Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Siyasi Katılım», sayfa 8

Yazı tipi:

Jan Pronk, Çok Kültürlülük ve Endişeler!

Jan Pronk’u Hollanda’da tanımayan var mıdır bilemiyorum. Uzun yıllar Kalkınma İşbirliği Bakanı ve Mor hükümetin son dönemlerinde Çevre Bakanı olarak görev yapan Pronk Hollanda siyasi litaretürüne dobura dobur ya da açık sözlü bir sosyal demokrat olarak geçmiştir. Şimdilerde öğretim görevlisi olsada, karakteri gereği Pronk sürekli siyasi gündemde kalmayı başaran, hatta bu işi seven biridir. Bunun için olsa gerek, çok sık kalkınma, uluslararası ilişkiler, sürdürülebilirlik, fakirlik ve çatışma gibi konularda fikrine başvurulur. Bu bağlamda Pronk’la onbir eylül olaylarından sonra dünyanın nereye gittiği konulu bir söyleyişi keyif duyarak bir kaç ay önce NMO (Hollanda Müslüman Yayın Kurumu) da izleyebilmiştim. Türk sunucu Nazmiye Oral tarafından yapılan söyleşide Pronk dünyamızın gidişatından ciddi bir şekilde endişe duyduğunu ifade etmişti. Bakanlığı döneminde eski Yugoslavya’da gözler önünde, dünya kamuoyu gözü önünde hunharca öldürülen yedibin müslüman erkeği hala unutamadığını dile getirmişti.

İşçi partisinin koca kurtlarından Jan Pronk, her ne kadar günlük politikada aktif olmasada bir çok konuda, özellikle Batı toplumuyla ve dünya toplumları arasındaki konularda, meselelerde konuşmayı, tartışmayı arzu ediyor, arıyor.

Bu bağlamda Pronk’la, Oikos haberde yapılan bir söyleşiden hareketle tecrübeli politikacının bazı görüşlerini bu satırlara taşımak istiyorum. İlk soru tahmin edileceği gibi dünya gündemiyle ilgili. Son uluslararası sorunlar hakkında ne düşünüyorsunuz? sorusuna Pronk şu cevabı veriyor: “Son uluslararası sorunlar deyince hemen karşımıza Irak meselesi çıkmaktadır. En önemli uluslararası sorun ise fakirlik ve eşitsizliktir. Bu ise diğer sorunları, güvensizlik ve savaşı berabarinde getirmektedir. Irak meselesine geri dönünce, değişen uluslararası ilişkiler ve münasebetler çerçevesinde meydana gelen bu olay aynı dünyamızda bir takım istikrarsızlıkları da beraberinde getirmiştir. Bence haksız bir müdahaledir. Hele hele şu dönemde uluslararası topluluğu dinlemeden dünya jandarmalığına soyunmak hiç te kabul edilir cinsten değil.“

Irak Krizi, Orta Doğunun hali ve Fanatizm hakkında da Pronk şunları düşünmektedir: “Törer olaylarının beslendiği bir teoriyi en azından kağıt üzerine dökebildim. Benim görüşüm şudur. Fakirlik şiddeti doğurmaz. Ancak sistem içinde bazıları dışlandıysa bunun siyasi yansımaları vardır. İnsanlar kendilerini sistem dışına çekmektedirler. Meseleye Amerika ile Kuzey arasında aşk-nefret ilişkisi olarakta bakmak mümkündür. İnsanlar Amerikan dizilerine bakmalarına, Nike marka giymelerine rağmen Amerika’dan gelen sisteme karşı direnmektedirler. Belki, neye, niçin karşı olduklarını bilmeden. Kaybedecek fazla birşeyleri olmadığı için sisteme karşı gelmekteler. Bu onlar için aslında kazanmanın bir işaretidir. Bu turum ise insanı fanatizme götürür. Bunun çözümü, insanlardaki fanatizmi ve ikili morali oluşturan motifleri ortadan kaldırmaktır. Bu ne demektir? Nasıl gerçekleştrilmelidir ? Her şeyden önce İslam’la (müslümanlarla) eşit şartlarda diyaloga girmek demektir. Sadece karşı tarafın silahlanmasını önlemek değil aynı zamanda kendi silahlanma sisteminide tartışma konusu yapmak demektir. Filistin hakkındaki mevcut tavrın ve duruşun, Arapların ve diğer İslam ülkelerinin şüphelerini ortadan kaldıracak bir şekilde değişmesi demektir.

Her zaman kendi haklılığını düşünmeksizin, aynı konularda farklı bakışların, değerlendirmelerin olabileceğinin idarike varmaktır. Önemli olan kültürel diyalog ve eğitim meselesidir. Yani dünyanın ya da başka yerlerde yaşayan insanların çoğu zaman dünyanın diğer bölümünde yaşayanlardan farklı düşündüklerinin bilinmesidir. Ki, bu ayrı düşüncelerle hem fikir olunmasa da bunların varlığını kabul etmek basit ilişkilerin temelidir. Bu zor bir süreçtir ama bir o kadar da etkilidir’’.

Bu yönde ulusal veya uluslararası bir politika var mıdır, geliştirilmiş midir? Sorusuna ise Pronk şu cevabı veriyor : ‘’Günümüzde siyasi ve kültürel görüşler ekonomik faktörlerin önünde gelmektedir. Dolayısıyle, dominant siyasi bakışta Kuzey sürekli dışlanmakta ve kendi sınırları içinde kendi kimliğiyle başbaşa bırakılmaktadır. Bu ise Kuzey’de, özellikle bazı gruplarda fanatizmi kaçınılmaz kılmaktadır. Günümüz uluslararası kurumsal sitemin mimarisi güçlendirilmeli, İkinci Dünya Savası galiplerinin hakimiyetlerini sürdürdükleri bir sistem ve yapı olmamalıdır”.

Pronk’a göre gruplara, insanlara yaklaşma ve değişme sürecine katkıda bulunma, etki etme eskisi gibi olmamalıdır. “Eskiden olaylara hep kozmopolit yaklaşılırdı. Gençlere veya kadınlara yönelik aydınlatma, bilgilendirme girişimleleri olurdu. Şimdi önemli olan mesele elit grubun nasıl değiştirilebileceği ve bu grubun nasıl etkileneceği meselesidir. Liderlerin, yöneticilerin değişmesi, meselelere, tartışmalara katılımı ciddi bir sorundur. Bu noktada zorluklarım var. Şöyleki, kimlik promlemlerini çözmek ekonomik problemlerden daha zordur. Zıtlıklarla çözmeniz mümkün değil, zira zıtlaşma çatışmayı ve yan etkilerini beraberinde getirir. Bu konuda keskin reçetem olmamakla birlikte ne kazanırsak kardır mantığıyla olaylara yaklaşmayı düşünmekteyim. Bu metodun ana fikri de psikolojiktir yani “diyalog”dur. Diyalog süreci, dominant gücü ve etkiyi sınırlasada başlı başına bir zenginliktir. Zira toplumların sürekli çatışma, adaletsizlik, geri kalmışlık içinde uzun süre hayatlarını sürdürmeleri beklenemez. Bir gün memnuniyetsizlikler o derece ilerlerki o toplum artık büyük bir tehlike arzetmeye başlar. Hiç bir toplum getto halinde yaşamaz. Bu tür bir yaşam kendilerini güven içinde hissedenler içinde bir tehlikedir, bir gün kendilerini olabilecek tehlikelerden koruyamazlar”.

“Politikacılar insanları, onları seçenleri mutlaka dinlemelidirler. Dinlemek demek susmak anlamına gelmemelidir. Kitleyle konuşmaktır. Onları rahatlatmaktır, ikna edebilmektir” diyen Pronk sökonusu değişim ve diyalogun Ukumenik (birlikte hareket etmek) hareketle nasıl başarıya ulaşacağı? Sorusuna şöyle cevap vermektedir: “hiç bir kimseyi dışlamamalıyız. Diyalog’la, sürekli konuşmayı denemekle, kendilerini dışlanmış, horlanmış, itilmiş hissedenlerin gönüllerini alarak siyayi süreçlere etki edilmelidir. Bunun için uzmanlaşmaya gerek vardır.

İnsanların, farklı yollarla önemli meseleler hakkında birlikte konuşabilmeyi öğrenmeleri gerekmektedir. Boş vaaz etme yerine, icraat yapılmalıdır. Bu bilgilenmeyle olabileceği gibi, insanların bu işe inanmaları ve bu işe hazır olmalarıyla gerçekleşi”.

Bir çok konuda, sadece dış politika değil, çok kültürlü toplum, göç, kalkınma işbirliği yardımı, Avrupa Birliğinin geleceği, Avrupa kimliği gibi bir çok konuda tartışmaya ve ortak çalışmaya hazır olunmalıdır. Hollada’da bol bol kunuşulmaktadır, ama icraat, o bir soru işareti. Konuşulan konunun muhatabı dışlanmamalıdır. Onlar hakkında onlardan habersiz tartışmalar yapılmamalı ve kararlar alınmamalıdır”.

Maalesef Hollanda’da hep böyle yapıldı. Göçmenlerin entegrasyonundan tutunda eğitim, gençlik, konut vs. problemine varıncaya dek göçmenlerin fikri alınmadan ilk önce tartışıldı sonra çıkan sonuçlar gereği uygulanan politikalara göçmenlerin uymaları istendi. Sonuç malum. Koskoca bir fiyaska. Geçmiş hükümetler, içinde Jan Pronk’un da bulunduğu hükümetlerin uyguladıkları politikalar, takip ettikleri metodlar hep böyle olmadı mı? Göçmenlerle bırakın konuşmayı, fikirlerini almayı sanki onlar bu ülkede yaşamıyormuşcasına davranıldı. Oysa Hollanda için, diğer Avrupa ülkeleri için farklı kültürlülük bir hayal bir rüya değil apaçık bir gerçekti. Bunu hem günlük hayatta hem kurumlarda hem bireylerde hem caddelerde görmemiz mümkündü. Ama bugüne kadar mümkün olmayan bir gerçek vardı ki, o da dominant kültürün bireylerinin, kurumlarının sahip oldukları güçleri, etkileri belki azalır, zedelenir korkusuyla söz konusu farklılıkla bir türlü diyaloga girme cesaretini gösterememeleriydi. Kaldıki bu süreç onlar içinde bir zenginliğin başlangıcını oluşturabilirdi. Dışlamak, hesaba katmamak, kurumsal red nereye kadar sürer ve bunun kime faydası var, bilemiyorum.

Mart 2003

Frits Bolkestein, Birey ve Toplumsal Sorumluluk

Amsterdam’dan Ramazan Yurtsev geçen hafta Jan Pronk ve çok kültürlü toplum başlıklı yazımızdan sonra, elektronik posta adresime şu notu göndermiş. “Sayın Veyis Güngör DÜNYA gazetesinde yayınlanan yazılarınızı okumaktayım. Genellikle Hollanda’daki göçmenlerin, dolayısıyle Türklerin etrafında cereyan eden konularda yazılar yazmaktasınız. Biz de bu toplumda olan gelişmelerden böylece haberdar olmaktayız. Bunun yanısıra gerek geçen haftaki yazınızda İşçi partili Jan Pronk, gerek bundan bir iki ay önceki yazınızda da CDA’nın ideologlarından Anton Zijderveld’in görüşlerine yer verdiniz. Bütün bunları bir plan doğrultusunda mı yapıyorsunuz? Eğer öyleyse sırada kim veya kimler var doğrusu merak etmekteyiz”.

Okuyucumuza teşekkür ederiz. Elbette her yazının bir amacı vardır. Yazıya konu seçilirken verilmek istenen mesaj mutlaka önceden düşünülür. Ben de haftalık konularımı seçerken, eğer o hafta gündemimi Hollanda’daki siyasi gelişmeler belirlememişse, önceden kafamda oluşan bir proje doğrultusunda seçerim.

Okuyucumuzun da dikkatini çeken proje şudur. Hollanda’da yaşayan Türk azınlık olarak çok geçte kalsak, Hollanda düşünce yapısı, felsefesi, siyasilere yön veren ideologları, siyaset ve bilim adamları, kültür ve sanat adamları, tarihi olaylar yani Hollandayı Hollanda yapanlar hakkında bilgi sahibi olmamız, bunları bilmemiz gerektiğini düşünmekteyiz. Buradan hareketle zaman zaman Hollanda tarih felsefesi ve Hollanda sosyal tarihi üzerinde kısa denemelerim olmaktadır. Toplumun düşünce yapısını, akımları, ekolleri, norm ve değerleri bilmeden o toplum hakkında yüzeysel bilgi sahibi olunur. Kaldı ki, bir çoğumuz kendimizi artık Türk kökenli Hollandalı saymaktayız. İşte bugün sıra Hollanda Liberallerinde. Bir çoğumuzun en azından isim olarak tanıdığı liberal Frits Bolkestein’in düşüncelerine yer vereceğiz.

İdeolojiler arasında birey ve üyesi olduğu daha doğrusu meydana getirdiği toplum ve o topluma karşı sorumluluğu hep tartışıla gelmiştir. İçinde yaşadığımız toplumda da son zamanlarda özellikle norm ve değerler, toplumsal sorumluluk tartışma gündeminden düşmemektedir.

‘Her birey yapmış olduğu hareketin sonuçlarından sorumludur’ ilkesiyle sözlerine başlayan Frits Bolkestein klasik liberallerden Adam Smit’e atıfta bulunarak meselenin aslında bir pazar mekanizması olduğunu, esasen bireysel çıkar gibi görünsede sonuçta toplum yararına tüm işlerin yapıldığına dikkatimizi çekmektedir. Hollandalı filozof Bernard Mandeville’ye gönderme yapan Bolkestein, Mandeville’nin ‘bireysel çıkar sağlayan uğraşların mutlaka toplumsal çıkarları bertaraf edeceği diye bir kaide olmadığın’dan bahsettiğini söylemektedir. Zira bireysel alandaymış gibi görünen erdemlilik mikro derecede kalmamaktadır. Tam tersine topluma malolmaktadır. Aynen şu meşhur sözde anlamını bulduğu gibi: “Private vices, public benefits”. Dolayısıyla günümüzde tartışılan toplumsal sorumluluk aslında bireysel sorumluluktur. Bireysel sorumluluk başkalarının da çıkarlarını hesaplayabilmektir.

Klasik liberal modele göre toplumdaki birey ilişkileri mübadele ilişkileridir. İlişkiler zaman içinde anlaşma şekillerini alır. Böylece bir takım normlar üzerinde anlaşma sağlanırken bazı kurallar gelişir.

“Vatandaşlar arasındaki ilişkilerde yeterli derecede bir güven ortamı olması gerekmektedir. Güven ortamının olmadığı yerde ticarette olmaz. Böyle bir durumda ticaret yapan birey, temel bazı kurallarla başkalarınında çıkarlarını gözetmek durumundadır. Başkalarının çıkarlarını korumak aynı zamanda kendi çıkarlarını da korumak demektir. Bu şu demektir. Birey aynı zamanda toplumsal bir sorumluluk altındadır. Bu sorumluluk açık ve özgür bir toplumun oluşmasıdır’’.

Bolkestein klasik liberalizme getirmeye çalıştığı yeni yorumlarıyla dikkat çekmektedir. Bolkestein’e göre liberallerin de “İyi yaşam” yaşam hakkında görüşleri olmalı. Bireylerin seçimlerini yapabilmelerinde çevrelerinde olanlar belirleyici olmaktadır. Bu ise insan davranışını da belirlemektedir. Bunun için bazı bireysel erdemlilik toplum çıkarına göre iyiyse, bunlar yayılmalı, tanıtılmalıdır. Kaldıki, günümüz toplumu Adam Smit dönemine göre çok daha açıktır, belirgindir. İletişim sayesinde haber alma ve etkilenme tartışma götürmez bir gerçektir.

Liberal Bolkestein şu sorulara cevap arıyor : İyi vatandaş ne demektir? İyi bir vatandaştan neler bekleyebiliriz? İyi bir vatandaş toplumsal sorumluluğun manasını nasıl verir? Bu noktada karşımıza ahlak meselesi çıkmaktadır. İnsan davranışının şekillenmesi sözkonusudur. Filozof Herbert Spencer ve John Dewey bu konuda sosyolojik evrim ahlak’ı geliştirmişlerdir. “Değer”in bulunmadığını, dogmatik olmadığını, “değer”in uzun bir zaman süresince geliştiğini belirtmişlerdir. Hayatiyetini sürdüren “değer”in ise değişikler karşısında ayakta kalabilen, dayanabilenin “değer” olabileceğine dikkat çekmişlerdir. Şartlar içinde en güçlü olan değer ancak etkili olan ‘değer’dir. Hızlı değişim karşısında “değer ve ahlak” kendini yenilemelidir.

“Filozof Hayek ve Popper’a göre norm ve değerlerin rasyonalist bir tasarımla birleştirilmesi mümkün değildir. Bunu komünistler denemişler ancak başarılı olamamışlardır”.

Onun için ‘değer’in oluşmasında gelenek önem arzeder. Gelenek ve değişme atbaşı gitmelidir. Bir başka ifadeyle normların yenilenmesi zorlama ve şiddetle olmamaktadır.

Bolkestein’e göre hangi norm ve değerlerden bahsedebiliriz? Toplum yararına olan norm ve değerlerden elbette. “Dürüstlük ve içtenlik/samimi olmak gibi erdemlilik toplumsal güvenin temel taşlarıdır. Beyefendilik ve adaletli davranmak ise toplumsal güvenin diğer iki erdemliliğidir. Ancak bu erdemliliklerin zorluğu ise gerçek manasını bulamamalarıdır. Çoğu zaman, şartlara göre anlam kazanmalarıdır ki, bu erdemliliğin nesillere sanki bir toplumsal emir veya buyrukmuş gibi verilmesini engellemektedir. Toplumsal sorumluluk her vatandaşa onu zorlamadan seçim yapmaya davet eder. Bu noktada özgürlük ve sorumluluk kenetlenmesi devreye girer”.

“Liberaller insanın refleks içinde olduğundan hareket ederler. Bunun için işin başında özgürlüğü seçmeleri ya da özgür olmaları gayet normaldir. Bizim insani gerçekliliğimiz özgürlükle sorumluluğu aynı anda seçmemize hiç bir zaman engel teşkil etmez. Tam aksine bunları birbirini tamamlayan unsurlar, değerler olarak görür.

Böyle bir seçim yapmak problemlerden arınmak manasına gelmez. Sorumluluk, bireysel özgürlükle ne derece uyum içinde olur bilinmez. Öyle olunca her birey, kendi konumu gereği, içinde bulunduğu çevreyi değerledirerek kendisi için toplumsal sorumluluğun ne anlama geldiğini araştırmalıdır”.

Bolkestein’e göre siyasetçiler vatandaş ile devlet arasında bir ikilemdedirler. Bir taraftan onlarda diğer vatandaşlar gibi sıradan bir vatandaştır. Diğer vatandaşlar gibi sorumlulukları vardır. Diğer taraftan da siyasi görevlerinin gereği norm ve değerlerin formüle edilmesinde üzerlerine önemli görevler düşmektedir. Gerçi netice olarak norm ve değerlerin içinin doldurulması sadece siyasetçilere bırakılamaz. Norm ve değerlerin gelecek nesillere aktarımı, taşınması hiç şüphesiz evlerde, ailelerde başlar. Aktarma okulda devam eder. Çocuklar, vatandaşlık bilincine ulaşırlar. Düşe kalka “toplumsal sorumluluk” nedir sorusuna cevap aranır. Gerçi her vatandaş sözkonusu “sorumluluk” konusunda duyarlı olmayabilir. Liberallein görevi bir çok kişide sözkonusu duyarlılığın oluşmasını sağlamaktır.”

Son olarak, liberal Bolkestein’in İslam dünyasının Batı’ya tehdit oluşturup oluşturmadığı sorusuna verdiği cevap şöyledir: “İslam dünyası batı için bir tehdit oluşturmaz. İslam dünyası kendi meseleleriyle baş edememektedir… Batıyı tehdit bizatihi Batının kendisidir. İşsizliğe bakın. Liderliğe bakın. Toplumsal çözülmeye bakın. Güvensziliğe bakın. Ama bütün bunlar bizim kendi suçumuz. Bir Amerikan çizgiromanındaki figürün ifade etttiği gibi: “düşmanı gördüm, o düşman biziz, kendimiziz”.

Nisan 2003

Aydınlanma Döneminden Günümüze: Avrupa Merkezciler ve Rölativistler

Aydınlanma döneminden hareketle siyaset bilimci Siep Stuurman şu soruları sormaktadatır: Avrupa kimliği Avrupa tarihidir denilebir mi? Avrupa bir kültürel medeniyet midir ? Avrupa’yı Avrupa yapan kimlikler (dini, entellektüel, siyasi, ekonomik) nelerdir? Avrupa kalkınmasının şahaser tarafı nedir? Siyasi ve sosyal düşünürler günümüz Avrupasını nasıl analiz ederler, nasıl değerlendirirler? Farklılıklardan, yeniliklerden ve zıtlıklardan ne anlarlar bu düşünürler? Bu sorlardan hareketle günümüzde tartışılan ‘çok kültürlü toplum’ konusuna farklı bir açıdan bakmaya çalışan Siep Stuurman sadece bu sorular la yetinmemektedir. Geçen haftalarda bu sütünlarda görüşlerine yer verdiğimiz liberal Frits Bolkestein’e de sorular soran ve liberal görüşü eleştiren Erasmus Üniversitesi öğretim görevlisi Stuurman İslam-Fundamentalizmi ve göçmenler üzerine de sorular sormakta ve cevaplar aramaktadır. Biz bu yazımızda Siep Stuurman’ın liberal görüşe yaptığı eleştiriler ve aydınlanma dönemi temel kavramlarından hareketle çok kültürlülük tartışmaları etrafında ortaya çıkan bazı düşüncelerine değineceğiz.

Liberal Frits Bolkestein’in çok kültürlü toplum etrafında yaptığı açıklamalar ve beraberinde “aydınlanma”nın Avrupa kültür mirası olduğunu söylemesine itiraz eden Siep Stuurman şu görüşte: “Bolkestein bir taraftan aydınlanma hareketinin üniversal olduğunu söylerken, bunun bize ait, özellikle islam’a ve müslümanlara ait olmadığını söylemektedir. Böyle bir çıkış noktası göçmenlerle diyalog için kötü bir başlangıçtır”. Ayrıca Bolkestein’in olayı sunuşunda pedegojik bir sorun görünmektedir. Yani Arupalıların, ‘biz’in ve diğerlerine onların nasıl davranacakları ve hangi değerleri kabul edeceklerini açıklama, emretme vardır.“Böyle bir yaklaşım nereden kaynaklanmaktadır. Böyle bir yaklaşım ‘aydınlanma’çağında mevcutmuydu? Siep Stuurman’a göre bu görüş ondokuzuncu yüzyıl liberal düşünürü, aynı zamanda On Liberty adlı kitabın da yazarı olan John Stuart Mill de yatmaktadır. Çünkü Mill’in iddiasına göre tarihsel açıdan bazı kültürler ‘yetişkin değildir’ ler. Onun içindirki diğerleri yani ‘yetişkinler’ bunları terbiye etmelidirler. Gerçi Stuurman’a göre ‘aydınlama çağından’ çıkarılacak bir sonuç sadece Mill’in düşüncesi olamaz. Bolkestein’in yukarıdaki çıkışını ve yaklaşımını anlamak için kültürel rölativizmi anlamamız gerekmektedir. Zaten bir çok aydınlanma düşünüre göre kültürel rölativizm Avrupa aydınlanmasının bel kemiğidir. Ayrıca Avrupa medeniyetini oluşturan değerlerin başında hiç şüphesiz seyahat kültürü yer almaktadır. Aydınlanma devri düşünürleri Avrupa kültürünü bu yolla eleştrimişlerdir. Bunların başında Lettres Persanes eseriyle bir İranlı gezginci gözüyle Fransa’yı eleştiren Montesquieu gelmektedir.

Siep Stuurman bu iki örneği, Mill ve Montesquieu örneğini Avrupa kültür ve medeniyetinin nasıl oluştuğuna dikkat çekmek için vermektedir. Bir tarafta AvrupaMerkezciler diğer tarafta kültürel rölativizinciler. Ve aralarında geçen zorlu ve müthiş ama neticede üretici bir yarış. İşte Stuurman’a göre liberal Bolkestein’in yaklaşımında bu zorlu ve çetin ama üretici yöntem eksiktir. Aynı yaklaşımlar aydınlama döneminin rasyonalisme, özgürlük ve eşitlik gibi temel kavramlarında da görülmektedir.

Stuurman’a göre kültürel rölativizmde her hangi bir kültür diğer bir kültürden üstün değildir. Çok kültürlü toplum tartışmalarında etik ve kültürel rölativizm kavramları ayırımının iyi yapılması gerekmektedir.

Hoşgörü tarihi de şu anda yapılan çok kültürlü toplum tartışmaları için geçerli değildir Siep Stuurman’a göre, zira hoşgörü Avrupa’da Katoliklerin ve Protestanların bir meselesi olarak başlamıştır. Bunun örnekleri Fransız devrimi öncesi görülebilir. Mesela bu dönemde ateistler dışlanmış ve hatta ateistler Napolyon denöminde bile her yerde eşit olmamışlardır. Neticede hosgörü yerleşiklerle yeni gelenler arasındaki bir mesele olagelmiştir. Yeni tartışmalarda ‘islam’ ve ‘müslümanlar’ tipik bir yeni gelenler statüsündedir.

Burada en önemli soru, liberal devletin bireysel temel özgürlükler karşısında dini alt kültürlerin hareket alanlarına nasıl müdahale edeceğidir. Bu noktada Bolkestein’in soyut yaklaşımına bakılırsa demokratik bir toplumda özgürlüğün sınırları hususunda ciddi tartışmalar yapılacaktır.

Siep Stuurman’a göre çok kültürlü toplum tartışması hayati önem taşımaktadır. Ancak tartışma taraftarlar arası yapılmalıdır. Taraftarlar olmadan onların sırtından, onların adına çok kültürlü toplum tartışması olmaz. Bu durumda islam tıpkı diğer dinler ve hayat tarzları gibi eşit muamele görmelidir. Ne aşağı ne yukarı, eşit oranda muhatap alınmalıdır. Örneğin dini okullar zararlıysa bu karar ve uygulama sadece islam okulları için olmamalıdır. Diğer dini okullar için de aynı uygulama geçerli olmalıdır. Bu böyle olmadığı sürece müslüman veliler tıpkı katolik, protestan ve yahudi veliler gibi haklarını savunurlar ve isterler. Liberal hukuk devleti herkesin yasalara uymasını öngörür, herkesin içtenlikle liberal olmasını değil. Eğer devlet bunu, yani son görüşü isterse, tayatırsa bu asimilasyondur.

Siep Stuurman’a göre Avrupa Aydınlanması mondial bir açıdan görülmelidir. Aydınlanma devrini konuşurken ortada bir tarihin yaşanmadığını ifade edemeyiz. Bir toplumun kültürü hatıralar ve tarihten doğar. Avrupa bir zamanlar neredeyse dünyanın yarısını aldı, sömürdü ve kısa bir süre önce hakimiyetini kaybetti. Ancak bunun kültürel ve entelletüel işlemi ve fizibilitesi kolayca silinmez. Bu noktada iki yüzlü davranamayız. Eğer Avrupalı Bolkestein islam’ı Aydınlanma ölçüsüyle tartarsa, ölçerse, her müslüman da Avrupa tarihini aynı ölçüyle değerlendirme hakkını kazanır.

Aydınlanma fikirleri islam tarihinde her hangi bir rol oynamamıştır iddiası tarihsel olarak doğru değildir. Bizim geçen yüzyıllarda içimizde yaşadığımız tartışmalar bugün islam dünyasında da yaşanmaktadır. İç çatışmalar, yorumlar, zorlanmalar bunun birer açık delilleridir.

Avrupa’da yapılmakta olan çok kültürlü toplum tartışmaları dünya tarihi perspektifinden ele alındığı takdirde daha faydalı sonuçlar çıkar. Aydınlanma devrinin entellektüel mirası bu noktada bize yardımcı olabilir.

Entellektürel misrasta ise karşımıza iki ana görüş, iki ana yaklaşım çıkmaktadır. Bunlar Avrupa Merkezciler yani John Stuart Mill gibi ve kültürel rölativistler yani Montesquieu gibi aydınlar. Söz konusu yaklasımlardan hareketle bugün Hollanda’da tartışılmakta olan çok kültürlü toplum ve diğer bir çok konuda aydınların yaklaşımlarını, düşüncelerini daha iyi anlayabiliriz. Tartışmanın bir cephesini oluşturanlar olarak bu süreci iyi anlayıp tartışmalarda Avrupa merkezcileri ikna etmek, aydınlatmak gibi bir görevi de üzerimizde hissetmekteyiz. Buradanda anlaşılan her zamankinden ve herkesten daha çok çalışmalıyız.

Nisan 2003

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
ISBN:
978-605-5988-32-6
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre