Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Yağ ve mermer», sayfa 3

Yazı tipi:

1501
Floransa

Michelangelo
İlkbahar

Michelangelo, üzerinde bulunduğu çimenlerle kaplı tepeden Floransa’yı görebiliyordu. Beyaz, sarı ve turuncu binaların oluşturduğu parıltılı mozaiği bir yılan gibi kıvrılarak akan Arno Nehri bölmekteydi. Şehrin ortasında, Santa Maria del Fiore Katedrali’nin pişmiş kilden yapılmış uzun kubbesi yükselmekteydi. Tanrı’nın görünmeyen elleriyle göğe doğru çekilmiş gibi görünen bu kubbe desteksiz inşa edilmiş dünyanın en uzun yapısıydı. Floransalılar Il Duomo’yu seviyordu. Şehirden çok uzun yıllar uzak kalanların, kubbenin altında oturabilmek için duydukları özlemle yanıp tutuştukları ve sanrılar gördükleri söylenmekteydi. Bitmek bilmeyen dört yıllık ayrılıktan sonra Michelangelo da, Il Duomo’nun gölgesini yüzünde hissetmeyi özlemişti ve bu özlemle yüzünü ateş bastı, kalbi yerinden fırlayacakmışçasına çarpmaya başladı. Kubbe özlemi onu da kendine esir etmişti.

Pietà’sının açılışından sonra Floransa’ya geri dönmesi bir yıldan fazla zamanını almıştı. Roma’daki atölyesini kapatıp borçlarını ödedikten sonra Jacopo Galli güneyde kalma konusunda kendisini ikna etmeye çalıştı. Ancak sonunda Roma’yla vedalaşıp eski Cassia Yolu’ndan hac rotasını takip ederek kuzeye doğru yola koyuldu. Yol tehlikelerle doluydu. Fransız ordusunun etrafından dolanıp, Cesare Borgia’nın askerleriyle Perugia’nın batısındaki asi bir prenslik arasındaki çatışmadan kendini zar zor kurtarabilmişti. Sonra üzerlerinde Borgia Hanedanlığı armasını taşıyan bir grup kaçak paralı askerin saldırısına uğradı. Asla dövüşten kaçmayan biri olan Michelangelo onlara karşı dirense de haydutların, kendisini mor bir göz, kırık bir kaburga ve şişmiş bir dizle bırakmalarına engel olamadı. Üstelik çizmelerinin içinde gizlediği birkaç liret dışında tüm parasını da çaldırdı. Neyse ki heykellere şekil verirken kullandığı kolu zarar görmemişti.

Güçlü Kardinal Piccolomini’ye bir sunak panosu yapma görevini üstlendiği Siena’da, çatışma sonrasında kendini toplamak için bir mola verdi. Bu herhangi bir hayal gücünden yoksun, uzun ve zorlu bir çalışmaydı. Her heykeli tam olarak nasıl oyacağı konusunda talimatlarını veren kardinal, esere yaratıcılığını katmasına izin vermiyordu. Bu yüzden sunak görevini yardımcılarına devredip sonunda eve dönme vaktinin geldiğine karar verdi. Floransa’da yeteneklerini kullanacağı bir iş bulacağından emindi.

Yoldayken ailesine gelişini müjdeleyen bir mektup yazıp göndermişti. Onuruna güzel bir şölen hazırlayabilecekleri uygun bir zamanda mektubunun ulaşması için dua ediyordu. Kendisine hayran Floransalıların çiçek yaprakları ve borazanlarla kendisini karşılayıp, adına et ve kırmızı şaraplı bir ziyafet düzenleyeceklerinin hayalini kuruyordu. Belki de babası, şöminenin önündeki geniş, tüylü yatakta uyumasına izin verirdi.

Floransa’nın on iki metre yüksekliğindeki şehir duvarlarına ve ana kapıya yaklaştığında “Kapıyı açın, ben Floransalıyım,” diye seslendi.

Zırhlı iki muhafız önünde dikildi. Daha kısa ve ağzında hiç dişi olmayan asker atının dizginlerini tutarken, daha iri ve omuzunda keskin bir balta taşıyan muhafız “İsmin nedir, Floransalı?” diye sordu.

“Canossa Şövalyelerinin soyundan Michelangelo Buonarroti.” Üç asırdan fazla bir zamandır Floransa’da vergi ödeyen Buonarroti ailesinin soyu, on birinci yüzyıldaki cumhuriyet kurucularından Canossalı Matilda’ya kadar uzanmaktaydı.

İki nöbetçi, kökenleri kendileri için hiçbir şey ifade etmemişçesine boş bir ifadeyle yüzüne bakınca Michelangelo’nun kızgınlığı arttı. Gençliğindeki lakabını kullanarak “Medici bahçesinin heykeltıraşı,” dedi.

Ufak tefek olan muhafız kılıcını çıkararak “Medici mi?” diye sordu.

Michelangelo, o ismi söylediğine pişman oldu. Gençliğinde Medici olmak Floransa’daki tüm kapıları açardı. Maalesef Mediciler artık sevilen yöneticilerden çok korkulan asilerdi. Medicilerle ufak bir bağlantısının olması, ihanetten darağacını boylaması için yeterliydi. “Hayır, demek istediğim şu…” Michelangelo atını uzaklaştırmaya çalışmasına rağmen muhafız dizginleri sıkıca kavramıştı.

İri kıyım muhafız, Michelangelo’nun bacağını tutarken “Medici casusu,” dedi.

“Ben sadık bir Floransalıyım.” Michelangelo tam açıklama yapmak üzereyken muhafız baltasını sağ omuzuna doğru salladı. Michelangelo yana eğilip kurtuldu. Cahil bir muhafızın, her zaman kullandığı kolunu yaralamasına izin veremezdi. Muhafız yeni bir hamle yapmak için baltasını çekerken Michelangelo deri omuz çantasından çekicini çıkardı. Tam silahıyla hamle yapmak üzereyken başına nereden geldiğini anlayamadığı bir darbe aldı.

Kahramanca bir karşılama için bu kadarı da fazla diye düşünen Michelangelo’nun gözleri karardı.

Midesine aldığı yumruk darbesiyle Michelangelo kendine geldi.

Etrafı bulanık görüyordu ve her şey tepetaklak olmuştu. Zemin başının bir metre yukarısındaydı. Kendini toparlamak için kımıldandı. Bacakları kalın bir halatla bağlanmış, küçük ve penceresiz bir hücrenin tavanından aşağıya doğru asılı duruyordu. Kolları arkadan bağlanmıştı. Üstü sidik ve kusmuk kokuyordu.

Sırım gibi, ancak kaslı bir kale muhafızının silüeti belli belirsiz seçiliyordu.

“Lanet olsun! Ben Floransalıyım,” diye bağırdı Michelangelo.

Muhafız, kaba Napoli aksanıyla “Medici destekçisi casus!” dedi ve sonra Michelangelo’yu hızla döndürdü. Oda etrafında hızla dönüyordu. Michelangelo, tekrar kusmamak için gözlerini sıkıca kapadı.

Michelangelo dişlerini sıkarak “Ben casus değilim,” dedi.

“Kapıdaki muhafızlara Medici ailesine bağlı olduğunu söylemişsin.”

“Tamam, Il Magnifico’nun arkadaşıydım.”

Delikanlılık yıllarında Michelangelo, Floransa şehrinin gayri resmi yöneticisi “Muhteşem” lakaplı Lorenzo de’ Medici’ye hayranlık duyardı. Bir gün Michelangelo henüz on beş yaşındayken, Lorenzo genç heykeltıraşı mermer bir geyik yavrusu heykeli yaparken fark etmiş ve yeteneğinden öyle çok etkilenmişti ki Michelangelo’yu sarayında yaşayıp heykel bahçesinde çalışmaya davet etmişti. Bazen Medici ailesinin çocuklarıyla birlikte uyuyup yediği ve çalıştığı o muhteşem iki yılı düşündüğünde, kendisine sunulan tüm mutluluğu tüketmiş olmaktan korkardı. Hiç kimseye nasip olamayacak güzel günler geçirmişti orada. Ancak 1492 yılında Lorenzo’nun ölümüyle onun bencil ve hoyrat oğlu başa geçmişti. “Talihsiz” lakaplı Piero de’ Medici’nin, babasının heykeltıraşa olan sevgisini kıskanmasıyla Michelangelo’nun Medici ailesiyle ilişkileri bozuldu. Son olarak Floransalıların Piero’nun beceriksiz yönetimine karşı ayaklanmasıyla beraber aileyle olan tüm bağları da kopmuştu.

Michelangelo şehir kapısında Medici ailesiyle olan bağlarından övgüyle bahsederken, Piero’nun son altı yıldır sürgünde yaşadığını ve Floransa’nın yönetimini tekrar ele alma planları yaptığını aklına getirmemişti.

Muhafız Michelangelo’yla yüz yüze gelmek için onu tutup başını çevirdi. Nefesi ucuz şarap ve bozuk et kokuyordu. “Piero’nun şehrimize sızmasına yardım etmek için geldin, değil mi?”

Tekrar Michelangelo’yu döndürmeye başladı.

“Piero de’ Medici’den nefret ediyorum.” Kendini toparlamak amacıyla Michelangelo, zemindeki bir noktaya odaklandı. Bu neydi? Çamur mu? Yoksa su ya da kan mı?

“Floransa Cumhuriyeti’ni korumak ve o aptal adamdan uzak tutmak için canımı veririm.”

“Piero’nun casusu değilsen neden buradasın?”

“Burada yaşıyorum.”

“İki yıldır Floransa’dayım. Herkesi tanıyorum. Seni hiç görmedim buralarda.”

“Daha doğrusu burada yaşıyordum. Şu ana dek Roma’da çalışmaktaydım.”

“Ne iş yapıyorsun?”

“Heykeltıraşım ben,” diye cevapladı Michelangelo. Baş aşağı asılı durmasına rağmen mesleğini söylerken gururla omuzlarını hareket ettirmişti.

Muhafız “Heykeltıraş demek!” diye bağırdı. “İşte bu! Piero için heykeller yaptın. Senin yasal koruyucundu.”

Michelangelo sustu. Bu kısmen doğruydu, ama bununla ilgili hiç konuşmazdı.

“Eğer şimdi bana doğruyu söylemezsen sana isyancı suçlamasıyla işkence yaptıracağım.”

Michelangelo’nun içini korku kapladı. Hiç kimsenin onun varlığından, bir zindanda işlemediği suçlardan dolayı sorguya çekildiğinden haberi yoktu. Artmakta olan korkusunu bastırmaya çalıştı. Şimdi korkunun sırası değildi. “Bana işkence yapabilirsiniz, ama şunu bilin ki ben bir hain değilim.”

Muhafız, halatların birini keserek “Seni tutuklayanların söylediklerine bakılırsa ağzın epey sıkıymış,” dedi. Michelangelo’nun uzun süredir kan dolaşımı olmadığından uyuşan sağ kolu, cansız bir şekilde başının yanına düştü. Kolunu hareket ettirmek istedi ama başaramadı. Muhafız “Ama ben seni konuşturmasını bilirim,” diyerek Michelangelo’nun kolunu tutup çıt sesi gelinceye dek büktü.

Omuzunda hissettiği ani acı hissiyle Michelangelo bağırdı. Acıdan çok bir daha çekiç sallayamamaktan korktuğundan dolayı Michelangelo konuşmaya başladı. Acıyla “O lanet olası Piero benim yasal hamim değildi. Ailesine onca yıl sunduğum hizmetimden ve kardeşi gibi yanında büyümemden sonra benden tek bir şey istedi,” dedi.

“Ne? Söyle!” Muhafızın iri elleri Michelangelo’nun kollarını, fırtınada yelken halatına sarılıyormuşçasına sımsıkı tuttu. Yapacağı başka bir şey yoktu.

“Kardan adam,” dedi Michelangelo.

Muhafız elleriyle Michelangelo’nun kollarına yaptığı baskıyı azaltarak şaşkınlıkla “Ne?” diye sordu.

“Evet, kardan adam, yanlış duymadın. Bana herkesin önünde dışarı çıkıp kendisine bir kardan adam yapmamı emretti.” Geçen onca yıla rağmen o günün düşüncesi, yüreğinde aşağılanmışlık duygusunun kabarmasına neden oldu. “Güneş altında eriyen sanat. Böyle bir şeyi buyuran adama ben yasal hami demem.”

Muhafız, Michelangelo’nun kolunu bırakırken “Kardan yapılmış bir adam mı yani?” diye sordu. Michelangelo, acı içinde sallanan koluyla beraber halat üzerinde yavaşça döndü.

“Aslında daha çok buzdan yapılmış bir adamdı.” Konuşmasını sürdürecekse eğer, en azından söylediklerinin doğru anlaşılmasını istedi.

“Neye benziyordu?”

“Uzun ve inceydi. Melek heykeli yapmaya çalışıyordum ama bulutlar ve güneş işime engel oluyordu ve…”

Muhafız, taş duvarlarda yankılanan bir kahkaha patlatarak, “Kardan yapılmış bir adam. Hayatım boyunca böyle aptalca bir şey duymadım. Kim böyle bir şey yapar ki? Kardan adam.”

Michelangelo yere tükürerek “Size söyledim. Piero de’ Medici’ den nefret ederim,” dedi. Ağzı o kadar kuruydu ki patlamış dudağından biraz kan dışında hiçbir şey çıkmadı. “Şimdi gidebilir miyim?”

“Yurtsever duygularını teyit edecek bir ailen vardır herhalde?” diye sordu muhafız, her ikisi de yarım kalmış ön dişlerini gösteren gülüşüyle.

“Hapiste olduğumu bildirerek ailemi endişelendirmek istemiyorum.” Bunu yapmaktansa kolunu, bacağını ve hatta canını kaybetmeyi tercih ederdi.

Hücreden ayrılırken “Öyleyse sana kefil olacak biri gelmeden seni bırakamam,” dedi. “Bu arada, eğer kışa kadar burada yatmak zorunda kalırsan bize de bir kardan adam yaparsın artık.” Michelangelo çaresizce halatta sallanırken nöbetçinin sesinin hapishane koridorlarında yankılanışını işitti. “Kardan adam! Ben Beppe Amca’ya söyleyene kadar bekle!”

Öğlen geç bir saatte şehir hapishanesinden çıkarken, beyaz gün ışığı Michelangelo’nun gözlerini yaktı. Nihayet özgürdü. “Bana kefil olduğun için sağ ol dostum. Sen olmasaydın hayatımın geri kalanını Bargello’nun içinde bir halata bağlı sallanırken geçirmek zorunda kalabilirdim.”

“Orası biraz şüpheli. Bugünlerde şehirde hiçbir şey inançla yapılmıyor. Tabii para hariç. Bu son çete, dindarlığın ucuzluk olduğunu düşünüyor.” Francesco Granacci cebinden bir matara çıkartıp Michelangelo’ya uzattı. Matarayı alır almaz Michelangelo tatlı beyaz şarabı içti. Yakışıklı ve varlıklı bir aileden gelen Granacci, Michelangelo’dan yedi yaş büyük olmasına rağmen arkadaşından daha az yetenekli olduğu konusunda hep ısrarcı olmuştu. Michelangelo on iki yaşındayken Granacci, öğretmeni ressam Domenico Ghirlandaio’yu genç Michelangelo’yu çırak olarak çalıştırmaya ikna etmişti. Granacci “Yetenek konusunda her zaman Buonarroti’nin gerisinde kalırım,” demekten hoşlanıyordu. Kişisel yeteneklerine rağmen Granacci şimdi Floransa’da başarılı bir resim atölyesinin ustasıyken eve beş parasız dönen Michelangelo iş aramaktaydı.

“Bana pek ciddi göründüler,” dedi Michelangelo. Parmaklarını ağrıyan omuzunun eklem yerine bastırdı, ancak kemiklerini ve kaslarını hissetmedi. Ağrısı vardı, ama yakında iyileşeceğe benziyordu.

İkili Bargello’dan uzaklaşırken Granacci, hızlı bir şekilde son dört yılda şehirde meydana gelen değişikliklerden bahsetmeye başladı. Peder Savonarola’nın kazıkta yakılarak öldürülmesinden, Toskana topraklarını işgal eden Cesare Borgia’nın papalık ordusundan ve umutsuzca cumhuriyetlerini elde tutmaya çalışan aciz Floransa hükümetinden bahsetti. Granacci her zamanki gibi konuşup yürümeye devam ederken Michelangelo da mutlu bir şekilde onu izliyordu. Arkadaşını dinlerken Roma’da ne kadar yalnız olduğunu fark etmişti.

Dolambaçlı sokaklarda yürüdüler. Bazı dükkân sahipleri yeni gelen heykeltıraşı tanıyıp el salladı. Hatta birkaçı “Evine hoş geldin Michelangelo,” diye seslendi. Ama ismini hep o haşmetli “Lodovico Buonarroti’nin oğlu,” ifadesi takip ediyordu. Burada hâlâ babasının oğluydu. Bir kişi bile gelip onu muhteşem Pietà heykelinden dolayı tebrik etmedi. Kimse eserinin lafını ağzına bile almamıştı.

Granacci sonunda “Pekâlâ. Roma’da bir işin var mıydı?” diye sordu.

Michelangelo durdu. En ateşli destekçisi Granacci bile bilmiyordu. “Pietà adlı eserimi hiç duymadın mı?” diye sordu.

“Neyini?”

Michelangelo o an sanki nefessiz kaldı.

“Ah, evet doğru.” Eserini anımsamasıyla Granacci’nin çehresi değişti.

Michelangelo rahat bir nefes aldı.

“Evet duydum. Şu alışılagelmişin dışında genç Bakire Meryem ve İsa’lı heykel.” Granacci sıradan bir şeyden bahsediyormuşçasına Michelangelo’yu dirseğiyle dürterek “Eminim güzeldir dostum. Sen her zaman iyiydin zaten,” dedi. Granacci başka yorum yapmadan yürüyüşüne devam etti.

Michelangelo hayal kırıklığıyla yutkundu. Şerefine gösteri, şenlik ya da kutlama yemeği düzenlenmeyeceğini biliyordu. Buralarda hâlâ Medici ailesinin sarayından kovulmuş küçük heykeltıraş, Lodovico’nun oğlu Michelangelo’ydu.

Granacci “Dinle. Neden geri döndüğünü biliyorum,” dedi.

“Nedenmiş?” Şehirde pek tanınmadığını gören Michelangelo artık alacağı cevaptan emin değildi.

Granacci omuzunu silkerek “Duccio Taşı görevi tabii ki,” dedi.

Michelangelo durdu ve “Duccio Taşı da ne?” diye sordu.

Duccio Taşı, tarihteki en ünlü mermer parçası sayılabilirdi. Kırk yıldan fazla bir süre öncesine dayanan bu proje, eski Roma İmparatorluğu’ndan beri en büyük ve en pahalı heykel projesinin bir parçasıydı: Il Duomo’nun yüksek dayanma ayaklarını süslemek için Eski Ahit peygamberlerine ait on iki devasa mermer heykel yapmak. Halk arasında Operai olarak bilinen katedraldeki Sanat Eserleri Dairesi, Carrara tepelerinden tek bir devasa mermer bloğu satın alarak işe koyulmuştu. Yüksekliği üç adam boyundaydı. Bu yüzden tamamlandığında eski zamanlardan şu ana dek yapılmış en büyük heykel olacağı ümit ediliyordu.

Efsaneye göre gün yüzüne çıkarıldığı andan itibaren mermer taşın olağanüstü bir yönü vardı. Birçok dağı ve Arno Nehri’ni aştığı uzun ve meşakkatli yolculuğa rağmen Floransa’ya tek bir çizik almadan ulaşmıştı. Koskoca sert taş levha sanki yaşayan bir canlı gibiydi. Onu gören herkes şu ana dek çıkarılmış en beyaz ve en güzel taş blok olduğunu söylüyordu. Taşı gören katedralin ihtiyar heyeti, Floransa şehrinin ihtişam ve sadakatini yansıtması için mermerden Kral Davut heykeli yapılmasını buyurdu. Tek yapılması gereken şey, ona şekil verebilecek bir sanatçı bulmaktı.

Daha çok Donatello olarak bilinen Donato di Niccolò di Betto Bardi, heykelin karanlık çağlardan çıkarılıp eski Yunan ve Roma’ya ait muhteşem klasik sanatını çağrıştıran yeni bir döneme kavuşturulmasına yardımcı olmuştu. Donatello, önceden de iki tane Davut heykeli ve yine genç çobanın Golyat’ın kesilmiş kafası üzerinde duruşunu tasvir eden bronz bir heykelini yapmıştı. Bu yeni devasa mermer Davut heykelinin yapımı için o zaman yetmişli yaşlarında olan bu büyük ustanın görevlendirilmesi uygun görülmüştü.

Ancak Donatello’nun gözleri eskisi gibi görmüyor ve elleri yaşlılıktan titriyordu. Bu yüzden Operai’den, Duccio’lu Agostino’nun sorumlu olmasını rica etti. Görev Duccio’ya verildi ama herkes perde arkasından Donatello’nun çalışmaya katılacağını biliyordu. Sözleşmenin imzalanmasından kısa bir süre sonra Donatello öldü. Görev Duccio’ya kalmıştı ancak o, ustası kadar yetenekli biri değildi. Taşa vurduğu ilk darbe acemice, ikinci ise daha berbattı. Bir gün coşkulu bir şeyler yapmaktan yoksun Duccio, hiç el değmemiş mermer blok üzerine derin bir delik açtı. Çekici ve keskisini yere fırlatan Duccio, taşa şekil vermesinin imkânsız olduğunu söyledi. Ölüm döşeğinde Duccio’nun; kayanın sanki gerçek ustası kendisi değilmişçesine direndiğini sayıkladığı söylenmekteydi.

Duccio’nun başarısızlığından sonra diğer heykeltıraşlar, taş bloğu kurtarmaya çalıştılar ama hiçbiri başarılı olamadı. Duccio Taşı olarak bilinen mermer taş blok, katedralin dışında bir atölyeye kondu ve Il Duomo’yu devasa peygamber heykelleriyle süsleme programı utanç verici bir şekilde sona erdi.

“Duccio Taşı’na ne oldu peki?” diye tekrar sordu Michelangelo.

Granacci “Operai… Ona şekil verecek bir sanatçı arıyor,” diye kekeledi. “Haberin olduğunu sanıyordum.”

Michelangelo başını sallayıp “Hayır olmadı,” dedi. Dizleri titremeye başladı. Yoksa Operai; Duccio Taşı’nı -Donatello’nun bizzat dokunduğu tarihteki en ünlü mermer bloğu- tekrar diriltmeye mi çalışıyordu? Michelangelo’nun parmakları karıncalanmaya başladı.

Granacci “Üzgünüm, sana söylemeliydim,” diye mırıldandı.

Michelangelo, yüzüne yayılan bir gülümsemeyle “Pek tabii ki söylemeliydin,” dedi. Granacci’nin omuzunu tuttu. “O taş, bu elleri bekliyor. Bu görev benim olmalı.”

“Ama Michel,” dedi Granacci, başını öne eğerek. “Sana söylediğim de bu. Bu kesinlikle mümkün değil.”

“Neden?”

“Çünkü Operai, bu görevi çoktan başkasına verdi.”

Michelangelo, hâlâ hayatta olup şu anda Floransa’da yaşayan sanatçıları aklından geçirdi. Venüs’ün Doğuşu ve İlkbahar tablolarını yapan Sandro Boticelli, büyük bir usta olmasına rağmen heykeltıraş değildi. Pietro Perugino ve Michelangelo’nun ustasının kardeşi olan Davide Ghirlandaio da usta ressamlardı, ancak taş oyma konusunda Michelangelo’nun doğuştan yetenekleriyle rekabet edemezlerdi. Andrea della Robbia, mavi ve beyaz pişmiş topraktan yaptığı narin rölyef heykelleriyle ünlü olsa da mermer ustası değildi. Giuliano da Sangallo, heykeltıraşlık deneyimine sahipti, ancak asıl yeteneği mimari ve mühendislik üzerineydi. “Bu şehirde mermere benden daha iyi şekil verecek kimse yok,” dedi Michelangelo.

Granacci gözlerini kaçırarak “Evet var,” dedi.

Michelangelo, Granacci’ye baktı. Granacci olamazdı herhalde.

Granacci “Leonardo,” diye fısıldadı.

İsmin duyulmasıyla sanki tüm şehir sessizliğe gömüldü. Michelangelo, bunun Vincili Leonardo olduğunu kolayca tahmin etti. İsim yeterliydi. Efsanevi Leonardo da Vinci, Toskana’dan ayrılıp Milano’ya taşındığında kendisi hâlâ taşrada yaşayan yedi yaşında bir çocuktu. Michelangelo, Vincili ustanın Meryem Ana resimlerini kopyalayıp Sforza atına ait çizimlerini inceleyerek resim yapmayı öğrenmişti. Sanatının göstergesi olarak Leonardo ismi bile yeterliydi. Şimdi bu büyük ustayla aynı şehirdeydi. Bunu duymak Michelangelo’yu derinden etkiledi. “Ama Leonardo Milano’da yaşamıyor mu?” diye sordu.

“Artık değil,” diye yanıtladı Granacci. “Yaklaşık bir yıldır burada. Duccio Taşı şimdiden ona ait.”

Michelangelo artık taşı unutmuştu. Sanat ve yenilikle böylesine bağlantılı olan Leonardo, kesinlikle yapmış olduğu Pietà heykelinden haberdar olmalıydı. Leonardo’nun dışında başka birinin eseri hakkında ne düşündüğünün önemi yoktu artık. “Peki, onunla görüşmem mümkün mü?” diye sordu. Yüreği sanki bir gemi misali, onu kaderinin bilinmez rotasına sürüklüyordu.

“Tabii ki dostum,” diye gülümsedi Granacci. “Haydi, seni ona götüreyim.”

Leonardo

Leonardo, atölyesine doluşup sanki yeni bir sanat gösterisinin açılış gecesine gelmiş izleyiciler gibi kendi aralarında fısıldaşan Floransalıları, bir perde arkasından gizlice izliyordu. Tavanda gizli ahşap bir platforma tünemiş Salaì’ye başıyla işaret verip üçe kadar saydı: Bir. İki. Üç.

Önce bir ışık parladı, sonra ışığı mor ve yeşil bir duman takip etti. Kalabalığın arasındaki bazı izleyiciler çığlık atıp bazıları da aralarında gülüşürken Leonardo saklandığı yerden çıkıp hoş kokulu sis bulutu arasında durdu. Sis bulutu dağıldığında sanki sihirle odaya gelmişçesine poz verdi.

“Seks” diye fısıldadı Leonardo, sanki keman telinin üzerinde parmağını hareket ettirircesine “s” harfini bastırarak. Kahkahayla gülen izleyicilere rağmen Leonardo bakışlarını rahiplere yöneltti. Dinsel inançlarından dolayı evlenmeyen rahiplerin, gizliden gizliye, müstehcen şakalardan hoşlanacağını düşünmüştü. “Bunun için kullanılan insan uzuvları öylesine çirkin ki Tanrı’nın ürememiz için neden bunları seçtiğini anlamakta zorlanıyorum bazen. Karanlık olmasa insan soyu tamamen yok olurdu.”

Rahipler, dudaklarını büzüştürerek bu son cümleden pek hoşlanmadıklarını gösterdiler.

“Müzik!” diye seslendi Leonardo. Tüm masrafları rahiplerce karşılanan asistanları, abartılı özel gösterilerle dolu bir piyesi sahnelerken; flüt, lavta ve davulculardan oluşan bir müzik grubu da neşeli parçalar çalıyordu. Mum ışığı, rengârenk duman ve davullarda sıçrayan su damlacıkları etraftaki aynalardan yansırken sanki bir kalbin atışını andıran çiçek dürbünü havası yaratıyordu. Atölyede dans eden Leonardo, rahipleri memnun edebilmek için performansını sürekli yeniden ayarlıyordu.

Son bir yıldır kilise sunağının süsleme bedelinin bir kısmına karşılık, Santissima Annuziata Manastırı’nın çatı katındaki bu geniş üç odalı atölyede rahat bir şekilde yaşamaktaydı. Manastır yaşamının ahengi hoşuna gitmişti. Düzenli bir şekilde planlanan dua, yemek ve uyku saatleri; hayatına Vinci’de geçen çocukluk yıllarından beri sahip olmadığı, doğal döngüye sadık bir tekdüzelik getirmişti. Rahata öylesine alışmıştı ki sunak süslemesinin ilk çizimlerini yapması on ayını almıştı. Kulağına dedikodular gelmeye başlamıştı. Çoğu bunu tembellik ya da odaklanma eksikliği olarak görüyordu. Verilen görevleri tamamlayamamasından dolayı zaten adı çıkmıştı. Bilgelerin Bebek İsa’yı Yüceltmesi, Çöldeki Aziz Jerome ve Milano’daki Sforza’nın Atı heykeli henüz tamamlanmamış ünlü eserleriydi. Manastırın resimli süslemeleri üzerinde çalışmak istemediğinden işlerini savsaklamıyordu. Kesinlikle. Başyapıtlar insanın zihninde birdenbire oluşmuyordu. Karşılaştığı sorunları hamur gibi yoğurmak zorundaydı: Yoksa Bakire Meryem’in yüzü, izleyiciyi umulmadık şekilde şaşkınlığa sürükleyip, klasik döneme ait güzellik beklentilerini nasıl karşılayabilirdi? Çizimlerindeki her bir figür, kendi kimliklerini kaybetmeden tablonun bütünlüğünü nasıl oluşturabilirdi? Ya da birkaç fırça darbesi, nasıl canlı, nefes alan, karmaşık bir organizmaya dönüşebilirdi? Yeni bir yaşamı var etmek zaman gerektiren bir süreçti.

İlk yılı neredeyse bitmek üzereyken Leonardo’nun, orada kalmasına müsaade etmeleri için rahipleri ikna etmesi gerekiyordu. İnsanın uçuşu konusunda hiçbir ilerleme kaydedememişti. Bu yer değişikliği çalışmalarını sekteye uğratacaktı. Sadece sunak süslemesi üzerine çalışmakla kalmayıp yapacağı resmin beklemeye değer olduğunu da kanıtlamak zorundaydı. Bu yüzden son iki haftadır, tasarısını halk önünde sergiliyordu ve şimdi bu büyük gösteriye tanık olmaları için rahipleri davet etmişti.

Müzik sona erdiğinde Leonardo, siyah kadifeyle kaplı geniş bir panelin yanındaki yükseltilmiş platforma çıktı. Gösterişli bir şekilde elini kaldırınca Salaì ani bir hareketle kumaşı çekti.

Sunak panosunun gerçek boyutta hazırlık çizimi olan resim taslağı altın yaldızlı altlık üzerinde sergilendi. Mum ışığı, ince hafif boyalı kâğıt üzerindeki kömür kalem ve tebeşirle yapılan çizimleri aydınlatıyordu. Resimde Azize Anne, Bakire Meryem, Vaftizci Yahya ve bebek İsa’ya ait tasvirler bir piramit gibi yukarıya doğru yükselen bir kompozisyon içinde birbirleriyle bağlantılıydı. Klasik güzellik timsali yüzleriyle bu dört tasvir çok canlı duruyordu. Kâğıda dökmeden önce bu görüntüyü tasarlamak aylarını almıştı. Bu yüzden nihayet taslağını çizdiğinde resim hatları çabucak ortaya çıkmıştı. Bu gece sergilediği performansı gibi tüm bunlar gösterisinin bir parçasıydı. Bırakın insanlar, tasarımın Tanrı’nın kendisi tarafından gönderilmiş gibi tam ve kusursuz olduğunu düşünsün. Bu sadece insanların hevesini artırırdı.

Odanın arkalarından bir adam, “Bırakın geçeyim. Göremiyorum,” diyerek seslendi.

Leonardo’nun gülümsemesi sona erdi. Bu sesi tanıyordu. Santissima Annuziata’nın noteri öne doğru ilerlerken kalabalık, savaş gemisiyle buluşan su gibi ikiye ayrıldı. Düşüncelerinden asla dönmeyen Dominikan rahibi Savonarola’nın ateşli bir destekçisi olan yaşlı adam, düz siyah kıyafetlerle, merhum vaizin sade ve süssüz giyim tarzının sadık bir takipçisiydi. Yaşlı noter, Leonardo’nun hatırladığı aynı kemikli yüze, aynı sivri buruna, aynı yargılayıcı bakışlara ve aynı sert gri gözlere sahipti. Platformun üstünde duran Leonardo, yaşlı adama yukarıdan bakma avantajına sahip olmasına rağmen yaşlı noter çattığı kaşlarıyla kendisini aşağılanmış hissetmesine neden oldu.

“Kendimi yeterince ifade ettiğimi düşünüyordum,” dedi Leonardo. “Bu işi kabul edersem sizi görmek zorunda kalmayacaktım.”

Rahipler tepkilerini göstermeye başlayınca noter, onları susturmak üzere elini kaldırdı. Cevap vermekte acele etmedi. “Tebriklerimi sunmaya geldim.” Resim taslağına baktı. “Oldukça sıra dışı. Tamamlandığında kilise için mucizevi bir hazine olacak.” Yaşlı noter ağırbaşlı davranmakta çok iyiydi.

“Müzik neden durdu?” diye seslendi Salaì. Sonra müzisyenlere el çırptı.

Grup tekrar çalmaya başladığında Leonardo, platformdan inip noterin dirseğini tutarak arka kapıya doğru ilerledi. “Bir yıldır buradayım ve siz benimle konuşmak için bu geceyi mi seçtiniz?” diye sordu Leonardo, alçak sesle.

“Beni rahipler davet etti.”

“Meseleyi özel olarak görüşebileceğimiz gündüz saatlerinde atölyeye uğramak yerine halka açık bir etkinliği seçiyorsunuz. Neden? Böylece tüm dünya yaptığınız cömert destek gösterisine tanık olsun diye mi?” Yaşlı noter başını hayır anlamında salladı. Bu adam, gençken ve henüz başarıyı yakalayamadığı günlerde kendisine acımasızca davranıp başarılı olduğu şu günlerde ayaklarına kapanan ilk kişi değildi. Floransa’ya döndüğü günden beri kapısı bu tür sığ ve dalkavuk insanlarca aşındırılmaktaydı.

“Kendimi affettirmeye çalışıyorum, Leonardo.”

“Bir arı gibi desenize: Ağzınızda bal, arkanızda zehrinizle.” Leonardo yaşlı adamla atölyeden çıkıp arkalarından kapıyı kapatarak holde yürümeye devam etti. “O zaman benim işe yaramaz bir serseri olduğumu düşünmüyorsunuz artık?”

“Ben asla öyle bir şey demedim. Senin kafanda gereğinden fazla düşünce olduğunu, fikirden fikre atlamak yerine, sadece biri üzerinde odaklanıp bitirmenin senin için daha doğru olacağını söylemiştim. Fakat bunu başarmış olduğunu görmek güzel.” Elini kalbinin üzerine koyarak “Bu işin sana yaradığına sevindim,” dedi.

Yaşlı adamın bakışlarındaki lütufkârlığı görebiliyordu. “Rahipleri bu görevi bana vermeye ikna ettiğinizi düşünüyorsunuz değil mi?”

