. Şam’ın ünlü bahçelerini çevreleyen çamurdan duvarlar böyle bir ordunun önünde bir engel olamazdı fakat dar patikalarıyla gür bostanlar, meyve ağaçları ve bitki örtüsü şehri daha da korunaklı hâle getiriyordu. Yeşillik ve ağaçlarla kaplı bu göz alabildiğine geniş arazide kıstırılmış Sarazenler istilacıların ilerleyişine karşı duruyor veya oklarını yeşil bir denizin ortasında orada burada yükselen taştan adalara benzer binalarından aşağıya fırlatıyorlardı. Uzun bir mücadelenin ardından sonunda koruluk temizlendi; sıcak ve susuzluktan bitkin Hristiyanlar nehre yönelmişlerdi ki burada da üzerlerine gelen yeni bir orduyla karşılaştılar. ‘Neden ilerlemiyoruz?’ diye sordu geriden Conrad ve nedenini öğrenerek Fransız taburlarının arasından fırlayıp kanata geçti, gerçek bir Töton tarzıyla o ve şövalyeleri savaş atlarına atlatıp surların arkasından yaklaştılar ve kısa zamanda düşmanı şehrin içine itelediler.
‘Kuşatma şimdi gerçekten başlamıştı.’ diyor Surlu William. ‘Ve vatandaşlarla anlaşmaya çalışan büyük prenslerin açgözlülüğü olmasaydı sonuçlandırılabilirdi de. Hainlerin ihbarı üzerine karargâh güneybatıya, söylenilenlere göre surların en hafif bir hamleye bile dayanamayacağı yere taşındı. Ne var ki haçlılar burada güçlü tahkimlerden çok daha ölümcül bir düşmanla karşılaştı çünkü nehirle aralarına girilmiş ve meyve bahçelerinin yemişlerinden mahrum kalmışlardı. Yiyecek ve önderliğin olmadığı yerde kalabalık umutsuzluğa kapıldı ve insanlar geri çekilmekten söz etmeye başladı. Benzer şekilde Suriyeli Frenklerle batılı müttefikleri arasında kıskançlık baş gösterdi ve Şam’ın veziri Unar bu verimli şer kaynağından yararlanarak onların, Şam’ı ele geçirme konusunda kardeşlerine yardım etmekte çaresiz kaldığını ve bunun Kudüs’ü ele geçirmenin başlangıcı olduğunu belirtti. Rüşvetlerle de desteklenen iddiaları, işi kuşatmadan vazgeçme raddesine getirdi.”54
1149’un Paskalya zamanı bu yürekli Haçlılar eve dönüş yolundaydı.
Böyle bir kriz anında eli kılıç tutan kimse Şam’da atıl kalmazdı. Eyüb muhtemelen Unar’ın kuşatmadan sonraki ağustos ayında öldüğü tarihe kadar Şam’ın başkumandanı payesini almamıştı; buna rağmen savunmada kayda değer bir rol oynamış olmalı. Selahaddin ise dikkatli bir izleyici olmanın ötesine geçemeyecek kadar gençti tabii ki. Her ne kadar Fransız Eleanor’un Soldan’a beslediği aşkı anlatan Batı efsanesi doğru olsa da onun o dönemde daha on bir yaşında olmasından ötürü Kral Louis’nin kıskançlığı, daha sonra gerçekleşen boşanma için bir okul çocuğundan daha muhtemel bir suç ortağı buldu kendisine.
Beş yıl sonra Eyüb, hanedanın değişmesinde ve eski velinimetinin oğlunun Suriye’nin başkentine kabul edilmesinde başaktördü. Öyle ki büyük erkek kardeş Şam’la uzlaşıp burada yüksek bir makam elde ederken küçük kardeş, Esadeddin Şirkuh, “Dağ Aslanı” Nureddin’in hizmetine girdi. Şirkuh her fırsatta öyle yiğitlik gösterdi ki efendisi ona yalnızca Humus ve Rahba gibi değerli iki şehrin iktasını vermekle kalmadığı gibi bir de onu Şam’ı fethetmek kaderine yazılmış olan ordunun komutanlığına getirdi.
Ele geçmez fırsat nihayet yakalanmış görünüyordu. İkinci Haçlı Seferi’nin acınası akıbetinin ardından Frenklerin itibarı sarsılmıştı ve bayağı da korkmuşlardı; Mezopotamya Zengi’nin büyük oğlunun alicenap yönetimi altında sakindi ve atabeye sürekli olarak başkaldıran inatçı Unar ölmüş, üstelik erkek kardeşi Nureddin’in güvenilir mareşali Eyüb, onun yerine geçmişti; ayrıca Şam prensi, Halep kralına biat etmişti. Zengi’nin Şam merkezli Suriye İmparatorluğu hayalini gerçekleştirmek için uygun zaman varsa işte bu an o andı.
1154 Nisan’ında Nureddin’in ordusu bir vesileyle fethedilmemiş şehrin önlerine geldi. Şirkuh, ihtiyatlı kardeşiyle duvarlar arasında görüşmelere başladı. Altı günde her şey ayarlanmıştı; Eyüb en güçlü taburların tarafını destekleyerek Zengi’lere geçmişten kalan borcunu ödedi. Nankörlük etmemek için ihanet etmek gerek.55 Şam halkı sürüden ayrılan koyun gibi, şimdi Unar da ölmüş olduğu için, veraset yoluyla başa geçen efendilerini bırakıp Eyüb’ün önerisiyle kapılarını dönemin en güçlü hükümdarına açtı. Nureddin Şam’a bir saldırı düzenlemeksizin girdi ve iki kardeş gereğince ödüllendirildi. Tüm sarayda yalnızca Eyüb’e56 kral huzurunda oturur pozisyonda kalabilme hakkı bahşedildi ve Şam valisi olarak görevlendirilirken Şirkuh, Humus’a yerleştirildi, ayrıca tüm Şam bölgesinin naibi oldu. Dicle üzerindeki sandal büyülü bir şekilde egemenliğin kapılarını açtı; ilk adımı talihe borçlu olsalar da iki kardeş ellerine geçen fırsatları kullanacak yetenek ve cesarete sahiptiler.
Selahaddin Şam’da 1154’ten 1164’e kadar Nureddin’in sarayında bir kumandanın oğlu olması hasebiyle yaşadı. Yaptıklarına, öğrendiklerine, zamanını nasıl geçirdiğine gelince; Arap vakanüvisler delirten bir sessizlik içindeler. Şunu biliyoruz ki kendisi “mükemmel özellikler” taşıyan bir genç olarak arzıendam etmişti; Nureddin’den salahiyet yolunda nasıl yürünmesi gerektiğini, nasıl erdemli olunacağını ve kâfirlerle savaşırken ne kadar gayretli olacağını öğrendi. Gözde bir valinin oğlu olarak ayrıcalıklı bir konuma sahipti fakat gelecekte göstereceği azamete ilişkin hiçbir işaret vermiyordu; “soylu zihinlerin son zayıflığı”ndan sakınan o mütevazı erdemin parlak bir örneğiydi. Selahaddin’in yirmi beşinci yaşına kadar bize tüm anlatılanlar bunlardır.
Suriyeli asiller -Selahaddin’in statüsü artık yüksekti- gençliklerini eğitimle, olgunluk dönemlerini savaş ve avla ve bilimi desteklemekle geçiriyordu. Aslan avına çıkmak en seçkin spordu fakat köpeklerle ve doğanlarla yapılan avcılık bitmez tükenmez bir enerji gerektiriyordu. Büyük bir özen ve bilimsel yollarla yetiştirildikleri Konstantinopoli’den düzenli olarak şahin ve seter cinsi köpeklerin getirtildiğini okuyoruz. Ne var ki genç Selahaddin’in başarılı bir avcı olduğunu destekleyecek tek bir kelime bile bulamıyoruz; bütün bildiğimiz onun inzivayı tercih ettiği ve cevval amcası yerine arif babası gibi hayatını ihtiyat ve sükûnetle geçirdiğidir. Biri çetin fakat onur ve şöhrete, diğeri huzur dolu bir sıradanlığa giden iki yol arasında tercih yapmaya gelince; Selahaddin göreceğimiz gibi ikincisini seçmeye çalışmıştır fakat bu, biçimsel bir noli episcopari durumdan ziyade münzevi bir ruhun hırslı bir kariyerin koşturmaca ve baskısını reddetmesi mahiyetindedir. O, yüceliğin ihsan edildiği insanlardan biriydi ve gücünü geliştirme fırsatlarını bu işlere açıkça atılmasından itibaren hiç kaçırmamış olmasına rağmen arkadaşlarının ihtiyacı olmasaydı böyle bir yolu seçer miydi, orası da şüphelidir. Sakin bir genç olarak hayatına sessizce devam ederdi ve Avrupalıların telaffuz etmekte zorlanacağı bir isimle basitçe Şamlı Salah-ed-din olarak kalırdı.
Âlim veya şair olarak da sivrilmezdi. Edebî zevklerinin teolojik eğilimleri vardı; şiiri gerçekten sevdiği hâlde mantıkla daha çok ilgiliydi; kutsal geleneklerin köklerine inilip doğrulandığını, dinî kuralların formüle edildiğini, Kur’an’dan parçaların açıklandığını ve geleneksel öğretinin hakkının korunduğunu duymak ona değişik bir haz veriyordu. Babası Eyüb gibi o da her şeyden önce mütedeyyin bir Müslüman idi ve Şam’da din bilgisini geliştirmek için yeterli fırsatı vardı. O günlerde bilim her şeyden çok teolojik donanım kazanma anlamına geliyordu; Doğu’dan, Batı’dan, Semerkand’dan, Kordoba’dan âlimler buradaki cami ve medreselerde eğitim vermek ve eğitim görmek için Şam’a akın ediyordu. Bu insanlar başka toprakların, başka kültürlerin ve sanatların bilgisini beraberlerinde getirmiş olmalılar. Belki Selahaddin de İbn Ebu Asrın burada ders verirken Büyük Emevi Camii’nin batı köşesine oturup onu dinlemişti. “Yetenekleriyle ve hukuk bilgisiyle çağının lideri” unvanını alan ve Nureddin’in kendisiyle birlikte Şam’a getirdiği ve hatta o ders verir de muhteşem hünerleri herkesçe edinilir diye Suriye’nin önemli şehirlerinin çoğunda medreseler inşa ettirdiği bu adamdan daha iyi bir eğitmene sahip olamazdı. Mezopotamya’da kadı olan bu âlim Selahaddin’in eski bağlara ne kadar sadık olduğundan takdirle bahsediyor; yaşlı adam görme yetisini kaybettiğinde sultanların en büyüğü olan Şamlı gencin onun bu haysiyetli memuriyetinden yoksun kalmasına izin vermediğini anlatıyordu.
Selahaddin’in gençliğinde ve erken olgunluk döneminde sürdüğü münzevi hayata ilişkin bir olumsuz delil de 1154-1164 yılları arasındaki on yılın neredeyse tamamını Şam’da sarayla yakın ilişkiler içinde geçirmiş olan Üsame’nin ondan hiç söz etmiyor olmasıdır. Nihayet 1174’te karşılaştıklarında aralarında gayet resmî bir tanışma gerçekleşmiş gibi görünüyor.57
EMEVİ CAMİİ, ŞAM
Selahaddin sürekli sarayda kalmış olsaydı Üsame onu tanırdı ama aynı zamanda unutulmamalıdır ki Arap şeyhi o sırada altmış ila yetmiş yaşları arasındaydı ve böyle sade bir delikanlıya dikkat etmemiş olması muhtemeldir. Dahası, yaşlı şairin bohem doğasıyla vakur genç adam arasında pek ortak bir yan yoktu muhtemelen. Selahaddin yüksek ihtimalle Üsame’ye hüzünlü bir uyarı gözüyle baktı ve bu asi, yaşlı Arap da belki buna karşılık yöneticinin ketum oğlunun sadece bir ukala olduğunu düşünmüştü.
Daha sonra zamanının en tanınmış lideri olacak olan Selahaddin’in yirmi beş yaşına kadar tamamen muğlak bir karaktere sahip olduğu gerçeği, sonradan onu sosyal hayata sokacak olan amcası Şirkuh’un Nureddin’in sağkolu ve yetkin, hırslı generali58 olduğu düşünüldüğünde oldukça merak uyandırıcıdır. 1159 yılında Halep’te bir hastalık sebebiyle yatağa düşmüş Nureddin’in ölüm döşeğinde aylarca can çekiştiği bir sırada, Suriye’de o dönemin tartışmasız ilk sıradaki asilzadesi Şirkuh tahta el koymanın eşiğine gelmiş ve bundan ancak Eyüb’ün ölçülü danışmanları tarafından vazgeçirilebilmişti; efendisinin gerçekten ölüp ölmeyeceğini bekleyip görmek akıllıca olabilirdi.
1160 yılında Şam’dan Mekke’ye giden hac kervanında Şirkuh liderliği üstlenerek bu işi oldukça abartmıştı. Ne var ki bu etkileyici insanlar arasında Selahaddin’in adını duymadığımız gibi güçlü bir dinî itikadı olmasına rağmen Müslümanlar arasında İslami fazileti taçlandırmak anlamına gelen bu ziyareti herhangi bir zamanda gerçekleştirmiş olduğuna ilişkin de bilgimiz yok. Şirkuh tabii ki Nureddin’in 1162’de Harim’i (Harenç) Frenklerden geri almak ve takiben elli Suriye kalesini ele geçirmek adına yapılan savaşlarında önemli roller üstlendi. Bu savaşlarla Zengi’nin ihtiyatlı oğlunun krallığı kuzeyde Anadolu Selçukluları’nın sınırındaki Maraş’a, güneyde Hermon Dağı eteklerinde yer alan Banyas’a ve Havran’a (Busra) kadar genişledi.
Bütün bunlarda Selahaddin’in hiç katkısı yoktu; herhangi bir savaş benzeri mücadelede en ufak bir görev üstlenmiş olsaydı emin olabiliriz ki ona hayranlık duyan biyografi yazarları bunu kaydederdi. “Müslümanların müstakbel sultanı” gönüllü inzivasından ancak ve ancak Şirkuh’un Mısır’a düzenlediği seferlere katılmak için çıkmış ve Zengi’nin üstlendiği “İslamiyetin kahramanı” rolünün gerçek ardılı olarak amcasının sarayına mertçe adım atmıştı.
6. BÖLÜM
MISIR’IN FETHİ 1164 – 1169
Mısır, iki yüzyıl boyunca Peygamber Muhammed’in kızı Fatıma’nın soyundan gelmekle övünen harici halifelerin hanedanının yönetimine katlandı. Fâtımîler olarak bilinen bu hanedan, Şiilere mahsus mistik felsefeyle Ali ve Fatıma’nın soyundan gelecek imamlarda kozmik bilincin vücut bulacağını iddia etti ve aynı seçilmiş soydan gelecek olan son imam Mehdi’nin zuhur edeceği inancını besledi. Kahire’nin güney surlarının dışında, çölün ortasındaki mezarı hâlen büyük saygı gören Eş-Şafi’nin öğretilerinin yolundan giden çok büyük kısmının katı gelenekçi tavrına karşın Fâtımî halifeler, kendi otoritelerini, itaate ve inanç konusunda esnekliğe alışmış bu insanlara fazla zorluk çekmeden dayatarak birkaç nesil boyunca Müslüman devletlerin arasında ön plana çıkan bir hükümdarlık sürdüler.
Donanmaları, Kordoba halifesininkiyle beraber Sicilya’yı başarıyla işgal etti, Sardunya’ya ve Korsika’ya akınlar düzenledi; gemileri sıklıkla Kızıl Deniz ve Hint Okyanusu’na açıldı ve hatta Cebelitarık Boğazı’ndan Batı Afrika kıyılarına kadar ilerledi. Afrika’nın kalbine nüfuz edip Çad Gölü’ne kadar geldi; orduları Mısır’ı olduğu kadar Suriye ve Arabistan’ı da ellerinde tuttu ve Bağdat’ da bulunan devrik Abbasi halifelerini sürekli olarak tedirgin etti. Gümrüklerden geçen büyük Hint ticaretinden elde ettikleri inanılmazdı, eğer Arap tarihçilerinin tuttuğu mücevher ve hazine dökümlerine itibar edersek, sarayın lüksü ve savurganlığı yabancı elçileri bile şaşkına çeviriyor; Kahire’nin surları, kapıları ve camileri kraliyet şehri olmasından ileri gelen ihtişama tanıklık ediyordu. Ne var ki bu mimariden geriye kalan, süsleme sanatlarının her türlü kaynağının müsrifçe kullanıldığı soylu yapıların ancak bir zerresidir.
Mısır birden fazla fatih ırkın Capua’sı59 olarak öne çıktı. Kay-revan bedevilerine misyonerlik yaptıkları eski günlerdeki sadeliklerini unutan Fâtımî halifeler, Kahire’deki gösterişli saraylarında şaşaanın ve varlıklarının tadını çıkarmaktan, zevk ve safaya dalmaktan, bir süre sonra da hükûmetin çekilmez iş yükünü hizmetkârlarına bırakmaktan memnundular.
Fâtımîlerin, haremindeki yastıklara gömülü lideri, yalnızca Ali’nin hizbinden olan müminlerin gözünde “Gerçek İmam”la bağdaştırılan ruhani otoriteyi elinde bulundururken vezirleri adım adım iktidarı gasp etmiş ve hatta krallık sıfatında hak iddia etmişlerdi. Mücevherler işlenmiş tahtında Kahire halifesi, Bağdat’taki rakibi gibi bir kuklaya dönüşmüştü. Bürokratik idarenin doğal bir sonucu olan entrikalar ve hizipleşme nedeniyle kendi içinde bölünen Fâtımî Krallığı, hata edip Şii mezhebiyle uzlaşma yoluna giden halkıyla herhangi azimli bir istilacının önünde kolay av olabilirdi. Mısır’ın uzun süren hükümranlığının temel nedeni komşularının zayıflığıydı. Selçuklular gerçekten de Mısır’ı Suriye’den yoksun bırakmıştı ancak Mısır herhangi bir istilaya yeltenene kadar Selçuklu da çoktan parçalanmıştı. Fâtımî iktidarını on ikinci yüzyılın ilk yarısında tehdit eden tek kuvvet Kudüs Krallığı’ydı. Frenkler yalnızca Suriye kıyılarını ve iç kesimlerdeki birçok kaleyi ellerinde bulundurmuyor, aynı zamanda yağma peşinde hırsla savaşıyorlardı. Mısır’ın şansına ki haçlılar şan için olduğu kadar altın için de savaşmışlardı ve hiç şüphesiz Fâtımîlerin ardılları zevklerini düzenli yıllık vergilerden60 ölçülü biçimde aktarılan devlet yardımlarıyla tatmin ediyorlardı.
Nureddin’in özellikle Şam’ı fethinden sonra Suriye’deki siyasi tablo üzerine buraya varışı oldukça rahatsız edici bir etki yarattı. Suriye kralı ve Kudüs kralı şimdi artık hasımdılar: Hiçbiri bir diğerinin gücünü Mısır’ı ilhak yoluyla artırmasına, dolayısıyla güneyde bir gözlem merkezi edinmesine izin veremezdi.
Her ikisi de Nil Deltası’na göz dikmişti, birbirlerini kıskançlıkla ve ihtiyatla gözaltında tutuyordu. Ülkenin gerçek sahipleri Mısırlı vezirler, doğabilecek ihtimallerin tamamen farkında, her iki tarafa da göz kırpıyor ve iki tarafı birbirine düşürmeye uğraşıyordu. Sonuçta işi fazlaca ileri götürerek Selahaddin’e görmezden gelmeyeceği bir fırsat sundular.
Nureddin’in Mısır’ın işlerine ilk silahlı müdahalesi, görevinden alınmış bir vezirin çağrısı ile olmuştu. Sürekli suikastların yaşandığı ve vezirlerin durmadan değiştiği bir dönemde Yukarı Mısır’ın Arap idarecisi Şaver, 1163 Ocak’ında, yedi ay içinde Barkiye Taburu Komutanı ve Kapı Muhafızı Dirğam tarafından görevden alınıp ülkeden sürüleceğinden habersiz, vezirliğe getirildi. Şaver Şam’da bulunan Nureddin’e sığınarak yardım diledi. Mısırlı bir vezirin Suriye kralına ilk ittifak talebi değildi bu fakat Şaver’in teklifleri, umutsuzluk içinde verilen abartılı sözlerdi. Bir istilanın tüm masraflarını karşılayacak ve sonrasında Mısır’ın yıllık vergilerden elde edilen gelirinin üçte birini Nureddin’e verecekti. Suriye kralı, Mısır’dan bir parça edinmenin önemini biliyordu, buna kayıtsız kalamazdı; bunun siyasi konum elde etmenin tek anahtarı olduğunun ve bereketli bir gelir kaynağı oluşturacağının farkındaydı, yine de Şaver’in teklifini kabul etmekte tereddüt gösterdi. Adamın kendisine duyduğu güvensizlik ve sefer sırasında çölden geçerken haçlıların bölgesinde karşılaşacakları riskler muallakta kalmasına neden oldu.
Her nasılsa olaylar onun bu ihtiyatına karşı büyük bir hızla gelişti. Dirğam ve Amalric arasında yıllık devlet yardımı konusunda anlaşmazlık çıktı, böylece Kudüs’ün yeni kralı tam zamanında karar verip 1163 Eylül’ünde yıllık vergiyi almak amacıyla Mısır’ı istila etti. Bilbis yakınlarında yaşadığı ağır yenilginin akabinde barajları ve setleri yıkıp o dönemde en yüksek seviyesinde olan Nil’in güçlükle zapt edilen sularının ülkeyi sel altında bırakmasına neden olan Dirğam, böylelikle büyük bir bozgunun önüne geçti. Amalric yapılan bir çeşit anlaşmadan kısmen memnun bir şekilde, çoktan Filistin’e çekilmişti. Şaver’in Şam’la görüşme hâlinde olduğunu öğrenen Dirğam, Latin kralla uzlaşmamakta hata ettiğini fark edip aceleyle ebedî bir anlaşma yapma önerisinde bulundu ve işe vergileri arttırmakla başladı. Nureddin bu hamlenin haberini almış olmalı: Kur’an’a danıştı ve önceki çekincelerinden derhâl sıyrılarak, Amalric araya girmeden önce, aralarında Selahaddin’in de bulunduğu Esadeddin Şirkuh yönetimindeki Türkmenlerin Şam’dan gelen güçlü desteğiyle Şaver, Mısır’a hareket etti (Nisan, 1164). Mısırlılar Bilbis’te yenildi fakat Kahire surlarının gerisinde yeniden bir araya geldi.
HAÇLILAR VE MISIRLILAR AŞKELON ÖNLERİNDE
(St. Denys’te bir vitraydan alıntı, 12. yy)
Birkaç gün karasız çatışmalar yaşandı; Şaver Fustat’ı ve diğeri Kahire kalesini elinde bulunduruyordu. Sonra Dirğam, gelir sağlamak amacıyla vakf’a (yetimlerin parasına) el koydu, bunun üzerine insanlar ondan kopmaya başladı. Daha da kötüsü halife ve ordusu da ondan yüz çevirdi. Dirğam, körfeze çekilerek son kez “birleşme” isteğinde bulundu. Davullar boş yere gümbürdedi ve boş yere “maşallah” diye inledi trampetler savaş meydanlarında; kimse karşılık vermedi. Umutsuz emîr güçlü bir ordudan geriye kalan beş yüz atlı koruması etrafında olarak boş yere halifenin sarayı önünde yardım dilenip bütün bir gün boyunca hatta akşam ezanı okunana dek bekledi ve ondan atalarının hatırası hatırına pencereye çıkıp davasını kutsamasını diledi ama hiçbir karşılık alamadı. Korumalar da kısım kısım dağıldılar; ta ki otuz asker kalana dek. Aniden bir nara duyuldu: “Kendine bak ve kurtar hayatını!” Ve işte!.. Köprü kapısından giren Şaver’in trampetleri ve davulları duyuldu.
Sonra yalnız kalan lider Zuveyla kapısından geçip sokaklarda bir zamanlar kendisine tapan ve onun sırtından geçinen insanlara seslenerek, öne çıkıp davası uğruna çarpışmalarını istedi; onlarsa büyük çoğunluğun bir zamanlar gözde olan ama sonra devrilen kişilere karşı takındığı bir tavırla sadece yuhalayıp beddua ettiler. Yine de o, bu hengâmede çılgına dönen atı onu kutsal “Nefise Anne’mizin” kilisesinin yanında üstünden atana kadar ilerlemeye devam etti. Dönek halk anında kafasını uçurdu ve muzaffer bir edayla sokaklarda gezdirdi; bedenini de köpeklerin parçalaması için olduğu yerde bıraktı. Cesur, gösterişli bir adamın; yüzü, duruşu nazik ve alımlı, kültürlü ve her türlü sporda başarılı olan maceracı bir şövalyenin; “İbn Mukla gibi yazabilen, çift uyaklı şiirler üreten bir şairin ve çağının en iyi süvarisinin” ve Mısır’da ok fırlatmış gelmiş geçmiş en yürekli okçunun sonu işte böyle hazin oldu.
1164 Mayıs’ında61 yeniden iktidara geçen Şaver eski pozisyonunu kazanmasını sağlayan müttefiklerini başından atmak istedi ve Şirkuh’u varoşlarda tutarak, gittikçe güç kazanan Kahire’den uzaklaştırdı. Ardından güçlü surlar arkasında güvende olduğunu düşünerek müttefikine ihanet etti, tüm sözlerini bozdu ve tazminat ödemeyi reddetti. Şirkuh haklarından vazgeçecek veya bozulan bir akdi sineye çekecek bir adam değildi; Bilbis ve doğu illerini işgal etmesi için Selahaddin’i yolladı. Bu düşmanca davranış karşısında Şaver, Amalric’e çağrı yapmak durumunda kaldı. Eğer Nureddin Mısır’da sıkı bir yer edinirse haçlı davasının Filistin’de “şeytan ve derin deniz” arasında kapana kısılarak tükeneceğini açıkça öngören Kudüs kralı, bir zamanlar Dirğam’ı destekleme niyetiyle şimdi korumak zorunda olduğu Şaver’e karşı gönderdiği orduyu bu kez bu adam için gönderdi. Böylece işin rengi değişti: Frenkler, şimdi eski düşmanlarının müttefiki ve Mısırlı vezirin kurtarıcısı da düşmanı olmuştu.
Haçlıların gelişi üzerine Suriye ordusu, üç ay boyunca Amalric’in tüm taarruzlarına direndiği Bilbis’e yerleşti. Nihayet talih onun lehine yön değiştirmişti ve Nureddin Filistin’de başarılı bir mücadele veriyordu. Lacy’li Gilbert ve Robert Mansel aleyhine gerçekleşen bir gelişmenin ardından Harim’i (Harenç), sonrasında da o dönemde Walter Chesney tarafından komuta edilen Banyas’ı (Caesarea Philippi) ele geçirdi.
Bu arada Amalric doğudan her an gelebilecek bir akına açık olan topraklarını koruması için ülkesinden şiddetle bekleniyordu. Her gün, gün boyu devam eden saldırılar karşısında dayanıksız siperlerin arkasına kısılan Şirkuh da kendisini, erzakının tükenmekte olduğu bu güvenliksiz ve nahoş durumdan dolayı daha az endişeli değildi. Böylece bir ateşkes hazırlandı ve iki tarafça imzalandı. 27 Ekim’de Suriyeliler karargâhlarından çıkarak haçlılar ve Mısırlı müttefiklerin safları arasında hizaya girdiler; Şirkuh elinde bir baltayla en geriden geliyordu. Bu savaşçı tavrı karşısında şaşkın bir Frenk memuru bu eski acımasız savaşçıya Hristiyanların yemin etmiş olmalarına rağmen kendisine saldıracaklarından korkup korkmadığını sordu. “Hele bir denesinler!” dedi Şirkuh ve devam etti. Anlaşmaya uygun olarak ordu Şam’a döndü ve burada Nureddin’in zaferlerinin, Banyas’ın teslim oluşu ve Antakya Prensi Bohemond, Trablusşam Kontu Raymond’un, Lusignanlı Hugh ile diğer önemli şövalyelerin yakalanıp zincirlenerek Halep’e gönderilmeleriyle taçlandığı haberlerini aldı.62
SİTA NEFİSE MABEDİNDEN BİR İBADET HÜCRESİ
(Kahire Arap Müzesi’nde)
Mısır seferi şanlı bir sonla bitmemişti ama amaç gerçekleşmişti; topraklar iyice gözlemlenmiş ve Şirkuh bir ilhakın doğuracağı ihtimalleri ve avantajları konusunda istediği bilgiyi edinebilmişti; “Mısır öyle bir ülke ki bir tane adam yok, ayrıca istikrarsız ve aşağılık bir hükûmetçe yönetiliyor.” demişti. Zenginliği ve korunmasızlığı gerginlik yaratıyordu.
Hırslı general Kahire’de bir genel valilik tacı elde etmek için yanıp tutuşuyordu, bu dakikadan itibaren Nureddin’i sürekli olarak Mısır’ın fethine izin vermesi için sıkıştırıp durdu. Saraydaki daha cesur kişiler onun bu ısrarını desteklemiş, ayrıca Bağdat halifesi de inayetini lütfetmiş ve heretik rakibinin tahtından indirilmesini de içeren bu projeyi desteklemişti. Her zamanki gibi ihtiyatlı olan Nureddin, bir süreliğine bu baskılara direndi fakat Şaver ve Frenkler arasında, yakında oldukça sağlam olduğu ortaya çıkacak olan, daha sıkı bir ittifakın dedikodularının kendisine muhtemelen ulaşmış olması nedeniyle sonunda pes etti.
Bu, aslında Nil için yapılan bir yarıştı. İlk önce Şirkuh başladı ve 1167 yılı başında iki yüz bin seçkin süvariyle, Frenklerle karşı karşıya gelmemek için Gizlan Vadisi’nden geçen çöl yolunu tercih ederek, fakat yolda şiddetli ve felaket bir kum fırtınasına yakalanarak, Kahire’nin yaklaşık atmış dört km güneyinde yer alan Atfih’te Nil’e ulaştı. Burada saldırı korkusu olmadan nehrin batı kıyısına geçebilirdi; orduyu tam karşıya geçirmişti ki nehrin doğu yakasında düşmanın harekete geçtiğini duyar duymaz Filistin’den aceleyle gelen Amalric belirdi. İki ordu nehrin iki kıyısında Kahire’ye doğru ilerlediler. Amalric, Fustat yakınlarında kamp kurarken Şirkuh Gize’de onun tam karşısına yerleşti. İkisi de karşısındakinin harekete geçmesini bekledi. Bu arada, başta düşman veya dost edinmeye tam olarak karar veremediği Frenklerin ani baskınının şokunu atlatan Şaver kendisini korumaları karşısında duyduğu minnetini azımsanmayacak ölçüde kanıtlamaya girişti. Amalric vezirin dostane eğilimlerini, ortaklıklarını daha resmî bir temele dayandırmak için bir fırsat olarak değerlendirdi. Onun dengesiz bir karaktere sahip olduğundan emin olan Amalric bizzat halife tarafından imzalanacak bir akit talep etti. Belirlenen şartlara göre düşmanın defedilmesine yapacağı yardım karşılığında Mısır krala hemen oracıkta iki yüz bin altın para63 verecek ve daha sonraki bir tarihte bir o kadar daha ödeme yapacaktı. Amalric anlaşmayı mühürleyerek halifenin temsilcilerine verdi ve halifenin de imzalamasını istedi.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.