Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Yağ ve mermer», sayfa 4

Yazı tipi:

Salaì hızla yanına geldi.

“Rahipler nerede?”

“Ayrıldılar,” diye cevapladı fısıldayarak.

Leonardo gözlerini kapattı. Rahipler ayrılmıştı. O lanet olası bunak noter her şeyi mahvetmişti. Derin bir nefes aldı ve burnuna bir koku geldi. Sidik kokusuydu bu! Gözlerini açtı.

Şu ana dek gördüğü en çirkin adamlardan biri önünde duruyordu. Kirden keçeleşmiş siyah saçlarıyla genç biriydi karşısında duran. Biçimsiz bir burnu vardı. Haftalarca yıkanmamış bir çiftçinin kirli kıyafetlerini giymiş genç adam, meyhanede dayak yemişçesine kan ve yara içindeydi. Elinde yırtık pırtık deri bir alet çantası tutmuş, ön cebindeyse bir eskiz defteri taşıyordu. Leonardo adamın bir sanatçı ama pejmürde kıyafetlerine bakınca çok da başarılı olmayan bir sanatçı olduğunu tahmin etti. Neden bu davetsiz misafirler partisini bölüp duruyordu bu akşam?

“Bayanlar ve baylar,” dedi Leonardo. “Şimdi sizlere kesinlikle gece yapılan bir çocuğu takdim etmek istiyorum.”

Kalabalık kahkahayı bastı. Genç adamın utançtan yüzü kızarmış, omuzları kamburlaşmış ve kollarını göğsünün önünde birleşmişti. Herkes kadar kendisini rahatsız hissederek “Üstat Leonardo, sizinle tanışmak bir onurdur,” dedi. Heyelanda önüne çıkan engelleri ezen bir kaya gibi konuşuyordu. “Ben bir heykeltıraşım ve hizmetinizdeyim.”

Pekâlâ, bu her şeyi açıklıyordu: Taş yontma işçileri her zaman bakımsız oluyordu. “Otur ve bir taslak çiz, evlat. Ustaların eserlerini kopyalamak, bir öğrenci için en iyi öğrenme yoludur.” Leonardo ilgisizce elini sallayıp dikkatini mevcut soruna yöneltti. Rahiplere düzenlediği bu akşamın telafisi için bir yol düşünmeliydi. Belki ertesi gün onları özel bir görüşmeye davet edebilir ya da bu pazar ibadete bile katılabilirdi. Noterin küstahça müdahalesini telafi edecek bir şeyler yapmalıydı.

Heykeltıraş, eskiz defterini karıştırarak “Size birkaç çalışmamı gösterebilir miyim?” diye sordu. “Kıymetli görüşlerinizi almak benim için büyük bir şereftir.”

Neden bu heykeltıraş hâlâ baş belası olmaya devam ediyordu? Büyük üstat Leonardo da Vinci’nin dostluk ve onayı için sabırsızlanan başka bir Floransalı daha. Ne gece ama! “Elbette genç adam. Atölyeme davetsiz gelip beni ziyaretçilerimden uzaklaştırabilirsin. Lütfen, ihtiyaçlarını karşılayabilmek için gecemi mahvetmeme izin ver. Anlaşılan akşamın ana konusu da bu.”

Heykeltıraş şaşkın bir ifadeyle baktı. Bu sözlerdeki iğnelemeyi anlamamış mıydı?

İyi giyimli bir beyefendi öne çıktı. Leonardo, bu şık adamı tanıyordu. Bu Floransalı sanatçı Francesco Granacci idi. Granacci, reverans yaparak “Üstat,” dedi. “Bu benim arkadaşım Michelangelo Buonarroti.”

“Buonarroti?” diye mırıldandı Leonardo. “İsmini duydum.”

“Gerçekten mi, efendim?” Heykeltıraşın gözleri, çocuksu bir umutla büyüdü.

“Salaì, sen hatırlıyor musun duyduklarımızı?”

Salaì eğilip kulağına bir şeyler fısıldadı.

“Evet ya tabii,” dedi. Gece çoktan mahvolmuştu. Şimdi yabancı için biraz eğlence zamanıydı. “Dostlarım, gerçekten efsanevi bir sanatçıyla karşılaşmak için toplanın,” deyip seyircilere eliyle işaret yaptı. “Evlat, neden bana kim olduğunu söylemedin? Milano’dayken eserin hakkında söylenenleri duydum. Tüm saray onu konuşuyordu. Hatta Dük Sforza’nın kendisi bile.”

Genç heykeltıraşın yüzü kızardı. Yüzünde beliren ifadeyi hemen tanıdı Leonardo. Bu gururun ifadesiydi. Başkalarının gururundan bunalmıştı.

“Kuşağının en iyi ve en parlaklarından biri,” diye açıkladı Leonardo. Kalabalığın beklentisini artırmak için sesini azaltarak, “Ünlü kardan adam ustası,” dedi.

Konuklar kendi aralarında gülüşürken heykeltıraşın ifadesi değişti. Granacci, arkadaşını engellemek istercesine kolunu tuttu.

Ne yapacaktı? Yumruk mu atacaktı? Buyursun. Leonardo iyi kavga edebilirdi. “Hepiniz, genç Buonarroti’nin Piero de’ Medici için yaptığı kardan adamı hatırlıyorsunuz değil mi? Maalesef orada değildim. Buzda geçirdiğin günlerin görkemli hikâyeleriyle bizi eğlendir evlat. Nasıl? Çok soğuk muydu?”

Heykeltıraşın yüzü, şekil vermek zorunda kaldığı kar gibi bembeyaz kesildi. “Ben berbat bir iş aldım. Siz de nasibinizi aldınız.”

“Kar sanatı kadar takdire şayan hiçbir şey yoktur. Terk edilmeden önce yaratıcısını terk eden bir sanatı keşfinden dolayı seni tebrik ediyorum.”

“Şu günlerde Vatikan’da sergilenen Pietà heykelimi duymuşsunuzdur belki.” Vatikan sözünü, Leonardo’nun gırtlağına bıçak sallıyormuşçasına söyledi.

“O eser Milanolu Gobbo’ya ait.” Leonardo, kendisini başıyla onaylayan Salaì’ye baktı.

“Hayır. Pietà benim eserim,” dedi doğrularak.

“Zavallı kambur, doğru dürüst takdir bile edilmiyor,” diyen Leonardo konuklarına dönerek, “Pekâlâ kim bir sihir numarası izlemek ister?” diye sordu.

Heykeltıraş kirli elleriyle Leonardo’nun kolunu tuttu.

“Michelangelo lütfen,” diye fısıldadı Granacci.

Michelangelo, sesini yükselterek “Bana ve buradaki herkese söyle,” dedi. “Pietà heykelimi gördün mü?”

Leonardo omuzlarını dikip cevap vermek üzere heykeltıraşa döndü. “Hayır. Roma’da bulunduğum son gün değersiz eserleri ziyaret edecek vaktim olmadı.”

“Öyleyse onunla ilgili duydukların nelerdir?” diye bastırdı Michelangelo.

“Senin Meryem figürünün doğal gerçeklere uymadığı. Çok iri…” Yanaklarını ve göğsünü şişirip bir dev gibi etrafta dolaşmaya başladı. “İsa’nın boyutlarının üç katı ve ondan iki misli daha genç,” dedi sesini yükselterek.

Seyirciler kıs kıs güldü.

“Bilmiyor musun?” diye devam etti Leonardo, yarı alaylı yarı azarlayıcı ses tonuyla. “Anneler oğullarından daha ufak ve daha yaşlı olurlar. Bu okullarda neler öğretiyorlar bugünlerde?”

Sözleriyle kalabalığın koro halinde gülmesine neden oldu.

“İffetli bir kadın gençliğini ve güzelliğini muhafaza eder,” dedi Michelangelo.

Genç adamın gözlerinde yaş mı birikmişti? Takılma işini abartmış mıydı yoksa? Yaşlı ve bilge bir sanatçı olarak genç adama haysiyetini korumada yardımcı mı olması gerekirdi? Leonardo eğilip “Çeneni kapa evlat! İnsanların önünde itibarını kaybediyorsun,” diye fısıldadı. Sonra sergiye dönüp, “Haydi şimdi simyanın mucizelerini kullanarak tenekeyi altına çevirmeye çalışalım,” diye seslendi kalabalığa.

“Beden ruhun aynasıdır; bir insan ne kadar ahlaklıysa o kadar güzeldir,” dedi Michelangelo.

Leonardo, hazır cevap bir tavırla “Senden daha ahlaklı olduğumu ispatladığın için teşekkür ederim,” dedi.

Konuklar kahkahayı bastı.

Leonardo, elini nazikçe heykeltıraşın omuzuna koyarak. “Dinle evlat,” dedi. Noterin akşamını mahvetmesi bu genç adamın suçu değildi. “Bir okyanus damlasını gökyüzüne çıkaran, sahip olduğu hırstır. O, sıcaklığın yardımıyla buhar olarak yükselir. Fakat öyle çok yükselir ki havanın soğumasıyla donar ve gökyüzünden yere yağmur olarak düşer. Çatlamış toprak bu küçük damlayı yutup onu uzun süre hapseder. İşte bu da açgözlü hırsın cezasıdır. Sen de aynı o su damlası gibi çok hırslısın. Eserini görmedim. Bu yüzden onun hakkında bir şey söyleyemem. Ancak gözlerine baktığımda henüz bir usta olmadığını anlıyorum. O yüzden şimdi oturup eserim üzerinde çalışma yap. Belki bir şeyler öğrenirsin.”

Michelangelo “Piç kurusu,” dedi. Sözcüğü herkesin duyabileceği şekilde söylemişti.

Kalabalık kendi aralarında fısıldaşırken Leonardo derin bir nefes aldı. Nazik olmaya çalışmıştı. “Evet, bu doğru. Ben gayri meşru bir çocuğum ama ben gayri meşruluğuma minnettarım.” Heykeltıraşın kahverengi gözlerine bakarak “Eğer meşru bir baba aracılığıyla meşru bir evli bir çiftin meşru çocuğu olarak doğsaydım, meşru adamlarca hazırlanan meşru bilgileri ezberleyerek meşru sınıflarda meşru eğitim almak zorunda kalacaktım. Bunun yerine ben her şeyi gözlerim, kendi düşüncelerim ve kendi deneyimlerim sayesinde öğrendim. Evet, bu doğru! Ben utanılacak eğitimsiz bir piç kurusuyum ama…” odayı göstererek “bunun beni aptal yaptığını düşünen kimse var mı burada?” diye sordu.

Sessizlik çökmüştü. Konuklar ellerindeki şarap kadehlerine baktılar.

Her şey kontrolden çıkmıştı. Tekrar kontrolü ele alma zamanıydı. Lirini alıp bir masanın üzerine çıktı. “Ressamlar heykeltıraşlara karşı. Uzun ve çetin bir kapışma. Ama sonunda kazananı bulduğuma inanıyorum,” dedi tellere dokunarak. “Ressam, eserinin önünde oturup hoş bir renge batırılmış fırçasını hafif dokunuşlarla hareket ettirir. Evi temiz, kıyafetleri güzeldir. Ancak heykeltıraş ise…” Michelangelo’yu göstererek ”kaba kuvvet kullanan, mermer tozuna karışmış teri çamur olup yüzüne bulaşmış biridir. Sırtı mermer taşlarıyla kaplı, evi ise mermer tozuyla kirlenmiş. Eğer bu öğrencinin iddia ettiği gibi ahlak, güzellikle eşdeğerse o zaman bir ressam bir taş yontucusundan daha ahlaklıdır.”

Michelangelo’nun basık burnu öfkeden şişti. Karşılık vermek üzere ağzını açtı ancak dönüp hışımla atölyeden çıktı.

“Müzik,” diye seslendi Leonardo. Müzisyenler bir kez daha çalmaya başladı.

Michelangelo

Michelangelo, Santissima Annunziata Manastırı’ndan hışımla çıkıp öfkesini yatıştırmak için kendini dolambaçlı sokaklara attı. Günlerce süren seyahat ve Bargello Hapishanesi’ndeki işkenceden yorgun düşmüştü. Gece olmuştu. Sürgülü pencerelerden yansıyan şömine ateşleri dışında şehir karanlığa gömülmüştü. Sakin ve sessiz bir akşamdı. Kendisi ise henüz sakinleşememişti.

O yaşlı bunak, ne cüretle hak etmediği halde kendisini küçük düşürebilirdi? Tamam, kendisi de öfkeye kapılıp sert tepki vermişti ama o yaşlı palavracının, bir oda dolusu yabancının önünde eseriyle alay etmesi kendisini çileden çıkarmıştı. Leonardo, kendisini sanatçı olarak bile kabul etmemiş hatta kendisiyle unutulmuş bir öğrenci, basit bir taş işçisiymiş gibi alay etmişti. Ne yapmalıydı yani? Gidip Leonardo’nun ayaklarına kapanacak değildi ya? Adam başarılı biri olmasına rağmen kaba herifin tekiydi. İşin en berbat tarafı da parmağına yüzükler takıştırıp saçlarına o komik kıvrımları verdirmiş o kendini beğenmiş palavracıya güvenmiş olmasıydı. Adamın tırnakları tertemizdi. Tırnaklarında kir bile olmayan bir adam nasıl sanatçı olabilirdi?

Michelangelo yüksek sesle küfretti. O anda karşıdan gelen bir yaya korkarak yolunu değiştirdi. Geceleri şehrin sokaklarında sadece deliler gibi kendi kendine konuşan suçlular ve fahişeler dolaşmaktaydı.

Üstatla aynı yerde bulunmaktan dolayı çok heyecanlanmıştı. Leonardo’nun atölyesi şu ana kadar gördüklerinden çok farklıydı; kitaplar, eskizler, müzik aletleri, boya fırçaları ve merak uyandıracak icatların modelleriyle doluydu. Duvarlar ve tavan, muhtemelen sanatçının kendisi tarafından çizilmiş, sihirli diyarlarda dolaşıp duran satirlere dönüşen meleklere ait duvar resimleriyle kaplıydı. Bir köşede gümüş bir lir, ahşap flüt ve lavta koleksiyonu ve bir gayda durmaktaydı. Duvarın birinde, Michelangelo’ya bir insanın ideal boyutlarını düşündüren, bir çember ve kare içine çizilmiş kolları ve bacakları yanlara doğru açılmış bir çıplak adamın resmi asılıydı. Üstadın çalışma masasının üstü bir çift gözlük, elle çizilmiş haritalar ve deri bir deftere tıkıştırılmış kâğıtlarla darmadağındı. Bir kaidenin üzerinde, hayal ürünü gümüş kanatlar ve sakal takılmış canlı bir kertenkele durmaktaydı. Bir büyüteç, bu tuhaf yaratığı, mor dilini dışarı çıkartan dev bir ejder gibi büyük gösteriyordu.

Ve tabii o muhteşem resim taslağı. Görebilmek için onca insanın atölyeye akın etmiş olmasına şaşırmamalı. Bu taslak haliyle bile tam bir sanat şaheseriydi. Michelangelo dizlerinin üzerine çöküp bir deste kâğıt ile tebeşir çıkarmıştı. Her iyi sanat öğrencisi, ustalarının eserlerini saatlerce kopyalardı. Kendi yetenekleriyle profesyonelliğe ermesine rağmen hâlâ öğrenmesi gereken çok şey vardı.

Sonra pembe bir gömlek, mor yelek ve altın sarısı platformlu ayakkabılarıyla o adam çıkagelmişti. Aralarına kırlar düşmüş, hoş bukleler halinde omuzlarından dökülen koyu kahverengi saçları, gülümserken ortaya çıkan bembeyaz dişlerini ve parlak altın renkli gözlerini daha belirgin kılıyordu. Michelangelo’nun şu ana dek gördüğü en yakışıklı erkekti bu.

Sonra her şey aniden kötüye gitmişti. Leonardo’yu öfkeye sürükleyen şey sanki Michelangelo’nun oradaki varlığı gibi görünüyordu.

Michelangelo ağır adımlarla, Kutsal Çarmıh Bazilikası’nın etrafına yerleşmiş ve eskiden yaşadığı Santa Croce’ye doğru yürüdü. Atölyelere sahip birkaç sanatçı ve yün boyacıları dışında, bu mahallenin sokakları dilencilerle, evleriyse düşük sınıf işçilerle doluydu. Burası Floransa’nın kalbinin attığı yerdi. Bu bölgenin çalışkan, sivri dilli sakinleri şehre hayat vermekteydi. Leonardo’nun atölyesine doluşan o geri kafalı Floransalıların arasında olmaktansa bu insanların arasında kendini çok daha rahat hissediyordu.

Boyalı yün ve odun şöminelerinin kokusunu ciğerlerine çekmek yüreğinin kederle dolmasına neden oldu. Ya Leonardo haklıysa? Gerçekten Michelangelo kardan adam heykeltıraşından başka bir şey değilse? Leonardo’nun, Pietà’dan haberi vardı; ama pek ilgilenmemişti. Bu da yetmezmiş gibi bir de alay etmişti eseriyle. Tanınabilmek için ne yapmalıydı? Ya Pietà şu ana dek yaptığı en iyi heykel ise? Ya yirmi altı yaşında kariyerinin zirvesine zaten ulaşmışsa? Ya her zaman düşündüğünün aksine yetenekli bir sanatçı değilse? Bu son soru, çöken bir mağara gibi yüreğine oturdu.

Virajlı bir yan sokağı dönünce tanıdık bir eve ulaştı. Dökülen yeşil boyalarıyla harap evin görüntüsü, yüreğinde huzur duymasına yol açtı. Ön kapıyı ittirip içeri girdi. Loş girişte durup sessizce kapıyı kapattı. Her zaman gıcırdayan iki döşeme tahtasının üzerine bastı. Taze ekmek, vücut kokusu ve küflenmiş perdelerin kokusunun birbirine karıştığı evin kokusu hiç değişmemişti. Koridorda ilerlerken, gölgede kalıp gizlenme umuduyla, duvara yakın durdu. Kendini, Roma’daki başarılı işini bırakıp dönen yirmi altı yaşında bir adamdan çok, gün içinde yaptığı haytalıkları babasına anlatacağından dolayı gergin bir çocuk gibi hissetmekteydi. Mutfağa yaklaşırken, akşam yemeği için masanın etrafında oturan ailesinin konuşmalarını duydu. Koyu bir tartışmanın içindeydiler. Köşeden gizlice içeriye baktı.

Ailesi karşısında, tüm uzuvları ve görüntüleri hiç değişmemiş, sağlıklı ve iyi beslenmiş bir halde duruyordu. Kilisede hizmet eden en büyük abisi ve bugünlerde Pisa şehrine karşı savaşan en küçük kardeşi dışında hepsi oradaydı: iki kardeşi, babası, amcası, halası ve büyükannesi. Roma’da tek başına geçirdiği yıllarda, şu anki gibi tüm ailesiyle birlikte masada oturmayı hayal edip durmuştu. Yeni bir şişenin mantarı açılırken baharatlı Chianti şarabının kokusunu alabiliyordu. Orada saatlerce durup sahnenin tadını çıkarmak istiyordu. Ancak bu fazla sürmedi.

“Michel!” diye haykırdı, gölgede onu fark eden Buonarroto Buonarroti. Kardeşlerin en kısası ve en yakışıklısı olan Buonarrato, yirmi üç yaşındaydı ve Michelangelo’nun en çok sevdiği kardeşiydi. “Şükürler olsun, evdesin.”

Ailenin hepsi, dönüp kapı eşiğinde duran Michelangelo’ya baktı. O anda üstünü başını temizlemediğine pişman oldu. Ailesinin hırpani kıyafetlerini ya da toz toprak içindeki saçlarını yargılamayacağını biliyordu. Babası düzenli yıkanmaya karşı biriydi. Parfüm şişesini üzerine boca edip en moda giysilerle karşılarına çıkmış olsaydı ailesi, tüm zenginliğiyle Roma’dan dönmüş bu gösteriş budalası adamı tüm gece boyunca yuhalardı. En azından bu da bir şey sayılırdı.

Buonarroto bir sandalye çekip ona uzattı. “Tam zamanında geldin. Giovansimone bir konuda haksız. Senin de dinleyip görüşünü belirtmeni istiyorum.”

Michelangelo bakışlarını masanın başına çevirdi. Dört yıldır birbirlerini hiç görmemiş olmalarına rağmen babası, başını yemekten kaldırmıyordu. Hiç saç olmayan başı, dişsiz ağzının kenarından sarkmış derisiyle elli altı yaşındaki babası Lodovico, Leonardo da Vinci’den on yaş daha genç olmasına rağmen ressamın babası olacak kadar yaşlı görünüyordu. Michelangelo, acaba otuz yıl sonra ben de böyle mi olacağım diye düşündü. Lodovico’nun kırışıklıkları derinleşmiş, kaşları ise ağırlaşmıştı. Üzerinde eski beyefendilerin giydiği, uzun yıllar kullanılmaktan sararmış kıyafetler vardı. Bir zamanlar Floransa’nın saygın ailelerinden olan Buonarroti ailesi, müsrif aile reislerinin kuşaklar boyu yönetiminden sonra mali kaynaklarını tüketmiş, toplumdaki konumunu yitirmişti. Michelangelo, Buonarroti ailesinin hâlâ güç ve paraya sahip olduğu eski dönemlerde yaşamamış olduğuna sık sık hayıflanıyordu.

Masanın kenarında ilerlerken amcası Francesco sırtını sıvazladı, bir deri bir kemik kalmış halası ise alnına bir öpücük kondurdu. Michelangelo, Buonarroto ile doksan yaşındaki büyükannesi Mona Allessandra’nın arasındaki sandalyeye oturdu. “Yemek ye,” diye fısıldadı Allesandra. Parmakları, yaşlı bir ağacın dalları gibi eğri büğrü dururken ela gözleri hâlâ coşkuyla parlıyordu.

Michelangelo ekmek, lor ve sulandırılmış şaraptan oluşan yavan yemeğe başlarken diğer taraftan da ailenin devam ettiği tartışmayı anlamaya çalıştı. Birbirleriyle bağrıştıklarından dolayı konuyu pek anlayamadı.

Sonra Giovansimone yerinden zıplayıp, ailenin dikkatini çekmek için sandalyenin üstüne çıktı. Giovansimone, cılız solgun yanaklı, sürekli uygun sakal bırakmaya çalışıp bunda başarısız olan işsiz, yapışkan bir tipti. Sandalyesinde hareketsiz durmasına rağmen hâlâ caka satıyor gibi görünmekteydi. “Tamam, ben babamı ve amcamı alıyorum. Sen de halamı ve büyükannemi alıyorsun,” dedi.

“Ben ayrıca Mona Margherita’yı da alıyorum,” diye karşı çıktı Buonarroto.

“Hizmetçiler sayılmaz. Sadece aile üyeleri.”

Ailenin kıdemli hizmetçisi Mona Margherita, lavabonun yanında ayakta yemeğini yiyordu. Michelangelo’yla göz göze gelen kadın gülümsedi. Hiçbir şeyden etkilenmemiş gibiydi.

Çok fazla içmekten sallanan Giovansimone, bakışlarını Michelangelo’ya çevirerek “Karar vermek sana kalıyor sevgili kardeşim,” dedi.

Herkes ona bakıp beklemeye başladı. Ağzındaki ekmek ve loru yutarken, “Ne tartıştığımızı bilmiyorum,” dedi.

“Ben ya da Buonarroto. Hangimiz daha iyi bir evladız?”

“Aman Tanrım,” diye sızlandı Michelangelo.

Buonarroto kahkahayı bastı ve aile tekrar tartışmaya döndü.

“Cevaplamana gerek yok,” dedi Giovansimone, sandalyesinden inerek. “Sen beni hiç sevmedin zaten.” Kalan şarabını da yudumlayıp boş kadehi havaya kaldırdı. “Berabere. Ailenin en genç ve en zekisi olarak kendimi galip ilan ediyorum.”

Evde alkış ve yuhalama sesleri koro halinde yükseldi.

“Michelangelo, bir şeyler söylesene!” diye yalvardı Buonarroto.

“Bekleyin, bekleyin!” diye seslendi Michelangelo. “Dörde üç. Mona Margherita’yı sayarsanız beş. Haklısın Giovani. Buonarroto’yu her zaman daha çok sevmişimdir.”

Mona Margherita sofraya başka bir somun ekmek getirinceye kadar kahkahayla güldüler. Margherita, Michelangelo’nun yırtılmış gömleğini fark edip “Koluna ne oldu? Dur bakayım. Gözün de iyi görünmüyor. Bekle, bir bez getireyim,” dedi.

“Hayır, hayır ben iyiyim. Gerçekten,” dedi elini sıkarak. “Cassia Yolu tehlikeli bir yol, hepsi bu.”

Giovansimone dirseklerinin üzerine eğilerek “Gerçekten mi? Tüm anlatacakların bu kadar mı? Haydi, ailenle birliktesin. Saklamana gerek yok,” dedi.

“Neden bahsediyorsun sen?” diye sordu, ağzına bir parça lor atarken.

“Haydi ama! Onlara benim anlatmamı ister misin?” dedi Giovansimone.

Michelangelo, ağzındaki lokmaları çiğnemeyi bıraktı.

“Ne diyorsun sen, Giovani?” diye sordu amcası.

Giovansimone irileşmiş masum gözlerle masadakilere bakınarak “Nasıl tutuklanıp geceyi hapishanede geçirdiğini kendisi anlatmak ister diye düşünmüştüm,” dedi.

Michelangelo, ağzında lapaya dönmüş loru yutarken aile üyeleri soru bombardımanına başladı: “Tutuklandın mı? Ne oldu? Anlat!” Tabağına bakmayı sürdüren babasının yüzü kızardı.

“Sen nasıl öğrendin?” diye sordu Michelangelo, gönülsüzce.

Giovansimone, sandalyesine yaslanıp ellerini başının arkasında birleştirerek “Ben her şeyi bilirim sevgili kardeşim,” dedi. “Her yerde dostlarım var.” Çocukluğundan beri Giovansimone kardeşlerini ispiyonlayıp sonra da arkasına yaslanıp olanları izlemekten zevk alıyordu. Bunu çoğu zaman kendi suçlarını gizlemek için yapıyordu.

“Evimde bir suçlu istemiyorum,” dedi Lodovico ve ayağa kalktı. Dört yıl sonra babasına söylediği ilk sözlerdi bunlar. “Sokaklarda yatabilirsin.” Babası ve amcası onu sandalyeden çekip kaldırdılar.

“Durun! Açıklayabilirim.”

Onu kapıya doğru sürüklediler.

“Bu bir yanlış anlamaydı,” dedi heyecanla. “Lorenzo ile ilişkim konusunda yanlış anlaşılma.”

Medici ismini duyunca babası ve amcası birbirlerine baktılar. Mediciler, Buonarroti ailesini finansal olarak tamamen mahvolmaktan korumuştu. Michelangelo’yu henüz bir delikanlıyken Medicilerin heykeltıraş bahçesinde yaşayıp öğrenim görmesi için davet ettiklerinde Lorenzo, oğlunu eğitim için kendisine emanet etmesinin karşılığında Lodovico’ya küçük bir devlet işi vermişti. Kendisinin ve sanatının babası tarafından değil de’ Mediciler tarafından takdir edilmesi çok kötüydü Michelangelo için.

Michelangelo dirseğini çekerek “Ben suçsuzum,” dedi. “Adımı kirletecek bir şey yapmadım.”

Michelangelo’nun ailesini sakinleştirmesi yarım saatini almıştı ama sonunda babası merhamete gelip “Tamam, kalabilirsin,” dedi.

İçine bir ferahlık çöktü. Başına gelen onca şeyden sonra kendi evinden kovulmak gibi bir aşağılanmaya dayanamazdı. Masaya dönerken Giovansimone’nin başına dirseğiyle vurup “Bok herif,” dedi.

Amcası, eline aldığı kepçeyle sırtını kaşıyarak “Giovani de olmasa hiçbir şeyden haberimiz olmayacak,” dedi. “Yıllardır seni görmedik.”

Bir tartışmadan başka bir tartışmaya diye düşündü Michelangelo. Eve hoş geldin. “Pekâlâ, herkesi görmek güzel,” dedi.

“Annenin cenazesine katılmadın,” dedi babası.

“Üvey annen diyecektin herhalde,” diye kibarca düzeltti Michelangelo. “Çalışıyordum.”

“Bizi terk ettin,” dedi Giovansimone. “Senin aksine ben asla babamı terk etmezdim.”

“Ben kimseyi terk etmedim. Roma’ya çalışmaya gittim.”

“Eve ne kadar para getirdin?” diye sordu babası.

Michelangelo’nun yanaklarına ateş bastı. “Hiç. Sadece birkaç kuruş.” Aslında cebinde neredeyse bir haftalık ödeme miktarı olan yaklaşık altı liret vardı.

“Roma’da çalışma için çok para,” dedi amcası.

Michelangelo içini çekti. Ailesine kavuşmaktan dolayı minnettarlık hissetmeyi umarken şu anda hissettiği tek şey hayal kırıklığıydı. Ailesinin sokaklara çıkıp onu omuzlarına almalarını ve övgü yağmuruna tutmalarını bekliyordu. Eve geldiğinde bir kahraman gibi karşılanmayı hayal ediyordu.

“Artık geri döndüğüne göre evlenip çoluk çocuğa karışma vaktin de geldi. Evlilik aile için iyi olacaktır,” dedi babası. Ekmekle birlikte loru ağzına götürürken sağ eli titriyordu. Michelangelo, babasının elinin titrediğini daha önce hiç görmemişti. Yaşlanmıştı.

Michelangelo “Heykeller benim çocuklarım, aletlerim de karım,” dedi.

“Bir devlet işi bulabilirsin.”

Babasının şikâyetleri ya da tavsiyeleri hiç değişmeyecek miydi? Michelangelo kırkına bastığında da aynı tartışmaları mı yapacaktı?

“Devlet işinde çalışmayacağım.”

“Beş oğlum var,” diye mırıldandı Lodovico. “Ama her şeyi kendim yapıyorum. Bulaşıkları kendim yıkıyorum, çatıdaki kiremitleri kendim değiştiriyorum, ekmeğimi kendim pişiriyorum…”

Michelangelo, mutfağı temizlemekte olan Mona Margherita’ya baktı.

Babası “Kilisedeki ağabeyinle birlikte,” diye devam etti. “Ağabeyinin yerini alıp ihtiyaçlarımızı karşılamalısınız.”

“Karşılayacağım.”

“Uygun bir işe girerek.”

“Kendi işimle.”

“Bir beyefendi olarak.”

“Bir heykeltıraş olarak.”

Lodovico elini masaya vurup “Yeter! Seni yine eşek sudan gelinceye kadar dövmem mi gerekiyor?” dedi. Michelangelo’nun yeteneği, Mediciler gibi güçlü ailelerin ve Roma’daki varlıklı kardinallerin dikkatini çekmiş olmasına rağmen babasına göre heykeltıraşlık hâlâ bir utanç kaynağıydı. Maddi sıkıntı çekenler dahil toprak sahibi bir ailenin hiçbir çocuğu, eğilip elleriyle çalışmamalıydı. Çocukluğunda Michelangelo ne zaman heykeltıraş olma isteğinden bahsetse babası ve amcası onu döverdi. Neyse ki dayak atılmayacak kadar büyümüştü.

“Her zaman bir heykeltıraş oldum ve hep öyle kalacağım,” dedi inatlaşırcasına.

“Burada nasıl iş bulacaksın ki?” diye sordu Buonarroto. “O Leonardo denen adam şehirdeki her görevi almışken…”

Bu isimden bahsedilmesi canını sıkmıştı.

“Leonardo da Vinci,” dedi amcası. “Neyse saygı duyabileceğin bir sanatçı var bari. Kendine en azından bir isim yaptı. Ayrıca o bir ressam. Ressamlık işi iyidir.”

“Yıllar önce ressamlar, taş işçileri kadar değersizdi,” dedi Michelangelo. “Zanaatkârlığın başka bir türüydü. Leonardo, ressamların saygı kazanma nedenidir. Aynı şeyi heykel sanatı için yapmak istediğimi anlamıyor musunuz?”

Lodovico masada uzanıp Michelangelo’nun iri ve nasırlı ellerini tuttu. “Sıradan işçi ellerine sahip oğlum benim,” diye iç çekti. “Kendim ve hepimiz için mermerle uğraşmanı yasaklıyorum. Sen bir duvar işçisininkinden çok daha iyi bir yaşamı hak ediyorsun.”

Herhangi bir cevap vermeden Michelangelo ellerini çekti. Akşamın geri kalan saatlerinde konuşma sıradan bir sohbete dönüştü. Giovansimone, Piero de’ Medici’nin paralı askerlerinden biriyle dövüşmesiyle ilgili, gerçek olup olmadığı kesin olmayan komik bir hikâye anlatırken Bunarroto ise Petrarch’ın kaleme aldığı bir aşk şiirini okudu. Mona Margherita şarap doldurmayı sürdürürken Lodovico da gut hastalığından şikâyetçi oldu.

Michelangelo, iğneleyici sözlerle muhatap olup hepsini her zamanki gibi ustaca savuşturarak, hazırcevap sözlerle dolu konuşmaya katıldı. Eve yolculuğu esnasında haydutlarla dövüşmüş, soyulmuş, tutuklanıp işkence görmüş ve kendisiyle alay edilmişti. Omuzundan darbe almış, egosu zedelenmiş ve tüm parasını çaldırmıştı. Bu pek de sıcak bir karşılama töreni olmasa da en azından evine ulaşmıştı.

O gece Giovansimone ve Buonarroto yatağı paylaşıp battaniye için kavga ederken Michelangelo da eski yatak odasının zemininde yattı. Perdeli pencerelerden parıldayan dolunay, çocukken duvarlara çizdiği resimleri aydınlatıyordu. Annesinin kollarında kımıldayan tombul bebek İsa resmini çizdiği ve resmi görünce babasının onu dışarı kadar kovaladığı o günü hâlâ hatırlıyordu.

Michelangelo gözlerini kapatıp “Tanrım, ben senin aciz bir kulunum,” dedi. Göklerdeki babasıyla konuşurken dünyevi babasıyla empati kurdu. Çocuklarının sadece mutluluğunu düşünen Lodovico, toz ve pislik içindeki bir heykel atölyesinde çalışmanın da insanı mutlu edebileceğini anlamıyordu. Ona göre heykeltıraşlık, saygıdeğer bir aileye sadece utanç getirebilecek aşağılayıcı bir sanattı. Çok yaşlı ve kendi doğrularına çok bağlı babasını değiştiremeyeceğini anlayan Michelangelo, kendisini değiştirmesi için dua etti. Babasının isteğini yerine getirme azmi vermesi için Tanrı’ya yalvardı. Devlet işi bulma ya da saygın bir sarraf olma isteğini ona iletti.

Tanrı dualarına cevap vermedi. Aksine mermere şekil verme arzusu daha baskın çıktı. Sanatıyla Buonarroti ismini yüceltmesi mümkün değil miydi?

“Michel?” diye fısıldadı Bunarroto. Sonunda uyuyan Giovansimone, horlamaya bile başlamıştı. “Bir kızla tanıştım.”

Michelangelo gülümsedi. Bunarroto her zaman romantik biri olmuştu. “Bu harika bir haber,” diye fısıltıyla cevap verdi Michelangelo. “Kız kim?”

“Maria. Dokumacının kızı.”

“Güzel mi bari?”

“Çok güzel. Elleri her zaman boyadan dolayı kırmızı. Aşkımın rengi. Melekler gibi şarkı söylüyor, kardeşim.” Michelangelo, karanlıkta Buonarroto’nun yüzünü göremese de gözlerindeki samimiyeti tahmin edebiliyordu.

“Peki, o seni seviyor mu?”

“Evet. Babasından evlenmemize izin vermesini bile istedi.”

“Peki, evlenecek misin onunla?”

“Ben düzgün bir iş bulana kadar babası razı gelmiyor. Yün satmak istiyorum ama kendi işyerimi açmam gerek.” Michelangelo kardeşinin sorununu anladı. Ailesinin, yün tezgâhı masraflarını karşılamaktan çok ancak yaşamlarını sürdürebilecek kadar parası vardı. Kardeşinin kendi işyerini açma hayali imkânsız görünmekteydi. “Neyse ki daha çok genç. Evlenmemiz için en az iki üç yıl gerekecek. Ben de bu arada bu iş için para biriktiririm.”

Şimdiden kaygılansa iyi olur diye düşündü Michelangelo. İki ya da üç yıl çabucak geçecekti. Pietà heykelini bitirmesi de üç yıl sürmüştü ama zaman göz açıp kapayıncaya kadar geçivermişti. İki yıl içinde evlenmek istiyorsa kardeşi elini çabuk tutmalıydı. “Endişelenme Bunarroto. Dükkân için gerekli parayı ben bulacağım.”

“Gerçekten bulur musun, Michel? Bu harika olur. Ne yalan söyleyeyim tek isteğim Maria ile evlenmek.”

Michelangelo sırtüstü yattı. Heykeltıraş olarak para kazanmalıydı. İşe ihtiyacı vardı.

Leonardo’nun pis pis sırıtan yüzü gözlerinin önüne geldi. Eğer Floransa’da kalmaya devam ederse iş konusunda onunla rekabet edemezdi. Şehirden ayrılıp ünlü bir sanatçıyla mücadele etmek zorunda kalmayacağı başka bir yer bulması daha iyi olurdu. Siena’ya gidip kardinalin sunak resmi üzerinde çalışabilirdi. Ya da Tanrı’dan kendisini, gökten paranın yağdığı yeni bir şehre yönlendirmesini isteyebilirdi. Bunun yerine kendisine Floransa’da kalacak güç vermesini diledi. Mücadele etmeden şehirden ayrılıp o ressam bozuntusuna zafer duygusunu yaşatamazdı. Leonardo gibi kendisi de eğitimini Floransa’da almıştı. Bu şehir sadece Leonardo’ya ait değildi. Bu sokaklar, bu ev ve gökyüzündeki bu ay en az Leonardo kadar kendisine de aitti.

Zihninde Duccio Taşı, tüm pırıltısı ve beyazlığıyla canlanıverdi. Duccio Taşı konusunda Leonardo ile yarışamayacağını neden düşünmüştü ki? Leonardo bir ressamdı, heykeltıraş değil. Şimdiye dek tek yapabildiği, Milano Dükü için bronz bir at heykeli tasarlamaktı. Heykelin bronz dökümünü yapamadığını herkes biliyordu. Kendisi gibi tecrübeli bir heykeltıraş kenara çekilip Leonardo gibi acemi bir ressamın efsanevi taşın üzerine ellerini koymasına neden izin verecekti ki? Muhtemelen Duccio’dan daha berbat biçimde bu işi yüzüne gözüne bulaştıracaktı. Leonardo büyük bir usta olabilirdi ancak artık yaşlanıyor ve modası geçmiş tasarımlar yapıyordu. Michelangelo ise genç ve istekliydi. Kariyerine henüz başlamıştı. Bunun yanı sıra o kafasız bunak; o taşın değerini bilemeyecek kadar aşağılık, herkesi küçümseyen bir gösteriş budalasıydı. Leonardo bu görevi hak etmiyordu.

Mırıldanan dudaklarından yeni bir dua dökülmeye başladı. Floransa’yı terk etmeyip burada kalacak ve sabit bir devlet işine girmeyecekti. Duccio Taşı görevine başvurup bu iş için rekabet etmekle kalmayacak, onu elde edecekti. Pencereden dışarı bakarken ayışığı gözlerinin içinde parıldıyordu. Başını göğe kaldıran Michelangelo fısıltı halinde “Âmin” diyerek duasını bitirdi.

₺89,54

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
03 temmuz 2023
ISBN:
978-605-7605-96-2
Telif hakkı:
Maya Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre