Kitabı oku: «Üç Silahşörler», sayfa 5
“Bizden önce davranmış.” dedi Treville. “Beyler, ben bu gece Kral’ı görmeye gideceğim. Siz ise sakın bunu yapmaya kalkmayın.”
Fazlasıyla mantıklı bu tavsiye, Kral’ı çok iyi bilen bir adamdan geliyordu ve dört genç adam herhangi bir itirazda bulunmadılar. Treville eve dönmelerini ve haber beklemelerini tavsiye etti.
Konağına dönen Treville, şikâyet eden ilk kişi olmanın iyi olacağını düşündü. Hizmetçilerinden biri ile Mösyö de la Tremouille’a yolladığı mektupta Kardinal muhafızlarını evinden çıkarmasını ve adamlarını ortaya çıkan tatsız durum için azarlamasını rica etti. Ne var ki Bernajoux’nun akrabası olduğunu bildiğimiz seyisi tarafından çoktan aklı çelinen Mösyö de la Tremouille ne Treville’in ne de silahşorlerinin şikâyette bulunmaya hakkı olmadığını, konağını yakma niyetinde bulunanların silahşor taraftarlarından dolayı kendisinin şikâyetçi olması gerektiği cevabını verdi. Bu iki soylu arasındaki tartışmanın uzaması ve her birinin kendi kanaatinde daha ısrarcı olması söz konusu olabilirdi. Ne var ki Treville bu durumu sessizce çözecek bir çare buldu. Mösyö de la Tremouille’ı kendisi ziyaret edecekti.
Böylece derhâl konağa gitti ve geldiğinin söylenmesini istedi.
İki asil birbirlerini nazikçe selamladılar. Her ne kadar dost olmasalar da aralarında en azından saygı vardı. İki adam da cesur ve onurluydu. Tremouille protestandı ve Kral’ı çok az görürdü. Herhangi bir taraf tutmadığından dolayı da ikili ilişkilerinde ön yargılı olmazdı. Yine de bu seferki kabulünde kibar olsa da her zamankinden daha soğuktu.
“Beyefendi!” dedi Mösyö de Treville, “Öyle sanıyorum ki ikimizin de şikâyetçi olmak için sebepleri var. Bu hadiseyi netliğe kavuşturmak için geldim.”
“Buna bir itirazım yok,” diye cevap verdi Mösyö de la Tremouille. “Ancak bu konu hakkında iyi malumat sahibi olduğum için sizi uyarmak isterim. Kabahat sizin silahşorlerinizde.”
“Siz birazdan yapacağım teklifi kabul etmemek için fazla adil ve mantıklı bir adamsınız mösyö.” dedi Treville.
“Buyrun beyefendi. Dinliyorum.”
“Seyisinizin akrabası Mösyö Bernajoux nasıllar?”
“Durumu pek ciddi gerçekten. Koluna aldığı darbeye ilaveten bir de ciğerlerinden vurulmuş. Doktor iyi şeyler söylemiyor.”
“Peki kendinde mi?”
“Evet.”
“Konuşuyor mu?”
“Güçlükle de olsa konuşabiliyor.”
“Hadi gidip onu görelim beyefendi. Ondan, belki de huzuruna çıkacağı Tanrı adına doğruyu söylemesini isteyelim. Bu konuda onun hükmünü kabul edip söyleyeceklerine inanacağım efendim.”
Bir an için düşünen Mösyö de la Tremouille, daha makul bir karşı teklif bulamadığı için kabul etti.
İki adam, yaralının bulunduğu odaya indiler. İki soylunun kendisini görmeye geldiğini gören Bernajoux yerinden doğrulmaya çalışsa da çok bitkin olduğundan neredeyse baygın vaziyette tekrar düşüverdi.
Mösyö de la Tremouille’ın kendisine birtakım esanslar koklatmasının akabinde yeniden canlandı. Treville adamı etki altında bırakmak istemediğinden sorgulamayı Tremouille’ın yapmasını istedi.
Sorgulama tıpkı Treville’in öngördüğü şekilde sonuçlandı. Ölüm ile yaşam arasında mücadele veren Bernajoux hiçbir şey saklamadan olduğu gibi anlattı her şeyi.
Bu Treville’in istediği bir gelişmeydi. Bernajoux’a acil şifalar diledikten sonra konağına döndü ve dört arkadaşına yemekte kendisine katılmaları için haber yolladı.
Treville, Kardinal karşıtı dostlarını çok iyi ağırladı. Tahmin edileceği üzere yemekte konuşulan konu Kardinal hazretlerinin tecrübe ettiği iki mağlubiyetti. Bu iki kavganın da kahramanı olan Dartanyan bol bol tebrik edildi. Böylesine tebriklere alışkın üç silahşor övgü sırasını genç dostlarına bırakmıştı.
Saat altıya doğru Treville, Louvre’a gitme zamanının geldiğini söyledi. Majestelerinin verdiği randevu saati geçmiş olduğundan arka merdivenlerden girmek yerine giriş salonunda oturdular. Kral avdan dönmemişti. Majestelerinin geldiği anonsu yapıldığında dört adam saraylılardan oluşan bir kalabalığın arasında yarım saattir oturmaktaydı.
Bu anonsu işiten Dartanyan iliklerine kadar titrediğini hissetti. Gelecek dakikalar hayatının geri kalanını belirleyecekti muhtemelen. Bu sebepten Kral’ın girmek üzere olduğu kapıya acı içinde bakakaldı.
13. Louis hızlı yürüyordu. Üzerindeki avcı kıyafeti toz içindeydi ve iri botlar giymekteydi. Elinde de bir kırbaç vardı. Dartanyan, ilk bakışta Kral’ın kızgın olduğunu anladı. Bu durum, saraylıların Kral’ın geçiş yoluna dizilmelerine engel olmadı. Kraliyet salonlarında öfkeli görünmek hiç görünmemekten daha iyidir. Üç silahşor ileri doğru adım atmakta tereddüt etmedi. Fakat Dartanyan onların arkasına saklanmayı tercih etti. Athos, Porthos ve Aramis’i şahsen tanıyan Kral, onlarla konuşmadan hatta onlara bakmadan yanlarından geçti. Âdeta onları tanımıyor gibiydi. Treville’e gelince, Kral’ın gözleriyle karşılaştığında öylesine sarsılmaz bakışlarla baktı ki başını çevirmek zorunda kalan majesteleri oldu. Daha sonra Kral, homurdanarak odasına geçti.
“Durum vahim.” dedi Athos gülümseyerek. “Bu kez de şövalye yapılmayacağız.” dedi.
“Burada on dakika bekleyin.” dedi Treville. “Bu süre sonunda beni göremezseniz otele dönün. Beni daha fazla beklemenize lüzum yok.”
Genç adamlar on dakika, on beş dakika, hatta yirmi dakika bekledikleri hâlde Treville dönmeyince durumdan rahatsız bir vaziyette konağa döndüler.
Treville, Kral’ın odasına cesurca girdiğinde majestelerinin keyifsiz olduğunu gördü. Koltuğa oturan Kral, kırbacının sapıyla botlarına vurmaktaydı. Yine de soğukkanlılığını muhafaza eden Treville, majestelerinin sıhhatini sordu.
“Kötü beyefendi, kötü.” diye cevap verdi Kral. “Sıkıldım.”
Bu 13. Louis’nin kurduğu en kötü şikâyet cümlesiydi. Zaman zaman saraylılarından birini alıp pencere kenarına götürerek, “Hadi bugün sıkılalım mösyö.” dediği olurdu.
“Majesteleri nasıl yorgun? Bugün avcılık eğlencesine katılmadınız mı?”
“Gerçekten de eğlenceliydi mösyö. Yemin ederim her şey bozuluyor ve ben avların mı kokusuz olduğunu yoksa köpeklerin mi burnunun olmadığını anlayamıyorum. Bir geyikle başladık ava. Tam altı saat boyunca onu kovaladık. Onu yakalamak üzereyken av köpekleri farklı bir koku almaya başladı ve iki yaşında bir geyiğin peşine düştü. Kuş avını bıraktığım gibi bırakmak zorunda kalacağım bunu. Ah ben nasıl da talihsiz bir kralım öyle Mösyö de Treville… Bir tane akdoğanım vardı o da evvelsi gün öldü.”
“Hayal kırıklığınızı çok iyi anlıyorum efendim. Bu gerçekten de büyük bir talihsizlik. Yine de hatırı sayılır miktarda doğanınız, atmacanız var bence.”
“Fakat bir tane bile onları yetiştirecek adam yok. Doğanların sayısı azalıyor. Asil avcılık sanatını benim kadar iyi bilen ikinci bir kimse tanımıyorum. Benden sonra yok olacak avcılık. İnsanlar kapanlarla ve tuzaklarla avlanmaya başlayacak. Keşke öğrenci eğitebilecek kadar zamanım olsaydı. Ama Kardinal her zaman yakınımda ve bir an dahi rahat bırakmıyor. Hep İspanya, Avusturya ve İngiltere hakkında konuşuyor. Kardinal demişken size gücendiğimi söylemek isterim Mösyö de Treville.”
Bu Treville’in yakalamak istediği bir fırsattı. Eskiden beri tanıdığı Kral’ın yaptığı bütün şikâyetlerin kendisini şevklendirmek için sarf ettiği giriş cümleleri olduğunu biliyordu. Nihayet sadede gelmişti.
“Peki sizin canınızı sıkmak talihsizliğini yaşamak için ne yaptım majesteleri?” diye soran Treville şaşkın taklidi yapıyordu.
“İşinizi böyle mi yapıyorsunuz beyefendi?” diye devam etti Kral, Treville’in sorusuna doğrudan cevap vermeyerek. “Sizi, silahşorleriniz bir adama suikast düzenlesinler, bütün bir mahalleyi ayağa kaldırsınlar ve Paris’i yakmaya kalksınlar diye mi bu göreve getirdim? Ama yine de…” diye devam etti Kral. “Sizi suçlamakta acele ediyorum. İsyancıların hapsedildiğine şüphe yok. Adaletin yerini bulduğunu söylemek için geldiniz yanıma.”
“Efendim!” dedi Treville sakince. “Tam tersine sizden adalet dilemeye geldim.”
“Kime karşı adalet?” diye bağırdı Kral.
“İftiracılara karşı.”
“Ah! Bu da yeni çıktı. Yani şimdi sizin üç silahşorünüz ile Bearnlü delikanlı muhtemelen şu an ölmüş bulunan zavallı Bernajoux’a saldırmadı mı? Adamlarınız Mösyö de la Tremouille’ın konağını kuşatıp yakma tehdidinde bulunmadı mı? Savaş zamanında Hügenotlara yataklık eden bu yeri ortadan kaldırmak kötü bir şey olmazdı belki ama barış zamanında korkunç bir şey bu. Söyleyin bakalım bütün bunları inkâr edecek misiniz?”
“Size bu güzel hikâyeyi kim anlattı efendim?”
“Bana bu güzel hikâyeyi kim mi anlattı? Kim olacak ben uyurken etrafı gözeten, ben eğlenirken çalışan, ülke işlerini burada ve yurt dışında halleden kişi.”
“Majesteleri Tanrı’dan bahsediyor galiba. Ben Tanrı dışında kimsenin Kral’dan üstün olabileceğini düşünmüyorum.”
“Hayır beyefendi. Devlete destek olan yegâne hizmetkârım, yegâne dostum Kardinal’den bahsediyorum.”
“Kardinal, papa değildir efendim.”
“Ne demek istiyorsunuz beyefendi?”
“Hata yapmazlık yalnızca papaya özgü bir durumdur. Ve bu durum Kardinalleri kapsamaz.”
“Yani beni aldattığını mı söylüyorsun? Bana ihanet mi ediyor? O zaman onu itham ediyorsun demek ki. Hadi bakalım konuş o hâlde. Açık açık onu suçladığını ilan et.”
“Hayır efendim, o kendini aldatıyor. Kendisinin yanlış bilgilendirildiğini söylüyorum. Kardinal, Majestelerinin silahşorlerini suçlamada acele etti diyorum. Kendisi silahşorlere karşı adaletsiz ve bu bilgiyi sağlam kaynaklardan edinmemiş.”
“Bu suçlama Mösyö de la Tremouille’ın ta kendisinden geliyor. Buna ne diyeceksin?”
“Şöyle diyebilirim ki efendim dük, tarafsız bir tanık olmak için konuyla fazla ilgilendi. Bunun da ötesinde dükün soylu bir beyefendi olduğunu biliyorum ve konu ile ilgili olarak kendisine müracaat ederim. Ancak bir şartım var efendim.”
“Nedir?”
“Majesteleri onu buraya getirtip kendisi sorgulayacak. Tanık olmadan, baş başa. Ben de dükle konuştuktan sonra siz majesteleri ile görüşeceğim.”
“O zaman Mösyö de la Tremouille’ın söyleyeceklerine bağlısınız demektir.”
“Evet efendim.”
“Peki onun vereceği hükmü kabul edecek misiniz?”
“Kesinlikle!”
“Onun teklif edeceği tazminatı kabul edecek misiniz?”
“Mutlaka!”
“La Chesnaye!” dedi Kral. “La Chesnaye!”
13. Louis’in kapıdan ayrılmayan güvenilir uşağı cevap vermek üzere içeri girdi.
“La Chesnaye!” dedi Kral. “Derhâl birini Mösyö de la Tremouille’a yolla ve onunla bu akşam konuşmak istediğimi bildir.”
“Mösyö de la Tremouille ile görüştükten sonra araya kimseyi dâhil etmeden benimle görüşeceğinize söz veriyor musunuz?”
“Söz veriyorum.”
“O zaman yarın görüşür müyüz efendim?”
“Görüşürüz beyefendi.”
“Majesteleri saat kaçta görüşmeyi uygun bulur?”
“İstediğiniz zaman.”
“Ama erken gelirsem majestelerini uyandırmaktan korkarım.”
“Uyandır beni. Uyuyacağımı mı sanıyorsun? Ben artık uyumuyorum beyefendi. Bazen rüya görüyorum hepsi bu. İstediğiniz kadar erken gelebilirsiniz. Ama silahşorleriniz ve siz suçlu çıkabilirsiniz. Dikkat edin.”
“Eğer silahşorlerim suçluysa efendim sizin ellerinizde olacaklar. İstediğinizi yaparsınız o zaman. Majestelerinin başka bir isteği var mı? Lütfen söyleyin, itaat etmeye hazırım.”
“Hayır beyefendi, hayır. Bana boşuna Adil Louis demiyorlar. Yarın görüşürüz beyefendi, yarın.”
“O zamana kadar, Tanrı majestelerini korusun.”
Kral ne kadar kötü uyuduysa Treville daha da kötü uyudu. Üç silahşorüne ve arkadaşlarına sabah saat altı buçukta kendisine katılmalarını emretti. Onlara herhangi bir vaatte bulunmadı ya da onları cesaretlendirmedi. Onların da kendisinin de talihinin bir bilinmeze bağlı olduğunu açıkladı. Arka merdivenlere vardıklarında onlara beklemelerini söyledi. Eğer Kral hâlâ öfkeliyse görünmeden çıkabilirlerdi. Eğer Kral onlardan razıysa çağırıldıkları anda gelebilirlerdi.
Treville, Kral’ın giriş salonuna vardığında La Chesnaye’ye, Mösyö de la Tremouille’ı dün gece konağında bulamadıklarını ve dükün Kral’la görüşmeye daha yeni başladığını söyledi.
Bu durum Treville’in pek hoşuna gitti. Çünkü Mösyö de la Tremouille ile kendi görüşmesi arasında kimse ile konuşamayacaktı Kral.
On dakika geçti geçmedi Kral’ın odasının kapısı açıldı ve Mösyö de la Tremouille dışarı çıktı. Dük, doğrudan Treville’in yanına geldi ve, “Mösyö de Treville! Kral dünkü olay ile ilgili olarak beni çağırttı. Ben de ona gerçeği, suçun benim adamlarımda olduğunu, sizden özür dilemeye hazır olduğumu söyledim. Mademki sizinle karşılaşma şansına eriştim, lütfen özrümü kabul edin ve beni bir dostunuz Sayın.”
“Mösyö de la Tremouille!” dedi Treville. “Sizin adaletinizden öylesine emindim ki majestelerine sizden başka hiçbir tanık sunmadım. Yanılmadığıma sevindim. Fransa’da hakkında hâlâ bu şekilde konuşulabilecek gibi bir adam olduğu için size teşekkür etmem gerek.”
“Ne güzel dediniz öyle!” diye bağırdı bu konuşmaya şahit olan Kral. “Ona madem sizin arkadaşınız olmak istiyor beni de arkadaşı kabul etmesini arzu ettiğimi söyleyin Mösyö de Treville. Onu neredeyse üç yıldır görmedim ve özellikle çağırtmazsam göremiyorum. Ona bunları söyleyin. Böyle şeyleri bir Kral kendi adına söyleyemez.”
“Teşekkürler efendim, teşekkürler.” dedi dük. “Majestelerini temin ederim ki -sizi tenzih ederim Mösyö de Treville – size en sadık olanlar sizi günün her vakti görenler değildir.”
“A! Dediğimi duydunuz mu dük? Ne güzel, ne güzel.” dedi kapıya yaklaşan Kral. “İşte buradasınız Treville. Silahşorleriniz nerede? Evvelsi gün onları da getirmenizi söylemiştim. Neden getirmediniz?”
“Hepsi aşağıdalar efendim. İzin verirseniz La Chesnaye gelmelerini söylesin.”
“Evet, hemen gelsinler. Saat neredeyse sekiz oldu. Dokuzda bir ziyaretçim var. Hoşça kalın dük. Sık sık gelin. Buyrun Mösyö de Treville.”
Dük selam vererek oradan ayrıldı. La Chesnaye’nin eşlik ettiği silahşorler ve Dartanyan merdivenlerin başındaydı.
“İçeri girin yiğitlerim.” dedi Kral. “İçeri girin. Sizi azarlayacağım.”
Silahşorler eğilerek içeri girdi. Dartanyan onları takip ediyordu.
“Hayret bir şey!” diye devam etti Kral. “İki gün içinde Kardinal’in yedi adamını alt etti bu dört kişi. Bu çok fazla beyler. Çok fazla! Böyle devam ederseniz Kardinal’in bütün kuvvetlerini üç hafta içinde yenilemem gerekecek. Ben de daha sert buyruklar çıkaracağım. Arada bir olsa bir şey demem ama iki günde yedi kişi, dediğim gibi, çok fazla. Çok çok fazla!”
“Bu sebepten efendim buraya pişman bir vaziyette sizden özür dilemeye geldiler.”
“Gerçekten de pişmanlar hani!” dedi Kral. “Bu riyakâr suratlara güvenmiyorum. Özellikle de şu Gaskonluya. Buraya gelin mösyö.”
Kendisine hitap edildiğini anlayan Dartanyan zavallı bir vaziyette yaklaştı.
“Neden onun genç bir adam olduğunu söylediniz? Bu bir çocuk Treville, sadece bir çocuk! Jussac’a o şiddetli darbeyi o mu vurdu yani?”
“Bernajoux’a iki darbeyi vuran da o. Ta kendisi.”
“Gerçekten mi!”
“Eğer ki beni Cahusac’ın elinden kurtarmasaydı karşınızda saygıyla eğilme onuruna erişemezdim majesteleri.” dedi Athos.
“Babam olsa ‘Bu Bearnlü tam bir şeytan!’ derdi Mösyö de Treville. Bu şekilde çalışan birinin çok ceketi parçalanmış, çok kılıcı kırılmıştır. Gasconlular her zaman fakir olurlar, değil mi?”
“Efendim diyebilirim ki şimdiye kadar dağlarında altın buldukları vaki değil. Her ne kadar babanızı destekledikleri için Tanrı’nın onlara böylesi bir mucize borçlu olduğunu düşünsem de.”
“Ben de babamın oğlu olduğuma göre Gaskonlular beni Kral yapmışlar demektir. Öyle mi Treville? Pekâlâ, buna ‘Hayır.’ demem. La Chesnaye git ve ceplerimi karıştır bakalım. Kırk altınım olması lazım. Onları getir bana. Hadi şimdi elini vicdanını koy da anlat delikanlı. Nasıl oldu?”
Dartanyan, bir önceki gün yaşadıkları her şeyi ayrıntılarıyla anlattı.
“Pekâlâ.” dedi Kral. “Dük de olayı bu şekilde tarif etti. Zavallı Kardinal! Yedi günde iki adam… Hem de en iyileri… Fakat bu kadarı yeterli beyler. Ferou Caddesi’ndeki olayın intikamını fazlasıyla aldınız. Bu size yetmeli.”
“Eğer majesteleri için yeterliyse. Bizim için de yeterli.” dedi Treville.
“Ah! Evet yeterli.” dedi Kral, La Chesnaye’nin getirdiği bir avuç altını delikanlının eline koyarken.
“İşte memnuniyetimin delili.” dedi.
O dönemde gurur ile ilgili fikirler şimdikinden farklıydı. Kral’ın elinden para alan bir delikanlı en ufak bir mahcubiyet yaşamıyordu. Dartanyan tereddütsüz bir şekilde parayı cebine koyarken majestelerine teşekkür etti.
Saate bakan Kral, “Evet saat sekiz buçuk oldu. Çekilebilirsiniz. Dediğim gibi dokuzda beklediğim biri var. Sadakatiniz için teşekkürler beyler. Size güvenmeye devam edebilirim değil mi?”
“Ah efendim!” dedi dört arkadaş bir ağızdan, “Sizin için gerekirse parçalara bölünürüz.”
“Tamam, tamam. Ama yine de tek parça kalmaya bakın. Bu şekilde daha çok işime yararsınız.” diyen Kral dört savaşçı çekilirken şöyle dedi:
“Treville, silahşorler arasında yer olmadığından ve çıraklık dönemi kararı aldığımızdan bu delikanlıyı kayınbiraderiniz Mösyö Dessessart’ın birliğine yerleştirin. Aman aman… Kardinal’in suratının hâli beni şimdiden mutlu ediyor. Öfkeden kuduracak ama umrumda değil. Ben doğru olan şeyi yapıyorum.”
Kral, yanından ayrılarak Kral’ın Dartanyan’a verdiği parayı paylaşan silahşorlere katılan Treville’e el salladı.
Kardinal, Kral’ın dediği gibi öfkeden çılgına dönmüştü. O kadar ki sekiz gün boyunca Kral’ın oyun masasına dâhil olmadı. Yine de Kral onunla karşılaştığında nezaketli bir hâlde, “Peki Kardinal sizin zavallı Jussac ve zavallı Bernajoux’un sıhhati nasıl?” diye sormaya devam etti.
7
Silahşorlerin Hayatları
Louvre’dan ayrılan Dartanyan, arkadaşlarına paranın kendi payına düşen kısmını nasıl değerlendirmesi gerektiğini sordu. Athos ona güzel bir yemek yemesini, Porthos uşak bulmasını, Aramis ise uygun bir metres tutmasını tavsiye etti.
Yemek o gün yendi ve uşak masayı bekledi. Yemek Athos, Picardlı uşaksa Porthos tarafından tedarik edilmişti. Tournelle Köprüsü’nde suya tükürerek halkalar oluştururken Porthos bulmuştu onu.
Porthos, bu eylemin düşünce gücü gerektiren bir şey olduğunu bildiğinden başka bir tavsiyeye gerek duymadan onu işe aldı. Kendisi için çalışacağını düşündüğü beyefendinin asil havası ismi Planchet olan uşak için yeterli olmuştu. Ne var ki Porthos’un çoktan bir uşağı olduğunu ve iki hizmetçiye birden bakamayacağını bu yüzden Dartanyan’a hizmet etmesini söylemesi üzerine ufak bir hayal kırıklığı yaşadı. Daha sonra yemek sırasında efendisinin kendisine verdiği altınlar geleceğinin kurtulduğunu düşünmesine sebep oldu. Kalanlarıyla kendi açlığını doyurduğu yemek sonrasında da bu düşüncesini muhafaza etti.
Planchet’in olumlu düşünceleri akşam olup da efendisinin yatağını yaptığında dağıldı. Bir oda bir salondan oluşan dairede sadece bir yatak vardı. Kendisi salonda, Dartanyan’ın yatağından alınma bir yatak örtüsünün üzerinde uyumak zorunda kalmıştı.
Athos’un oldukça tuhaf bir şekilde eğittiği Grimaud isimli bir uşağı vardı. Sessiz bir beyefendiydi bu adam. Athos’tan bahsediyoruz ne de olsa. Yakın arkadaşları Porthos ve Aramis, birlikte geçirdikleri beş ya da altı sene boyunca onun sık sık gülümsediğini hatırlasalar da kahkaha attığına hiç şahit olmamışlardı.
Kısa ve net ifadelerle konuşurdu. Söyleyeceğini söyler daha fazlasına gerek duymazdı. Süslemeden, işlemeden konuşurdu.
Henüz 30 yaşında olan kişilikli ve zeki Athos’un metresi olduğuna dair hiç kimse bir şey işitmemişti. Kadınlardan hiç bahsetmese de başkalarının bahsetmesine mani olmazdı. Sert sözler ve insan düşmanı ifadelerle dâhil olduğu türden konuşmalardan hoşlanmadığı belliydi. Kendi hâlindeliği, sessizliği ve kabalığı onu neredeyse yaşlı bir adama dönüştürmüş gibiydi. Bu sebepten Grimaud’u basit bir el ya da dudak hareketi ile itaat ettirebilecek bir şekilde eğitmişti. Onunla olağanüstü durumlar hariç asla konuşmazdı.
Efendisinden ateşten korkar gibi korkan, yeteneklerine saygı duyan ve kendisine güçlü bir bağlılık hisseden Grimaud, bazen kendisine verilen emri çok iyi anladığını düşünüp istenen şeyin tam tersini yapardı. Böyle durumlarda omuz silken Athos, Grimaud’u döverdi. O günlerde çok az konuşurdu.
Porthos gördüğümüz gibi Athos’un tam tersiydi. Sadece çok değil gürültülü konuşurdu. Dinlenip dinlenmediğini umursamazdı. Sadece konuşmuş olmanın ve kendi konuşmasını dinliyor olmanın zevkine varmak için konuşurdu. Bilim dışında her konu hakkında konuşurdu. Bu konu hakkında konuşmamasının sebebi ise çocukken edindiği âlim nefretiydi. Athos gibi asil bir havası yoktu ve bu sebepten ilişkilerinin başlarında bu beyefendiye sık sık haksızlık eder, gösterişli giyimiyle ona üstün gelmeye çalışırdı. Ne var ki Athos, basit üniformasıyla dahi Porthos’u geride bırakabiliyordu. Porthos ise Treville’in salonunda ya da Louvre’ın muhafız odasında anlattığı aşk hikâyeleriyle teselli buluyordu. Hatta kendisine pek düşkün yabancı bir prensesten bahsederdi.
Eski bir deyiş der ki, “Uşak efendisine benzer.” Şimdi de Porthos’un uşağı Mousqueton’dan bahsedelim. Asıl ismi Boniface olan Mousqueton, aslen Normandiyalıydı. Efendisi ona daha etkileyici olduğunu düşündüğü “Mousqueton” adını vermişti. Porthos’un emrine giyinme ve barınma ihtiyaçlarının karşılanması için girmişti. Diğer ihtiyaçlarını karşılamak üzere günde iki saat başka bir işte çalışırdı. Porthos, kendisinin de pekâlâ uygun bulduğu bu durumu kabul etmişti. Maharetli bir terzi yardımıyla eski kıyafetlerinden yepyeni giysiler diktiriyordu. Böylece Mousqueton, efendisine çok güzel bir giyimle hizmet etmiş oluyordu.
Karakteri hakkında yeterince bilgi sunulan Aramis’in yardımcısının adı Bazin’di. Patronunun bir gün bir kilisede görev alacağı umudunu taşıdığıdan, din adamlarının uşakları gibi siyah giyinirdi. Berrichonlu bu adam otuz beş kırk yaşlarındaydı. Uysal, yumuşak biriydi. Boş zamanlarında din kitapları okur, gerektiğinde iki kişilik muhteşem yemekler hazırlardı. Sadakatinden şüphe edilmeyen Ba-zin, gerektiğinde kör, sağır ve dilsiz oluverirdi.
Uşaklarını yüzeysel bir şekilde de olsa anlattığımız silahşorlerin evlerinden bahsedebiliriz artık.
Athos, Lüksemburg yakınlarında, Ferou Caddesi’nde bir evde yaşardı. Hâlâ genç ve oldukça güzel olan ev sahibesinin boş yere hisli bakışlar attığı genç adamın iki odadan oluşan evi oldukça iyi döşenmişti. Gösterişsiz bu evin bazı köşelerinde görkemli bir geçmişe ait parçalar bulmak mümkündü. Örneğin, 1.Francis zamanlarına ait kabartma bir kılıç vardı. Değeri iki yüz altını bulan kabzası kıymetli taşlarla süslü bu kılıcı en zor anlarında dahi satmayı düşünmemişti Athos. Porthos’un uzun zamandır bu kılıçta gözü vardı ve ona sahip olabilmek için hayatından on yılını feda ederdi.
Günlerden bir gün, bir düşesle randevusu olan Porthos, bu kılıcı ödünç almak istedi. Bunun üzerine Athos, tek söz etmeden ceplerini boşalttı ve bütün mücevherleri ile altınlarını Porthos’a vermeyi teklif etti. Kılıcın ise yerine sabitlendiğini ve ancak sahibi evden ayrılırsa yerinden çıkacağını söyledi. Bir de 3. Henry zamanlarından kalma bir asili resmeden bir portre vardı. Bu portrenin Athos ile olan bazı benzerlikleri, resmedilen kişinin silahşorün atalarından biri olduğunu gösteriyordu.
Bütün bunların yanı sıra, kılıçta ve resimde bulunan armanın aynısını taşıyan altın bir kutu şöminenin üzerinde durmaktaydı. Athos, bu kutunun anahtarını her zaman yanında taşırdı. Kutuyu bir gün Porthos’un gözü önünde açtı. İçinde aşk mektubu ile aile evrakları vardı.
Porthos, Vieux-Colombie Caddesi’nde büyük ve ihtişamlı bir dairede yaşardı. Ne zaman buranın önünden bir arkadaşıyla geçse, “Burası benim mekânım!” derdi. Ne var ki kendisini evde bulmak mümkün değildi. Hiç kimseyi davet etmediği gösterişli dairesinin içinde ne tür bir zenginlik olduğunu ya da olmadığını takdir etmek mümkün değildi.
Aramis’in zemin katındaki evi, giyinme odası, yemek odası ve yatak odasından oluşmaktaydı. Komşuların bakışlarının tesir edemeyeceği bu ev, yeşil bir bahçeye açılıyordu.
Dartanyan’a gelince, onun nerede yaşadığını ve uşağının nasıl biri olduğunu zaten biliyoruz.
Entrika çevirme dehasına sahip herkes gibi doğuştan meraklı olan Dartanyan, Athos, Porthos ve Aramis’in (silahşorler takma adları sayesinde gerçek kimliklerini saklıyorlardı) kim olduğunu öğrenmek için fazlasıyla çabalıyordu. Özellikle de Athos, bir soylu görüntüsü veriyordu. Bu sebepten Athos ve Aramis hakkında bilgi almak için Porthos’a, Porthos hakkında bilgi almak için Aramis’e başvuruyordu.
Ne var ki Porthos sessiz dostu hakkında kendisinin söyledikleri dışında hiçbir malumata sahip değildi. Aşk hayatında ihanete uğradığı söylenen bu yürekli adamın hayatı bu sebepten zehir olmuştu. Ne var ki bu ihanetin ne olduğu konusunda hiç kimse bir şey bilmiyordu.
Diğer ikisi gibi asıl adı farklı olan Porthos’un yaşamı herkesçe bilinirdi. Kibirli ve patavatsız olan bu adamın içini görmek çok kolaydı. Dartanyan’ı araştırmasında yanıltacak tek şey, adamın kendi hakkında söylediği olumlu şeylere inanıyor olmasıydı.
Aramis’e gelince, her ne kadar kendisi hakkında hiçbir sır olmadığı görüntüsü verse de genç adam gizemlerle doluydu. Kendisi hakkında pek bilgi vermiyordu. Porthos’un prensesle olan ilişkisindeki başarısından bahsettiği bir gün Dartanyan ona aşk hayatıyla ilgili şu soruyu sormuştu:
“Peki, siz Sevgili Dostum, baroneslerden, konteslerden ve başkalarının prenseslerinden bahsediyorsunuz.”
“Tanrı aşkına! Onlardan bahsediyorum çünkü Porthos bahsetti. Fakat emin ol Mösyö Dartanyan eğer onları başkasından duymuş olsaydım ve bana sır olarak emanet edilmiş olsalardı ağzımı açmazdım.”
“Ah! Bundan şüphe etmiyorum.” dedi Dartanyan. “Ama gördüğüm kadarıyla sen de soylu armalarına pek aşinasın. Seni tanıma şerefine sayesinde sahip olduğum işlemeli mendil mesela.”
Bu kez sinirlenmeyen Aramis, mütevazi bir tavır takındı ve dostça bir ses tonuyla,
“Sevgili Dostum, kiliseye ait olma isteğimi unutma. Bütün dünyevi zevklerden kaçınıyorum. Gördüğün mendil bana ait değildi. Başka bir arkadaşım evimde unutmuştu. Onun ve sevdiği hanımefendinin adını lekelememek için almak zorunda kaldım. Bana gelince ne metresim ne de bir metrese sahip olma arzum var. Aklı başında dostum Athos’un izinden gidiyorum. Onun ne kadar sevgilisi varsa benim de o kadar var.”
“Ne alakası var ama! Sen papaz değil silahşorsün!”
“Geçici bir süre için dostum. Kardinalin dediği gibi, kendi isteğim dışında silahşorüm ama kalbimde bir papazım. Buna inan. Beni bu yola oyalanmam için Athos ve Porthos soktu. Tam din adamı olmak üzereyken bir sorun yaşadım ama bu senin ilgini çekmez, değerli vaktini almak istemem.”
“Kesinlikle hayır. Bu beni çok ilgilendiriyor!” dedi Dartanyan. “Ayrıca şu anda yapacağım hiçbir şey yok.”
“Evet, ama benim okumam gereken dua kitabım var.” diye cevap verdi Aramis. “Sonra Madame de Aiguillon’un rica ettiği şeyleri yazmam gerek. Sonra St. Honore Caddesi’nden Madame de Chev-reuse için ruj alacağım. Görüyorsun Sevgili Dostum, senin vaktin olsa bile benim yok.”
Elini içtenlikle arkadaşına uzatan Aramis oradan ayrıldı.
Dartanyan bütün çabalarına rağmen yeni arkadaşlarıyla ilgili daha fazla şey öğrenememişti. Gelecekte daha fazla şey bilmek umuduyla onlar ile ilgili anlatılanlara inanma kararı aldı. Üç silahşorlere kahraman gözüyle bakıyordu.
Hayat, bu dört arkadaş için yeterince eğlenceliydi. Maalesef sürekli kumar oynayan Athos, kendisine borç vermeye dünden razı olsalar da arkadaşlarından bir kuruş borç almamıştı. Olur da birine borçlanırsa ertesi sabah saat altıda borcunu ödemek üzere alacaklıyı uyandırıyordu.
Kazandığı zamanlarda küstah ve kibirli olan Porthos, kaybettiğinde günlerce ortadan kaybolup solgun bir yüzle zayıflamış bir hâlde geri dönüyordu. Parası yeniden cüzdanındaydı bir şekilde.
Aramis ise asla oynamazdı. Hatta canlılığı en az olan silahşorün o olduğu söylenebilirdi. Her zaman yapacak başka bir işi olurdu. Şarabın keyiflendirdiği masadan, yemeğin ortasında kalktığı olurdu. Bazen ilmî yazılar yazmak üzere evine döner, arkadaşlarına kendisini rahatsız etmemelerini söylerdi.
Bunun üzerine Athos, çekici ve hüzünlü bir şekilde gülümser, Porthos ise Aramis’in ancak bir köy papazı olabileceğine yemin ederdi.
Parasını alan Dartanyan’ın uşağı Planchet hayatından memnun gibiydi. Her ay kendi evine dönmek üzere ayrılsa da geri döndüğünde efendisini arkadaşça karşılıyordu. Ne var ki Kral’ın verdiği paralar azalınca can sıkıcı terslikler yaşanmaya başladı. Athos’un mide bulandırıcı olduğunu düşündüğü, Porthos’un kaba bulduğu, Aramis’in ise “Saçma!” olarak nitelendirdiği şikâyetler başladı. Athos onu kovmasını, Porthos kovmadan önce sağlam bir dayak atmasını Aramis ise bir efendinin böyle şeyler duymaması gerektiğini söyledi.
“Sizin için böyle söylemek kolay.” dedi Dartanyan. “Siz Athos, konuşmayı yasakladığınız Grimaud ile dilsiz misali bir yaşam sürüyor, kötü konuşmalar yapmıyorsunuz. Siz Porthos, uşağınız için âdeta bir Tanrı’sınız. Sürekli dinî çalışmalarla meşgul siz Aramis ise yumuşak dindar Bazin’e ilham veriyorsunuz ve onun saygısını kazanıyorsunuz. Fakat ben parasız biri olarak bir silahşor değilim, muhafız bile değilim. Hâl böyleyken uşağımın beni sevmesini, saymasını ya da benden korkmasını sağlayacak ne yapabilirim?”
“Bu ciddi bir durum.” diye cevap verdi üç arkadaş. “Bu bir aile meselesi. Eğer uşağının kalmasını istiyorsan demir yumruğunu hissettirmelisin. Bunun üzerine düşün bakalım.”
Durum üzerine düşünen Dartanyan onu geçici olmak üzere dövme kararı verdi. Bunu da olağan titizliğiyle yaptı. Dayak attıktan sonra ona kendi hizmetinden ayrılmasını yasakladı. “Çünkü, gelecek mutlaka her şeyi düzeltecek ve ben iyi zamanları bekliyorum. Bu sebepten istikbalin benimle kalmana bağlı ve ben bu şansı kaçırmana müsaade etmeyecek kadar iyi bir efendiyim.” dedi.
Bu durum, silahşorlerin Dartanyan’a olan saygısını arttırdı. Planchet de aynı şekilde ona hayranlık duymaya başladı ve ayrılmak ile ilgili hiçbir şey söylemedi bir daha.
Dört arkadaş kardeş gibi olmaya başladılar. Yabancı bir yere geldiğinden kendine ait alışkanlıkları henüz oturtmayan Dartanyan, arkadaşlarının rutinine dâhil oldu.
Kışları sekiz, yazları altıda uyanarak Treville’in yanına gider, gerekli talimatları alırlardı. Dartanyan, silahşor olmasa dahi görevlerini takdire şayan bir dakiklikle yerine getirirdi. Silahşorlerin konağında herkesçe tanınır, iyi bir arkadaş olarak bilinirdi. Kendisini ilk bakışta takdir eden Treville ise onu Kral’a tavsiye etmekten geri kalmıyordu.
Silahşorler de genç arkadaşlarına bağlanmışlardı. Arkadaşlık bağıyla bağlı olan dört adam düello, iş ya da eğlence gibi sebeplerden birbirlerini günde dört kez görme ihtiyacı hissederlerdi. Âdeta gölge gibi peşindelerdi birbirlerinin.