Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Siyasi Katılım», sayfa 9

Yazı tipi:

Gençlik Hareketleri ve Aynılaşma Problemi

Son bir haftadır Amsterdam, Den Haag, Utrecht, Tilburg şehirlerinde yaptığı toplantılarla Hollanda’da gündeme yerleşen Ebu Yahya’yı okuyoruz, seyrediyoruz ve konuşuyoruz. Lübnan asıllı Belçika vatandaşı Ebu Yahya ve AEL (Arap-Avrupa İttifakı) hareketi, gün geçtikçe Hollanda’daki Arap asıllı gençler arasında hızla popülarite kazanmakta. Konuyla ilgili haberleri geçen haftaki Dünya gazetesinden de takip ettik. Hareket ve Ebu Yahya hızla popüler olurken, kendilerini Arap saymayan ve Berber denilen bir kısım gençlik ise, söz konusu harekete ve şahsa güya şiddetle karşı çıkmaktalar. Bu da, bir kısım Hollanda basınının işine geldi ve bu yönde bir hayli gayret sarf edildi. Elbette, önümüzdeki günlerde ve aylarda söz konusu hareketin Arap asıllı göçmen gençler arasında nasıl bir yer edineceğini hep birlikte göreceğiz. Ama bir gerçek var ki, o da Ebu Yahya’nın kıvrak zekası ve adaletsizlikler karşısında susmayan bir dilinin olması, bu hareketin ya da bu çıkışın, sadece Arap asıllı gençler arasında değil, yıllardır bu toplumda horlanan, ezilen ve ciddiye alınmayan göçmen gençler arasında da sempati topladığıdır. “Bugün Avrupa’da Müslümanlara yapılanlar İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudilere yapılanlarla eşdeğerdir,” cümlesi bile Ebu Yahya hareketine gençlerin ısınmasını sağlamaktadır. Sadece Arap gençleri mi? Hayır. Hollandalı yöneticiler de hareketin yasalar içinde meşru olduğunu ve titizlikle takip edildiğini vurguladılar. Ebu Yahya’yı ve hareketini beğenelim ya da beğenmeyelim, bu hareket Hollanda’daki bir kısım gençlerin kendilerini bulduğu, kendilerini ifade ettikleri yani aynileştikleri bir harekettir. Bizim, Dünya gazetesinin Benelux Genel Yönetmeni İlhan Karacay’ın bile bir yerde sempatisini kazanan Ebu Yahya, öyle görünüyor ki, önümüzdeki zaman diliminde bir sosyal olay olarak gündemi tayin etmeye devam edecek. Olay, her ne kadar bir tepki hareketi olsa da, aynı zamanda bir grup Arap asıllı ve göçmen gencin kendilerini Ebu Yahya ile aynileştirmelerine de yol açmaktadır. Ebu Yahya, bu genç grup için bir örnek, bir lider ve kendini toplumda ispat etmiş bir kahramandır. Her gün horlanan, değerlerine saldırılan, aşağılanan bir kültürün çocukları zaten aynileşme problemiyle daha ağır bir şekilde boğuşmaktadır. Böyle sıkıntılı, travmalı anlarda kendilerini model gördükleri şahsiyetler ile aynileştirirler, ki AEL bu noktada somut bir hareket ve Ebu Yahya bu gençler için bir kurtarıcı, bir semboldür.

Konu gençlik hareketleri ve aynileşme, örnekleme, benzeme probleminden açılmışken, bir başka göçmen kuruluşu gençlik teşkilatının bu alanda bir organizasyonundan da burada bahsetmek gerekecek. Zira bu göçmen gençlik hareketine mensup gençlerin de artık kendilerini aynileşti-recekleri, kendilerine örnek alabilecekleri, hareketlerini günü gününe takip ettikleri bir ağabeyleri, sembolleri var.

Geçtiğimiz hafta sonu Milli Görüş Gençlik Federasyonu düzenlemiş olduğu bir hafta sonu eğitim seminerinde (Hollandalı ve Türk) çeşitli meslek birimlerinden uzmanları konuşturdu.

Teknik ve Tarım Üniversitesi ile ünlü Hollanda’nın Wageningen şehrinde bulunan Kongre Merkezi’nde düzenlenen eğitim seminerine yüz seksen genç ve cami eğitimcisi katıldı. Programın Cumartesi günkü bölümünün üçüncü oturumunda ise “Hollanda’daki Azınlık Gençlik ve Aynileşme Problemi” konulu seminer tarafımdan verildi. Kimi sakallı ama hepsi gayet şık ve takım elbiseli bir katılımcı kitlesinin hazır olduğu seminer salonunda herkesin önünde bir dosya, not defteri ve konuşabilecekleri bir mikrofon bulunmaktaydı. Konuşmama başlamadan önce iki ayrı yorum yaptım. Bunlardan ilki, bu hareketin sosyal bilimlere olan ilgisi, dolayısıyla insanı tanıma gayretiydi. Zira gerek televizyonlardan gerek basından gerek yapılan davetlerden izlediğim kadarıyla bu hareket insanı çok yönlü anlamaya, kavramaya çalışıyordu. Meselâ pedagojinin spesifik bir konusu olan 0-3, 3-6 yaş arası çocuğun gelişimi, değişimi, anne ve babanın bu dönemde vazifeleri konulu bir seminerin bu akıma mensup bir semt teşkilatı tarafından organize edilmişti. Yine, aynı teşkilat, çocukların eğitimlerinde, terbiyelerinde ve yetişmelerinde anne ve babanın görevleri ve gelenekçi kültürdeki babanın davranışlarının terk edilmesi konulu bir başka seminer organize etmişti. Demek ki, insana hizmet insanı tanımadan, anlamadan, keşfetmeden yapılamazdı.

Bir diğer yorumum da, benim anlatacaklarımın daha çok teorik olması ve dinleyicilerin ise her gün gençlerle karşı karşıya olduklarıydı. Bu durum beni biraz zorlayacaktı. Konuşmama başlamadan önce, yine bu sütunlarda yayınlanan “Psiko-Pedagojik Sorunlar ve Gençlik” başlıklı yazımı dinleyicilere dağıtarak tartışmanın yönünü tayin etmeye çalıştım.

Konuya çocukluk dönemiyle ergenlik dönemi arası; adolesans-ergenlik çağının pedagojik, sosyolojik ve psikolojik tarifini yaparak girdim. Ve ergenlik döneminin en önemli gelişmelerinden ya da problemlerinden “aynileşme” (identification) üzerinde durdum. Peki aynileşme nedir? Sorusuna ise şu cevabı verdim: “Aynileşme ‘çocuğun ya da gencin kendisini başka birisiyle aynı görmesi, yani onun davranışlarını, duygularını, tümüyle şahsiyetini benimsemesidir’. Ergenlik çağında ortaya çıkan aynileşme, ciddi bir gençlik sorunudur.

Aynileşme hareketi ilk etapta şüphesiz anne ve babaya benzemeyle başlar. Daha sonra sosyal çevredekilerle devam eder. Sosyal çevre genellikle aile, okul, akran grupları, dinî kurumlar, işyerleri, siyasî partiler, gençlik örgütleri gelir. Bu çerçeve her çocuğun, gencin karşılaşacağı bir çerçevedir. Afrika’daki bir çocuk da, Avrupa’daki bir çocuk da söz konusu sosyalleşme sürecini ve bu süreçte de aynileşme yaşar. Ancak bizim çocukların yani göçmen kitlesine mensup çocukların ve gençlerin sosyalleşme sürecinde tabiri caizse çifte sosyalleşme ve beraberinde yaşanan çifte sorunlar bulunmaktadır. İki farklı kültürde sosyalleşme süreci yaşayan gençlerin çoğu zaman farklı değerler ve normlar etrafında çatıştıkları, bu çatışmanın bir krize, kimlik krizine dönüştüğü bazı gençlerde apaçık ortadadır. Krizden kurtulamayan bazı gençlerin okullarını yarıda bıraktıkları, çekingen, pasif oldukları, konuşma sonrası gelen sorularla da tasdik edilmiş oldu. Elbette, bu durum, iki farklı kültürde sosyalleşme olamayacağı, iki farklı kültürün bir arada bulunamayacağı anlamına gelmemelidir. İlk başlarda yaşanılan kriz ya da şok geçici olup, zaman içinde çocuklar her iki kültüre de aidiyet duygusunu geliştirirler. Ve karşımıza iki boyutlu kimlik ya da çifte sosyal kimlik çıkar. İşte bu süreçte çocuğu, genci rahatlatacak, gence örnek oluşturacak söz konusu süreci başarıyla geçmiş, her iki kültürün de bazı değerlerini üzerinde toplamış tiplere, liderlere ihtiyaç vardır. Bu tiplerin azlığı ya da seslerinin yüksek çıkmayışı söz konusu “aynileşme” hareketini ve sürecini zaman zaman krize çevirebilir.

Aynileşme sürecinde tarihî figürler, kahramanlar, ilim adamları, ideologlar, düşünürler de önemli bir yere sahiptir. Bunların yaşantıları, yaptıkları çalışmalar gençlere adeta bir ilaç gibi gelir. İki kültür arasında yetişen ve ebeveyn kültürünün sürekli horlandığı, aşağılandığı bir ortamda, sosyolojinin kurucusunun Karl Marks’tan önce Endülüslü İbn-i Haldun olduğunu, ilk tarihî romanın Robinson Crusoe olmayıp, İbn-i Tufeyl tarafından yazılan Hayy Ibn Yegzan felsefî roman olduğunu, Hollandalı filozof Spinoza’nın, kitapları arasına söz konusu romanı kendi eseriymiş gibi almasını gençlerin bilmesi onlarda oluşan aşağılık kompleksinin kısmen ortadan kalkmasına vesile olabilir.

Onun içindir ki, örnek insanlar, popüler insanlar sosyalleşme sürecinde aynileşme problemi yaşayan gençler için önemlidir. Konunun başında da yer verildiği üzere bugün Hollanda’daki birçok Arap asıllı gencin kendini bulduğu örnek insan Ebu Yahya’dır. Hollanda’daki Türklerin ya da Müslüman toplumun gençlerinin de örnek aldıkları isim son zamanlarda medyatik bir isim olan Hacı Karacaer’dir.

Yapmış olduğu kimi radikal çıkışlar, sıra dışı, alışılagelmemiş konuşmalar, her ne kadar mensup olduğu grubun bir kısmı tarafından eleştirilse de, yıllardır hissetmelerine, düşünmelerine ve bilmelerine rağmen seslerini bir türlü kamuoyuna duyuramayan önemli bir suskun grubun tercümanıdır Hacı Karacaer. Hacı Karacaer fenomenini bir başka yazıda ele alacağımdan tekrar “aynileşme” konusuna dönüyorum.

Seminerdeki konuşmamın devamında gelen sorulardan anladığım, gençlerin kültürler arası, kuşaklar arası çatışmalarıydı. Camiye gelen gençlerin boncuk taktıkları, saçlarını boyadıkları, şekil verdikleri, marka pantolon giydikleri belirtiliyor ve bu durum karşısında nasıl bir tavır takınılacağı soruluyordu. Cevabım, din görevlilerinin, yardımcılarının, eğitimcilerin gençlerin sembolleriyle, şekilleriyle değil, gençlerin şahsiyet terbiyeleri, kültür aktarımı, iyi insan, iyi Müslüman, adalet, sorumluluk, paylaşma gibi duyguların verilmesiyle uğraşmaları yönündeydi.

Temmuz 2003

Çifte Aidiyet ve Zenginlik

Yeni bir tatil dönemini geride bıraktık. Bir çoğumuz geçmiş yıllarda olduğu gibi tatillerini anavatan Türkiye’de geçirdi. Akrabalarını, eşlerini, dostlarını, köylerini, kentlerini görüp, hasret giderdiler. Farklı duygularla dolup taştılar. İnsanlar, bir taraftan heyecan ve mutlulukla kuşatılırken, bir taraftan da, kendilerinin farklılaştıklarını hissedip garip duygulara kapıldılar. Oysa, her iki hâl de normal olup, iki ülke insanı arasındaki farklılaşmayı, değişmeyi, algılama farklılığını ortaya koymaktaydı.

Ve sorular arka arkaya geliyordu. Her ne kadar akrabaları görmenin verdiği heyecan insanı mutlu etse de, bir noktada farklılığı hissetmek zaman zaman insanın içinin hüsranla kaplanmasına sebep oluyordu. Tatilin ikinci haftasından itibaren bu insanlar kendilerinin nereye ait olduklarını bir defa daha sordular. Birçokları kendisini Türkiye’ye ait hissederken, bazılarımız kendisini Hollanda, Almanya veya diğer yaşadığı ülkeye ait olduğunu hissetti. Bir bölümümüz ise, kendisini Türkiyeli hissetmekle birlikte, yaşadığı Avrupa ülkesine karşı de aidiyet duygularına sahip olduğunu düşündü. Peki aidiyet duygusu nedir ? Aidiyet duygusu genel anlamda kişinin bir gruba, bir kuruma, bir ülkeye ait olduğuna dair taşıdığı bilinçtir. Bu bilinç, beraberinde bir mutluluk ve güven duygusunu da getirmektedir. Bu durumda kişinin kendisini mutlu hissettiği, güvenli hissettiği bir topluma aidiyet duyması, gayet normal bir davranış olarak karşımıza çıkmaktadır. Genellikle Türkiye’ye yapılan yaz tatillerinde bir çoğumuzun tatilin bir bölümünden sonra Hollanda’yı özlediği, ama Hollanda’nın nesini özlediği sorulduğunda buna açık bir cevap veremediği görülür. Hattâ bazılarımız, Hollanda Havaalanı Schiphol’a inince kendimizi evimizde hissettiğimizi ifade etmekteyiz. Kaldı ki, bu ülkede de, çoğu zaman yabancı olduğumuz hatırlatılmaktayken bile bu ülkede kendimizi evimizde hissetmemiz, içinde yaşadığımız ülkenin üzerimizdeki etkilerinin ne kadar derin olduğunu göstermektedir. Hattâ bazılarımız arasında yapılan bir espri bile vardır bu duyguları ifade etmek için. Almanya’ya birkaç günlüğüne gidenlerimiz Hollanda’ya dönerken Hollanda’yı ne kadar özlediklerini, Hollanda’ya girince ne kadar rahatladıklarını, Hollanda’da kendilerini ne kadar rahat ve güvenli hissettiklerini ifade etmekten kendilerini alıkoyamıyorlar.

Demek ki bir insanın kendisini her hangi bir sebepten dolayı bir yerlere ait hissetmesi, insanın varolmasıyla orantılı bir gerçekliktir. Bir yerlere ait olma duygusu her ne kadar doğumla başlasa da, yıllar içinde, farklı dönemlerde insanın farklı yerlere ait olma duygusunu doğurmaktadır. Rahatlık, güvenlik, mutluluk söz konusu ait olma gerçekliliğinin temel öğeleridir. Durum böyle olunca bir insanın bir yere ait olması, bir başka yere ait olamaması gibi bir zorunluluğu beraberinde getirmemektedir. Her türlü şartlardaki aidiyet kimliğimizin gelişmesine katkıda bulunmaktadır. Bu bir değerin diğer bir değeri inkar etmesini gerektirmez. Şartlara, zamana, çevreye, arzulara bağlı olarak zaman zaman bazılarının daha öne çıktığı aidiyet değerlerimiz aslında bir bütünün parçasıdır.

Yani, Hollanda’da yaşayan bir Türk gencinin kendisini hem Türk hem Hollandalı hissetmesi ya da Hollandalı Türk olarak kendini tanımlaması söz konusu aidiyetin genç üzerindeki etkileridir. Bu etkiler, gencin bu dünyada mutlu olmasını sağlar. Genç kendini mutlu eden değerlerle, aidiyeti oluşturan tüm normlarla kendini iyi hissedip, hayata bir anlam verebilir.

İşte bu duyguları, göçün 40. yılına hazırlıkların yapıldığı bir zaman biriminde tekrar kafamızda canlandırarak bir tatil dönemini geride bırakmış olduk.

Şimdi önümüzde, Hollanda’ya gelişimizin 40. yılını kutlayacağımız koskocaman bir yıl var. Kutlama hazırlıkları sürüyor. Birçok kurum ve kuruluş göç fenomeninin üzerimizdeki etkilerinden tutun da Avrupa Birliği ve Türkiye ilişkilerinden Avrupa’daki Türk göçmenlerin bu süreçte oynayacağı role varıncaya kadar uzanan bir kulvarda etkinlikler yapmayı plânlamaktadır.

Hiç şüphesiz yapılacak olan kutlamalarda söz konusu çifte aidiyet kendisini ister istemez gösterecektir. Her ne kadar elimizde, kişilerin ne kadar Türk ne kadar Hollandalı olduğunu ölçecek herhangi bir alet olmasa da, davranışlarımızda, anlamlandırmalarımızda, algılamalarımızda ve yorumlamalarımızda hep bu çifte aidiyet gerçeğini fark etmememiz mümkün değildir. Çifte aidiyetin kişiliklerimizde bir krize sebep olmadığını aksine bir zenginlik olduğunu unutmadan, bu zenginliğin başta kendimize, toplumlarımıza, ülkelerimize katkıda bulunması gerektiğine inanarak yapacağımız işlere sarılmak dileğiyle, nice yaz tatillerine.

Eylül 2003

Sosyal Devletin Nimetleri

Geçen hafta yayınlanan “Çifte Aidiyetve Zenginlik” başlıklı yazımıza Hengola’dan Burhanettin Carlak tepki gösterdi. Göndermiş olduğu yazıda “Çifte Aidiyet”e karşı çıkmakta ve bizim kırk yıldır yaşadığımız ve bazılarımızın burada doğduğu Hollanda’ya aidiyetten söz edilemeyeceğinden dem vurmakta. Aslında ait olmaktan duyulan korkunun apaçık görüldüğü yazısından bazı cümleler şöyle: “Hollanda`daki insanımızın bu ülke için de aidiyet denilebilecek kadar bir bağ beslediği kanaatinde değilim. Hollanda ile bırak müslüman bir ulkeyi Fransa bile maç yapsa, Fransa’nın yenmesini isteriz. Bahsettiğin sonucu çıkarmak için biraz erken“.

Burhanettin Carlak’a göre henüz aidiyet duymadığımız ancak nimetlerinden de depe depe faydalandığımız Hollanda’da yaşam şartları ve standartları üzerine geçen hafta açıklanan bir araştırma sonuçları oldukca ilginç.

Hollanda Sosyal Kültürel Planlama bürosu tarafından açıklanan rapora göre halk hükümete rağmen hayatından memnun. Her iki yılda bir yayınlanan raporda halkın napzı ölçülmekte ve bu yönde devlet tarafından tedbirler alınmakta.

İki yıl öncesine göre Hollanda halkında hükümete olan güvende bir düşme görülürken, genel anlamda insanların evleri içinde kendilerini güvenli hissettikleri ancak dışarıda, sokakta aynı güveni duymadıkları belirtilmekte. Zaten güven geçtiğimiz seçimlerde seçim malzemesi yapılmıştı. Gerçi ben göçmen bir grubun bireyi olarak ne dün ne de bugün sokakta güvensizlik diye bir duygu yaşamamaktayım. Güvensizlik insanların yaşadıkları, karşılaştıkları olaylarla ilgili olsa gerek.

Rapora göre halktaki bu güvensizlik özellikle 11 Eylül olayları vegeçen yıl öldürülen Hollandalı ırkçı politikacı Pim Fortuijn olayından sonra daha da artmış.

Sokakta duyulan, hissedilen güvensizliğe karşın, 1990 – 2000 yılları arasında halkın önemli bir bölümü yani düşük gelirliler, yaşlılar, göçmenler, işsizler ve büyük kentlerde ikamet edenler bir çok açıdan ileriye gidip gelişme kaydetmişler.

Mesela konut problemi doksanlı yıllara göre daha iyileştirilmiş ve bir milyon ek konut yapılmıştır. Yüzde seksenaltı orana varan bir çoğunluta halk oturmakta oldukları evlerden memnun. Sosyal konutlarda ev bulabilmek 2000 yılında 1,9 iken bu oran 2001 yılında 2,6’ya yükselmiş Buna karşılık ev satın alma aynı yıllarda yüzde 43’ten yüzde 53’e yükselmiş. Ev satın alan grupta göçmenlerin de sayısı ciddi şekilde artmıştır.

İş bulma meselesinde ise özellikle kadınların ilerledikleri görülmekte. 1990-2002 yıllarında iş bulma yüzde 59’dan yüzde 68’e yükselirken, 2002’nin başlarında ciddi işsizlik baş göstermiştir. Araştırma bürosuna göre 55-64 yaş arasındakilerin önemli bir bölümü çalışmaktadır. Gelir oranları önümüzdeki zaman biriminde ortalama yüzde 1 düşecek.

Kriminalite halkı en çok rahatsız eden bir gelişme olmuştur. Hollanda halkının, 12 yaş ve yukarısı, yüzde 25’i (3,7 milyon) 2002 yılında he hangi bir sebeple kriminaliteyle karşı karşıya kalmışlar. Bu gelişme Hollanda politikacıları, düşünürleri ve politika geliştiriciler arasında uzun bir müddet tartışılmıştır. Yeni norm ve değerlerin tesbit edilmesi, sorumluluk, kalite ve ahlak’ın geliştirilmesi üzerinde durulmuştur. İnsanların manevi yönden zayıfladıkları, manevi ve moral eğitimin aktüelleştirilmesi gündeme gelmiştir.

Araştırmaya göre ülkede her yıl daha fazla araba satın alınmakta. 1990 yılından itibaren nüfüs artışı gibi araba sayısı artmış ve ortalama bir milyon daha fazla araba alınmıştır. Bin aileden ya da ikamet edenin dört yüzünün arabası bulunmakta. Bu oran Avrupa Birliği’nde Luxemburg’da bin kişide altıyüze ulaşmaktadır. Yollarda oluşan kuyruklara rağmen araba bisiklet, tiren ve otobüslerden daha fazla tercih edilmekte.

Hollanda ikamet eden her beş kişiden dördü kendisini sağlıklı hissetmekte. Buna rağmen sağlık sektöründeki uzun bekleyiş ve halkın şikayetleri Hollanda sağlık hizmetinin önemli problemleri arasında gelmektedir.

2003 Hollanda Sosyal Devleti adı altında yayınlanan sözkonusu rapor toplumun aktüel problemlerini, düşünüşlerini, duruşunu ölçmekte ve idarecilere yapılacaklar hakkında bir fikir vermektedir.

Sosyal devletin görevlerinden biri de bireyi rahat ve huzurlu kılmak olduğuna göre, yukarıda sayılan sektörlerdeki olumlu gelişmeler, önemli oranda insanın bir işe sahip olması, her evde bir ya da iki araba bulunması, düzenli sağlık kontrolü, yeterli konut, evde ve sokakta insanların kendilerini güven içinde hissetmeleri, sağlıklı beslenme kalkınmış, gelişmiş ülkenin nimetleridir.

Bu nimetleri bir kez tadan, konforu, rahatı, gören hangi insan etkilenmez ki? Aidiyet duymasa da.

Sosyal devletin bu nimetlerinden yararlanmak isteyen ancak çok çeşitli sebepler yüzünden faydalanamayan sayısız insanı düşünerek, içinde bulunduğumuz şartları en iyi şekilde değerlendirmek ve insan olarak, birey olarak ve dahi soyal devletin bir bireyi olarak toplumsal ve global sorumluluğumuzu asla unutmadan ve bunun hakkını vererek, gaflete düşmeden yaşamak dileğiyle.

Eylül 2003

Tartışmalar Bizi Korkutmamalı Aksine Cesaretlendirmeli

Dünyanın birçok merkezinde serbest pazar ekonomisi ve globalleşmenin getirdiği artı ve eksiler tartışılırken, Hollanda’da da mono kültür eksenli bir toplumun oluşturulması tartışılmaktadır. Aslında bu, tartışmadan ziyade yetkililer tarafından yapılan bir dayatmadır. Azınlıklar ve Entegrasyon Bakanı Bayan Verdonk’un bu konudaki söylemi oldukça ilginçtir: “Farklılıkların beslenmesine son verilecektir. Bunun yerine toplumsallığı, yani bu ülkenin insanlarını birbirine bağlayan değerleri ön plâna çıkartacağım. Bunlar ise bizim dilimiz, temel değerlerimiz ve herkese zorunlu gördüğümüz normlardır”. Hem temel değerler hem de herkese zorunlu görülen normlar tartışılabilir sübjektif kavramlardır. Bu konuda Hollanda genelinde de bir uzlaşma var mıdır? Bilemiyorum.

Bakanın bu açıklaması tartışmalara hız katarken, geçtiğimiz hafta sonu Utrecht’te yapılan Hıristiyan Demokratlar “CDA” kongresinde Başbakan Balkenende de, Azınlıklar ve Uyum Bakanının görüşlerini tamamlarcasına bir konuşma yaptı. Balkenende, CDA’nın yıllar önce savunduğu göçmenler politikasının tam tersine “Müslümanların kurumlaşarak uyum sağlamaları”nın mümkün olamayacağını iddia etti. Dolayısıyla kurumlaşma sürecinde ortaya çıkan İslâmî ya da göçmen kurumların entegrasyonu engellediğini savundu. Daha da ileri giderek, İslâmî okulların ve kurumların, mevcut şartlarıyla “geri kalmışlığın bir hapishanesi” olacağını belirtti.

Oysa, yıllar önce aynı partinin başkanı ve ülkenin Başbakanı Ruud Lubber ise, bu iddianın tam tersini savunuyordu. Tıpkı Katoliklerin geçtiğimiz yüzyılda geri kalmışlıklarını kendi oluşturdukları kurumlarla bertaraf etmeleri gibi, Müslümanların geri kalmışlıklarının da giderileceğini savunmuştu.

Şimdi ne oldu da işler birden tam tersine dönüverdi?

Başbakan Balkenende bu görüşünü şu iki örnekle açıklamaktadır: Zamanında Katoliklerin oluşturmuş oldukları kurumlaşmada farklı sosyal sınıflar temsil edilmekteydi. Bir sınıf hakim değildi kurumlara. Müslümanlarda ise, bu farklılık görülmemekte. İslâmî kurumlarda genellikle alt sosyal sınıf temsil edilmekte. Çeşitlilik görülmemekte.

İkinci örnekte ise, Balkenende, İslâmî kurumların etnik yapıya göre dizayn edildiklerini, bunun ise Müslüman göçmenlerin gelmiş oldukları ülkelere daha etkin bir şekilde bağlanmalarını beraberinde getirdiğini söylemekte. Böyle bir kurumlaşma ise, “Geri kalmışlığın hapishanesi”dir demekte Başbakan Balkenende.

Sayın Balkenende’nin tespitleri doğrudur. Hollanda’daki Müslümanların durumu geçmiş yüzyıldaki Katoliklerin durumu ile aynı değildir. Bizim sınıflarımız henüz oluşmuş ya da tam anlamıyla belirgin değil. Durumun böyle olması kurumlaşmanın oluşmasını engellemez. Kalite ve kapasite ile mevcut durum güçlendirilir, zenginleştirilir. Bu görev önemli ölçüde göçmenlerin kendi görevleri olsa da, kısmen devletin de görevidir. Orta sınıfın oluşmadığını ya da farklı meslek birimlerinin, değişik kuşakların İslâmî kurumlaşmada temsil edilmediğini söylemek sadece bir durum tespitinde bulunmaktır; bir çözüm önerisi değildir.

Diğer taraftan, göçmenlerin gelmiş oldukları ülkelerle ilişkilerinin bahane edilmesi ve bu ilişkilerin “kurumlaşmanın hapishanesi” olarak görülmesi yorumuna katılmak mümkün değil. Teknolojinin ayyuka çıktığı bir zaman biriminde insanların kökleriyle ilişkilerinin kesilmesi mümkün olur mu?

Hükümetin tasarruf tedbirleri çerçevesinde anadil eğitiminin kaldırılmasından tutun da, ana dilde yayının kaldırılması, kültürel kimliklerin bir kenara konulması ya da yaşatılmaması gibi görüşleri yarınlarda Hollanda’da farklı tartışmalara gebedir.

Homojen bir toplum oluşturmak mümkün olabilir mi? Dünyanın her yerinde etnik kimliklerin tanınması, farklı kültürel değerlerin yaşatılması -en azından bu özgürlüklerin verilmesi- için mücadele edilirken, bizim Hollanda’da mono-kültür projesini gerçekleştirmemiz abesle iştigal olmaz mı?

Bütün bu tartışmalardan, açıklamalardan da anlaşılıyor ki Hollanda, artık o eskiden övünülen, dünyada pek fazla örneği kalmamış, çok kültürlü toplum yapısını terk etmek istiyor. Ve bu görüş, sanki mevcut hükümetin entegrasyon politikasıymış gibi lanse edilmektedir.

Bu görüş, göçmenler arasında entegrasyon yerine asimilasyon politikasının uygulanmak istenmesi olarak algılanıyor. Bu ise, kabul edilir bir yorum ve politika olamaz.

Hollanda’da işlerin iyi gitmemesinin faturası ellerinde güç ve sorumluluk olmayan göçmenlere çıkarılabilir mi?

Daha dün bu ülkede güvensizlik tartışılıyordu. Daha dün, bu ülkede vandalizm ve kaybolan ahlâk tartışılıyordu. Saygının, sevginin ilkokullarda daha belirgin bir şekilde verilmesi isteniyordu büyük çoğunluk tarafından. Bütün bunlar ne çabuk unutuldu.

Hemen hemen toplumun tüm katmanlarında tartışılan ve zaman zaman dozu kaçırılan entegrasyon ya da asimilasyon konusu, ülkede yaşayan biz etnik grup bireylerini korkutmamalıdır.

Bu tür tartışmalar, toplumsal sorumluluğun bilincinde olan göçmen bireylerin, gelişen olayları daha farklı bir boyuttan inceleme, analiz etme, yorumlama ve gelişmeleri kavrama fırsatı vermelidir.

Tartışmalara bir de bu yönden bakmalıyız.

Kasım 2003
₺72,05

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
ISBN:
978-605-5988-32-6
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre