Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Selahaddin – İslam’ın Birleştirici Gücü Kudretli Sultan», sayfa 3

Yazı tipi:

12. yüzyıl, Selçuklu İmparatorluğu’nun büyük kısmının memluklükten yükselen kralcıkların elindeki tımarların bağımsız devletler hâline geldiğine tanıklık etti.

İran’da ve Amuderya’nın öte yakasında bir şaki ve bir başkâhya güçlü hanedanlar kurdular ve bu kölelerin köleleri, beylerin beylerinden oluşan bir nesil efendilerinin topraklarının eteklerinde ufak çaplı beylikler kurdular. Bu yolla bir köle, efendisinin vârisinin hükümdarı oldu ve ölümü üzerine Şam’da kraliyet üzerinde güç elde etti. Musul’un uzun soluklu atabeylerinin kurucusu, Melik Şah’ın kölelerinden birinin oğlu olan Zengi, Artuklular ve Mezopotamya’daki diğer yerel hanedanlar böylelikle köklerini aynı kaynaktan alarak kendi kaderlerini belirledi. Ne var ki ne denli hor görülmüş bir kökenden gelseler de bu herhangi bir aşağılanmaya yol açmadı. Doğu’da bir köle genelde bir oğuldan yeğ tutulurdu, Melik Şah’ın kölesi olmak da özel bir saygınlık göstergesiydi. Selçuklu’nun köle vasalları Orta Çağ aristokrasisinin herhangi bir “piç”i kadar onurlu ve saygıdeğerdi. kendileri hükümdar olduklarında önceki efendilerinin yüksek geleneklerini içselleştirip sülalelerine aktardılar. Suriye ve Mezopotamya atabeyleri Melik Şah’ın veziri tarafından başlatılan medenileştirme çalışmalarını sürdürdü. Bu çalışmalar iç karışıklıklar nedeniyle yarıda kesildi; gelgelelim 12. yüzyılda temel engel haçlılar idi.

2. BÖLÜM
1. HAÇLI SEFERİ 1098

Melik Şah’ın 1092’de ölümünün hemen ardından oğulları arasında bir iç savaş patlak verdi. Bundan dört yıl sonra 1098’de Birinci Haçlı Seferi doğuya doğru ilerleyişine başladı, aynı yıl Urfa (Edessa) ve Antakya gibi büyük kentler ve birçok kale ele geçirildi. Hristiyanlar 1099’da Kudüs’ün hâkimiyetini yeniden kazandılar. Sonraki birkaç yılda Filistin’in büyük kısmıyla, Suriye kıyıları, Tartus, Akka, Trablusşam ve Sayda (1110) kentleri haçlıların eline geçti ve 1124’te Sur’u fetihleri güçlerini taçlandıran bir adım oldu. Bu hızlı zafer, kısmen kuzeylilerin fiziksel üstünlüklerine ve cesaretlerine bağlıydı ama daha büyük ölçüde düzenli bir direnişle karşılaşmamalarıyla da ilintiliydi. Nizamülmülk efendisinden önce öldüğü için imparatorun vârisleri arasındaki anlaşmazlıkları düzeltecek becerikli bir devlet adamı yoktu.

Selçuklu prensleri kardeşler arası mücadelelerle tahtı tahrip ededururken önemli vasallar bağımsızlığa giden yolda henüz güçlerinin farkına varamamış, parçalanmış hükümdarlığın artıkları peşinde çarpışıyorlardı. Her biri komşusuna hasetle bakıyor fakat henüz hiçbiri önderliğe soyunacak kadar kendine güven duymuyordu. Hanedan kurucuları arenadaydı fakat henüz kurulmuş bir hanedan mevcut değildi. Selçuklu, Mezopotamya ve Suriye’de hâlen ismen üstün idiyse de sayısız kent idarecisi ve kale muhafızı, Selçuklu’nun gücünün gür bir sesin yankısından başka bir şey olmadığını ve topraklarına güçlü bir hükümdarlığın el uzatabileceğini yeni yeni fark ediyordu.

ANTAKYA’YA SALDIRI, 1098

(St. Denys’te bir vitraydan alıntı, 12. yy)


Şimdi, ölmek üzere olan bir kudretli imparatorluğun son çırpınışları başında şaşkın bir bekleyiş, belirsizlik ve tereddüt, yeni güçler nüfuz kazanana kadar süren bir kargaşa hâkimdi, kısacası Avrupa’dan yapılacak bir istila için en uygun zamandı bu. Bir nesil öncesinde Selçuklu durdurulamaz bir durumdaydı ve bir sonraki neslin Selçuklu’dan kalan Suriye tahtına iyice yerleşmiş bir Zengi veya bir Nureddin muhtemelen istilacıları denize dökerdi. Birinci Haçlı Seferi’nin vaizlerinin başına konan bir talih kuşu onları, önemini zar zor kavrayabildikleri bir fırsatı değerlendirmeye sevk etti. Münzevi Peter ve II. Urban dirayet göstererek bu kutlu anı, sanki öncesinde Asya siyasetine ilişkin derin bir çalışma yapmış gibi, isabetli bir an olarak belirledi. Haçlılar, ağaç kütüğünü yaran bir balta gibi Müslüman imparatorluğunun gövdesini bir süreliğine kıymıklara ayırmış gibi görünüyordu.

Selahaddin’in doğumundan yedi yıl önce, 1131’de, Anjou Kontu Fulk, Kudüs tahtına çaktığında Latin Krallığı hâlâ zirvedeydi. Suriye ve Mezopotamya’nın yukarı kesimi, neredeyse her gün gerçekleştirdikleri akınlarla Mardin’den Diyarbakır’a, El-Ariş’ten Mısır’ın nehrine dek ulaşan haçlıların ayakları altındaydı. Buna rağmen ülke henüz boyun eğmemişti. Haçlılar kendilerini kısmi bir işgalle tatmin ettiler; kıyı kesimlerini ve Ürdün ve Lübnan’a kadar iç bölgelerdeki birçok kaleyi ellerinde bulundurdukları süre içinde ciddi olarak tam bir istilaya girişmediler. Halep, Şam, Hama, Humus gibi önemli şehirler hâlen Müslümanların elindeydi ve çeşitli kereler yaşanan badireler esnasında buraları ele geçirme ihtimali baş gösterse de Hristiyanlar bunu başaramadı. Kudüs dışında hâkimiyetleri altında tuttukları tek önemli şehir -ki bunu da kaybetmek üzereydiler- Urfa (Edessa) idi. Destekçi prenslikleri, kontlukları, beylikleri ve iktalarıyla Latin Krallığı sistematik bir fetihten ziyade silahlı bir işgal niteliği taşıyordu hatta işgal demeye bile yeterli bir durum yoktu. “Frenk” toprakları en geniş hâliyle bile kuzeyden güneye sekiz yüz kilometreden biraz fazla bir alana yayılmıştı fakat doğu-batı yönünde seksen kilometreden nadiren geniş, genelde de bundan daha dar bir bölgeyi kapsamaktaydı. Kuzeyde Urfa (Edessa) Kontluğu, Diyarbakır sınırından (çoğunlukla üzerinden) Halep’in biraz kuzeyine, Suruç, Tilbeşar (Turbesel), Samsat ve Antep iktalarını da içine alarak uzanıyordu.


KUDÜS’ÜN ALINMASI

(St. Denys’te bir vitraydan alıntı, 12. yy)


Urfa (Edessa) Kontluğu’nun batı ve güneyinde, Kilikya bölgesindeki Tarsus ve Adana’nın da bir zamanlar sınırları içinde yer aldığı Antakya Prensliği yer alıyordu ancak çoğunlukla kıyıda Ceyhan Nehri’nden biraz kuzeydeki Markap’a, karada başlıca iktaları arasında Atharib (Cerep), Maaret, Nehavend ve Lazkiye (Ladikiya) Limanı’nın bulunduğu Müslüman şehirleri Halep ve Hama’ya kadar uzanıyordu. Antakya’nın yine güneyinde, Lübnan ve Akdeniz arasında, Markab, Tartus, Karak, Trablusşam ve Cubeyl’i içine alan Trablusşam Kontluğu ince bir şerit hâlinde uzanıyordu. Tüm bu devletlerin idaresi, kendi toprakları Sayda’nın ilerisinde Beyrut’tan, Sur, Akka, Kaysariye, Arsuf, Yafa’ya, Mısır sınırında Aşkelon Kalesi’ne, doğuda Ürdün Vadisi’ne ve Ölüdeniz’e kadar yayılan Kudüs kralına aitti. Başlıca bölgeleri arasında Yafa ve Aşkelon Kontluğu [Yavne (İbelin), Tel-es Safi ve Mirabel (Migdat Afek) kaleleriyle Gazze, Lut ve Ramallah kasabaları dâhil], Karak (Crac des Chevalliers) ve Şobak lordlukları ve bunların yanı sıra Şam’dan Mısır’a giden kervan yolunu kesen Ölüdeniz’in ileri kesimlerindeki iki uç hisar; Tiberiye, Safed, Kaukab (Belvoir) ve oldukça iyi korunan diğer yerlerle Celile Prensliği; Sayda Lordluğu ve Tibnin (Toron), Beysan (Beth-Şan), Nablus vb.33 gibi ufak çaplı iktalar yer alıyordu.

Haritaya bir göz atılırsa Hristiyanların sahibi olduğu bu toprakların büyük kısmının, Frenklerin akınlarına karşılık olarak sık sık misilleme baskınları yapılmasının beklendiği bir Müslüman şehrinden veya karargâh edinilmiş bir kaleden bir veya en fazla iki günlük yürüyüş mesafesi uzaklıkta olduğu görülür.

Selahaddin’in kendinden yaşça büyük çağdaşı Arap Üsame’nin hayat hikâyesinden, devamlı bir gerilla çarpışmasıyla dostane ve sükût içerisinde geçen süreçlerin birbirini izlediği bir dönemin yaşandığı anlaşılıyor. Birinci Haçlı Seferi’nin ilk yerleşimcilerinin genel eğilimi Müslüman komşularıyla şüphesiz barışçıl ilişkiler kurmaktı. Hristiyanlara ait bölgelerde toprağı işletenlerin çoğunluğu tabii ki Müslümanlardı ve onlarla sürekli ilişki içinde olmak ve yakın sosyal ve ailevi bağlar kurmak, aradaki farklılıkları törpüleyerek ortak ilgileri ve ortak erdemleri belirgin hâle getirdi. Günümüzde Doğu’da yaşayan Avrupalı bir ailenin üçüncü nesle az çok Doğululaşmadan geçmesi imkânsız gibidir. Bu topraklara ilk gelen haçlılar, Suriye’de otuz yıl yaşadıktan sonra karakter ve alışkanlıklar açısından kısmen fethettikleri, aralarında yaşadıkları ve kadınlarıyla evlenmekten kaçınmadıkları bu insanlar arasında asimile olarak Levantenlere dönüştüler; “pullani” veya “kırma” adını aldılar. Müslümanlar ise evlilik konusunda biraz daha katıydı; “çok tanrılı” teslisçiler ile yapılacak evlilikleri güçlükle onaylıyorlardı fakat onlar için çalışmaya ve onların paralarını almaya oldukça hevesliydiler; ayrıca pek çok Müslüman yönetici Müslüman komşularına karşı bile olsa, Frenklerle ittifak kurmayı uygun buluyordu.

Rakip ırklar arasındaki bu ilginç yaklaşımın Şizar prensi doksanlık Üsame’nin büyüleyici hatıratında açıkça takdirle karşılandığını görüyoruz. Tarihî bir tanık olarak Üsame yaşadığı dönem konusunda şanslıydı.

Üsame, zapt edilen Antakya’nın Frenklere bir “dayanak noktası” oluşturarak Kudüs’ün fethine doğru ilerlemelerine imkân vermesinden üç yıl önce, 1095’te doğup 1188’de kutsal şehrin Selahaddin tarafından yeniden ele geçirilmesinden çok kısa bir süre sonra öldü. Haçlı girişiminin neredeyse tüm akışına, med ve cezrine tanıklık etti. Doksan üç yıllık uzun ömrüne Kudüs’teki Latin hâkimiyetinin tamamını sığdırmış, yalnızca Aslan Yürekli Richard’ın haçlı seferini kıl payı kaçırmıştı. Ailesi Beni Munkid, yıkıntıları hâlen Asi Nehri’nin üst kısımlarında duran kayalık Şizar Kalesi’nin vârisleriydi. Ensariye Dağları’nın dik uçurumunun kalkan görevi gördüğü; önce nehirden sonra kayalığa oyulmuş bir tünelden geçen, arkasından tahta bir köprüyle karşıya geçilebilen derin bir yarı aşarak devam eden patikayla ancak ulaşılan kale, güçlü olduğu kadar Antakya ve Trablusşam gibi haçlı merkezleri arasında yer alan Hristiyan garnizonlarına komşuydu ve bu konumu da burcundaki mazgalların altından sürekli olarak geçen akıncılarla riskli temaslar kurmasına neden oluyordu.

Şizar, Ortodoksluğu diplomasiyle idare etmeyi en güvenli politika olarak seçen Müslümanlarla Hristiyanlar arasındaki o sınır devletlerinden biriydi. On ikinci yüzyıl boyunca hiç fasılasız devam eden bu çekişmeyi gözlemlemek için bundan daha iyi bir seyir noktası seçilemez ve bu yarışmayı “kaptan köşkü” Şizar’dan gözlemleyen bu Arap şeyhinden daha yetkin veya uygun bir tanık bulunamazdı. Savaşa katılan tüm önemli liderleri tanıyordu ve sıklıkla da bu çarpışmada yer aldı. İlk savaşı, Zengi’nin gelişinden önce, Hristiyan saflarına dehşet saçmak için diğer herkesten daha çok çaba harcayan şu gaddar Türkmen İlgazi komutasında gerçekleşti. Üsame, Zengi’ye bizzat hizmet etmiş, Eyüb’ün tam zamanında gelen kurtarıcı hamlesinin Selahaddin’in ailesinin kaderini belirlediği Dicle üzerinden Tikrit’e yapılan meşhur harekete bilfiil katılmıştı. Şizar’a saldırı düzenlediği sırada Tancred’i birkaç kez görmüş ve bu haçlının kalenin kumandanından hediye olarak aldığı güzel atı hatırlamıştı. Bourg Kralı Baldwin 1124 yılında birkaç ay boyunca kalede esir tutulmuş, serbest bırakıldığı an ev sahibinin nezaketine, “daha Frenkçe” tüm taahhütleri bozarak karşılık vermişti. Courtenay’li Joscelin, Asi Nehri üzerinden sürekli olarak geçen alayların içinde yer alan silahlı seferlerin bir diğer tanınmış figürüydü. Otobiyografi yazarı, İmparator John Comnenus’un bile kendi kartal yuvasını “züppelikle” abluka altına aldığını gördü. Üsame daha sonra Akka’da Kral Fulk’ı ziyaret ederek hiçbir “ortak dil” bilmediği için bir çevirmen yardımıyla kendisi de Arap olduğu hâlde kendisini bir şövalye olarak nitelendirebileceğini şu sözlerle anlattı: “Irkım ve ailemin üslubuyla şövalye diyebilirim, zira bir şövalyede hayranlık duyduğumuz şey onun lagar ve boylu olmasıdır.” Üsame’nin tanışıklık kurduğu kişiler Şizar’da veya Frenk topraklarına yaptığı kısa yolculuklarda tesadüfen karşılaştığı birkaç yüksek şahsiyetle sınırlı değildi. Uzun yıllar Şam’da yaşamış; Nureddin’in sarayında onun adına Mısır’la diplomatik görüşmeler yürütmüş; Kahire’de bir süreliğine Fâtımî halifesinin misafiri olmuştu. Ayrıca Kom Aşfin yakınlarında iki yüz büyük baş hayvan ve bin tane koyun yetiştirdiği, zengin hububat ve meyve hasatları kaldırdığı bir iktada çiftçilik yapmış ve son zamanlarında şiirini ve doğaçlama anlatımlarını zevkle dinleyen Selahaddin’le yakın ilişki kurmuştu.


NORMANDİYALI ROBERT BİR SARAZENİ ATTAN DÜŞÜRÜYOR

(St. Denys’te bir vitraydan alıntı, 12. yy)


Üsame, yerleşik hayata geçmiş haçlılar ve onların oryantal yaşama alışıp Müslüman komşularıyla arkadaşlık ilişkileri kuran aileleri ile Filistin’de bu iki inanç arasında oluşan hoşgörüyü yıpratan patavatsız bir coşku ve yağma hırsıyla dolu yeni gelen bir grup bağnaz hacı ve düşkün maceracıyı birbirinden keskin bir çizgiyle ayırıyor. “Aramıza gelip yerleşen ve Müslüman toplumunu geliştiren Frenkler onlara yeni katılanlardan çok daha üstündür.” diyor. “Yeni gelenler Müslümanlara aşina olan diğer yerleşimcilerden değişmez biçimde daha insaniyetsizler.” Yerleşik hayata geçmiş haçlılar ve komşu Müslümanlar arasında kişisel dostluk oldukça sık görülmekteydi ve bir Müslüman’ın bir Hristiyan şövalyesinin konukseverliğinden keyif alması da garipsenecek bir durum değildi. Bizzat Üsame’nin de mason tarikatları içinden, diğer tüm Frenklere tercih ettiği ve “arkadaşlar” dediği, tanışıklık kurduğu kişiler vardı. Kudüs’ü ziyaretinde ona kendi küçük tapınaklarından Hristiyan mabedi hâline gelmiş Mescid-i Aksa’ya yakın olan birini Müslümanca dualarını etmesi için açtılar; tapınağa onunla birlikte yürüdüler; onu Kubbet’üs Sahra’ya ve Kubbetü’l Miraç’a götürdüler. Üsame, St. John şövalyelerinin misafirperverliğine de övgüsünü esirgemiyor. O, tanıklık ettiği törensel kapışmalar ve su işkenceleri Hristiyan adaletine olan saygısını artırmadığı gibi “kâfir”lerle nadiren anlaşma yapan haçlıların yeminli bağlılıklarını sıklıkla ihlal etmeleri karşısında öfkesini gizleyememiştir. Bir taraftan mertliklerine büyük bir hayranlık duyarken, savunma taktikleri, önlemleri, düzenli hareketleri, tuzak ve sürprizlere karşı dikkatli tutumları ve zafer sonrasında kendilerini pervasızlığın hazlarına kaptırmaktan alıkoymaları üzerinde özellikle durmuştur. Diğer taraftan ağırbaşlı bir Doğulu olarak, Frenklerin her düzeyden gereksiz neşe gösterilerini, sevinçli kahkahalarını ve çılgınca eğlence peşinde koşmalarını onaylayamıyordu. Doğulu bir beyefendi olarak sağduyu ve mevki sahibi adamların çocukça maskaralıklarına ve kocaman sırıtışlarına asla anlam veremiyordu. Hatta hassas bir duygu olan tutkunun ufacık da olsa alenen sergilenmesini daha da az kaldırabiliyor, gerçek bir Müslüman gibi bunu hareminin perdeleri arkasına gizliyordu. Haçlı erkeklerinin karılarına sağladıkları şaşırtıcı özgürlüğe kesinlikle tahammül edemiyordu.

“Ne onurun ne demek olduğunu biliyorlar…” diye yazmıştı, “ne de kıskançlığın… Dışarıda karılarıyla yürürken başka bir erkekle karşılaşırlarsa bu adamın karısının elini tutup onu yanına alarak konuşmasına izin veriyorlar, bu arada kocası da konuşmaları bitene kadar uzakta bekliyor! Kadın konuşmayı fazlaca uzatırsa, kocası oradan ayrılıyor ve kadını arkadaşıyla yalnız bırakıyor!”

Müslümanlar ve Hristiyanlar arasındaki bu ortak hoşgörü ve iyi niyetin oluşturduğu barışçıl tablo pek uzun sürecek gibi değildi. Fanatizmin bir tek kıvılcımı bu ekini tutuşturacaktı. Kıvılcım her iki taraftan da geldi.

İlk Haçlıların daha hoşgörülü ve uyumlu, hem de dikkatsiz ve hovarda olmalarına oranla, sonradan gelenler güç gösterisi yapmak için daha çok neden buldular. Siyasi bir macera ve askerî bir ilhakın arkasından göstermelik bir hac dönemi ve ona eşlik eden öylece üstü örtülmeye çalışılmış haydutluk… İlk gelen haçlılar Filistin’i dinî bütün ziyaretçiler için güvenli bir bölge hâline getirir getirmez tapınaklar, kısıtlı görgüleri önceki Hristiyan yerleşimcilerin kabul ettiği dünyevi hoşgörüyü anlamaya yetmeyen hacılar tarafından kuşatıldı. Mutaassıpların fanatizmi de buna eklenince ortaya Hristiyan hacılardan oluşan maceracıların, sofuluk kisvesi altında talan arzusunu saklayan kimselerin neden olduğu kanunsuzluk baş gösterdi. Bu iki sınıf, Müslüman kesimi çileden çıkarıp haçlı liderlerini sebepsiz yağmalar yapmaya kışkırttı. Bir Müslüman tarihçi on ikinci yüzyılın ilk çeyreğinde seyreden bu durumu şöyle anlatıyor:

“Frenkler ülkeyi günden güne yağmaladılar; Müslümanlara anlatılmaz zararlar vererek yıkım ve keder getirdiler… Baskınları Diyarbakır’a kadar uzandı; ne Ortodoks dediler ne dinsiz; Mezopotamya’da insanların ellerindeki gümüşlerini, değerli neleri varsa aldılar. Harran ve Rakka’da insanları hakaret ve hicapla baskı altına aldılar, onlara her gün ölüm kadehinden içirdiler… Rahba’dan ve çölden geçen yol hariç Şam’a giden tüm yollar kesildi; tüccarlar ve gezginler tehlikeli ve yorucu uzun çöl yolculuklarının çilesini çekmeye, hayati tehlikelerle burun buruna göçebe bedevilerin arazilerinden geçmeye zorlandılar. Frenkler komşu kasabalarına da şantaj yaptılar ve hatta Hristiyan kölelerin serbest bırakılması için Şam’a casuslar gönderecek kadar ileri gittiler. Halep’te yaşayanlardan gelirlerinin yarısını hatta Bahçekapı’daki değirmenin hasılatını zorla haraç olarak istediler.”34

Diğer taraftan Sarazenler, en azından Müslüman Türkler, her ne kadar o an için dağılmış ve düşmana karşı kesin bir karşı duruş sergileyememiş de olsalar, doğaları gereği asker yetiştirici ve soylarına has bir nitelik olarak fanatikleri telkin edici özellikleriyle ön plana çıkıyorlardı. Selçuklular’ın askerî sistemi savaşçı bir ulus yetiştirmişti ve İslam’ı yakın zamanda kabul etmiş olmaları, bilgi eksiklikleri ve bunun sonucu olarak fanatik “molla”ların etkilerini reddediyor olmaları dönüşme gayretleri içerisine girmelerini sağladı. Merkezi otoritenin çöküşü üzerine egemenlik hakkı iddia eden, her biri İslam’ın hararetli savunucusu olan tüm küçük hükümdarlıklar şimdi birer savaşçı üretim çiftliğine dönmüştü. Ganimet ve cennet bir araya geldiğinde Hristiyan rakipleri kadar onları da din adına bir savaş yapmaya istekli kılmıştı fakat hangi neden ağır basarsa bassın, bu dağınık kuvvetleri iman adına ölmeye hazır inanılmaz bir orduya dönüştürmek için gereken şeyin bu birleşim ve bir lider olduğu kesindi. Cihat -kutsal savaş- ilan etmek ve onlara cesaretine ve askerî dehasına herkesin şapka çıkaracağı bir kumandan göstermek kaçınılmaz bir gereklilikti, Türkmen başları ve vasallar haçlıların derhâl dikkate alması gereken “Kilise Savaşçıları”na dönüşecekti. Bu lider bulunmuştu: İmadeddin Zengi.


SELÇUKLULARI İZLEYEN HAÇLILAR

(St. Denys’te bir vitraydan alıntı, 12. yy)


3. BÖLÜM
MÜJDECİ 1127

Vaktiyle Melik Şah’ın hizmetlerinden ötürü değerli görevlerle ödüllendirilen kölelerinden olan sayısız Selçuklu memuru arasında Ak-Sunkur özel bir yer teşkil eder. Saray mabeyincisi olarak asil efendisinin güvenini tamamıyla kazanmış, resmî kabullerde ve devlet toplantılarında onun sağ yanında durma ayrıcalığına kavuşmuştu. Daha sonra, Halep beyliği yaptığı yıllardaki merhametli ve bilge idaresi ile adı sadakat ve dürüstlük anlamına gelen bir deyiş oldu; öyle ki canını, hizmetkârların etrafında koşturduğu, İmadeddin veya “imanın sancağı” soyadını alan on yaşındaki oğlu Zengi’yi arkasında bırakarak, eski efendisinin oğluna duyduğu bağlılık uğruna feda etti (1094). O zamanlarda Mezopotamya’yı yöneten en büyük şahsiyet, Musul’un ve daha birçok kentin beyi, Melik Şah’ın oğlu ve vasisinin baş vasalı Kurbuga idi. Kurbuga eski dostu Akdoğan’ı unutmamıştı ve oğlu Zengi ve memluklerini sarayına çağırdı.

“Delikanlıyı getirin.” diye yazmıştı. “O, yoldaşımın oğludur ve onu büyütmek bana düşer.” Böylece Musul’a gittiler, kendilerine ikta tahsis edildi ve yeni beylerinin her türlü mücadelesinde yanında oldular. Bir keresinde Diyarbakır yakınlarında nasıl sonuçlanacağı belli olmayan bir savaşta Kurbuga, Zengi’yi ordunun karşısında kucaklamış, onu kendi memluklerine emanet etmiş ve “Eski efendinizin oğluna iyi bakın, onun için savaşın!” demişti. Çocuğu çevreleyen memlukler öyle bir hiddetle çarpışmaya başladılar ki savaşı kazandılar. Bu, Zengi’nin bulunduğu ilk savaş meydanıydı ve o tarihte on beş yaşındaydı.

Bundan itibaren yıllarca Musul Sarayı’nda birbiri ardına gelen hükümdarlar altında haç ve hilal arasındaki sınır bölgesini koruyan savaşçı hükümdarların değer verdiği bir bey olarak ayrıcalıklı bir hayat sürdü. Boyu uzamış, fark edilir bir fiziğe kavuşmuş; esmer bir ten ve delici bakışlara sahip olmuştu ve karakteri de duruşu kadar dikti. Otuz sekiz yaşına kadar savaşlarda ve Mezopotamya’nın siyasetinde ikincil roller üstlenmeye devam etti. Musul’un sınırlarını korumak üzere birbiri ardına gelen beş bey de onu oğlu gibi gördü, ona zengin iktalar bahşetti ve Frenklere karşı yürütülen keşif hareketlerinde önemli görevler verdi. Bu keşif görevlerinden birinde, Tiberiye Kuşatması sırasında, Zengi göze çarpan cesaretiyle ön plana çıktı. Adamlarıyla garnizonuna yapılan bir saldırıyı püskürtüp saldırganları şehrin girişine kadar takip etti ve burada önlerine mızrağıyla bir çizgi çekti.

Arkasına dönüp baktığında yalnız kalmış olduğunu gördü, birliği çarpışmanın yarısında geri dönmüş ve onu düşmanla baş başa bırakmıştı. Bir süre bu tehlikeli pozisyonda kaldı; adamlarının döneceği ve birlikte saldırıya geçecekleri umuduyla Frenkleri oyaladı ancak gelen giden olmadığı için isteksizce geri çekildi ve yara almadan kendi mevzisine geri döndü. Bu cevvalliği yankı uyandırdı ve bundan böyle eş-Şami (Suriyeli)35 adıyla tanınır oldu.

1122’de “Suriyeli”, Selçuklu sultanı tarafından askerî hizmetlerinden ötürü ilk doğrudan idare göreviyle, o zamanlar büyük ve önemli bir kent olan Vasit’in iktasıyla, ayrıca Basra muhafızlığı göreviyle ödüllendirildi.36 Sultanın bu seçiminin haklı bir seçim olduğunu kısa zamanda ispatladı. Fırat ve Dicle’nin o günlerde sularını boşalttığı Aşağı Mezopotamya’daki “bataklıkların” Arapları, bu büyük nehrin suladığı verimli topraklar üzerinde kaybettikleri üstünlüklerini geri kazanmaya pek hevesliydiler fakat sınırları Zengi koruduğu sürece denetim altında kalacaklardı. Arap tarihçi, Araplarla Türkler arasında 1 Mart 1123 tarihinde yapılan kritik savaşa ilişkin net bir portre sunuyor. Araplar, Hilla’da yerleşmiş, el-Hicr’e saldırmış ve hatta “Barış Şehri”, Abbasi halifesinin mekânı Bağdat’ın üzerine bile ilerlemiş olan Esad Aşireti’nin meşhur emîri Sadaka’nın oğlu Dubeys tarafından komuta edilmişti.


HAÇLILARLA KURBUGA ARASINDA SAVAŞ

(St. Denys’te bir vitraydan alıntı, 12. yy)


Halife El-Müsterşid hiç de ağır aksak bir kimse değildi; üzerindeki siyah cübbe ve sarığı, omuzlarında peygamberin kaftanı ve elinde kutsal asasıyla Türk birliğinin başına bizzat geçerek kalyonuna binip birliklerine kılavuzluk etti. Diğer tarafa vardığında onu, atının üzerini örten tenteyi görür görmez yere kapanarak önünde yeri öpen en önemli vasalı El-Bursuki, Musul’un hükümdarı, Basra’nın Zengi’si, başkadı, asilzade seyitlerin önderi, ulemanın, diğer önemli savaşçıların ve ricallerin başkanı karşıladı. El- Musterşid onları çadırında kabul etti; tek tek içeri giren beyler bağlılık yemini ettiler, ardından düşman bölgesi olan Hilla’ya doğru ilerleyişe geçtiler. Dubeys onları Fırat ve Dicle’yi birleştiren Nil adlı kanalda karşıladı ve iki taraf da savaş hazırlıklarına başladı.

Araplar on bin atlı ve on iki bin piyadeden oluşurken halifenin ordusunda ancak sekiz bin kadar atlı mevcuttu, piyadelerin sayısı da beş bini geçmiyordu. Müminlerin emîri asasıyla savaş hattının gerisine fakat savaş meydanını görebileceği bir konuma mevzilendi. Onun önünde ellerinde açık Kur’anlarıyla din adamları duruyordu; tüm Bağdat o gün dizleri üzerine çökmüştü, besmeleyle Tanrı’dan koruyuculuğunu bahşetmesi dilendi. Halifenin ordusunun sağ kanadı, Zengi ve bir diğer emîrin komutası altındaki düşmanın en şiddetli saldırısına maruz kalmıştı.

Antar bedevi atlılarıyla iki başarılı hücumda bulunarak halifenin birliklerinin neredeyse geri çekilmelerini sağladı fakat Zengi ustalıklı bir hareketle, el-Busuki’nin de yardımını alarak Arapları kanattan sıkıştırdı ve düşmanı kanala doğru sürdü. Düşman bozguna uğratılmıştı. Esirler acımasızca katledildi, liderleri kaçtı ve kadınları galiplerin ellerine düştü.

Kazanılan zaferden sonra Zengi şansını sarayda denemek istedi. Geçici amirlere hizmet etmekten yorulmuştu. Hizmetkârlarını ve dostlarını çağırdı ve onlara hitaben: “Durumumuz dayanılmaz hâle geldi.” dedi. “Sürekli olarak yeni idareciler atanıyor ve bizden de onların kaprislerini çekmemiz ve keyiflerine rıza göstermemiz bekleniyor! Bizi bugün Irak’a, Musul’a, yarın Mezopotamya’ya, sonraki gün Suriye’ye gönderiyorlar. Ne yapmamı öneriyorsunuz?” Bunun üzerine Zengi’nin herkesten çok güvendiği arkadaşı Zeyneddin Ali söze girdi: “Efendim, Türkmenlerin bir lafı vardır, ‘İnsanın bir erkek olmak için kafasına bir taş koyması gerekiyorsa bu taş yüce bir dağın madeninden çıkmış olsun.’ Benzer şekilde birine hizmet etmek durumundaysak bari bu sultanın kendisi olsun.” Zengi bu öğüdü tuttu ve Selçuk Mahmud’un sarayına, Hamedan’a gitti. Burada da babası gibi tahtın huzurunda bekleme ayrıcalığının ötesinde bir mükâfat almaksızın beş parasız kalana kadar bekledi. Zeyneddin’e, “Ali, dostum, dediğin gibi taşı kafamıza koyduk fakat inan çok ağır!” dedi.

Sonunda bir gün sultan maiyetiyle beraber polo oynamak için dışarı çıktı. Partner seçme sırası geldiğinde Zengi’yi işaret edip eline bir polo sopası vererek “Gel ve oyna.” dedi. Maçtan sonra geri kalan hizmetkârlarını hoyrat kıskançlıkları nedeniyle azarladı.

“Utanmanız yok mu? Karşınızda babası devlette önemli makam sahibi olmuş, iyi tanınan bir adam duruyor! Hiçbirinizin ona sunulan hediyeler kadar varlığı olmadığı gibi hiçbiriniz onun masasına o kadar davet edilmemiştir. Bunca zaman hizmetlerini karşılıksız bıraktıysam, ona bir ikta tahsis etmediysem bu maazallah sizin yapacaklarınızı görebilmek içindi.” Sonra Zengi’ye dönüp, “Sana Kunduğli’nin dulunu evlenmen için veriyorum; maiyetim düğün için gereken altını sana verecektir.” dedi.

Kunduğli sarayın en zengin asilzadelerindendi ve dulu da kral kızı kadar varlıklıydı. Şanslı emîr düğününün ertesi günü kendisinin ve karısının hizmetkârlarıyla etrafı çevrili olarak bir debdebe içinde kendini gösterdi.

Zengi’nin sarayı ziyareti başarıyla sonuçlanmıştı; 1124’te katı fakat cömert bir tutumla yönettiği Basra ve Vasit iktalarına geri döndü. Sultan ve halife karşı karşıya geldiklerinde Zengi halifenin ordusuna karşı Vasit’i savundu; ardından, eline geçirebildiği tüm teknelere birliklerini bindirerek Bağdat dışında bekleyen sultana tam vaktinde destek kuvvet sağladı. Sultan bir anda sadık beyinin yaklaşmakta olan küçük filosunu görünce hem şaşırmış hem de rahatlamıştı.

Sonuç olarak halife barış yapmak zorunda kaldı; Selçuklu, onun Barış Şehri’nde ikamet etmesine razı olurken Zengi de uzun süredir üstlenmeye can attığı göreve, Irak’ın tüm kontrolü ve hâkimiyetiyle beraber Bağdat muhafızlığına geldi. 1127 sonbaharında Musul ve Cezire (“Ada”, Mezopotamya) hükûmetlerine atandı. Sultanın oğullarından ikisini yetiştirmek gibi önemli bir görev de üstlendi; bu görevi sadece başarılı bir derebeyi ve yönetici olduğu için almamıştı. Böylece atabey -veya beylerbeyi-sıfatını da almış oldu. Bu yeni görev onu Latin iktidarıyla girilen mücadelede ön saflara taşıdı. Bundan böyle Zengi’yi Frenklere karşı imanın gücünü gösteren muzaffer komutan, Doğu’nun Cid Campeador’u37 olarak göreceğiz. Kaside yazarı onun başarılarını şu sözlerle anlatır:

“Frenkleri kendi topraklarının ortasında harap etti, müminlerin çektiği acıların intikamını aldı. İslam’ın solan hilallerini yeniden parlatarak, sönmek üzere olan iman güneşinin ateşini alevlendirdi. Müslümanlar, üzerlerinde zaferin ihtişamıyla gururla yürüyüp her dem akan başarı çeşmesinden içtiler. Teslisçileri kalelerinden, surlarından ederek yalanları ve nefretleriyle yalnız bıraktılar. Böylece bir olana inançla Ada’ya ve Suriye topraklarına geri döndü ve İslam ülküsünü savunanlar da buraya akın etti.”

Ne var ki Zengi, haçlılarla kılıç çarpıştırmadan önce yeni ve önemli iktidarında yerini sağlamlaştırmalıydı.

Şimdiye dek, unvanı olan başarılı bir önderdi ama bir hükümdar değildi. Oysa Musul’da, Dicle’den üç yüz altmış kilometre uzakta, fiilen bağımsızdı ve idaresine müdahaleye kesinlikle izin vermiyordu. Sistemi, büyük imparator Melik Şah’ın yönetimine uygundu ve Selçuklu İmparatorluğu’nun yıkıntılarından doğan devletlerin idarelerine örnek teşkil ediyordu. Şahsi idareye dayalı bu sistem, raporları bir ordu dolusu casus tarafından kontrol edilen dikkatli bir müfettiş ağı tarafından işletilmekteydi. Zengi tüm komşu prensliklerin başkentlerine ve hatta imparatorluk sarayına bile casuslar yollamıştı; sultanın sabahtan akşama kadar neler yaptığını bir bir öğreniyordu. Her gün çeşitli bölgelerden ulaklar getirtir ve böylece olan bitenden en önce kendisi haberdar olurdu. Ziyaretçileri en güzel biçimde ağırlanırdı ama tabii sıkı takip hep söz konusuydu. Arazisinden hiçbir elçi gerekli bilgilendirme yapılmaksızın ve izin almaksızın geçemediği gibi, yanına güvenilir bir refakatçi verilirdi ki bu elçi insanlara uygunsuz sorular sorup burayla ilgili casusluk yapmasın. Savunmadaki zayıf noktaları açık etmeleri korkusuyla tebaasının, topraklarını izni olmadan terk etmesi yasaktı; eğer kaçanlar olursa onları teslim olmaya zorlardı. Bir grup köylü Musul’dan Mardin’e göç edince o şehrin Artuklu prensine çağrı gönderip köylüleri geri göndermesini istemişti. Timurtaş “Biz fellahlarımıza iyi bakıyoruz.” diye itiraz etti. “Onların ürettiklerinden aşar alıyoruz; sen de böyle yapmış olsaydın bu köylüler seni bırakmazlardı.”

“Efendine söyle…” dedi Zengi elçisine. “Sen ürünün yüzde birini bile alsan çoktur çünkü görüyorum ki sen o kayalık Mardin’de lüks ve miskinlik içinde yaşıyorsun; oysa ben insanlarımdan üçte iki oranında vergi alsam da hizmetlerimin karşılığında az gelir. Çünkü ben yalnızca kişisel düşmanlarımla savaşmıyorum, bir de kutsal savaşı sürdürüyorum ve ben olmasam sen, Frenklerin hâkimiyetine girmiş olacağın için güvenle bir tas su bile içemezsin Mardin’inde. Bu yüzden o köylüler geri gönderilmediği sürece Mardin’deki her taşralıyı oradan toplar, Musul’a boşaltırım.”

Göçmenler apar topar geri gönderildi. Bir seferinde de Zengi, sultanın kaçak bir asilzadeyi teslim etmesini sağlamıştı; bu talihsiz adam zindana atılmış ve ondan bir daha haber alınamamıştı.

Zengi açıkçası hiç müşfik bir hükümdar değildi. Görevi başında uyuklayan bir kayıkçının nasıl ödünü patlattığına dair bir öykü anlatılır: Kayıkçı, tetikte olup onu beklemesi gerektiği bir anda uykuya dalmış ve uyandırıldığında karşısında korkunç efendisinin dikildiğini görünce dehşete kapılmış ve o anda düşüp ölmüş. Köleleri zalimliği nedeniyle çok şikâyet ederdi, hizmetçileri ondan o kadar çok korkardı ki verdiği bir emri anlamadıklarında tekrar etmesini isteyemezlerdi. Uşaklarından birine tutması için bir peksimet verdiğinde uşağın bunu bırakmaya cesaret edemediği söylenir. Neredeyse bir sene sonra Zengi bunu geri istediğinde uşak anında çıkartıp dikkatlice bir peçeteye sarmış ve uşağın itaatkârlığı cömert bir memuriyetle ödüllendirilmiş.

33.Archer and Kingsford, Crusades, ch. vii.
34.İbnü’l Esir, “Atabeyler”, 59 ff. Doğu’ya özgü bir ön yargıya ve abartıya izin veriyor olabiliriz ancak unutulmamalıdır ki yukarıda anlatılan olayın yazarı, betimlediği olaylardan çok kısa bir süre sonra yaşamış ve babası bu sahnelerin birçoğuna bizzat şahit olmuştur.
35.İbnü’l Esir, “Atabeyler”, 34,35.
36.Otuz altı yaşına kadar kimsenin bir şehrin idaresine atanmaması Selçuklu idaresinde yerleşmiş bir kuraldı; Zengi şimdi otuz yedi yaşındaydı ve bu nedenle terfisini neredeyse mümkün olan en erken tarihte almıştı.
37.El Cid Campeador (1040-1099), Kastilyalı asilzade, komutan ve diplomat. El Cid Türkçeye hükümdar olarak çevrilebilirken “campeador” savaş sanatı ustası, silahşor anlamına gelmektedir. (ç.n.)
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
Hacim:
27 s. 46 illüstrasyon
ISBN:
978-605-121-908-0
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu