Kitabı oku: «Kaharlı Altay», sayfa 3
III
Develerin yularını gevşek bırakmadan yavaşça ilerleyen göç kâfilesinin ön safları, sabah aydınlığıyla çölün içindeki büyük bir vahaya geldi ve yüklerini indirdi. Burıltogay Nehrinden çıktıklarından beri ikinci defa konaklıyorlardı. En önde Şakabay Avulları. Onlardan sonra Karakas, Molkı, Jedik, Jantekey15 ve karışık Şubarkerey Avulları arka arkaya geçici barınaklarını, yâni iytarka-koslarını diktiler.
Yaz kış kimsenin uğramadığı, hayvanların yayılmadığı bu vahada otlak alanları hâlâ semiz görünüyordu.Yağmurun çok yağdığı senelerde sele yol açan çayların iki yakası, şimdi de selev, biydayık ve akşöp bitkileriyle doluydu. Ara ara kızıl kuvray, jıngıl, tüye kuyruklar da görünüyordu. Kum tepelerinin eteklerinde daha yeşermemiş jantak, terisken, karagan gibi bitkiler de çoktu.
Beli uyuşmuş ve zorla gelmiş olan develer jantak ve sarı yapraklarını iştahla koparıyor; burulmuş, yorulmuş atlar akşöp bitkisinin dibine yapışmış, ran otuna dalıyor, arada sırada denk gelen sargalların sarı dallarını dibinden koparmaktan başlarını kaldıramıyordu.
Güneş bir kılıç boyu yükselince, sonuncu avullar da gelip yerleşmeye başladı. 500 ailelik bu topluluğun çarçabuk dikilmiş barınaklarına ve hepsinin sahip oldukları hayvan sürülerine büyükbaş mallar da eklenince, senenin on iki ayında bomboş duran sahranın bu bölgesinde adım atacak yer kalmadı.
Az sonra çeşitli aralıklarla Osman Batur mücahitleri de konak yerine yetişti. Bazıları kavuştuğuna sevinirken, çatışmada kaybedilenlerin evlerinden hazin ağıtlar duyuluyor ve yürekleri dağlayan acılar yaşanıyordu. Böylesi ölümlere, kayıplara artık alışmaya başlayan bazı ailelerin üyeleri, nehirden getirdikleri güğüm ve testilere koydukları suların damlasını ziyan etmeden, çay yapmaya başladılar. Rüzgârsız, kıpırtısız ılık havada akşam güneşi battı ve gecenin parlak aydınlığı mavi gökyüzünü kapladı.
Susuzluğunu gideren, biraz yemek yiyerek kendine gelen Osman Batur, yüzbaşıları çağırarak ertesi günkü görevler hakkında fikirleşti. Sovyet Destekli Millî Ordu tehlikesinin önemli bir tuzağından şimdilik kurtuldukları doğruydu. Fakat bu tuzağı tam atlattıkları da söylenemezdi. Artık bütün kuvvetler onların peşine düşmese bile, büsbütün başıboş da bırakmayacaklardı. Moğolistan Kızıl Ordusunun Dandar Alayının, Narmantı Dağlarına keşif kolları gönderip, Dabısın’a kadar gelmiş olmalarına bakılırsa, Osman Batur’u destekleyen sivil halkı, Beytik Dağlarına göndermeden yolda durdurmayı planlıyor olmalıydılar. Fethullah Bölüğü ile Nusiphan Alayları da daha nehrin öbür tarafına geçememişlerdi. Buna rağmen en büyük tehdit, bu çöl tabiatında insanlara içecek su, hayvanlara yeşil otlak bulmak meselesiydi. Narmantı Dağını sol tarafta bırakarak Beytik Dağları’na doğru gidilse; pınarlar, kuyular bolca bulunurdu. Şimdi o bölgelerde Moğollar pusuda bekliyorlar. Bu durumda Sovyet Destekli Millî Ordu, Osman Batur’a bağlı sivil halka eziyet için onları Kubı Çölü’nün iç taraflarına doğru gitmeye zorlayacaktır. İşte bu yüzden Osman Batur, uzak yakın bütün kaynaklardan doğru haberler alıp kesin bir plan yapıncaya kadar, sivil halka göçü başlatmama ve birkaç gün bu bölgede bekleme kararına vardı.
Osman Batur’un tahmini doğruydu. Arkaya, nehir boylarına giden keşif kolları, 40-50 kadar atlı askerin güneydoğuya doğru gitmekte olduğunu, Kubı Çölü’nün kumuna sinmiş izlerinden anlayarak rapor ettiler. Nusiphan Alayı ile Fethullah Bölüğünün izleri takip ederek geldikleri haberi de ulaştı.
Osman Batur, öncü birliğin Beskajı Takımı’nın olduğunu, onların Jiydelibulak (İğdelipınar), kontrole gönderildiğini anladı. Ka-pas, Keles, Manat askerlerini derhâl o bölgeye gönderdi ve her şeyden önce Beskajı Takımını yok etme emrini verdi. İlâve olarak Şekürti’nin yukarılarından Kubı Çölünün kenarına varmış olan ve doğuyu hedefleyerek ilerleyen Jılkaydar, Toktıbay yüzlükleri ve onların peşinden gelen Şingil bölgesinde yaşayan Nezir teyci16 liderliğindeki Şakabayları; Bayanbay ükirday, Jota Hacı liderliğindeki Molkı Avulları ile Şubar Kerey Boylarına ait sivilleri Moğol tuzağına düşürmeden, Jırıkbastav çevresine sağ salim yetiştirmelerini buyurdu. Jeksen, Keşapat ve Jantas Kuvvetleri, Nusiphan ve Fethullah Kuvvetlerine engel olmak ve göç eden sivil halkı korumak için bu bölgede kaldılar.
Osman Batur Avulunun adamları da Jiydelibulak’tan geçmek, Jırıkbastav’a yetişmek, Jılkaydar’la buluşup daha ileriye Beytik Dağlarına çıkmak ve orada hayvanların yavrulaması için hazırlık yapmak zorundaydı. Narmantı Dağının güney etekleri sayılan bu bölgede dereler ve pınarlar oldukça boldu. Aral tepenin tuzlu kuyusundan öteye geçince Takırpınar, büyük Jırıkbastav, Sanbastav, küçük Takırbastav gibi pek çok pınar vardı. Çölün içerilerine doğru gidildikçe, böylesi pınarlar neredeyse hiç yoktur. Kimbilir ne zamandan kalma, belki de hırsızların, haydutların kazdığı, sonradan tek tek atlıların, bazen geyik avcılarının gecelediği Jiydeli ve Seksevül Kuyularının, bunca kalabalığın su ihtiyacına yetmeyeceği aşikardı. Buradan daha ilerilerde Üçbulak, Kökbastav (Gökkaynar) gibi su kaynaklarına ulaşmaksa, çok uzak bir ihtimâldi.
Bu yıl hava durumu oldukça değişken. Sıcaklar erken bastırdı. Öğle sıcağında tepeden vuran güneş, insanların da hayvanların da hayatını zehir ediyordu. Çok uzaklarda, ufukta görünen kum tepelerinin üstünden dupduru, gümüş rengi bir nehir çıkar. Yeryüzünde daha önce hiç görülmemiş kadar taze ve temiz su, atlayarak, oynayarak, kıvrıla kıvrıla akar. İlk aşkın saf dalgaları gibi dalgalanarak, inip çıkarak, bazen aniden hareketlenerek, gerile doğrula uzak mesafelere kollarını uzatır. Adeta hikâyelerdeki gibi acaip bir mutluluk saçarak insanı heyecanlandırır. Sanki nazik bir el, uzaktan sallanıyor ve tılsımlı bir dünyaya; şefkatli, huzurlu, bir kucağa davet ediyor gibidir.
Güneşin harareti geçince, akşam serinliğinde develerini yedeğe alan göç kervanı, uzun bir yolculuğa başladı. Jiydelibulak’a yaklaştıklarında önlerinden keşif kolları çıktı. Onlar, dün akşam Jiydelibulak’a Fethullah Bölüğünün geldiğini, o zamandan beri bu düşmanların Kapas, Keles yüzlükleriyle amansız çatışmalar sürdürmekte olduğunu haber ettiler.
Göç kervanı ortalıkta kalakaldı. Birbirine çarpan develer bağırdı. Yorulan, acıkan ve sinirlenen sarı tabanlı uzak yol hayvanı develer, kızgınlıktan etrafa köpüklerini saçtılar. Sırtlarına eyer takımı batan atlar, geriye doğru kaykılıp şahlanıyor ya da toynaklarıyla yeri kazıyorlardı. Su kaynaklarına yetişmeye imkânı olmayan göç kervanı, yönünü yeniden kamçı vurulan tarafa çevirdi ve kumluk alana geri döndü. Şafak sökerken bütün avullar, geldikleri yere dermansız yuvarlanıverdi. Taşıdıkları suları bitmiş ihtiyarlar, başlarına birer gölgelik kurdular ve kafayı vurup yatıverdiler.
Dün akşam haberciler bütün avulları dolaşarak, liderlere, yaşlılara Osman Batur’un fermanını iletmişlerdi:
– Değerli kardeşler, avuldaşlar, kader birliğindeki Kerey kardeşler! Bugün başımızda bütün dertlerden daha büyük iki dert var: Birincisi, göç kervanında yayan kalmak; ikincisi, açlık ve susuzluk. Bu iki tehlikeden sağ salim kurtulmak için çare elbirliği ve ağızbirliğidir. Hâlsiz, zayıf ve fakirleri yolda bırakmayın kardeşler! Göç için yeterli hayvanı olanlar, zenginler, çevrenizdekileri bir damla suya muhtaç etmeyin! Önce çocukları, sabileri, ihtiyarları korumaya alın. Bundan sonra, her kim kendi derdine düşerse, Allah’a, ata-baba ruhlarına karşı zalimlik ederse ve bunun yüzünden açlıktan ölen, göçten geri kalan, susuzluktan yiten olursa; ben o avulun liderleriyle görüşeceğim. Bunu unutmayın, Müslüman evlatları!
Osman Batur’un bu buyruğunu bütün halk kabûl etti. Herkes birbirine yardım etti; sularını, azıklarını bölüştü. Bir barınaktan diğerine tabaklar, bardaklar, çaydanlıklar dolaştı.
O gece sabaha karşı, İğdelipınar (Jiydelibulak)dan haberciler yetişti. Sovyet Destekli Millî Ordunun ele geçirdiği su kaynakları bakımından zengin bölgeyi almak mümkün değilmiş. Nusiphan Alayının hemen arkasından gelen Rus Bölükleri minometleri kullanarak, Jiydelibulak çevresindeki tepeleri de, pınarın bulunduğu alanı da darmadağın etmişler ve bölgenin altı üstüne geldiği için yürümek bile zorlaşmış. Oraya daha önceden ulaşan Kapas, Keles, Manat yüzlükleri de, onların arkasından gelen ve Nusiphan Alayıyla çarpışarak göç kafilesini tehlikeden uzaklaştırmayı hedefleyen Jeksen, Keşapat ve Jantas yüzlükleri de iki günlük çarpışmada çok zayiat vermişler ve geri çekilmeye mecbur kalmışlar.
Göç kafilesinin önündekiler eşyalarını tekrar yükleyip yola çıkacağı zaman, Jiydelibulak’i bırakıp geri çekilen askerler de kafileye geri döndü. Atları yorulmuş, savaşçıların kendileri de bitkinlikten siyahlaşmış yüzleriyle, dudakları susuzluktan, yorgunluktan çatlamış, gözleri çukurlaşmış, avurtları çökmüş hâlde kendi evlerinin yolunu tuttular.
Jırıkbastav tarafından ümitlenerek, doğuya doğru giden göç kafilesi ve Jiydelibulak’ın güneyinden başlayan kumluk araziden geçmekte olan göç kafilesi öğlene doğru gidiş yönünü tekrar değiştirmek zorunda kaldı. Yine sağ tarafa, Kubı Çölü’nün ortalarına, uçsuz bucaksız çöle yöneldi. Jırıkbastav’da Moğolistan’ın Dandar Alayı pusuda bekliyormuş. Oradan geri dönen Jılkaydar, Jamet, Toktıbay yüzlüklerine rastgelmişler ve Şakabay, Molkı Avullarındaki sivil halka pulemetle ateş açmışlar. Zayiat çok. Canını kurtaran halk çaresizlikten Kubı Çölü’ne doğru kaymaya başlamış.
Sıcakta, uzun göç zahmetine ne insan ne de hayvan dayanamadığı için, öğle vakti kalabalık göç kervanı, geniş bir alanda yine mola vermek zorunda kaldı. Çöldeki felaket şimdi sadece insanları değil, hayvanları da tehdit etmeye başladı. Kendilerini zor taşıyan sığırlar ağızlarından tükürükleri akarak, soluk soluğa, zar zor yürüyordu. Atlar da gemlerini şıkırdatarak, yol kenarındaki akşöpleri yemek için başını bile döndürmeden sadece devekuyruk ve jantak gibi bitkilerin gölgesine burnunu sokarak bir damla nefes almaya çalışırken, yutkuna yutkuna gidiyordu. Sadece develer ve koyunlar şimdilik problemsiz görünüyordu.
Şimdiki yolculuğun hedefi, daha da uzak. Taa uzaklardaki Üçbulak’a yetişmek lâ zım. Oraya yetişmek, atlı bir adam için değil; bu çoluk çocuk, ihtiyar hâlsizlerin bu ağır yükleriyle ulaşması imkansız gibi bir şeydi. Bu yüzden, artık sadece geceleri göç etme kararı alındı. Akşam oluncaya kadar, ağıllar dolusu koyunlar ortaya alınarak seçildi, ayıklandı. Sağlam görünenler halka paylaştırıldı ve ihtiyarların tecrübelerine başvurularak zayıf hayvanlar kesildi. Özellikle kuyruk yağları ve kemiksiz etleri ayrıldı; atların ağzına tıkıldı, yedirildi. Kuvvetli erkekler azgın, sinirli atların kulaklarından tutup ağzını zorla açarak dilini çekmek suretiyle, dilim dilim kuyruk yağlarını hayvanların boğazına doğru tıkıverdiler.
Bu sıralarda Jırıkbastav’da Mogol Alayına yenilerek kaçıp kurtulan Jılkaydar, Jamet, Toktıbay Bölükleri sivil halkın yanına dönmüştü. Osman Batur, Jılkaydar’ı göç kervanının sonunu korumaya bıraktı. Kendisi Küniyaz Molla, Jeksen ve Jantas gibi bir grup genç savaşçıyla ön saflara doğru gitti. Önceki senelerde çölde saklanırken kullandıkları Seksevil ve Jıngıldıkuyu gibi kuyular vardı. Onları keşfetmek için yola çıktılar.
Gece yarısı, Osman Batur, yanındaki yiğitlerle bir tepeye çıktı ve ön tarafı çenesiyle işaret ederek:
– İşte, Şıraljın Kuyusu orda, şu görünen tepenin döşünde! dedi atını mahmuzlayarak.
Aceleyle atı tırısa geçmiş hâlde vardı ve gözlerine inanamayarak durakaldı. Şaşırdı. Kuyu yoktu. Tekrar atını mahmuzladı ve karşıdaki tepeye çıktı. Ay aydınlığıyla da olsa çevreyi doğru tanımıştı. Eskiden buralarda çok dolaşmıştı. Kuyu burada. Tam şurada olmalıydı. Yanılması mümkün değil. Osman Batur, Jeksen’e:
– Sen etrafı kolaçan et. Gelip gidenlerin izi var mı bir bak, dedi.
Jeksen çok geçmeden geri geldi:
– On kadar atlının izi var. Millî Ordu askerleri olmalı. Çünkü atlarına kırılmamış arpa yedirmişler, dedi tahminini ispatlamak istercesine.
– Doğru. Ben de öyle sanıyorum, dedi. Osman Batur kuyunun tahmini ağzına geri dönerek, Kuyu burada. Kapatmışlar, dedi.
Atından indi ve kuyunun etrafını tekrar dolaştı. Hâlâ yeni olan ateş yakılmış bölgeyi ve onun üzerindeki ayak izlerini gördü. Kemirilmiş kemikler vardı. Sigara izmaritleri…
– Belânın hepsi kendimizden! diye iç geçirdi Osman Batur. Beskajı‘lar bunlar. Onlar değilse, yetmiş yedi geçmişi bu topraklara ayak basmamış Ruslarla Delilhan‘lar nasıl gelip yapar bu işi?
Osman Batur, üzüldü ve ümitsizleşti. Bıyıklarının ucunu dişlerken düşünmeye başladı. Kendi kendine “Bunlar artık geri dönmez.“ diye mırıldandı. Yüksek tepeye tekrar çıktı ve gruba seslendi:
– Gidişlerine bakılırsa, Beskajılar buradan geri dönmüşler. Giderken bu çevredeki bütün kuyuları da kapattıkları aşikâr. Gördünüz mü sadece kumla doldurmamışlar. Devekuyruk, şıraljın ve jantak gibi bitkileri de doldurmuşlar ve kuyu suyunu kısa zamanda arındırılamayacak kadar kullanılmaz hâle getirmişler. Şimdi dinleyin! Jeksen, Jantas ikiniz birkaç kuvvetli yiğitle taa ilerde ufukta görünen Aybalta‘nın Geçidine doğru akan yıldızı gördünüz mü? O arada yüksek, uzun bir geçit var. Bu geçidin tam ortalarındaki daralan yola Aybalta Geçidi derler. Ondan dosdoğru geçince, şu görünen Çolpan yıldızının sağında Seksevil Kuyusu var. Seksevil bitkisi kullanılarak yapılmış, derin, bol sulu bir kuyudur. Oraya yetişin ve o kuyuyu temizleyerek biz gelinceye kadar hazır bekleyin. Bir aksilik çıkmazsa öbür, gün ilk göç kervanları oraya yetişecektir” dedi ve arkasından “Kaç tanesi canlı yetişir, Allah bilir.” diye derinden iç geçirdi Osman Batur. “Hadi şimdi, sağlıcakla. Haydi yiğitler, biz arkada kalanlarla göç kervanını burda bekleyelim.”
Osman Batur, bunu söyledikten sonra kör kuyunun çevresindeki yeşillik tepeciğine gidip atından indi. Etrafta seksevil ve jıngıldan başka kum tepelerinin eteklerinde jantak yaprakları sallanıyordu. Bundan başka hiçbir bitki yok. Tamtakır. Sadece kuyunun aşağılarında ara ara şıraljın, kara kuvray, akşöp ve biydayık karışık yeşilimsi bir alan var. Bunun bir kenarına Osman Batur ile Küniyaz Molla, eyer takımını, yastık; kalan keçeleri de döşek yaparak yatıverdiler.
Günlerden beri açlıktan susuzluktan bitkinleşen binek atları, isteksizce her bir bitkiden biraz koparıp yemeye başladılar; arada sırada kuyu tarafına gelip toprağı kokluyorlardı.
Osman Batur:
– At denen hayvanın sezgisi çok kuvvetli değil mi? Hayvancağızlar toprağın altındaki suyun varlığını bile seziyorlar, dedi.
– Geçmişte, Canibek babamız zamanında göçerken, Kerey Boyu, Kalba Dağının eteklerine doğru giderken, yine böyle bir çöle rastgelmişler. O zaman Canekeng (Canibek isminin hürmetle anılışı) Avulunun bir ihtiyar beyaz aygırı, bir tomar şiy bitkisinin dibini koklayarak ayağıyla yere vurmaya başlamış. Muhterem Janekeng de hemen anlamış. O şiy bitkisinin dibinden kuyu kazdırmış. Atamızın hürmeti mi yoksa verimli bir kuyu mu bilinmez, bel hizasına gelince kuyudan dupduru tertemiz su çıkmaya başlamış. Zamanla büyük bir göle dönüşmüş. Halk ona Kökiyrim adını takmış. İşte Janekeng zamanında bütün halkı bir araya toplayan Kökiyrim Kurultayı orada açılmış, diye hikâye etti Küniyaz Molla.
Osman Batur iç geçirerek:
– Janekeng mukaddes bir kahramandı. Şansına o dönemlerde hayat da şimdiki gibi sıkıntılı değildi, dedi. ”O zamanlarda kurak yerde kuyudan su çıkarmış; şimdi ise insanların azdığı şu devirde, açık kuyunun suyu toprağa gömülmekte, pınarların suyu çekilmekte. Zamanın gidişatı bizi nereye götürüyor? Kerey Boyunun evlatları, şu Altay Dağlarından tarihte üç defa göçüp gitmiş ve üç defa geri gelmişler. Görüyor musun, hasret ne demek! Şimdi, yine doğduğun topraklardan gidiyorsun. Belki artık geri gelmeyeceğiz”, dedi Osman Batur. Gökyüzünde parıldayan yıldızlardan gözünü ayırmadan konuşmuştu. Belli ki çok üzülüyordu.
Küniyaz Molla, yüreğindeki yangını dişlerinin arasından çıkarırcasına yavaşça iç çekerek:
– Yaa, bunun çaresi yok. Dayanacaksın. Çekeceksin. Sen, Allah olmadığın için hepsine katlanacaksın! dedi.
Osman Batur, Küniyaz Mollanın bu şakasını hiç hoş karşılamadı. Sırtını döndü, gözünü yumdu. Bir daha konuşmadı. Uykusu da gelmedi.
Şafakla birlikte göç kervanına yettiler, halkın durumunu sordular. Şimdi bütün problem susuzluk. Sovyet Destekli Millî Ordunun peşlerinden gelen alayları da, Moğolların Dandar Alayı da göç kervanının peşini bırakmıştı. Halkın başındaki en büyük dert, çöldeki âfetti. İnsanların hepsi kapkara, kurumuş, yanmış haldeydi. Susuzluktan kurumuş dudakları çatlamıştı. Kadınlar ve çocukların yüzleri küçülmüş, gözleri çökmüş; çaresizlikten, ümitsizlikten yalvaran bakışlara bürünmüştü. Beyazı çoğalıp, siyahı kaybolan gözler, ölmüş koyunların gözleri gibi fersiz bakıyordu. Atlar ve diğer binek hayvanları bitkindi. Dilleri sarkmış, dikenlerin arasında kertenkele arayan köpekler bile hâlsizdi. Herkeste bir dermansızlık… Göç kervanının hızına yetişemeyip yolda kalmış avullar da vardı.
Osman Batur, kuvvetli yiğitlerden bir grubu, sağlam at ve develerle geriye gönderip yolda kalmış insanlara yardım sağlayarak devam etmekten başka çare bulamadı.
Jeksen ve arkadaşları öğle vaktine doğru geri geldiğinde, onların mataralarındaki suları, hâlsizleşmiş çoluk çocuğa ve hastalara birer yudumluk paylaştırdı. Halkı her günkü gibi erken hareket ettirmeye ve bir an önce suyun kaynağına sağ salim yetiştirmeye çalıştı. Her bir boyun, avulun liderlerini göç boyunca kendi avulunun yanında olmaya, dağılmış saçılmış bir şeyler olursa, toplamaya sorumlu etti.
Bu son geceki göç sırasında hepsi de elinden geleni yaptı. Kimsenin kimseye bakacak hali kalmamıştı. Herkes, yolda kalan hayvanlarını bile bırakıp, kuyubaşına bir an önce yetişmeye çalıştı. Aybalta Geçidinden en önce Karakas Boyunun Avulları geçti. Onların ardından kuyruk mesafesiyle Kıstavbay Boyunun Ömürzak Zalıng17 Avulları, daha sonra Şakabay, Molkı ve diğer Kerey Boylarının adamları arka arkaya gidiyorlardı.
Osman Batur, kuyu başına başkalarından bir ok atımlık erken yetişti. Onu karşılayarak atının dizginini alan Jantas’a:
– Nasıl? Su bol muymuş? diye sorarken farkında olmadan kendisi de yutkundu.
Jantas da başka yiğitler de sevinçliydi. Yüzlerine nur gelmiş, yanakları pembeleşmiş, canlanmışlardı.
– Su bol. Oldukça bol.
– Allah gözümüzün yaşına baktı.
Hepsi bir ağızdan:
– Çok verimli, suyu bol kuyuymuş. Alttan sular kaynıyor, dediler.
Jeksen, koşar adım elinde bir maşrapa suyu çalkalayarak getirdi. Osman Batur’a sundu. Osman Batur, suya elini uzatmadı.
– Dökme. İsraf etme. Bu su, bize can olacak, dedi kaşlarını çatarak. Su ne kadar çok olursa olsun, onu içecek ağız da çok bulunur.
Suyun kokusunu alan akboz at da kişnedi, kuyuya doğru gitmek için dizginleri zorladı. Osman Batur, Jeksen’e akboz atı işaret ederken
– Buna içir, dedi.
Akboz at, maşrapadaki suya burnunu sokuverip aceleyle bir iki yudumda içtikten sonra başını kaldırıp kuyu tarafına baktı. Osman Batur, lastik gibi gerilmiş atının terden sırılsıklam olup kıvrılmış gövdesine, sırtına bakarak
– Bu yeter. Artık ölmez, dedi.
– Siz! dedi Jeksen, Osman Batur’a ikinci bir maşrapa suyu sunarken. Osman Batur başını salladı, kaşlarını çatarak.
– Hayatta neler görmüş Osman bu. Bana hiçbir şey olmaz. Artarsa en sonunda görürüz, dedi. Sonra yanındaki Küniyaz Molla’ya döndü:
– Molla Eke!
Bu sırada başka biri Küniyaz Molla’nın eline de bir maşrapa tutuşturmuştu. Bunu görünce duraksadı.
– Suyunuzu için! dedi. Küniyaz Molla, bir maşrapa suyu nefes almadan yutuncaya, maşrapanın kenarı tak diye alnına vuruncaya kadar Osman Batur, ondan gözünü alamadı, bekledi. Molla’nın gözünün tekrar ışıldayıp, derin bir nefes aldığını gören Osman Batur‘un yüzüne de ışıltı gelmişti:
– Molla Eke, şimdi dinleyin. Koynunuzda Kur‘an, ağzınızda iman var. Herkesin hürmet ettiği muhterem bir kişisiniz. Bu kuyunun başında bulunun. Her bir canlıya bir kase, binek atlarına birer maşrapadan fazla su yok. Bu yiğitleri ben, şimdi göç kervanının ardında kalanları toplamaya göndereceğim, dedi Jantas ve Jeksen‘in adamlarına bakarken.
– Olur, dedi Küniyaz Molla. Gocuğuyla kalpağını çıkarıp başına beyaz mendilini bağlayıp kollarını sıvadı ve kuyunun başına yaklaştı. İki yiğit, kovayla kuyudan su çekmekteydiler. Onlardan biri “Bismillah“ diye bir maşrapa suyu aldı ve Osman Batur‘a sundu.
– Yok, dedi Osman Batur, kararmış hâlde yutkunurken.
Göç kervanının önüne çıkan yiğitler herkesi tertibe çağırdı ve sıraya soktu. Eğer başıboş kalırlarsa, bu günlerdir aç ve susuz insanlar ve hayvanlar kuyu başındaki herşeyi ezer, izdihama sebep olurdu. Kuyuya yaklaşırken herkes attan iniyor, sıraya giriyor ve yavaş adımlarla ilerliyordu.
Göç kervanının sonu, akşama kadar gelmedi. Jeksen ve Jantas‘ın adamları göç kervanı sonunda kalan hâlsizleri, akşam güneşi ufukta batarken ancak ite kaka zor yetiştirdiler.
Bugün hava dünden de sıcaktı. Hava o kadar sıcaktı ki sanki güneş yere düşecek sanırdın. Rüzgâr da sıcak esiyordu. Öğlenin kavurucu sıcağında kum çölünün üzerinde serap misâli görüntüler belirdi. Gözleri patlak patlak kertenkeleler bitkilerin dibine kaçtı. Bütün etraf alevler içinde ateş koruna dönüştü.
Osman Batur da akşama kadar attan inmeden kılı kıpırdamadan, boğazını yumuşatacak bir damla su içmeden kapkara haliyle su dağıtan Küniyaz Molla’nın arkasında bekledi. Yanağı solmuş, avurtları çökmüştü. Sakal ve bıyığı da tozlanmış kurumuş gibiydi. Kısılmış, çökmüş gözlerinde solgun gri bir ışık kalmıştı. Kapkara dudakları çatlamıştı. Kurumuş ince deriler çizgi çizgi ayırmıştı dudaklarını. Tek kelime etmeden, kirpiklerinin arasından süzerek bakarken ümitsizdi.
– Su bitti, dedi bir ara Küniyaz Molla kendi kendine utanarak, suçluymuş gibi, Osman Batur‘un yüzüne bakmaksızın.
– Allah-u Teala, sabaha kadar, nasip ettiğini yine verecektir, dedi Osman Batur çatlamış dudaklarını yalarken.
Sonra atından indi. Küniyaz Molla’yla ilerledi ve ilerideki eyer takımını yastık edip yattı.