Kitabı oku: «Elçine Armağan», sayfa 3
Elçin, bu defa da folklor denizine bir taş atar ve oyunun (piyesin) başlangıcına bir eğigraf gibi atasözü yazar. “Su harda dirilik orda (Su nerede dinamik orada)” Eser ise bu düşüncenin tam tersini yansıtır “Su harda ölüm orda” (Su nerede ölüm orada) Elçin atasözünü inceler ve suyun her zaman pozitifliğin algılanmasını dağıtmaya çalışır gerçekten de su odayı basar ve anbean kadını daha çok içine alır. Elçin oyunda sanki bir şiir ortaya koyar ahirette ateşin değil suyun yardımıyla gerçekleştirir böylelikle su kadına ölüm getiren bir unsur olarak anlaşılır. Oyundaki kadının monoloğu size ulaştığında Elçin burada bir romancı olarak mükemmel bir yorum yapar ve bu yorumda hayatın bütün anlamının ötesinde hala tüm anlamlara sahip bir su olduğunu gösterir bu anlamda kadının durumunu belirterek Elçin bunları kaydeder “Ağzı burnu da suyun altında kalır. Sadece gözleri etrafa bakar ve kadının bembeyaz saçları suyun yüzeyine yayılır. Suyun içinden bir telefon sesi duyulur kısa bir süre içinde kadının kafası tamamen suda kaybolur telefon çalmaya devam eder.
Bu bir kadının intihardır, hayattan bıkmış, yorgun yaşama umutlarını yitirmiş yeryüzünde gezmekten bacaklarında ağrı hisseden birinin intihar etmesidir.
Kadını intihar öncesi monoloğu ise onun yaşadığı hayatını gözlerinizin önünde ve hayal gücünüzde yeniden yaşayabilirsiniz kadını anlamaya, onun dertlerine ortak olmaya çalışırsınız. Bu makaleyi yazmaya hazırlanırken şunu açıkça belirttim ki Elçin’in bir perdelik oyunları( piyesler) eğitim niteliğindedir. Elçin teoride sırlarının edebiyat eleştirmeni gibi iyi bilse de doğrudan bu sırların farkına varmaya çalıştı. Büyük hacimli piyesler yazmadan önce bu alanda başarılı olmak için kendini eğitti bu konunun önemli olduğuna kanaat getirdi.
Bu doğrudan Elçin’in kişiliği ile ilgilidir hem yaratıcı bir insan gibi Elçinin kendisine karşı talepler bir maksimalist olduğunu bildirir.
Elçin bunu açıkça belirtir: O “Edebiyat Gazetesinde verdiği röportajında “Sizin için yazar kimdir?” sorusunu böyle cevaplamış: Tereddüt etmeden sadece kendi çıkarlarını düşünmeyen kişidir. Onj hem halkın kaderi rahatsız eder ne zaman her şey kökünden yok edilir onu şüpheler yer. Bunu o zaman doğru olup olmadığını anlarsınız
Diyelim ki 90’lı yılların ocağında bu kadar insan neye göre yok edildi. Bu kurbanların anlamı nedir? Böylece olayların azap ve eziyetle felsefi ve ruhsal olan sürecini belirtir. Tereddüt eden insan şüphelenen insan denektir. Kesinlikle elçinin şüphe ve tereddütleri onun geniş hacimli piyesler yazma arzusundandır. Posta Şubesinde Hayal’den sonra yavaşladı.
Hiç şüphesiz ki bu konuda bir tiyatro eleştirmeni olarak bunları çıkarılmasına dayanarak söylüyorum. Elçin bu sonuçlarına kesinlikle katılmayanlar ve onları hiç kabul etmeye bilir bu duruma bağlı olarak tamamen başka deliller getirsin.
Ancak her durumda, inkar edilemez bir gerçek su ki yaratıldığı 16 yıl boyunca (1973-1989) zamanları arasında drama türüne müracaat etmiyor doğru etmiyor. Ancak büyükelçinin yaratıcılığına geriye dönük bakıldığında bu dönemde sadece dramatik değil tiyatro eğitimi aldığı tiyatro eleştirmenliği yapmayı planladığı ve zorlu bir göreve hazırlandığı bir dizi ünlü oyun yazarının eserlerinin dilimize çevirdiği açıktır. 1989 yılında Elçin’in 3 yıl boyunca aralıksız küçük ölçekli oyunlar yazması tesadüf değildir. İnanıyorum ki bu 3 yıl “büyük Elçinin büyük çalışmaları “gibi Azerbaycan Edebiyat dünyası için sınıflandırsam hiç hata yapmam Elçin drama doğru uzun bir yol gidiyordu. Ben bizzat gözlemleyip, hem de birçok eleştirenlerin makale ve monografilerinden okudum ki onlar özellikle Elçin eserlerinden bahsederken, bu da kesinlikle doğrudur onun Dünya görüşünün duygu dünyasının, sanatsal ve bilimsel yaratıcılığının özünü 60’lı yıllarda görürler. Hatta ben de birkaç yıl önce Elçin’in “Piyesler” koleksiyonuna yazdığım “Ön Söz” de düşüncelerimin dayanak noktasını 60’lı yılların tiyatrosunu makale için odak noktası olarak aldım ve buradan 90’lı yıllara getirdim ama şimdi biraz farklı düşünüyorum. Anlıyorum ki onu bir eleştirmen, yayıncı ve yazar olarak şekillendiren 60’lı yıllardı 60’lı yılların deneyimleri 60’ların ilerici fikirleri, 60’ların edebiyat ve sanat ortamı olmuştur. 20. yüzyılın 60’ları muhteşem bir nesir elçin yarattı ve 90’lar da muhteşem bir oyun yazarı yarattı.
Düz yazısının ve dramın birbiriyle ilişkili olarak yabancı gezegenler gibi olması tesadüf değildir. Birbirine çok az benzerlikleri var haberci tehdit ve yiyecek anlamında çok yumuşak ve akıcı bir anlatıma sahip nesir sınırları içinde tüm karakterlerini övüyor hatta bende uzak olmayın derim (belirli karakterlerin olumsuzluklarına rağmen) onları sever, arkadaşları, akrabaları onu tanır. Onlarla aynı yatay düzlemde olmaya karar verdi bu insanlarla kendi akrabası gibi konuşur ya da kenarda durup onları heyecanla izler ve hep bir şeylerin dikkatini dağıtacağından korkar gibi görünür geri planda kalır. Yazarın merceğine düşmez nesir Elçin hep kahramanlarıyla beraberdir
Karakterlerin romantik çırpınışlarını lirik ve psikolojik durumlarını ve cesaret duygularını paylaşıyor. Onun neresinde garip akıcı bir müzik var bu müzik hangi notalarda? “Bitless” grubunun şarkıları, hangi notalarda ise Fransız Paul Moria’nın besteleri bazı notalarda muğamların mutlu tasnifini ve renklerini hatırlatır. Elçin kendi romanlarında, hikâyelerinde, povestlerinde 60’lı yıllara, o yıllarda yaşamış insanların romantik dünyasına ramazan aşikardır Ve o yıllarda gerçek dünyaya pembe gözlük camlarının arkasından bakar. O insanlara gerçeğe, iyiliğe, sadakate, bencil olmayan nezakete Adalete ve ahlaki saflığa inanmak istiyor sadece inanmak istemekle kalmıyor hatta inanıyor.
Başka bir deyişle Elçin nesrinin mayası 60’lı yılların inkılabının samimiyetinde, isyanlar asi saflığında yatıyor kökleri de oradan beslenip boy atıp dallanmış bir ağaca dönüşür. Şunu da not etmeliyim ki Elçin nesrin hatta “Mahmut ile Meryem” romanında görünen bazı fantastik bölümlerin varlığına rağmen son derece gerçekçi bir romandır Düz yazısında Elçin azami ölçüde şeffaftır. Bu nesirde alaya, ironiye karamsarlığa, koyu renklere yer yoktur. Elçinin yazısı güneşin şafağında parlayan bir Gökkuşağı gibidir.
Halbuki Elçin’in drama unsuru elbette ki “Posta Şubesinde Hayal” ve “Kızıl” piyeslerini çıkarmak şartıyla tamamen başkadır. Onun bütün draması yeniden yapılanma (perestroyka) dönemine, doksanlı yıllara yansımıştır. Doğrusu bu ifadeyi Azerbaycan edebiyatının bir sıra temsilcileri konusunda ele almak mümkündür. Lakin Elçin diğerlerinden şöyle ayrılır, onun piyeslerinde 90’lı yılların ayrı ayrı durumları güzel şekilde şekillendirip esere alınmaz; devir, zamanın özü sembolik tarzda gösterilir. Sanki 90’lı yıllar ona 60’lı yıllardan tanıdık karakterleri muhtemelen farklı bir takvimle tanıtır. Sanatkârın gözündeki gözlüğün pembemsi renkli camları kırılır. Elçin’in karakterleri delirir, ahmaklaşır, gergedanlaşır, robotlaşır. Onlar para, rütbe oyuncaklarına çevrilirler. Aşırı derecede düşüp alçalırlar, itibarsızlaşırlar. Yazarın sevimli kahramanları ise hasta durumda olup kendi romantik alemlerine kapılırlar, ilaçsız durumları ile barışırlar. Elçin’in sanatçılığı için 90’lı yıllara kadar özgün olmayan satirik durum, iğneleme, acı kinaye, karamsarlık notları, koyu boyalar onun piyeslerinde kendine özgü şekilde yer almaya başlar. Elçin’in yazı sayfalarına zamanın kiri çıkar. Düz yazısında hiçbir zaman filozof olmaya can atmayan Elçin kendi draması çerçevesinde filozoflaşır, ciddiliğin zirvesine ulaşır, zaman ve mekân çerçevelerinin dışına çıkar, her tür mantık sınırlarını vurup dağıtır.
Evet, Elçin dramaturjiye, tiyatroya tamamen yeni bir Elçin gibi geliri. Yeni edebi hazine ile yeni düşüncelerle, yeni fikirlerle, yeni güzel marifetlerle gelirdi. Drama ve tiyatro tecrübesine belli surette sahip olarak gelirdi ve büyük nesir deryasını piyes yazarlığı ile karşılardı. Niye ben burada “karşılamak” sözcüğünden faydalandım? Niye 60’lı yılların Elçin’i için özgün edebi, estetik dünyayı 90’lı yılların Elçin’i için özgün estetik yazarlıktan bu kadar farklılaştırdım. Bu yüzden de bu fikrin konular doğurabileceğine inanıyorum. Hiç şüphesiz ki 90’lı yılların Elçin draması hiç de onun nesrindeki karakteristik işaretlerin yeni edebi estetik ölçüde 60’lı yılların ideali ile yaşayan Elçin eğil 90’lı yılların Elçin’i tamamen farklı, tamamen yeni bir Elçin’dir! Ve eğer geniş mukayeseler ve sembolik sınıflamalar düzlemini götürürsek Elçin’in “Edebi düşüncelerine dayansak göreceğiz ki Elçin 90’lı yıllarda ruha Leo Nikolayeviç Tolstoy’dan daha çok Samuel Bekketo yakındır.
Tesadüf değildir ki Elçin Azerbaycan sahnesine tuhaf gelir, absürt piyeslerden elinde kurşun toplayıp gelir!
Elçin’in ilk dram eseri “Posta Şubesinde Hayal” (1970) trajikomedisidir.
Elçin’in 1989-1992’li yıllar arasında birbiri ardına yazdığı bir perdelik piyesleri drama materyalin esas benimsemeyi asıl dramaturg adetlerine sahiplenme, bu alanda üstat olmak girişimlerinin gerçekliğidir.
Elçin’in drama sahnesine gelişi hemen “Ah, Paris Paris” (1992) piyesiyle kayda alınmalıdır. Çünkü bu, artık yazarın drama ile bağlı kalem tecrübesi değil, yazarın dramaya olan iddiasının gerçekliğidir.
Elçin’in tiyatroya gelişi ise yazarın 1995’li yılda “Ben Senin Dayınım” komedisinin Azerbaycan Devlet Rus Dram Tiyatrosundaki sahne boyutunun prömiyeri ile tarihe geçer.
Ve bundan sonra Elçin’in piyeslerinin önü bir bir açılıp Azerbaycan tiyatrolarının sahnesine konar oradan da büyük bir inanç duygusuyla duvarları aşıp Avrupa sahnelerine gider, dünyaya yayılır ve yayılmaktadır.
Bu yüzden de ben Elçin’in dram sanatçılığının, tiyatro faaliyetinin güzelliğini, büyüklüğünü, miktarını özel olarak vurgulamak amaçlı deniyor ki “AÇIN PERDEYİ: ELÇİN GELİYOR!” Tamamen haklıyım…
II.BÖLÜM ROMANCI YÖNÜYLE ELÇİN
USTA BİR ROMANCININ TARİH YORUMU: KAFA ROMANI
Prof. Dr. Bilge Ercilasun
21. yüzyılda Modern Türk edebiyatı oldukça gelişmiştir ve pek çok türde orijinal eserler vermektedir. Türk edebiyatının en çok eser verdiği türün roman olduğu görülüyor. Roman, bütün dünyada 19. yüzyıldan itibaren en çok örnek veren, toplum tarafından en çok ilgi gören bir edebî türdür. Teknolojinin ilerlemesiyle, bu tür daha da yaygınlaşmış ve kolay ulaşılır bir hâle gelmiştir. Roman, bütün toplumun çeşitli meselelerini, duygu ve düşünce dünyasını, ferdî ve sosyal problemlerini ifade edebilen çok yönlü kompleks bir türdür. Eğlendirme ve eğitme amaçlarını da taşıyan roman, insanların en çok okuduğu, ihtiyaç duyduğu bir tür hâline gelmiştir. İnsanlar romanlarda kendilerini bulmakta, pek çok konunun kendilerine tanıdık geldiğini görerek daha çok okumaya heves etmektedirler.
Batı dünyasında roman 18. yüzyıldan itibaren gelişmeye ve pek çok örnek vermeye başlamıştır. 20. yüzyılda Türk dünyasında da aynı gelişme olmuştur. Artık geniş bir coğrafyaya yayılan çeşitli Türk topluluklarında da değişik ve orijinal romanlar yazılmaktadır. Zengin bir geçmişe sahip bulunan Azerbaycan edebiyatı bu konuda başta gelen örneklerden biridir. Azerbaycan edebiyatının Anar ve Elçin gibi büyük ve usta romancıları bulunmakta ve ilgi çekici ve zengin muhtevalı, modern ve orijinal eserler vermektedirler.
Bu yazıda Elçin Efendiyev’in son romanı olan Kafa üzerinde durmak istiyoruz. Eserde ele alınan tarihî konuları ve yazarın tarihe bakışını, olayları sorgulayışını ve yönelttiği eleştirileri, bakışı ve eleştirileri ile aslında neyi anlatmak istediğini ortaya koymaya çalışacağız.14
Tarih 6 Şubat 1806’dır. Hüseyin Kulu Han Bakû’da Danışma Meclisi toplamış, konuşulanları dinlemektedir. Canı çok sıkkındır, ağzını bıçak açmaz. Pek fazla seçenekleri yoktur. Rus ordusu Bakû’nun surlarına dayanmıştır. Hüseyin Kulu Han daha önceki yılları hatırlar. Kaçar Hanı Ağa Muhammet Şah Kaçar, Bakû’nun bütün varlığını alıp gitmiş, Bakû’nun hazinesi tamtakır kalmıştır. Mütercim Şerif Bey, Rusların aydınlanma çağını yaşadıklarını, onların ilminden faydalanabileceklerini, bunun için de Rus tebaası olmayı kabul etmek gerektiğini söylemektedir. Şerif Bey konuşurken Mahmut onu uşaklıkla suçlar. Son sözü Hüseyin Kulu Han söyler ve teslim olmaktan başka bir çareleri olmadığını belirtir.
Rus ordusu ilerlemekte ve Azerbaycan hanlıklarını birer birer yutmaktadır. Buna karşı yapılacak bir şey yoktur. Çünkü Rus ordusu modern ve düzenlidir ve iyi yönetilmektedir.
Knez Sisianov ordusuyla beraber yürümektedir. Bakû’ya girmek üzeredir. Yanında Hüseyin Kulu Han vardır. Fakat bir anda beklenmedik bir olay olur. Knez Sisianov’la Yarbay Emir Subayı Elizbar Elistov, şehrin anahtarını Şerif Beyin elinden almak üzere iken iki kurşun sesi işitilir. Sisianov’la Elistov yere düşerler ve ölürler. Kurşunlar Mahmut Bey’in süvarileri tarafından atılmıştır.
8 Şubat’ta danışma meclisi Bakû’da olağanüstü toplanır. Hüseyin Kulu Han Mahmut’a bağırır, o da cevap verir. Şerif Bey ortada yoktur. Şimdi ne yapacaklardır? Hüseyin Kulu Hanın bu sorusuna Molla Muzaffer Ağa cevap verir ve Kaçarlarla iyi ilişkiler kurmalıyız, der. Hediye olarak da Feth Ali Şaha Sisianov’un kellesini göndermeyi teklif eder.
Bir heyet hazırlanır ve Tahran’a doğru yola çıkar. Heyette Molla Muzaffer Ağa, Mahmut Bey ve süvarileri, Lal Gaffar Oğlu bulunmaktadır. Yol uzundur, bu yüzden kafanın mumyalanması gerekmektedir. Hacı Muhtar Beye uğrarlar ve Tabip Selahattin vasıtasıyla bu işi hallederler.
Güzergâhları üzerinde genç Veliaht Abbas Mirza da vardır. Kafayı Feth Ali Şaha teslim etmeden önce Abbas Mirza’ya da göstermek istemişlerdir. Fakat Abbas Mirza, onların yollarına devam etmelerine izin vermez. Kafayı teslim alır ve kendi adamlarıyla Tahran’a, Feth Ali Şaha gönderir.
Abdurrahman Ağa’nın ve Kurt Kerim’in öncülüğünde bir heyet, kafayı Tahran’a ulaştırmışlar ve Feth Ali Şaha teslim etmişlerdir. Feth Ali Şah bu yapılanın son derece tehlikeli olduğunu düşünür. Bunun bir faydası olmayacağından emindir. Ruslar Kafkasya’daki ordularını çekmeyeceklerdir.
Sisianov’un başsız bedeni 27 Kasım 1911’de Bakû Kalesi’nden çıkartılarak Tiflis’e götürülür ve törenle gömülür. Kafa yoktur ve nerede olduğu da bilinmemektedir.
***
Romanın genel olarak tahliline geçmeden önce bazı karakterleri tanıtmak ve üzerinde durmak gerekmektedir. Çünkü bunlar, olayların içinde aktif olarak yer alan ve olaylara yön veren işlevsel karakterlerdir. Romanda yalnızca birer kişilik olarak değil, olayların gidişinde de önemli derecede rolleri bulunan karakterler olarak yer almışlardır.
Hüseyin Kulu Han: Bakû Hanıdır. Oynak karakterli, güvenilmez bir adam olduğu belirtilir. Güçlü bir karaktere sahip olmadığı, korkak mizaçlı olduğu söylenir. Kimseyi dinlemeyen, kendi başına hareket eden, sabırsız bir yaradılıştadır. Buhranlı zamanlarda sorumluluktan kaçma isteği ağır basar. Olayları kaldıracak ve taşıyacak güçte olmadığı anlaşılıyor. Şiirlere merakı vardır. Hafızası kuvvetlidir. Pek çok şiir bilir ve ezberden söyler. Problemli zamanlarda şiir tutkusu depreşir. Böyle zamanlarda şiiri bir kaçış olarak gördüğü, içinde bulunduğu buhranlı anlardan kaçmak istediği, sorumluluk duygusundan kurtulmayı düşündüğü anlaşılıyor. Böyle anlarda çözüm üretmek yerine şiire sığındığı görülüyor. Şiir, onun için bir kaçış duygusunu ve arzusunu ifade ediyor. Hüseyin Kulu Hanın bu tutkusu romanda şöyle anlatılıyor:
“Yine aniden, inanılmaz bir şey oldu, hayatının en zorlu ve gergin o anlarında Hüseyin Kulu Hanın içinde bir şiir yazma tutkusu belirdi, hiçbir zaman şiir yazmayan, bunu aklından bile geçirmeyen, fakat fırsat buldukça şiir okumayı seven ve güçlü hafızasıyla okuduğu şiirlerin çoğunu aklında tutan Hüseyin Kulu Han’a bir vahiy indi sanki. İçinden, Molla Penah’ın şiirine nazire tarzında mısralar geçer oldu. Büsbütün şaşırmış olarak, içine doğan o mısraları yüksek sesle söylememek için kendini zor tuttu.”15
Mahmut Bey: Mahmut, 30 yaşlarındadır, Hüseyin Kulu Hanın yeğenidir. Türkçü ve Turancıdır. Türklerin birbirlerini kırmalarına son derece üzülmekte ve bu duruma mani olmaya çalışmaktadır. Mahmut şöyle tanıtılıyor:
“Otuzuna gelmiş olan ömrünü Türklerin tarihini öğrenmeye ve bu tarihten ders çıkarmaya harcamış, tüm varlığını bu dersin gereğini yapmak üzere çalışmaya adamıştı. Abşeron halkı yediden yetmişe, Hüseyin Kulu Hanın, yiğitliği, mertliği, iyi günde kötü günde herkesin yardımına yetişmesiyle nam salmış olan yeğenini kendinden sonra hanlık tahtına çıkaracağı konusunda emindi. Buna rağmen Mahmut Bey hiçbir zaman tahta geçmenin hayalini kurmamış, hatta hanlığın geleceğini düşünmemişti bile. Çünkü Mahmut Bey’in gözünde yeryüzündeki tüm Türklerin ve öncelikle aralarında düşmanlığın son bulmadığı, irili ufaklı savaşların bir türlü dinmediği Osmanlılarla Kaçarların birleşerek ortak bir Türk devleti kurmasından daha kutsal bir amaç olamazdı.”16
Mahmut Bey bu bakışla Türk tarihini gözden geçirir. Burada tarih boyunca birbirleriyle çarpışan Türk beylikleri, hanlıkları ve devletleri sayılır. Osmanlılarla Şah İsmail, Osmanlılarla Uzun Hasan Karamanoğlu, Timur’la Yıldırım esefle hatırlanıyor. Romanda Mahmut vasıtasıyla tarihin muhasebesi yapılmakta, Türklerin birbirleriyle birlik olmak yerine çekiştikleri, savaştıkları söylenmekte ve yapılan savaşlar ve mücadeleler hatırlanmaktadır.
Mahmut’un bu düşünceleri herkes tarafından bilinmektedir. Mahmut, herkeste saygı ve sevgi uyandıran bir karaktere sahiptir. Hüseyin Kulu Han yeğenini çok sever, ancak onu fazla atak ve sabırsız bulmaktadır. Fakat Mahmut Bey’i hazin bir son beklemektedir. Romanda Sibirya’ya sürüldüğü ve aklını kaybettiği belirtiliyor.
Molla Muzaffer Ağa: Molla Muzaffer Ağa yaşlı bir adamdır. Çok dindardır. Ölmüş bir adamın kafasını kestirmek konusunda yaptığı tekliften dolayı günaha girdiğine, Allah’a karşı geldiğine inanır. Devamlı azap çeker ve Allah’ın kendisini bağışlaması için yalvarır. Fakat başka bir çare olmadığının da farkındadır. Romanda onun iç dünyasına yer verilmiş, duyguları tahlil edilmiş, yol boyunca yaptığı iç muhasebeler anlatılmıştır.
Hacı Muhtar Bey: Çok zengin bir adamdır. Uçsuz bucaksız arazileri ve halı atölyeleri vardır. Buralarda hayvan yetiştirmekte ve atölyelerinde halı dokutmaktadır. Hacı Muhtar halıları çok ünlüdür. Hacı Muhtar, Mahmut’un çocukluğunu bilir ve onu sever. Romanda Mahmut’un onun elinde büyüdüğünü ifade eden satırlara rastlanıyor. Gençliğinde pek çok kan döktüğü, acımasız bir adam olduğu belirtiliyor.
Hacı Muhtar Bey odasına çekilmiş ve düşüncelere dalmıştır. İki dev arasında kalmışlardır. Bunlar Rusya ve Kaçar hanedanıdır. Şirvan Hanlığı da diğer hanlıklar gibi elbet bir gün yutulacaktır. Şirvan hanlığının başına kendisi gibi güçlü birinin geçmesi iyi olur. Kendisi bu güce ve nüfuza sahiptir. Mugam ovasında Nadir gibi bir kurultay toplamayı (kendisini seçeceklerinden emindir), Şirvan Hanı olmayı, kafayı da Ruslara göndermeyi (bunun için gelen grubu uykularında öldürtmesi lazımdır) hayal eder. Artık Doğu bitmiş, Batı yükselmektedir, ilim ve fen Batıdadır. Hacı Muhtar Bey hanlığın başına geçse, Rusya vasıtasıyla Batının gelişmişliğinden halkını faydalandırsa, dokuttuğu halılarını yine Rusya üzerinden bütün dünyaya pazarlasa (Hacı Muhtar Bey, kafanın verileceği Feth Ali Şahın da pek bir yardımı ve desteği olamayacağını düşünmektedir)… Sonra bu düşüncelerinden utanan Hacı Muhtar atına atlar ve gider. Ancak onlar gittikten sonra çok geç vakit eve döner. O arada Mahmut Bey ve ekibi hava karardıktan sonra daha fazla bekleyememiş ve yola çıkmışlardır.
Abbas Mirza: Feth Ali Şahın oğludur. Veliaht Abbas Mirza romanda kadınlara düşkün bir adam olarak tanıtılıyor. İnsanlara olan davranışlarına bakılırsa onun da oldukça zalim biri olduğu anlaşılmaktadır. Bakû’dan gelen heyete kötü muamele etmesi ve katı davranması bunu göstermektedir.
Abdurrahman Ağa: Abdurrahman Ağa, “Feth Ali Şahın sarayında vezir düzeyinde bir makam sahibidir.” Feth Ali Şahın ve Abbas Mirza’nın üzerinde hatırı sayılır bir etkiye sahiptir. Saraydaki fitne ve tuzakların tanığıdır ama bunlara katılmaz. “Her şeyi gören keskin gözleri, her şeyi duyan keskin kulakları” vardır. Abdurrahman Ağa’nın, çok küçük yaşlarda Nadir Şah tarafından (tahta çıkamasın diye) hadım ettirildiği belirtilir. Bu yüzden hep eksik kalmış, eksik yaşamış, hep içinde nedeni belirsiz bir acı hissetmiştir. Romanda Abdurrahman Ağa’nın bu duyguları da tahlil ediliyor.17
Molla Penah: Azerbaycan edebiyatının güçlü ve tanınmış şairlerindendir. Vakıf mahlasıyla şiirler yazmaktadır. “Muktedir bir şair olduğu kadar akıllı ve kurnaz bir devlet adamıdır.” Ağa Muhammet Şah Kaçar’ın veziri iken onun hışmına uğramış, hakkında idam fermanı çıkarılmıştır. Fakat o sabah Ağa Muhammet Şah katledilir. Suikasti düzenleyenler arasında Molla Penah’ın da bulunduğu söylenir.18
İbrahim Halil Han: Karabağ Hanıdır ve “deneyimli ve Kafkasyalı yöneticilerin tamamı gibi kurnaz biri” olduğu, “keyif ve eğlence meclislerine düşkün” olmadığı, “gerçek bir devlet adamı” olduğu belirtilir. Kaçarlardan korktuğu için kızını Feth Ali Hanla evlendirmiştir.19 Romanın sonunda Binbaşı Lisaneviç tarafından kendisinin ve bütün ailesinin katledildiği anlatılıyor.
Feth Ali Şah: Kaçar Hanedanının başına geçen devlet adamıdır. Romanda kendisinden Baba Han diye de bahsediliyor. Ağa Muhammet Şah Kaçar’ın yeğenidir. Rusya’ya karşı İngiltere ile anlaşma yaptığı, fakat bunun da bir işe yaramadığı belirtiliyor. Azerbaycan hanlıklarının birer birer Rusya’nın eline geçmesi onu çok düşündürmekte ve buna karşı çareler aramaktadır.
Ağabegüm Ağa: Karabağ Hanı İbrahim Halil Hanın kızıdır. Babası hanlığını kurtarmak için onu 1801 yılında Tahran’a gelin göndermiştir. Feth Ali Şahın baş kadın efendisidir. İyi bir şairdir. Romanda onun yetenekleri şöyle anlatılıyor:
“Kuran-ı Kerim’i baştan sona ezbere bilen, Azerice dışında Farsça da şiirler yazan -nitekim kendisi İbrahim Halil Han’ın veziri, meşhur şair ve devlet adamı rahmetli Molla Penah Vakıf’tan ders almıştır- bunun dışında Arapçayı, Fransızcayı ve Rusçayı da çok iyi derecede öğrenmiş olan Ağabeyim Ağa Rusya’nın ve Avrupa’nın imparatoriçeleri; Napolyon’un zevcesi Josephine ve Aleksandr’ın zevcesi Elizaveta’yla mektuplaşıyordu. Nitekim İmparatoriçe Elizaveta St. Petersburg’dan yolladığı mektuplardan birinde Ağabeyim Ağa’ya şunu yazmıştı: -Siz kendi zekânızla Şah’ın talih yıldızı oldunuz.”20
Ağa Muhammet Şah Kaçar: Nadir Şahtan sonra devletin başına geçen ve Kaçar hanedanını kuran adamdır. Zalim ve acımasız, kötü ruhlu bir insan olarak tasvir ediliyor. Şuşa Kalesini alamayınca Tiflis’e yönelmiş ve orayı işgal etmiştir. “Yaptığı vahşetin korkusu halen Tiflis halkının aklından çıkmış değildir.” 1797’de- Şuşa Kalesini almış, fakat gece uykusunda orada suikaste uğramıştır. Romanda da korkunç bir adam olarak tasvir ediliyor: “Mavi gözleri pırıl pırıl yanıyordu ve mavi gözlerin derinlerinden kıvılcımlar saçılmaktaydı, parlak yüzünü de müthiş bir intikam hırsı sarmıştı.”21
Nadir Şah: Büyük bir imparatorluk kurduğu fakat çok merhametsiz olduğu, çok zulüm yaptığı söylenir. 19 Haziran 1747 tarihinde suikasta uğramıştır. Öldürüldükten sonra imparatorluğu parçalanmış, küçük küçük hanlıklara bölünmüştür.
Lazarev: Tiflis Polis Şefi Tümgeneral Petroviç Lazarev, Kazan’a iltica eden Polonyalı bir asilzade ailesine mensuptur. 1799 yılında Güney Kafkasya’da görevlendirilmiş ve Tiflis’e yerleşmiştir. Gürcü prenslerin aralarındaki çekişmeleri önlemek amacıyla onları etkisiz hâle getirmek için Rusya’ya göndermeye çalışmıştır. 17 Nisan 1803 yılında öldürülmüştür.
Yüzbaşı Suharyov: Gerçek bir Rus olan Suharyov, Rus politikasına eleştirel bir bakış yöneltiyor. Rusya’nın gerçek Rus kanından gelenlere, safkan Rus olanlara ilgi göstermediğini düşünmektedir. İşte bunun için kendisi otuz yıldır yüzbaşılık rütbesinden öteye gidememiştir. Yabancı asıllılar daima en üst mevkilere getirilmektedirler. Buna dair bir yığın örnek ve isim aklından geçer. Bunlardan biri de Gürcü asıllı General Sisianov’dur. Suharyov, “Avrupa’nın geliştiğinin, bilim, kültür ve silah açısından Rusya’nın önüne geçtiğinin” farkındadır ve buna dair önlemler alınması gerektiği düşüncesindedir.22
Sisianov: General Sisianov Gürcü bir aileden gelmektedir. Çocukluğu Tiflis’te geçmiştir. Sonra ailesiyle beraber Moskova’ya göç etmişlerdir. Kendisine çok tesir eden insanlardan biri olan dedesinin yakın dostu Babua Arçil’i her vesile ile anmaktadır. Yaptıklarının onun tarafından beğenildiğini, bu şekilde ona layık olduğunu düşünmektedir.
Sisianov’un hatırladığı olaylardan biri 10 Ocak 1775 tarihinde Moskova’da Yemelyen Pugaçev’in idam edilmesidir. Bu, Sisianov’a çok tesir eden olaylardan biri olmuştur. Romanda o gün yaşananlar çok canlı ve etkileyici bir biçimde anlatılmaktadır. Üzerinden otuz yıl geçmiştir. Sisianov henüz o zamanlar genç bir subaydır. Bir hainin cezalandırıldığını düşünmektedir.
Sisianov’un hatırladığı olaylar arasında Bakû’ya yürümeden hemen önce gördüğü bir rüya da vardır. Uykusuz geçirdiği bir gecede gördüğü bir rüyada Sisianov’un karnına bir hançer saplanmış, o da hemen uyanmıştır. Bu rüya onu çok etkilemiş, Sisianov bu etkiden kurtulamamıştır. Sık sık bu rüyayı düşünmektedir.
Sisianov’un katıldığı muharebeler yine onun anlatımıyla romanda yer alıyor. 1804 Mayısında Knez Sisianov, 20.000 kişilik ordusuyla İrevan Hanlığına saldırmış, kalenin kuşatması üç ay sürmüş, fakat kaleyi alamamıştır. 2 Aralık 1805 tarihinde yapılan Austerlitz savaşı ve Rusya’nın bu savaşta yenilmesi de Sisianov’u etkileyen muharebelerden biridir. Sisianov, Napolyon’un Rusya’ya tekrar saldıracağını düşünmektedir.
Sisianov’un hayatı savaş meydanlarında ve orduda geçmiş, bu arada birtakım duygusal beraberlikler yaşamışsa da bir aile kuramamıştır. Bunlar arasında unutamadığı bir kadın vardır. Bu, daha sonra Lafoncen’le evlenen Natalya’dır. Sisianov, onun kendisine yazdığı mektupları hatırlar. Sisianov bir mektubunda Gence Hanı Cevat Hanla yaptığı muharebeyi ve onu nasıl yendiğini anlatıyor. Sisianov, bu savaş sonunda Gence’yi Rusya’ya bağlamıştır. Sisianov’un hatırladığı savaş sahnelerinden biri de İzmail kalesi için Osmanlılarla vuruşmasıdır. Pis Türkleri yok edelim, diyerek Hasan Paşa’yı yenmişlerdir. Kaleye Rus bayrağını asan da kendisidir.23 Romanda yine onun vasıtasıyla, Bakû’nun son yüzyıllarda Osmanlılar ile Safeviler arasında nasıl el değiştirdiği anlatılır. Rusya birkaç kere Bakû’yu ele geçirmeyi başarmış ama her defasında da terk etmek zorunda kalmıştır. Sisianov Bakû’yu almak konusunda nasıl büyük bir gayret gösterdiğini ayrıntılarıyla anlatmaktadır.
Romanın kuruluşu enteresandır. Romanın çerçeve kahramanı General Sisianov’dur (Tam adı Pavel Dmitriyeviç Tsitsianov’dur). Romanın başında Sisianov, Bakû hanlığını teslim almak üzere Bakû kalesine gittiğinde atılan kurşunlarla öldürülüyor. Sisianov’un ruhu, bedeninden ayrılıyor ve roman boyunca cereyan eden olaylar, Sisianov’un bakışıyla anlatılıyor. Bu arada Sisianov, öldükten sonra hayatının önemli olaylarını hatırlar ve onları anlatır, diğer taraftan kendi kafasının kesildiğini ve Tahran’a götürülüşünü izler.
Roman zamansız ve mekânsız bir yerin tasviriyle başlıyor. Bu, sanki düşünce dünyasında, zihinde yaratılmış ütopik ve fantastik bir görüntüdür. Bu tasvir insanda, ruhun boşlukta gezinmesi veya insanın rüyada gezinmesi gibi bir duygu yaratıyor. Kesik başı uzaktan seyreden bir ruhun hatırlamaları ile roman başlar.
Bu ruhun başlangıçta hafızası yoktur, hiçbir şey hatırlayamaz. Fakat bir müddet sonra hafızası yavaş yavaş yerine gelir. Ve hafızası yerine geldikçe görünen mekândaki sahneler birbirini takip eder. “Hafızasında yeşermeye başlayan ve hafızasının dışında kalan, kendisinin doğrudan doğruya tanık olmadığı, fakat bir vesileyle görünen ve hemencecik de tanıdığı (Kim, ne, neresi, geçmiş mi yoksa gelecek mi?) sahneler de bunlarat” karışmıştır. “O, görünen mekândaki tüm bu sahneleri görmek” istemez, “ne var ki yerine gelen hafızası şeffaf ve yerçekimsiz varlığının neyi isteyip neyi istemediğine bağlı” değildir.24
Romanda Sisianov’un ruhu, iç dünyası çok tesirli bir şekilde verilmektedir. Bakû’ya girerken taşıdığı gurur, büyüklenişi, ilerisi için yaptığı planlar çok canlı anlatılıyor. Fakat aniden kendisine ateş edilmiş ve Sisianov hayatını kaybetmiştir. O andan itibaren ruhu bedeninden ayrılmış, bedeni uzaktan seyretmeye başlamıştır. Olayları görmekte ama artık müdahale edememektedir.
Romanın bundan sonraki kısmı, Sisianov’un hatırladıklarına göre düzenlenmiştir. Sisianov’un hayatı gözünün önünden geçer ve kendisine tesir eden hadiseler hatırlanır ve anlatılır.
Sisianov’a tesir eden şeylerden biri de kesilen kafalardır. Pugaçev’in idamının giyotinle yapılması ve Pugaçev’in kafasının kesilmesi onu düşündürmüştür. Bir de çocukluğunda gördüğü iki kesik kafanın etkisinden kurtulamamaktadır. Onları daima hatırlar ve onların gözlerini üzerinde hisseder. O iki kesik kafanın alkollü kavanozlar içindeki duruşlarını ve birbirine baktıklarını unutamaz.
Sisianov’un ruhu roman boyunca kafilenin peşindedir. Kendi kafasının bir heyet tarafından Tahran’a götürülüşünü sessizce izler. Böyle bir şeye rızası yoktur ama artık onun neyi isteyip neyi istemediği hiçbir şeyi etkilememektedir. O “şeffaf ve yerçekimsiz varlık” olarak tanımlanır. Bu varlık yeryüzünde olanlara, dünyada olup bitenlere karışamaz ve engel olacak güçte değildir. Dünya “görünen mekân” diye isimlendirilmiştir. Sisianov, içinde bulunduğu ortamla dünyadaki mekânı karşılaştırır ve birbirlerinden çok farklı olduğunu düşünür. İçinde bulunduğu yerde, dünyadaki ölçülerin ve kavramların hiçbir manası bulunmamaktadır. Bu ayrılık ve farklılık şöyle tasvir ediliyor:
“Zavallı ve cahil insan, çok ne demek, büyük ne demek biliyor musun?
Görünen mekânda bu çokluğu karşılayacak bir rakam ya da sözcük yoktu ve asla da olmayacaktı.
O’nun şeffaf ve yerçekimsiz varlığından geçen tüm düşüncelerde tam bir kesinlik vardı.
A sersem ihtiyar molla, böylesi çokluğa kıyasla, görünen mekân, Abşeron kumsalındaki bir kum taneciğinin sonsuz rakamlara bölünmüş olan parçacığından daha küçüktür.
Fakat kendisi böyle bir bilgiyi nereden edindi?
Bunca büyüklük ve bunca küçüklük ne anlama geliyor?
Bu ne zaman açıklık kazanacak?
Lakin bu şeffaflık ve yerçekimsizlikte zaman da yok…”25
Bu anlatımda azlık çokluk, büyüklük küçüklük, mekân zaman gibi kavramların yalnızca bu dünyaya ait olduğu, öldükten sonra hiçbir anlam ifade etmediği anlatılıyor.