Noter başını önüne eğdi.

“Sizi temin ederim onları ikna eden sizin sözleriniz değil, benim ünümdü,” dedi Leonardo. “Bana bu işi siz sağlamış olsanız bile bunun, az önce yaptıklarınızı telafi edeceğini mi düşünüyorsunuz?”

“Neden bahsettiğinizi anlamıyorum.”

“Tabii ki anlıyorsunuz.” Eski günlere ait ihanetin düşüncesi bile sol gözünün seğirmesi için yeterliydi. Leonardo yirmi dört yaşındayken, kendi atölyesini açmak üzere Verrocchio’nun atölyesinden ayrıldıktan haftalar sonra, kendisi ve diğer beş erkeği eşcinsellikle suçlayan isimsiz bir not Floransa’da cinsel sapkınlıkları engellemek amacıyla kurulan ve bir tür ahlak polisliği yapan Gece Dairesi’ne iletilmişti. Eşcinsellik Floransa’da -özellikle eşcinselliği erkeğin erkekle en ideal bağ kurma şekli olarak gören hümanistler arasında- yaygın olmasına rağmen suçlu bulunmaları durumunda failler ölüme mahkûm edilebilmekteydi. Her ne kadar yaşlı adam kabul etmese de Leonardo uzun zamandır, kendisini yetkililere ihbar edenin o lanet bunak noter olduğuna inanmaktaydı. “Benim, cehennemin dibinde yanacağımı söylemiştiniz.”

“Yakalanmanıza sevindiğimi kabul ediyorum.” Üzerindeki tek mücevher olan parmağındaki altın alyansla oynamaya başladı. “Eğer yapmaya devam etseydiniz kendinizi ciddi bir sorun içinde bulabilirdiniz.”

“İdam edilebilirdim.”

“Suçlamalar düştü ama.” Oldukça gururlu bir şekilde çenesini kaldırdı.

“Suçlamaların düşme nedeni, suçlananlardan birinin Lorenzo de’ Medici’nin annesinin akrabası olmasıydı. Eğer tek başıma yargılansaydım muhtemelen asılacaktım.”

Noter başını hayır anlamında salladı.

Atölyenin içinden biri kapıyı açmaya çalıştı. Leonardo kolu kavrayıp kapıyı kapalı tuttu. “Mücadele ettiğim yıllarda sizin gözünüzde bir hiçtim. Siz saygıdeğer bir noterdiniz, ben ise düşük sınıf bir işçiydim.”

Noter sözünü kesmeye çalıştı.

Leonardo konuşmasını sürdürdü. “Ama şimdi sizin de söylediğiniz gibi mucizevi hazinelerinden dolayı saygı duyulan birisiyim. Şimdi gelmiş dost olduğumuzu tüm dünyanın görmesini mi istiyorsunuz? Biz asla dost olmadık.”

Noterin delici bakışları Leonardo’ya yöneldi. “Hayır. Herhalde olmadık.”

“Bu gece benim için önemli. Sakin ve mantıklı olup hamilerime odaklanmam gerekiyor. Sizse şu an bana engel oluyorsunuz. Şimdi ayrılmanız gerek.” Eğilmeyi reddederek dimdik ayakta durdu. “Lütfen bir daha geri gelmeyin.” Noterin yalvarmayacak kadar gururlu olduğunu biliyordu. Beklendiği gibi yaşlı adam, tartışmadan uzaklaştı.

Leonardo ağır ağır birkaç nefes aldı. Omuzlarını ve boynunu oynattı. Sonra yüzünde gülümsemeyle partiye geri döndü.

Salaì kapının yanında bekliyordu. “Gidip dönmeyeceğinden emin olmak için ön kapıya iki çocuk gönderdim. Siz iyi misiniz?”

Ceketini çıkarıp Salaì’ye uzatırken “Elbiselerin soğuktan koruduğu gibi sabır da bizleri hakaretlere karşı korur,” dedi. “Pekâlâ, burası ne kadar da sessiz! Şimdi eğlenme zamanı.”

Uzun adımlarla resim taslağına doğru ilerledi. Rahiplerin kendileri için hazırlanan gösteriden memnun kalıp kalmadıklarını görmek istiyordu. “Bir zamanlar, henüz ustamın atölyesinde bir delikanlıyken bir tüccar gelmişti,” dedi tüm kalabalığın duyabileceği neşeli bir ses tonuyla. “Hoşuna gidecek bir tablo arıyordu ancak ustanın deliler gibi evde koşuşturan canavar çocuklarından bunalmıştı. Tüccar, ustama ‘Böyle çirkin çocuklara sahipken nasıl oluyor da bu kadar güzel tablolar çizebiliyorsunuz?’ diye sordu. Ustamın buna verdiği cevap şu oldu: ‘Resimlerimi gündüz, çocuklarımı ise gece yaparım.’” Kalabalık gülmeye devam ederken Leonardo, resim tasarımının önüne geldi. Rahiplerden kimseyi göremedi. Tek bir tanesi bile kalmamıştı.

₺89,54

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
03 temmuz 2023
ISBN:
978-605-7605-96-2
Telif hakkı:
Maya Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre